m. night shyamalan´in buyuk is yapan sixth sense filminden sonraki yeni yapimi unbreakable. basrolde yine bruce willis oynuyor. sevgili hintli yonetmenin bir hayli kendine has bir tarzi var. oldukca sindire sindire sizi meraklandiran ama heyecanlandirmayan bir anlatim tarzina sahip. bu acidan unbreakable kesinlikle, anlatim dili acisindan en azindan, sixth sense´den farkli degil. kendinizi kesinlikle eyes wide shut temposunda heyecansiz bir gerilime hazirlayip sinemaya gidin.
bu filmden tam randiman alabilmeniz icin cizgi roman kulturu ile hayatinizin herhangi bir doneminde bir sekilde temasda bulunmus olmaniz sart. yoksa filmin ne konusu ne de gercekten guzel sonu sizde hic bir efekt uyandirmayacagi gibi, ne bu cocuk filmi der filmden kufrederek cikarsiniz. samuel l. jackson bu filmde mr. glass isimli esrarengiz obi wan kenobi tarzi bir karakteri canlandiriyor. camdan bir bastonu var ve kemikleri o kadar narin ki, en ufak darbede adam dagilabiliyor. hayati hastahanelerde ve yatakta gecmis. bu durumda kucuk yasta kesfettigi cizgi romanlar onun en yakin arkadasi olmus. ileriki yaslarda bu kitaplar o kadar etkisini gostermis ki, hayata cizgi roman gozuyle bakmaya baslamis. iste tam bu sirada bruce willisin oynadigi koruma gorevlisi esrarengiz bir sekilde herkesin oldugu bir tren kazasindan cizik almadan kurtuluyor. mr. glass kendi kendine iste aradigim superkahraman bu diyor ve willisin beynini yikamaya calisiyor. kisa sure icerisinde seyirci willisin hayati boyunca hastalanmadigini ve inanilmaz dayanikli oldugunu ogreniyor.
filmin en kilit konusu, ki birden fazla konusu olan karanlik ve kasvetli bir film, willis gercekten super guclere sahip midir degil midir? ozellikle kucuk cocugu o kadar bu olaylardan etkilenir ki, filmin en kilit sahnesinde mutfak masasi uzerindeki silahi kapar ve babasina dogrultur. eger vuruldugunda willis olmezse, cocuga gore babasi super kahramandir.
filmin genel cercevesi su 3 sorunun cevabini aramakla geciyor. bruce bir superman midir? bruce superman ise kryptonitei nedir (yani zayif noktasi)? ve en can alici soru, bas dusmani kimdir? filmi bitirdiginizde bu 3 sorunun da gayet tatmin edici cevaplarini bulacaksiniz. film her ne kadar cok ciddi ve karanlik yapilmissa da icinizdeki 12 yasindaki cocuga hitap edecek bir film, uyarmadi demeyin. bunun yaninda bir x-men, batman gibi bariz cizgi roman filmi degil, daha cok hitchock batmani cekseydi nasil olurdu tarzi bir film. kesinlikle sixth senseden film olarak kat ve kat cesur ve guzel bir film ama dedigim gibi ayni tarz anlatim soz konusu o yuzden yorgun bir gecenizde seyretmeyin misil misil uyursunuz.
amerikali yazar henry jamesin 1902 yilinda yazdigi roman güvercinin kanatlari yönetmen ion softley tarafindan sinemaya uyarlanmış (softleyi hackersdan hatirlayabiliriz). jane austen romanlarinin hizla sinemaya uyarlandigi bir dönemde yani 97de çekilmis ve ayni yil birçok festivalde ödül almis.
oldukça basarili bir uyarlama olan bu film 20. yüzyilin baslarinda londrada geçer. zengin teyzesiyle birlikte yasayan kate croy orta siniftan gazeteci merton densherla gizli sakli bir iliski yürütmektedir. olayi farkeden teyzesi ya param ya o diyerek durumu acikca ortaya koyar. ne paradan ne de sevgiliden vazgeçebilen kate çareyi sinsice kurdugu planlarla bulmaya çalisir. sans eseri tanistigi zengin amerikali zengin genç bayan milly thealele güzel bir arkadaslik kurar. fakat bu güzel genç bayanin bir problemi vardir, ölümcül hastaligi onu daha fazla yasatmayacaktir. millynin mertona olan ilgisini farkeden akilli kate hemen herkesi mutlu edecegine inandigi bir plan yapar. merton millye ilgi gösterecek ve milly öldügünde parasina konacak ve merton ile kate evlenecek ve sonsuza kadar mutlu olacaklardir. milly ile venedike giden kate, plani geregi mertoni hemen venedike cagirir. tabii mertonun bu plandan haberi yoktur ancak millynin hasta oldugunu ögrendiginde davayi çakmistir. tabii mertona umutsuzca asik olan milly de ölümünden az bir süre önce katein planini anlar. katein mertonla millyi basbasa birakmak amaciya venedikten londraya dönmüstür. merton aşık olmasa bile millye karsi belki de dramatik duygularla baglanmistir. venedikte birkaç günü birlikte geçirirler ve milly bu güzel günlerin sonunda ölür ve mirasini mertona birakir. merton elinde miras mektubuyla londraya döner. fakat geri döndügünde artik ne katei ne de mirasi kabul edecek durumda degildir. bu plandan hiç hoslanmadigini katea ima ederek ondan ayrilir.
19. yüzyilin tutkulu asklariyla 20. yüzyilin ekonomik gücünün büyüsü arasinda sıkışan katein feminist toplum öncesi güçlü bir kadin portresi ile çizildigini görüyoruz. özellikle helena bonham carterin basarili performansinin filmin genel basarisinda büyük rolü var. bildik bir hikaye gibi gözükse bile karakterlerin perdeye yansimalariyla; gözlerindeki ifade, gülüslerindeki anlamla birlikte film sizi 100 dakika boyunca baglamayi biliyor.
oldukça basarili bir uyarlama olan bu film 20. yüzyilin baslarinda londrada geçer. zengin teyzesiyle birlikte yasayan kate croy orta siniftan gazeteci merton densherla gizli sakli bir iliski yürütmektedir. olayi farkeden teyzesi ya param ya o diyerek durumu acikca ortaya koyar. ne paradan ne de sevgiliden vazgeçebilen kate çareyi sinsice kurdugu planlarla bulmaya çalisir. sans eseri tanistigi zengin amerikali zengin genç bayan milly thealele güzel bir arkadaslik kurar. fakat bu güzel genç bayanin bir problemi vardir, ölümcül hastaligi onu daha fazla yasatmayacaktir. millynin mertona olan ilgisini farkeden akilli kate hemen herkesi mutlu edecegine inandigi bir plan yapar. merton millye ilgi gösterecek ve milly öldügünde parasina konacak ve merton ile kate evlenecek ve sonsuza kadar mutlu olacaklardir. milly ile venedike giden kate, plani geregi mertoni hemen venedike cagirir. tabii mertonun bu plandan haberi yoktur ancak millynin hasta oldugunu ögrendiginde davayi çakmistir. tabii mertona umutsuzca asik olan milly de ölümünden az bir süre önce katein planini anlar. katein mertonla millyi basbasa birakmak amaciya venedikten londraya dönmüstür. merton aşık olmasa bile millye karsi belki de dramatik duygularla baglanmistir. venedikte birkaç günü birlikte geçirirler ve milly bu güzel günlerin sonunda ölür ve mirasini mertona birakir. merton elinde miras mektubuyla londraya döner. fakat geri döndügünde artik ne katei ne de mirasi kabul edecek durumda degildir. bu plandan hiç hoslanmadigini katea ima ederek ondan ayrilir.
19. yüzyilin tutkulu asklariyla 20. yüzyilin ekonomik gücünün büyüsü arasinda sıkışan katein feminist toplum öncesi güçlü bir kadin portresi ile çizildigini görüyoruz. özellikle helena bonham carterin basarili performansinin filmin genel basarisinda büyük rolü var. bildik bir hikaye gibi gözükse bile karakterlerin perdeye yansimalariyla; gözlerindeki ifade, gülüslerindeki anlamla birlikte film sizi 100 dakika boyunca baglamayi biliyor.
valentines yaklasirken harika bir romantik/komedi sinemalarda. what women want filminin yonetmeni nancy meyers, bu sefer mel gibsondan sonra, baska bir ikon olan jack nicholsoni feminen tarafi ile bulusturmus. sirada bruce willis var diyorum.
63 yasinda zengin capkini oynayan jack nicholson, kendisinden 40 yas kucuk sevgilisinin annesinin evinde kalp krizi gecirir ve hayati degisir. meshur yazar anne rolunde, diane keaton. sevgili rolunde amanda peet. kalp krizi sonrasi, doctor rolunde keanu reeves, hastamiza dinlenmesini onerir. orta yasli diane ve jack ayni evde tikili kalmislardir. biri oburune hemsirelik, oburu de digerine ilham kaynagi olacaktir.
film, esasen what women want ve as good as it getse benziyor. ancak ne jack ne de diane bu tarz bir rolu hic oynamadi. diane ozellikle oskar alacagim edasi ile iddiali rolunde. ikisini de ciplak gormeniz bir yana, salya sumuk aglarken gormeniz mumkun. bununla beraber filmin son 5 dakikasi, kisaca sonu, olmamis. filmin butun rotasi 180 derece dondugu gibi inandirici da olmuyor. buyuk ihtimalle test gosterimlerde seyirciler bu filmin sonu degismez ise, salya sumuk kimsenin bu filmden tatmin olmayacagi sinyali vermis olmalilar ki, bir anda hollywood sonu karsimiza cikiyor. filmin son 5 dakikasini cikarin, nancy yine erkeklere de hitap eden bir kadin filmi cekmis. kesinlikle ciftinizle gidip gormeniz gereken bir film. eger ki, ozellikle as good as it gets, agzinizda guzel bir tat biraktiysa, bu film de sizi tatmin edecektir.
63 yasinda zengin capkini oynayan jack nicholson, kendisinden 40 yas kucuk sevgilisinin annesinin evinde kalp krizi gecirir ve hayati degisir. meshur yazar anne rolunde, diane keaton. sevgili rolunde amanda peet. kalp krizi sonrasi, doctor rolunde keanu reeves, hastamiza dinlenmesini onerir. orta yasli diane ve jack ayni evde tikili kalmislardir. biri oburune hemsirelik, oburu de digerine ilham kaynagi olacaktir.
film, esasen what women want ve as good as it getse benziyor. ancak ne jack ne de diane bu tarz bir rolu hic oynamadi. diane ozellikle oskar alacagim edasi ile iddiali rolunde. ikisini de ciplak gormeniz bir yana, salya sumuk aglarken gormeniz mumkun. bununla beraber filmin son 5 dakikasi, kisaca sonu, olmamis. filmin butun rotasi 180 derece dondugu gibi inandirici da olmuyor. buyuk ihtimalle test gosterimlerde seyirciler bu filmin sonu degismez ise, salya sumuk kimsenin bu filmden tatmin olmayacagi sinyali vermis olmalilar ki, bir anda hollywood sonu karsimiza cikiyor. filmin son 5 dakikasini cikarin, nancy yine erkeklere de hitap eden bir kadin filmi cekmis. kesinlikle ciftinizle gidip gormeniz gereken bir film. eger ki, ozellikle as good as it gets, agzinizda guzel bir tat biraktiysa, bu film de sizi tatmin edecektir.
hiç discovery channel izlerken "keşke ağaçların arkasından kim basinger çıkıverse" diye düşündüğünüz oldu mu? işte birileri bunu düşünmüş ve kim basingerı fil, yılan, baykuş, zebra, aslan, kaplan gibi hayvanların arasına atıvermişler. yanına bir de vincent perez adında bir adamcağız koymuşlar. bu iki insan kenyada bir çiftlikte yaşıyorlarmış. çiftlikte her şey zormuş, ama bunların üstesinden gelmek, iki hayat dolu insan için bir yaşam tarzıymış...çoluk çocuk, sel fırtına derken hayat devam ediyormuş... film de böyle sürüp gidermiş. biraz duygusalsanız bu filmden ağlayarak çıkmamanız işten bile değil. size tavsiyem gözünüzde hafif bir batma meydana gelirse sakın tutmayın: zırıl zırıl ağlayın, yoksa patlarsınız. ben bile (?) bi ara kendimi zor tuttum :)
genellikle bir filmin gerçek olaylara dayandığı, filmin başında değil sonunda belirtilir. fakat her nedense i dreamed of africada filmin hemen başında "aman dikkat bu film gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekilmiştir, ona göre seyredin" görüntüsü veriliyor. mantık olarak bir filmin gerçek bir olaydan mı yoksa hayal ürünü mü olduğunu belirtmek seyircide bir önyargı oluşturur. en azından ben filmi seyrederken böyle hissettim. kaldı ki, gerçek olan olaylar filmin senaryosunun başarılı olmamasında rol oynamış. olayların özeti başarılı, fakat, aradaki geçişler çok hızlı. film 10-20 dakika daha uzun olup doğru dürüst geçişler yapılabilirdi denilebilir, fakat o zaman da sinema salonunda fenalık geçirenlerin sayısı artardı sanırım...
l.a. confidential ile oskarı kapıveren kim basingerın sözde ağır topu olarak rol aldığı i dream of africa, titan a.e.ün vizyondaki en doğru dürüst filmlerden biri olduğunu kanıtlar nitelikte. bu günlerde basingerla karşılaşsam önce elini öper, kendisine "teyzeciğim, ne oldum değil ne olacağım diye düşünmek lazım" derim. oskarı aldıktan sonra iddiasız, hugh hudson gibi tek tük başarı yakalamış bir yönetmenin filminde rol almak yanlış bir seçim olmuş.
genellikle bir filmin gerçek olaylara dayandığı, filmin başında değil sonunda belirtilir. fakat her nedense i dreamed of africada filmin hemen başında "aman dikkat bu film gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekilmiştir, ona göre seyredin" görüntüsü veriliyor. mantık olarak bir filmin gerçek bir olaydan mı yoksa hayal ürünü mü olduğunu belirtmek seyircide bir önyargı oluşturur. en azından ben filmi seyrederken böyle hissettim. kaldı ki, gerçek olan olaylar filmin senaryosunun başarılı olmamasında rol oynamış. olayların özeti başarılı, fakat, aradaki geçişler çok hızlı. film 10-20 dakika daha uzun olup doğru dürüst geçişler yapılabilirdi denilebilir, fakat o zaman da sinema salonunda fenalık geçirenlerin sayısı artardı sanırım...
l.a. confidential ile oskarı kapıveren kim basingerın sözde ağır topu olarak rol aldığı i dream of africa, titan a.e.ün vizyondaki en doğru dürüst filmlerden biri olduğunu kanıtlar nitelikte. bu günlerde basingerla karşılaşsam önce elini öper, kendisine "teyzeciğim, ne oldum değil ne olacağım diye düşünmek lazım" derim. oskarı aldıktan sonra iddiasız, hugh hudson gibi tek tük başarı yakalamış bir yönetmenin filminde rol almak yanlış bir seçim olmuş.
berlin film festivalinde altın ayı ödülü alan walter sallesın yönetmenliğini yaptığı film en iyi yabancı film ve en iyi kadın oyuncu dallarında da oscar adayı olmakla yetinmişti.
ancak filmi seyrettikten sonra anlaşıldığı gibi fernanda montenegro
harika bir oyunculuk çıkarmış.
dora hayatını rio de janeiro merkez tren istasyonunda arzuhalcilik yaparak kazanır. ailesi olmayan eski öğretmen doranın karşısına bir gün annesini yitiren josue çıkar ve hayatta yanlız kalan bu ikili josuenin babasını bulmak üzere yola çıkarlar. filmin ilk yarısında oldukça çıkarcı ve paylaşmaya kapalı bir karakter tablosu çizen doranın ikinci yarıda buzları nasıl yavaş yavaş erittiğine tanık oluyor ve montenegronun portrelemesinin karşısında şapka çıkarıyoruz.
küçük oyuncu vincius de oliveira yönetmen sallesin bir havaalanında ayakkabı boyatırken keşfettiği bir çocuk. zaten filmi seyrederken ya bu çocuk çok iyi rol yapıyor ya da tiplemesine hiç yabancı değil diyorsunuz.
aslında pek de geri kalmış bir ülke olmayan brezilyada toplumun alt kesimleri için yaşamın hiç kolay olmadığını, devletin trenini yolunu yaptığı yerlerde mafyanın hakimiyetine tanık oluyoruz. tüm bu kaosun içinde aslında pek de yeni olmayan bir konu belgesel yönetmeni olan salles tarafından hünerle işlenmiş.
çekimleriyle, oyuncularıyla kaçırılmaması gereken bir film.
ancak filmi seyrettikten sonra anlaşıldığı gibi fernanda montenegro
harika bir oyunculuk çıkarmış.
dora hayatını rio de janeiro merkez tren istasyonunda arzuhalcilik yaparak kazanır. ailesi olmayan eski öğretmen doranın karşısına bir gün annesini yitiren josue çıkar ve hayatta yanlız kalan bu ikili josuenin babasını bulmak üzere yola çıkarlar. filmin ilk yarısında oldukça çıkarcı ve paylaşmaya kapalı bir karakter tablosu çizen doranın ikinci yarıda buzları nasıl yavaş yavaş erittiğine tanık oluyor ve montenegronun portrelemesinin karşısında şapka çıkarıyoruz.
küçük oyuncu vincius de oliveira yönetmen sallesin bir havaalanında ayakkabı boyatırken keşfettiği bir çocuk. zaten filmi seyrederken ya bu çocuk çok iyi rol yapıyor ya da tiplemesine hiç yabancı değil diyorsunuz.
aslında pek de geri kalmış bir ülke olmayan brezilyada toplumun alt kesimleri için yaşamın hiç kolay olmadığını, devletin trenini yolunu yaptığı yerlerde mafyanın hakimiyetine tanık oluyoruz. tüm bu kaosun içinde aslında pek de yeni olmayan bir konu belgesel yönetmeni olan salles tarafından hünerle işlenmiş.
çekimleriyle, oyuncularıyla kaçırılmaması gereken bir film.
hakkında muhteşem yorumlar okuduktan sonra kopsi ve ben hadi dedik bu kadar iyi kritikler alan bir film kötü olamaz. bir de yönetmen ang lee olunca klasik bir action filmi olmayacağını kestirmek zor değil (bkz lee tarihinde sense and sensibility, ice storm)
filmin ilk dakikalarında shu lien (michelle yeoh) ve li mu baiın (yun-fat chow) karşılıklı bir konuşma sahnesi var. li diyor ki "yu, ben artık eğitime devam etmeyeceğim". yu:"ama li neden, sen çok iyi bir savaşçısın eğitimini yarım bırakmamalısın." diyor. li ise şöyle cevaplıyor: "evet ama ben hayatta başka şeyler olduğunu da öğrendim..." diyor ve aşırı mütevazi bir manalı bakış fırlatıyor liye.
bu klasik ben-senin-için-döndüm-eğitimden sahnesinden sonra ben hay allah yanlış mı ettik bu filme gelmekle diye düşünürken, düşüncelerimi tepetaklak eden bir dizi harika sahneyle karşılaşıyorum.
li yanında yüzyıllardan beri emanet olarak taşınan yeşil kılıcı bir arkadaşına hediye etmek üzere yanında getirir. ancak kılıcı jen isimli genç kızımız çalar. zengin bir ailenin kızı olan jen, yakın zamanda evlenecektir fakat aklı kılıçta ve oyundadır. çünkü jen aslında jade fox isimli savaşçı bir hanımdan dövüş dersleri almış süper donanımlı bir kızdır ve bu gizli oyunlarını evlenerek bir kenara atmak istemez. zaten bu oyunları sırasında kara bulut isimli isyancı grubun genç ve karizmatik liderine gönlünü kaptırıvermiştir.
li mu bai ve shu lien ise kılıcı çalan jene dersini vermek ve biraz da kulağını çekmek için çabalarlar. tabii tüm bunlar sık sık kılıçla dövüş ve uçarak dere tepe üzerlerinden (dere ve tepe hakkaten) kaçma sahneleriyle donanmış.
ninelerimizin anlattığı efsane hikayelere benziyor filmin öyküsü. hani abartılı "uçar gibi kaçtı", "göz açıp kapayınca birden yokoldu" gibi benzetmeler vardır ya film de işte böyle. seyredince "aman ya böyle saçma şey olmaz adamlara bak uçuyorlar resmen" demeyin, efsane bu. filmin tüm güzelliği de burada, masal havası...
jenin gönlünü kaptırdığı genç lo bizim eski türklere benziyor, hani çok iyi at binen ve savaşan, çin taraflarından gelen türkler grubundan. ben kulaklarıma inanamadım ama bu delikanlı "oy güzel kız...." diye şarkı söyledi filmde. kopsi ve ben oturduğumuz yerden zıpladık duyunca, birden damarlarımızda akan kan kabardı
filmin ilk dakikalarında shu lien (michelle yeoh) ve li mu baiın (yun-fat chow) karşılıklı bir konuşma sahnesi var. li diyor ki "yu, ben artık eğitime devam etmeyeceğim". yu:"ama li neden, sen çok iyi bir savaşçısın eğitimini yarım bırakmamalısın." diyor. li ise şöyle cevaplıyor: "evet ama ben hayatta başka şeyler olduğunu da öğrendim..." diyor ve aşırı mütevazi bir manalı bakış fırlatıyor liye.
bu klasik ben-senin-için-döndüm-eğitimden sahnesinden sonra ben hay allah yanlış mı ettik bu filme gelmekle diye düşünürken, düşüncelerimi tepetaklak eden bir dizi harika sahneyle karşılaşıyorum.
li yanında yüzyıllardan beri emanet olarak taşınan yeşil kılıcı bir arkadaşına hediye etmek üzere yanında getirir. ancak kılıcı jen isimli genç kızımız çalar. zengin bir ailenin kızı olan jen, yakın zamanda evlenecektir fakat aklı kılıçta ve oyundadır. çünkü jen aslında jade fox isimli savaşçı bir hanımdan dövüş dersleri almış süper donanımlı bir kızdır ve bu gizli oyunlarını evlenerek bir kenara atmak istemez. zaten bu oyunları sırasında kara bulut isimli isyancı grubun genç ve karizmatik liderine gönlünü kaptırıvermiştir.
li mu bai ve shu lien ise kılıcı çalan jene dersini vermek ve biraz da kulağını çekmek için çabalarlar. tabii tüm bunlar sık sık kılıçla dövüş ve uçarak dere tepe üzerlerinden (dere ve tepe hakkaten) kaçma sahneleriyle donanmış.
ninelerimizin anlattığı efsane hikayelere benziyor filmin öyküsü. hani abartılı "uçar gibi kaçtı", "göz açıp kapayınca birden yokoldu" gibi benzetmeler vardır ya film de işte böyle. seyredince "aman ya böyle saçma şey olmaz adamlara bak uçuyorlar resmen" demeyin, efsane bu. filmin tüm güzelliği de burada, masal havası...
jenin gönlünü kaptırdığı genç lo bizim eski türklere benziyor, hani çok iyi at binen ve savaşan, çin taraflarından gelen türkler grubundan. ben kulaklarıma inanamadım ama bu delikanlı "oy güzel kız...." diye şarkı söyledi filmde. kopsi ve ben oturduğumuz yerden zıpladık duyunca, birden damarlarımızda akan kan kabardı
dreamworksten ilk cizgi film produksiyonu. simdiye kadar tümüyle bilgisayar animasyon kullanilan 2. film (1-toy story).
seslendirenler woody allen, dan aykroyd, jane curtin, danny glover, gene hackman, jennifer lopez, sylvester stallone, sharon stone ve christopher walken.
film woody allenin canlandirdigi karinca zin bir terapist koltugunda anlattiklariyla baslar. z, 5 milyonluk bir ailenin ortanca cocugu olmaktan bikmistir ve kendini cok onemsiz hissetmektedir. terapisti ona soyle karsilik verir. "hakikaten onemli bir gelisme gostermissin. haklisin sen onemsizsin." iste bu baslangic sahnesiyle bile film sadece cocuklara hedeflenmis bir animasyon olmadigini gosteriyor.
z her zamanki gibi hayattan bıkmış bir şekilde bara gider. orada arkadaşı weaverla konuşurken yanına başka bir karınca gelir ve böcektopya adında barışın, huzurun ve bol yiyeceğin olduğu bir yerden sözeder. ilk başta ciddiye almadığı bu sözler aslında zyi etkisi altına almıştır. z dışındaki bütün karıncalar dansa kalkar. bu sırada z yalnız başına otururken yanına prenses bala (sharon stone) gelir. balayla dans eden z artık feleğini şaşırmıştır. hayattan bezmiş olan z artık bütün umutlarını balaya bağlamıştır. onunla mutlu olmaya giden yolun arkadaşı asker karinca weaverla (sylvester stallone) bir günlüğüne yer değiştirmekten geçtiğini düşünür. fakat işler znin istediği gibi gitmez. z bir günlüğüne de olsa bir askerdir ve işte o gün savaş günüdür. karıncaların düşmanları termitler korkunç yaratıklardır. ama z artık savaşın tam ortasındadır. karıncamız z nasıl olduysa bu savaştan kurtulan tek karınca, hatta tek yaratık olur ve bir kahraman olarak kraliçe huzuruna çıkar. oradan balayı kaçıran z bardaki adamın bahsettiği böcektopyayı aramaya koyulur.
film tahmin edeceğiniz gibi tam bir grafik animasyon şaheseri. özellikle znin üzerine düşen bir su damlasının balayı da içine alması mükemmel yansitilmis.
filmde her şey var...komedi, heyecan, duygusal sahneler, sürükleyici bir senaryo... espriler çoğunlukla karakterlerin komik hareketleriyle sağlanmış, yani biraz çocuksu. büyüleyici bir atmosferi olan bu filmi kaçırmamanızı öneririm.
seslendirenler woody allen, dan aykroyd, jane curtin, danny glover, gene hackman, jennifer lopez, sylvester stallone, sharon stone ve christopher walken.
film woody allenin canlandirdigi karinca zin bir terapist koltugunda anlattiklariyla baslar. z, 5 milyonluk bir ailenin ortanca cocugu olmaktan bikmistir ve kendini cok onemsiz hissetmektedir. terapisti ona soyle karsilik verir. "hakikaten onemli bir gelisme gostermissin. haklisin sen onemsizsin." iste bu baslangic sahnesiyle bile film sadece cocuklara hedeflenmis bir animasyon olmadigini gosteriyor.
z her zamanki gibi hayattan bıkmış bir şekilde bara gider. orada arkadaşı weaverla konuşurken yanına başka bir karınca gelir ve böcektopya adında barışın, huzurun ve bol yiyeceğin olduğu bir yerden sözeder. ilk başta ciddiye almadığı bu sözler aslında zyi etkisi altına almıştır. z dışındaki bütün karıncalar dansa kalkar. bu sırada z yalnız başına otururken yanına prenses bala (sharon stone) gelir. balayla dans eden z artık feleğini şaşırmıştır. hayattan bezmiş olan z artık bütün umutlarını balaya bağlamıştır. onunla mutlu olmaya giden yolun arkadaşı asker karinca weaverla (sylvester stallone) bir günlüğüne yer değiştirmekten geçtiğini düşünür. fakat işler znin istediği gibi gitmez. z bir günlüğüne de olsa bir askerdir ve işte o gün savaş günüdür. karıncaların düşmanları termitler korkunç yaratıklardır. ama z artık savaşın tam ortasındadır. karıncamız z nasıl olduysa bu savaştan kurtulan tek karınca, hatta tek yaratık olur ve bir kahraman olarak kraliçe huzuruna çıkar. oradan balayı kaçıran z bardaki adamın bahsettiği böcektopyayı aramaya koyulur.
film tahmin edeceğiniz gibi tam bir grafik animasyon şaheseri. özellikle znin üzerine düşen bir su damlasının balayı da içine alması mükemmel yansitilmis.
filmde her şey var...komedi, heyecan, duygusal sahneler, sürükleyici bir senaryo... espriler çoğunlukla karakterlerin komik hareketleriyle sağlanmış, yani biraz çocuksu. büyüleyici bir atmosferi olan bu filmi kaçırmamanızı öneririm.
psikolojik gerilim türündeki filmimiz basit bir plan scott b. smithin romanından beyazperdemize uyarlanmış. basit bir tanımla bu filmin coenlerin fargosunu fazlasıyla andırdığını söyleyebiliriz. yine karlı, soğuk kış mevsiminde birkaç normal hayat süren insanın başına kötü olaylar gelir.
bill paxton ve billy bob thorntonın canlandırdıkları hank ve jacob kardeşler ile arkadaşları lou birgün boş bir arazide karların altında ufak bir uçakla karşılaşırlar. uçağı ilginç yapan ölü pilot ve içinde 4 milyon dolar bulunan çantadır. kardeşlerden iyi eğitimli ve düzgün bir işi olan hank önce parayı polise vermeleri gerektiğini savunur. biraz saf ve anlayışı kıt kardeş jacob ve işsiz sarhoş arkadaşı lou parayı hayatlarını düzene sokmak için fırsat olarak görürler. hank de kısa sürede paranın büyüsüne kendisini kaptırır, hamile eşi sarahiyi da (fonda) kandırması uzun sürmez ve paraları bir süre saklayıp sonra paylaşmaya karar verirler.
parayı korumak için akıl almaz hatalar yaparak ellerini kana bularlar, cinayeti saklamak isterken daha büyük hatalar peşisıra gelir ve 4 milyon dolar uğruna tırmanan bir gerilimle batağa saplanırlar. sarah kocasını korumak amacıyla birkaç plan yapar ve planların tümü işin daha da karışmasına yol açar. tema şudur ki: akıllı uslu "normal" klasında insanlar da birer caniye dönüşebilir ve normal şartlar altında saçmasapan olarak niteleyecekleri bir sürü işi de planlayıp hayatlarının içine edebilirler. bunu sağlayan itici şeytan ise "açgözlülük"tür. filmde bolca kullanılan karga görüntüleri de bu temayı destekliyor. bu insanlar da aynı ağaçların üstündeki açgözlü kargalar gibi ava hücum ederler.
paxton ve thornton mükemmel oyunlarıyla konuyu harika ifade etmişler. fondanın canlandırdığı karakterin ise mantık çatısının iyi kurulmadığını söylemek mümkün. annelik hormonlarının canavar olduğu bir dönemde sarahın ailenin hayatını tehlikeye atıcı işlere destek vermesi anlaşılır değil.
bu filmi -atilla dorsay amcam affetsin- bir başyapıt olarak nitelendirmeği günün popüler deyimiyle söyleyeyim içime sindiremiyorum. o yüzden sadece eliyüzü düzgün bir psikolojik gerilim demeyi yerinde buluyorum.
bill paxton ve billy bob thorntonın canlandırdıkları hank ve jacob kardeşler ile arkadaşları lou birgün boş bir arazide karların altında ufak bir uçakla karşılaşırlar. uçağı ilginç yapan ölü pilot ve içinde 4 milyon dolar bulunan çantadır. kardeşlerden iyi eğitimli ve düzgün bir işi olan hank önce parayı polise vermeleri gerektiğini savunur. biraz saf ve anlayışı kıt kardeş jacob ve işsiz sarhoş arkadaşı lou parayı hayatlarını düzene sokmak için fırsat olarak görürler. hank de kısa sürede paranın büyüsüne kendisini kaptırır, hamile eşi sarahiyi da (fonda) kandırması uzun sürmez ve paraları bir süre saklayıp sonra paylaşmaya karar verirler.
parayı korumak için akıl almaz hatalar yaparak ellerini kana bularlar, cinayeti saklamak isterken daha büyük hatalar peşisıra gelir ve 4 milyon dolar uğruna tırmanan bir gerilimle batağa saplanırlar. sarah kocasını korumak amacıyla birkaç plan yapar ve planların tümü işin daha da karışmasına yol açar. tema şudur ki: akıllı uslu "normal" klasında insanlar da birer caniye dönüşebilir ve normal şartlar altında saçmasapan olarak niteleyecekleri bir sürü işi de planlayıp hayatlarının içine edebilirler. bunu sağlayan itici şeytan ise "açgözlülük"tür. filmde bolca kullanılan karga görüntüleri de bu temayı destekliyor. bu insanlar da aynı ağaçların üstündeki açgözlü kargalar gibi ava hücum ederler.
paxton ve thornton mükemmel oyunlarıyla konuyu harika ifade etmişler. fondanın canlandırdığı karakterin ise mantık çatısının iyi kurulmadığını söylemek mümkün. annelik hormonlarının canavar olduğu bir dönemde sarahın ailenin hayatını tehlikeye atıcı işlere destek vermesi anlaşılır değil.
bu filmi -atilla dorsay amcam affetsin- bir başyapıt olarak nitelendirmeği günün popüler deyimiyle söyleyeyim içime sindiremiyorum. o yüzden sadece eliyüzü düzgün bir psikolojik gerilim demeyi yerinde buluyorum.
travoltanın başrolünü oynadığı a civil actionın konusu gerçek hayattan alınma bir dava. travolta jan schlichtmann isimli yıldızı parlayan genç bir tazminat avukatını canlandırıyor. filmin senaryosunu aynı zamanda schindlers listin yazarı olan zaillian yazmış. bu açıdan bakıldığında schindler ve schlichtmann arasındaki benzerlikleri görmek mümkün. ikisi de kendi çıkarları için iş yapan, parlak iş adamları iken birden kalplerinin sesini dinleyip doğruyu buluyorlar.
sclichtmann ve avukat bürosundaki ortakları para kokusu almadıkları hiçbir davayı almamaya özen gösterirler. wouborn kasabasındaki çocuklar şehrin suyuna karışan kanserojenik atıklar yüzünden lösemiye yakalanıp ölmektedir bu yüzden bir grup anne baba kendilerini iki güçlü şirkete karşı temsil etmesi için schlictmannı tutarlar.
görüldüğü gibi "zehirli atıklar ve bu yüzden ölen çocuklar" konusunu barındıran bir film. ama gel gelelim filmin kurgulaması bu olay üzerine değil de kişilerin özellikle de sclichtmannın karakter analizi üzerine oturtturulmuş. diğer güçlü bir karakter de savunma avukatlarından facheri canlandıran robert duvall. facher deneyimli, kendinden emin ve görünüşte insani değerlerini kaybetmemiş bir avukattır. küçük radyosu, beyzbol topu, sandöviçi ve eski çantasıyla gösterişsizdir fakat dava süresince neyin nasıl olacağını schlichtmanndan daha iyi tahmin eder. şirketin tüm parasını ve kredilerini bu davaya yönlendiren sclichtmann ve bürosunu ise zor günler bekler. lösemiden çocuğunu kaybeden anne andersonı kathleen quinlan canlandırırken, fargodan da tanıdığımız william h. macy ise büronun finansal işlerini takip eden filmin hafif komik karakterini canlandırıyor.
bütünüyle vasat sıfatını zorlamayan bir hukuk ve biraz da çevre filmi. travolta ve duvallin oyunculukları filmi çok iyi yapmaya yetmiyor. yine de sıkılmadan izlenebilir. herhalde travoltayı daha güçlü bir filmde izlemek için the generals daughteri beklemek gerekecek
sclichtmann ve avukat bürosundaki ortakları para kokusu almadıkları hiçbir davayı almamaya özen gösterirler. wouborn kasabasındaki çocuklar şehrin suyuna karışan kanserojenik atıklar yüzünden lösemiye yakalanıp ölmektedir bu yüzden bir grup anne baba kendilerini iki güçlü şirkete karşı temsil etmesi için schlictmannı tutarlar.
görüldüğü gibi "zehirli atıklar ve bu yüzden ölen çocuklar" konusunu barındıran bir film. ama gel gelelim filmin kurgulaması bu olay üzerine değil de kişilerin özellikle de sclichtmannın karakter analizi üzerine oturtturulmuş. diğer güçlü bir karakter de savunma avukatlarından facheri canlandıran robert duvall. facher deneyimli, kendinden emin ve görünüşte insani değerlerini kaybetmemiş bir avukattır. küçük radyosu, beyzbol topu, sandöviçi ve eski çantasıyla gösterişsizdir fakat dava süresince neyin nasıl olacağını schlichtmanndan daha iyi tahmin eder. şirketin tüm parasını ve kredilerini bu davaya yönlendiren sclichtmann ve bürosunu ise zor günler bekler. lösemiden çocuğunu kaybeden anne andersonı kathleen quinlan canlandırırken, fargodan da tanıdığımız william h. macy ise büronun finansal işlerini takip eden filmin hafif komik karakterini canlandırıyor.
bütünüyle vasat sıfatını zorlamayan bir hukuk ve biraz da çevre filmi. travolta ve duvallin oyunculukları filmi çok iyi yapmaya yetmiyor. yine de sıkılmadan izlenebilir. herhalde travoltayı daha güçlü bir filmde izlemek için the generals daughteri beklemek gerekecek
1996 fransiz-gürcü yapimi film nana djordjadze tarafindan yonetilmis. 96 en iyi yabanci oscar adayi. nerden cikti bu film simdi demedik gittik. zira ise yarar film olmadigi zamanlarda tercihimiz hep amerikan sinemasi olmayandan olmustur. hic olmazsa degisik birsey olsun adina. iyi de etmisiz. agzimizda fena tad birakmadi. bir kere nefis yemek manzaralari ve gürcistandan turistik görüntüleri icin bile gidilebilir. belgesel niyetine.
1920li yillarda ahcimiz pascal (pierre richard) köse bucak dolasmaktan bikmis ve yeni zevkler icin gürcistanin tbilisi kentine gitmek üzere trene binmistir. kompartmanin kapali kapisinin disindan bile kokusunu aldigi prenses cecilia abachidzenin (nino kirtadze) yanina oturur. ve sarap üzerine baslayan muhabbetleri pascalin gürcüstani severek bu ülkede kalmasiyla gelisir. beraber bir restaurant acip isletmeye baslarlar. iste filmin ilk yarisi pascalin esprileriyle, sevimlilikleriyle, acikhavada düzenlenen yemeklerle biter. filmin 2.yarisi ise kizil ordunun ülkeyi ele geçirmesi, pascalin restaurantina el koymalariyla beraber bir savas filmi dramatizmine dönüsür.
nerede durdugu pek belli olmayan bir film olmasina ragmen muhtesem seyler beklemediginiz sürece hoslanarak seyredebileceginizlerden. müzikler ise avrupa sinemasinin pek deneyimli sanatcisi goran bregovic tarafindan yapilmis. in the death car nagmelerini hatirlayacaksiniz
1920li yillarda ahcimiz pascal (pierre richard) köse bucak dolasmaktan bikmis ve yeni zevkler icin gürcistanin tbilisi kentine gitmek üzere trene binmistir. kompartmanin kapali kapisinin disindan bile kokusunu aldigi prenses cecilia abachidzenin (nino kirtadze) yanina oturur. ve sarap üzerine baslayan muhabbetleri pascalin gürcüstani severek bu ülkede kalmasiyla gelisir. beraber bir restaurant acip isletmeye baslarlar. iste filmin ilk yarisi pascalin esprileriyle, sevimlilikleriyle, acikhavada düzenlenen yemeklerle biter. filmin 2.yarisi ise kizil ordunun ülkeyi ele geçirmesi, pascalin restaurantina el koymalariyla beraber bir savas filmi dramatizmine dönüsür.
nerede durdugu pek belli olmayan bir film olmasina ragmen muhtesem seyler beklemediginiz sürece hoslanarak seyredebileceginizlerden. müzikler ise avrupa sinemasinin pek deneyimli sanatcisi goran bregovic tarafindan yapilmis. in the death car nagmelerini hatirlayacaksiniz
pek çoğumuz irvin welshi trainspotting ile tanıdık fakat sıkı hayranları onu 1994 yılından kısa iskoç hikayelerinden de bilir. ingiltere ve almanya dışında ilgi görmeyen film ingiliz eleştirmenler tarafından bile ağır eleştirilere maruz kalmış. 3 kısa hikayeden oluşan filmin, televizyon serisi olarak yayınlanmasının daha yakışık alacağı görüşündeler.
ilk hikaye "the granton star cause" adını taşıyor. bu hikayedeki boab (stephen cole) tam bir kaybedendir. kötü bir futbol oyuncusu olduğu için takımdan atılır. aynı gün ailesi evi terketmesini ve kendine ayrı bir ev tutmasını ister. ve yine aynı gün çalıştığı iş yerinden atılır ve kız arkadaşı tarafından terkedilir. tesadüfen tanrı ile karşılaşır ve bir böceğe dönüşür.
ikinci hikaye "a soft touch" da karakterimiz johny (mc kidd) de yaşamda kaybedenlerdendir. karısı ve bebeğiyle birlikte yaşamaktadır. karısı onu başka erkeklerle aldatmakta ve bebekle johny ilgilenmektedir. sonunda johnynin olaylar karşısındaki tepkisi değişmeye başlar.
film adını üçüncü ve son hikayeden almıştır. coco (bremner) uyuşturucu kullanır ve futbolla ilgilenir. hayatı bir bebeğin doğumuyla tamamen değişir. coconun ruhu bebeğe, bebeğin de ruhu cocoya geçtikten sonra oldukça komik olaylar cereyan eder.
kitabını okumuş olanlar için hayli ilgi çekici olacağa benzeyen film, trainspotting çapında bir çalışma bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir.
ilk hikaye "the granton star cause" adını taşıyor. bu hikayedeki boab (stephen cole) tam bir kaybedendir. kötü bir futbol oyuncusu olduğu için takımdan atılır. aynı gün ailesi evi terketmesini ve kendine ayrı bir ev tutmasını ister. ve yine aynı gün çalıştığı iş yerinden atılır ve kız arkadaşı tarafından terkedilir. tesadüfen tanrı ile karşılaşır ve bir böceğe dönüşür.
ikinci hikaye "a soft touch" da karakterimiz johny (mc kidd) de yaşamda kaybedenlerdendir. karısı ve bebeğiyle birlikte yaşamaktadır. karısı onu başka erkeklerle aldatmakta ve bebekle johny ilgilenmektedir. sonunda johnynin olaylar karşısındaki tepkisi değişmeye başlar.
film adını üçüncü ve son hikayeden almıştır. coco (bremner) uyuşturucu kullanır ve futbolla ilgilenir. hayatı bir bebeğin doğumuyla tamamen değişir. coconun ruhu bebeğe, bebeğin de ruhu cocoya geçtikten sonra oldukça komik olaylar cereyan eder.
kitabını okumuş olanlar için hayli ilgi çekici olacağa benzeyen film, trainspotting çapında bir çalışma bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir.
the raveonettes 2003 tarihli ilkalbümleri whip it on’la oldukça ses getirmişti. dünya çapında tanınmalarını sağlayan chain gang of love uzunçalarından sonra ise karşımıza nasıl bir albümle çıkacakları merak konusuydu. bizleri uzun süre merakta bırakmayarak 2005 yılı içerisinde pretty in black adlı albümlerini yayımladılar. bu albümde the raveonettes’in başarılı bir iş çıkardığını söyleyebiliriz; fakat ilk albüm whip it onun orijinalliği ve sadeliğinden uzakta kalındığı da bir gerçek. yine de en az chain gang of love kadar iyi bir albüm var karşımızda. bir miktar kendilerini tekrarlamış olsalar da henüz bıkmamız için yeterli zamanımız olmadığından olsa gerek; pretty in black tatmin edici geliyor.
50lerle, 60ların en sevilenlerinden “convertible” chevroletlere yakışır bir albüm ortaya çıkmış yine. albümdeki şarkıların pek çoğunda 60’lı yılların girl group’larının “ses”ini duyabiliyoruz. ki işin içerisinde 60’ların en başarılı girl group’larından biri olan the ronettes’ten hatırladığımız ronnie spector, o dönemden bu yana pek çok önemli prodüksiyona imza atmış richard gottehrer gibi isimlerin de parmağı var. şarkıların derininde ise the jesus and mary chain, cocteau twins gibi noise pop duayenlerinin izlerine rastlamak mümkün.
esas olarak bir oyunun soundtrack’i için hazırlanan the angels yorumu my boyfriends back’de sharin foonun dönemin ruhunu yansıtan sesine hayran olmamak elde değil. albümün prodüktörü richard gottehrer’in 1963 tarihli the angels hitinin bestecilerinden birisi olduğunu da eklemekte fayda var. love in a trashcanin “şehirli” sözlerinin ("if you kiss that girl you wont be caught dead / shes the coolest girl you think you ever met") yanı sıra, videosundaki dansçı kızların da the beach boys performanslarından fırlamış gibi durmaları albümün özeti olarak kabul edilebilir. vokal sun rose wagnerin jack kerouac ve genel olarak "beat generation" hayranı olmasından dolayı albüm tamamen amerikalı.
şarkılara gelecek olursak; albümü açan the heavensda ilk dikkat çeken şey şarkının giriş melodisinin paul mccartney’in 1977 tarihli hiti mull of kintyre’la büyük benzerlik taşıyor oluşu. ayrıca şarkının düşük temposu sizi albüm hakkında önyargıya sürüklemesin; ama çok coşkulu bir albüm de beklemeyin. ikinci şarkı seductress of bumsın pamuk şekeri tadındaki yumuşacık ve romantik sözleri, noel aşkları için özel olarak yazılmış gibi. 50’li yılların doo wop şarkılarından ödünç akor yürüyüşüne ise albüm boyunca birkaç yerde daha tanık oluyoruz. albümden yayımlanan ilk 45’lik love in a trashcan, daha önce de dediğim gibi cüretkârlıkla bezenmiş "şehirli" sözleri ve 60’ların garaj gruplarını anımsatan harika gitar riff’leriyle dünyanın en uyuşuk insanını bile deli gibi dans ettirebilme gücüne sahip. bu şarkıyı dinleyip de yerinde sakin sakin oturan insan, ancak ölü olabilir. hareketli geçen bir gecenin ardından sabahın köründe kahvaltı için şehir yollarında ilerlerken dinlenmek için özel olarak yapılmış gibi duran sleepwalking, derinden gelen vokalleri ve melankolik melodisiyle albümün en çok dikkat çekenlerinden. güzel bir dream pop örneği olan uncertain timesın ise my boyfriends backden önceki sakinleştirici etkisi tartışılmaz. my boyfriends backe gelince; oldukça sevimli ve zaman zaman bazı kimselerce "seksist" yakıştırması yapılan sözleriyle, orijinalini gölgede bırakacak kadar iyi bir yorum. sözlerin basitliği ve dile dolanan yapısı sayesinde ilk dinleyişinizde bile eşlik edebileceğiniz bir şarkı. here comes mary ise çay partilerinin dans şarkısı olmaya aday.
albümün geri kalanı oldukça sakin bir tempoda ilerliyor; red tanden sıkılanları bir sonraki şarkı olan twilight mutlu edebilir. somewhere in texas ise insanı 30ların tulsasında öylesine dikilip ovalara bakıyormuş gibi hissettiriyor. aslında alakasız olsa da ben bu şarkıyı dandelion filmine çok yakıştırmaktayım. you say you lie ise kitap okurken sıkılıp, ufak ufak dans etmek isteyenler için birebir. albümün sonlarına doğru gelirken; phil spector esintili, ronnie spector geri vokalli the ronettes parodisi ode to l.a.in muhteşemliği karşısında dinleyene sadece kaliforniya hayalleri kurmak kalıyor. california dreamin ile arka arkaya dinlendiğinde moral bozucu etkisi olduğunu eklemek gerek; özellikle bir kış gününde dinleniyorsa. son şarkı if i was young ise sinatra filmlerine yakışır bir şarkı. hüzünlü melodisi ve veda edişi ima eden sözleriyle (“if i was young and you were too / then im sure wed run away”) tam bir kapanış şarkısı.
pretty in black, 60’lı yıllar pop müziğini ve söz konusu dönemi seviyorsanız edinmeniz gereken bir albüm. sevmiyorsanız da sorun değil, albümü dinleyince seveceksiniz.
50lerle, 60ların en sevilenlerinden “convertible” chevroletlere yakışır bir albüm ortaya çıkmış yine. albümdeki şarkıların pek çoğunda 60’lı yılların girl group’larının “ses”ini duyabiliyoruz. ki işin içerisinde 60’ların en başarılı girl group’larından biri olan the ronettes’ten hatırladığımız ronnie spector, o dönemden bu yana pek çok önemli prodüksiyona imza atmış richard gottehrer gibi isimlerin de parmağı var. şarkıların derininde ise the jesus and mary chain, cocteau twins gibi noise pop duayenlerinin izlerine rastlamak mümkün.
esas olarak bir oyunun soundtrack’i için hazırlanan the angels yorumu my boyfriends back’de sharin foonun dönemin ruhunu yansıtan sesine hayran olmamak elde değil. albümün prodüktörü richard gottehrer’in 1963 tarihli the angels hitinin bestecilerinden birisi olduğunu da eklemekte fayda var. love in a trashcanin “şehirli” sözlerinin ("if you kiss that girl you wont be caught dead / shes the coolest girl you think you ever met") yanı sıra, videosundaki dansçı kızların da the beach boys performanslarından fırlamış gibi durmaları albümün özeti olarak kabul edilebilir. vokal sun rose wagnerin jack kerouac ve genel olarak "beat generation" hayranı olmasından dolayı albüm tamamen amerikalı.
şarkılara gelecek olursak; albümü açan the heavensda ilk dikkat çeken şey şarkının giriş melodisinin paul mccartney’in 1977 tarihli hiti mull of kintyre’la büyük benzerlik taşıyor oluşu. ayrıca şarkının düşük temposu sizi albüm hakkında önyargıya sürüklemesin; ama çok coşkulu bir albüm de beklemeyin. ikinci şarkı seductress of bumsın pamuk şekeri tadındaki yumuşacık ve romantik sözleri, noel aşkları için özel olarak yazılmış gibi. 50’li yılların doo wop şarkılarından ödünç akor yürüyüşüne ise albüm boyunca birkaç yerde daha tanık oluyoruz. albümden yayımlanan ilk 45’lik love in a trashcan, daha önce de dediğim gibi cüretkârlıkla bezenmiş "şehirli" sözleri ve 60’ların garaj gruplarını anımsatan harika gitar riff’leriyle dünyanın en uyuşuk insanını bile deli gibi dans ettirebilme gücüne sahip. bu şarkıyı dinleyip de yerinde sakin sakin oturan insan, ancak ölü olabilir. hareketli geçen bir gecenin ardından sabahın köründe kahvaltı için şehir yollarında ilerlerken dinlenmek için özel olarak yapılmış gibi duran sleepwalking, derinden gelen vokalleri ve melankolik melodisiyle albümün en çok dikkat çekenlerinden. güzel bir dream pop örneği olan uncertain timesın ise my boyfriends backden önceki sakinleştirici etkisi tartışılmaz. my boyfriends backe gelince; oldukça sevimli ve zaman zaman bazı kimselerce "seksist" yakıştırması yapılan sözleriyle, orijinalini gölgede bırakacak kadar iyi bir yorum. sözlerin basitliği ve dile dolanan yapısı sayesinde ilk dinleyişinizde bile eşlik edebileceğiniz bir şarkı. here comes mary ise çay partilerinin dans şarkısı olmaya aday.
albümün geri kalanı oldukça sakin bir tempoda ilerliyor; red tanden sıkılanları bir sonraki şarkı olan twilight mutlu edebilir. somewhere in texas ise insanı 30ların tulsasında öylesine dikilip ovalara bakıyormuş gibi hissettiriyor. aslında alakasız olsa da ben bu şarkıyı dandelion filmine çok yakıştırmaktayım. you say you lie ise kitap okurken sıkılıp, ufak ufak dans etmek isteyenler için birebir. albümün sonlarına doğru gelirken; phil spector esintili, ronnie spector geri vokalli the ronettes parodisi ode to l.a.in muhteşemliği karşısında dinleyene sadece kaliforniya hayalleri kurmak kalıyor. california dreamin ile arka arkaya dinlendiğinde moral bozucu etkisi olduğunu eklemek gerek; özellikle bir kış gününde dinleniyorsa. son şarkı if i was young ise sinatra filmlerine yakışır bir şarkı. hüzünlü melodisi ve veda edişi ima eden sözleriyle (“if i was young and you were too / then im sure wed run away”) tam bir kapanış şarkısı.
pretty in black, 60’lı yıllar pop müziğini ve söz konusu dönemi seviyorsanız edinmeniz gereken bir albüm. sevmiyorsanız da sorun değil, albümü dinleyince seveceksiniz.
the kills nasıl bir gruptur ki böyle ilginç şeyler yaparlar ve yine de isimlerini pek bilen olmaz? bilmiyoruz. yok aslında biliyoruz; ikinci albümde batan grupları kimse sevmez, ama bu sefer seviyoruz. ilkalbümlerinden dolayı saygımız var da o yüzden seviyoruz.
şahsen benim kendileri ile tanışmam sabahın köründe okula gitmek için hazırlanırken, açık kalmış televizyondan duyduğum mükemmel melodiye kapılmam sonucu gerçekleşti. fried my little brainsin etkisine kapılmamak mümkün değildi zaten, albümlerini bulmam da ters orantıda zor olduğu için "anılı" bir grup diyebilirim kendim için.
ancak kötü kısım şudur ki ilkalbüm keep on your mean side ne kadar güzel, ne kadar gürültülü, toy ve "cool"sa ikinci albüm, yani no wow da bir o kadar yapmacık, üstünde düşünülmüş, gürültüleri yok edilmiş bir albüm.
durun! okumayı bırakmayın sakın! albüme iyi diyemiyorum evet; ancak bu durum albümde birkaç harika şarkı olduğu gerçeğini de değiştirmiyor.
açılış şarkısı olan ve albüme adını veren no wow, muhtemelen sonsuz enerjiye sahip güzel vokalist vvnin sesiyle ciddi anlamda gaza getirici ve coşturucu. ikinci şarkı ve ikinci 45lik love is a deserter ise “new york sokaklarında bağıra çağıra söylenmesi gereken şarkılar” listesi yapılsa ilk 3 için savaşabilecek, büyük ihtimalle de ilk 5e girebilecek kadar "iyi". dead road 7, vv ve hotelin, "johnny cashten duymak istediğiniz şarkınız" sorusuna ortak cevaplarıymış. kulak tırmalayan riff’lerle bezeli oluşu, drum machinein en çok hissedildiği şarkılardan biri olduğu ve sözleri de düşünülünce ("go down there if you wish / dead road seven is a bitch") albümün en güçlüleri arasına hemen giriveriyor. the good ones, "my little sisters eyes so wide / must have been the size of the city" gibi sözleri ve "did you get the real good ones?" diye ısrarla soran nakaratının gücüyle, ilk 45lik olarak seçilmeye en uygun şarkı olduğunu kanıtlıyor.
albümün geri kalanı, ne yazık ki başı gibi enerjik devam etmiyor. at the back of the shelli saymazsak, sırasıyla sweet cloud, rodeo town ve mudermileı dinledikten sonra, son yarının oldukça yavan olduğunu söyleyebiliriz. kapanış şarkısı ticket man ise "heres the ticket, whats the problem / too many tickets is the problem, man" sözlerinin sürekli tekrarlanmasından dolayı, ne anlattığı tam olarak anlaşılamayan bir şarkı; ve muhtemelen gelmiş geçmiş en kötü kapanış şarkılarından biri. keep on your mean sideın bombalarından cat claw ayarında bir şarkı ise maalesef bu albümde bulunmuyor. aslında albümü, son yarısındaki tüm şarkıları çıkartarak ep olarak piyasaya sürselermiş, hem mükemmel bir ep sahibi olacaktık, hem de the killse olan saygımız sarsılmamış olacaktı. bir o şarkıya, bir bu şarkıya geçmeyi sorun etmeyeceklere önerilebilir. yine de fazla umutlanmasanız yerinde olur.
şahsen benim kendileri ile tanışmam sabahın köründe okula gitmek için hazırlanırken, açık kalmış televizyondan duyduğum mükemmel melodiye kapılmam sonucu gerçekleşti. fried my little brainsin etkisine kapılmamak mümkün değildi zaten, albümlerini bulmam da ters orantıda zor olduğu için "anılı" bir grup diyebilirim kendim için.
ancak kötü kısım şudur ki ilkalbüm keep on your mean side ne kadar güzel, ne kadar gürültülü, toy ve "cool"sa ikinci albüm, yani no wow da bir o kadar yapmacık, üstünde düşünülmüş, gürültüleri yok edilmiş bir albüm.
durun! okumayı bırakmayın sakın! albüme iyi diyemiyorum evet; ancak bu durum albümde birkaç harika şarkı olduğu gerçeğini de değiştirmiyor.
açılış şarkısı olan ve albüme adını veren no wow, muhtemelen sonsuz enerjiye sahip güzel vokalist vvnin sesiyle ciddi anlamda gaza getirici ve coşturucu. ikinci şarkı ve ikinci 45lik love is a deserter ise “new york sokaklarında bağıra çağıra söylenmesi gereken şarkılar” listesi yapılsa ilk 3 için savaşabilecek, büyük ihtimalle de ilk 5e girebilecek kadar "iyi". dead road 7, vv ve hotelin, "johnny cashten duymak istediğiniz şarkınız" sorusuna ortak cevaplarıymış. kulak tırmalayan riff’lerle bezeli oluşu, drum machinein en çok hissedildiği şarkılardan biri olduğu ve sözleri de düşünülünce ("go down there if you wish / dead road seven is a bitch") albümün en güçlüleri arasına hemen giriveriyor. the good ones, "my little sisters eyes so wide / must have been the size of the city" gibi sözleri ve "did you get the real good ones?" diye ısrarla soran nakaratının gücüyle, ilk 45lik olarak seçilmeye en uygun şarkı olduğunu kanıtlıyor.
albümün geri kalanı, ne yazık ki başı gibi enerjik devam etmiyor. at the back of the shelli saymazsak, sırasıyla sweet cloud, rodeo town ve mudermileı dinledikten sonra, son yarının oldukça yavan olduğunu söyleyebiliriz. kapanış şarkısı ticket man ise "heres the ticket, whats the problem / too many tickets is the problem, man" sözlerinin sürekli tekrarlanmasından dolayı, ne anlattığı tam olarak anlaşılamayan bir şarkı; ve muhtemelen gelmiş geçmiş en kötü kapanış şarkılarından biri. keep on your mean sideın bombalarından cat claw ayarında bir şarkı ise maalesef bu albümde bulunmuyor. aslında albümü, son yarısındaki tüm şarkıları çıkartarak ep olarak piyasaya sürselermiş, hem mükemmel bir ep sahibi olacaktık, hem de the killse olan saygımız sarsılmamış olacaktı. bir o şarkıya, bir bu şarkıya geçmeyi sorun etmeyeceklere önerilebilir. yine de fazla umutlanmasanız yerinde olur.
supergrass’in 1995 tarihli ilkalbümü i should coco’yu duyduğumda şöyle demiştim: “the beatles 90’lı yıllarda çıkmış olsaydı tam da böyle bir müzik yapardı.” supergrass’in zaman içerisindeki gelişimini dikkatle takip ettim ve supergrass beni hiçbir albümünde yanıltmadı. ilk albümdeki çiğlik ve dinamizm her albümle birlikte daha sofistike şeylere dönüştü; şimdiyse karşımızda bir başyapıt var: road to rouen.
road to rouen müzik basınında çok ses getirmedi, listelerin tepelerine de çıkmadı; ama bazı şeylerin değeri ancak uzun zaman sonra anlaşılıyor. tıpkı 1966 tarihli the beach boys başyapıtı pet sounds ve 1968 çıkışlı the zombies güzelliği odessey & oracle gibi. kanımca supergrass’in road to rouen’i de tıpkı bu albümler gibi pop müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracak; fakat bundan yıllar sonra olacak bu.
albüm akustik gitardan yayılan ilk akorlarla birlikte bir otoyola atıyor bizi, geceyarısı, belki de tam alacakaranlıkta (albüm kapağından mı etkilendim acaba? sanmıyorum…). nefis melodisi, şahane akor geçişleri ve zekice kotarılmış orkestrasyonuyla minör tonlarda salınan tales of endurance (parts 4, 5 & 6) albümle baş başa geçirecek olduğumuz yarım saatten biraz daha fazla zamanın gayet güzel bir şekilde akacağını müjdeliyor bize.
2005 yılının temmuz’unda albümden yayımlanan ilk 45’lik olan st. petersburg piyanonun sürüklediği bir tembellik anıtı. ilk notalarıyla insanı yakalayan ve bir melodiden diğerine atlayan sad girl’ün peşinden 6 dakika 17 saniyelik roxy geliyor. albüm olgun ve tatlı bir armut gibi; roxy de bu olgunluğun en çok belirginleştiği şarkılardan biri. tüm albümde olduğu gibi roxy’de de enstrümanlar öyle yerinde ve öyle profesyonelce kullanılmış, yaylı ve nefesli düzenlemeleri o kadar şahane kotarılmış ki, hayran kalmamak elde değil. coffee in the pot, “109 saniyede salına salına nasıl eğlenilir?” sorusunun cevabı adeta: hawai soslu ritimlerin üzerinde gezdirilmiş yayvan surf gitarları…
road to rouen ve kick in the teeth, albümdeki diğer şarkılara nazaran daha “elektrikli”. albümdeki en dinamik ve supergrass’in daha önceki sadasına en yakın şarkılar bunlar. kapanışı ise akustik ve “rahat” bir şekilde yapmayı tercih etmiş supergrass. 10 yıl kadar önce, alright’la, gençliklerine dair bir güzelleme düzen çocuklar, albümden yayımlanan ikinci 45’lik olan low c’de artık o kadar da genç olmadıklarını tatlı tatlı itiraf ediyorlar. son şarkı fin bizi bir rüyanın içine atıyor: yolculuk bitti, şimdi uyku vakti.
supergrass üyeleri içlerindeki enerjiyi hız ya da sertlik olarak dışarı vurmayı bir süredir bırakmışlardı zaten; bu albümle birlikte iyice olgunlaşmışlar. albümde canlandırılmayı bekleyen öyle bir âtıl enerji var ki, canlandırmasını bilen için büyük hazine. en üstün mahsülden üretilmiş bir şarap gibiler. insanın en iyi dostu kadar da samimi.
zamansız bir albüm bu. belirli bir zamana ait gibi durmuyor kesinlikle; “her” zamana ait noktalar içeriyor. prodüksiyon kusursuz: ne tek bir eksik, ne tek bir fazla; her şey olması gerektiği gibi, yerli yerinde.
albümün prodüksiyonu ve şarkılar hakkında müzik tarihinde yer edinmiş önemli albümlere dair pek çok gönderme de yapılabilir; ancak hiçbirini yapmayacağım. artık supergrass’in “kendi kendine” tanımlanma vakti geldi de geçiyor bile
road to rouen müzik basınında çok ses getirmedi, listelerin tepelerine de çıkmadı; ama bazı şeylerin değeri ancak uzun zaman sonra anlaşılıyor. tıpkı 1966 tarihli the beach boys başyapıtı pet sounds ve 1968 çıkışlı the zombies güzelliği odessey & oracle gibi. kanımca supergrass’in road to rouen’i de tıpkı bu albümler gibi pop müzik tarihine adını altın harflerle yazdıracak; fakat bundan yıllar sonra olacak bu.
albüm akustik gitardan yayılan ilk akorlarla birlikte bir otoyola atıyor bizi, geceyarısı, belki de tam alacakaranlıkta (albüm kapağından mı etkilendim acaba? sanmıyorum…). nefis melodisi, şahane akor geçişleri ve zekice kotarılmış orkestrasyonuyla minör tonlarda salınan tales of endurance (parts 4, 5 & 6) albümle baş başa geçirecek olduğumuz yarım saatten biraz daha fazla zamanın gayet güzel bir şekilde akacağını müjdeliyor bize.
2005 yılının temmuz’unda albümden yayımlanan ilk 45’lik olan st. petersburg piyanonun sürüklediği bir tembellik anıtı. ilk notalarıyla insanı yakalayan ve bir melodiden diğerine atlayan sad girl’ün peşinden 6 dakika 17 saniyelik roxy geliyor. albüm olgun ve tatlı bir armut gibi; roxy de bu olgunluğun en çok belirginleştiği şarkılardan biri. tüm albümde olduğu gibi roxy’de de enstrümanlar öyle yerinde ve öyle profesyonelce kullanılmış, yaylı ve nefesli düzenlemeleri o kadar şahane kotarılmış ki, hayran kalmamak elde değil. coffee in the pot, “109 saniyede salına salına nasıl eğlenilir?” sorusunun cevabı adeta: hawai soslu ritimlerin üzerinde gezdirilmiş yayvan surf gitarları…
road to rouen ve kick in the teeth, albümdeki diğer şarkılara nazaran daha “elektrikli”. albümdeki en dinamik ve supergrass’in daha önceki sadasına en yakın şarkılar bunlar. kapanışı ise akustik ve “rahat” bir şekilde yapmayı tercih etmiş supergrass. 10 yıl kadar önce, alright’la, gençliklerine dair bir güzelleme düzen çocuklar, albümden yayımlanan ikinci 45’lik olan low c’de artık o kadar da genç olmadıklarını tatlı tatlı itiraf ediyorlar. son şarkı fin bizi bir rüyanın içine atıyor: yolculuk bitti, şimdi uyku vakti.
supergrass üyeleri içlerindeki enerjiyi hız ya da sertlik olarak dışarı vurmayı bir süredir bırakmışlardı zaten; bu albümle birlikte iyice olgunlaşmışlar. albümde canlandırılmayı bekleyen öyle bir âtıl enerji var ki, canlandırmasını bilen için büyük hazine. en üstün mahsülden üretilmiş bir şarap gibiler. insanın en iyi dostu kadar da samimi.
zamansız bir albüm bu. belirli bir zamana ait gibi durmuyor kesinlikle; “her” zamana ait noktalar içeriyor. prodüksiyon kusursuz: ne tek bir eksik, ne tek bir fazla; her şey olması gerektiği gibi, yerli yerinde.
albümün prodüksiyonu ve şarkılar hakkında müzik tarihinde yer edinmiş önemli albümlere dair pek çok gönderme de yapılabilir; ancak hiçbirini yapmayacağım. artık supergrass’in “kendi kendine” tanımlanma vakti geldi de geçiyor bile
art brut”, toplumdan bir şekilde dışlanmış ya da kendini bilinçli olarak toplum dışına atmış olan insanların elinden çıkan yapıtları içeren bir sanat akımı. aslına bakılırsa tam anlamıyla bir akım bile sayılmaz; fransız ressam jean dubuffet 1947 yılından itibaren akıl hastalarının, mahkûmların, sağır ve dilsiz insanların, körlerin eserlerinin koleksiyonunu yapmaya başlıyor ve bu eserlere dair bir tanım olarak da “art brut”yu getiriyor. türkçeye “ham sanat” olarak çevirebileceğimiz bu isim 2004 yılında londra’nın güneyinde yaşayan 5 insana ilham veriyor.
“grup kurduk, bir grup kurduk!” diye bas bas bağıran art brut, israil ve filistin arasında barışı sağlayacak şarkılar yazmak istiyormuş; bunu albümün açılış şarkısı formed a band sayesinde öğreniyoruz. bu çocuklar, eğlenceli; eğlenceli olduğu kadar da haysiyetli bir punk icra ediyor. müzik yaparken eğlendiklerini de dinleyiciye çok samimi bir şekilde aktarabiliyorlar.
vokalist eddie argos zaman zaman (hatta çoğu zaman) konuşur gibi söylüyor şarkılarını. ki daha ilk şarkıdayken bu konuda bizi uyarıyor zaten: “evet, ben bu şekilde şarkı söylüyorum, ironi değil bu, rock and roll hiç değil.”
sözleri her daim çok ilgi çekici ve çok eğlenceli: my little brother’da “sadece” 22 yaşında olan ve rock and roll’u henüz keşfetmiş olan erkek kardeşinden, emily kane’de 10 yıl, 9 ay, 3 hafta, 4 gün, 6 saat, 13 dakika ve 5 saniye önce ayrıldığı sevgilisinden, modern art’ta modern sanatın üzerindeki etkilerinden, good weekend’de (emily kane’in etkisinden kurtulmuş olsa gerek ki) yeni sevgilisiyle neler yapmak istediğinden ve onu “tam iki kere!” evet evet, “tam iki kere!” çıplak gördüğünden bahsediyor vokalistimiz.
bang bang rock & roll’da seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan iştiyakla bahsederlerken, araya velvet underground şarkılarına katlanamadıklarını ve bunun yanında seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan bahseden şarkıları çok sıkıcı bulduklarını sıkıştırıveriyorlar. fight’ta “hadi hadi, gel gel!” çekiyor bize art brut: “gel de kavga edelim, hadi!”
moving to l.a.’de mümkün olabilecek tüm klişeleri kullanarak los angeles’a yerleşmekten bahsediyorlar: “axl rose’la takılayım, kendime yeni giysiler alayım, ‘belden üstüm çıplak olmak suretiyle’, harley davidson’ımla yollarda süzüleyim; hatta bir dövme yaptırayım. dertlerimden uzakta, morrissey’le hennessy içeyim.” ve devamı... müzik ikonlarıyla olduğu kadar müzik basınıyla da dalga geçmeyi çok iyi biliyor bu çocuklar: bad weekend’de “uzun zamandır nme okumadım, ne tür müzik yaptığımızı bilmiyorum” diyorlar. şarkı sözlerindeki popüler kültür ve top of the pops takıntısı da dikkatlerden kaçmıyor elbette. albümün son iki şarkısı olan stand down ve 18.000 lira’da ise italyan mafyasının kült ikonlarından enrique gatti’den dem vuruyorlar.
1976 yılında ingiltere’de yaşanan “punk patlaması” sırasında muhtemelen hayatta bile olmayan bu çocuklar söz konusu punk ruhunu çok başarılı bir şekilde içselleştirmeyi başarmışlar. müziklerinde television personalities’den buzzcocks’a, the fall’dan wire’a, supergrass’ten pulp’a kadar pek çok güzel grubun etkisini gözlemek mümkün.
art brut’nun müziğe yaklaşımının the beatles – buzzcocks – supergrass çizgisinde gittiğini söyleyebilirim. “nasıl yani?” diyecek olanlara ise “müzik yaparken çok eğlenmek, müziğin kendisi dışındaki etmenleri çok da fazla önemsememek” gibi şeylerden bahsedebilirim. kanımca 90’lı yıllarda britanya’nın gördüğü en samimi, en eğlenceli ve (çok iddialı görünse bile) belki de en önemli grup olan supergrass’ın geçirdiği evrime benzer bir evrim geçirmesini bekliyorum art brut’nun.
bang bang rock & roll 2005 yılı içinde yayımlanmış en önemli birkaç albümden biri; içinde bulunduğumuz “onyıl”a imzasını atmaması için de hiçbir neden yok
“grup kurduk, bir grup kurduk!” diye bas bas bağıran art brut, israil ve filistin arasında barışı sağlayacak şarkılar yazmak istiyormuş; bunu albümün açılış şarkısı formed a band sayesinde öğreniyoruz. bu çocuklar, eğlenceli; eğlenceli olduğu kadar da haysiyetli bir punk icra ediyor. müzik yaparken eğlendiklerini de dinleyiciye çok samimi bir şekilde aktarabiliyorlar.
vokalist eddie argos zaman zaman (hatta çoğu zaman) konuşur gibi söylüyor şarkılarını. ki daha ilk şarkıdayken bu konuda bizi uyarıyor zaten: “evet, ben bu şekilde şarkı söylüyorum, ironi değil bu, rock and roll hiç değil.”
sözleri her daim çok ilgi çekici ve çok eğlenceli: my little brother’da “sadece” 22 yaşında olan ve rock and roll’u henüz keşfetmiş olan erkek kardeşinden, emily kane’de 10 yıl, 9 ay, 3 hafta, 4 gün, 6 saat, 13 dakika ve 5 saniye önce ayrıldığı sevgilisinden, modern art’ta modern sanatın üzerindeki etkilerinden, good weekend’de (emily kane’in etkisinden kurtulmuş olsa gerek ki) yeni sevgilisiyle neler yapmak istediğinden ve onu “tam iki kere!” evet evet, “tam iki kere!” çıplak gördüğünden bahsediyor vokalistimiz.
bang bang rock & roll’da seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan iştiyakla bahsederlerken, araya velvet underground şarkılarına katlanamadıklarını ve bunun yanında seksten, uyuşturuculardan ve rock’n’roll’dan bahseden şarkıları çok sıkıcı bulduklarını sıkıştırıveriyorlar. fight’ta “hadi hadi, gel gel!” çekiyor bize art brut: “gel de kavga edelim, hadi!”
moving to l.a.’de mümkün olabilecek tüm klişeleri kullanarak los angeles’a yerleşmekten bahsediyorlar: “axl rose’la takılayım, kendime yeni giysiler alayım, ‘belden üstüm çıplak olmak suretiyle’, harley davidson’ımla yollarda süzüleyim; hatta bir dövme yaptırayım. dertlerimden uzakta, morrissey’le hennessy içeyim.” ve devamı... müzik ikonlarıyla olduğu kadar müzik basınıyla da dalga geçmeyi çok iyi biliyor bu çocuklar: bad weekend’de “uzun zamandır nme okumadım, ne tür müzik yaptığımızı bilmiyorum” diyorlar. şarkı sözlerindeki popüler kültür ve top of the pops takıntısı da dikkatlerden kaçmıyor elbette. albümün son iki şarkısı olan stand down ve 18.000 lira’da ise italyan mafyasının kült ikonlarından enrique gatti’den dem vuruyorlar.
1976 yılında ingiltere’de yaşanan “punk patlaması” sırasında muhtemelen hayatta bile olmayan bu çocuklar söz konusu punk ruhunu çok başarılı bir şekilde içselleştirmeyi başarmışlar. müziklerinde television personalities’den buzzcocks’a, the fall’dan wire’a, supergrass’ten pulp’a kadar pek çok güzel grubun etkisini gözlemek mümkün.
art brut’nun müziğe yaklaşımının the beatles – buzzcocks – supergrass çizgisinde gittiğini söyleyebilirim. “nasıl yani?” diyecek olanlara ise “müzik yaparken çok eğlenmek, müziğin kendisi dışındaki etmenleri çok da fazla önemsememek” gibi şeylerden bahsedebilirim. kanımca 90’lı yıllarda britanya’nın gördüğü en samimi, en eğlenceli ve (çok iddialı görünse bile) belki de en önemli grup olan supergrass’ın geçirdiği evrime benzer bir evrim geçirmesini bekliyorum art brut’nun.
bang bang rock & roll 2005 yılı içinde yayımlanmış en önemli birkaç albümden biri; içinde bulunduğumuz “onyıl”a imzasını atmaması için de hiçbir neden yok
patrick rondat,belki de gitar virtüözleri arasında adından en az söz ettiren ve tanınan isimlerinden biridir...
1986 yılında fransada kurmuş olduğu,shred/neoclassical metal tarzı,kendi adını taşıyan grubuyla profesyonel müzik hayatına adım atmıştır...tümü enstrümantal olmakla birlikte 6 adet albümü bulunmaktadır...ardı arkası kesilmeyen inişli çıkışlı melodik ve kendine has sololar,çok ön planda olmayan fakat müziğe apayrı bir hava katıp müziği zenginleştiren klavyelerle patrick rondat eserleri,tam anlamıyla sanat kelimesinin karşılığıdır...
discography
just for fun(1989)
rape of the earth(1991)
amphibia(1996)
amphibia tour(live-1997)
on the edge(1999)
ephemeral world(2004)
1986 yılında fransada kurmuş olduğu,shred/neoclassical metal tarzı,kendi adını taşıyan grubuyla profesyonel müzik hayatına adım atmıştır...tümü enstrümantal olmakla birlikte 6 adet albümü bulunmaktadır...ardı arkası kesilmeyen inişli çıkışlı melodik ve kendine has sololar,çok ön planda olmayan fakat müziğe apayrı bir hava katıp müziği zenginleştiren klavyelerle patrick rondat eserleri,tam anlamıyla sanat kelimesinin karşılığıdır...
discography
just for fun(1989)
rape of the earth(1991)
amphibia(1996)
amphibia tour(live-1997)
on the edge(1999)
ephemeral world(2004)
darkthrone’dan yeni bir şey yok.eğer darkthrone’un son yıllardaki çalışmalarını sevdiyseniz bu albümü de seveceğinizin garantisini verebilirim çünkü soundları hemen hemen aynı, dikkati çeken tek farklılık ise albümün daha hızlı olması. klasik darkthrone şarkılarına sizi hazırlayan bir intro “order of the ominous” ile karanlık atmosferi hissediyorsunuz.ve hemen ardından thrash vari yapısıyla “information wants to be syndicated” ile ziyafet başlıyor. öne çıkan diğer bir şarkı “alle gegen alle” de “catchy” riffler mevcut ve celtic frost etkisi hemen kendini belli ediyor bu şarkıda orta temposuyla.
darkthrone’u özgün kılan en önemli özellik çiğ soundu ve nocturno culto’nun mükemmel vokali tam gaz devam etmiş bu albümde de. albümün kapanışında “rawness obsolete” karşılıyor sizi ve hızı oldukça düşürüyor. kapanış için iyi bir seçim olmuş.davullar fenriz’den alışılmış biçimde black metale göre yavaş sayılabilecek bir hızda ama darkthrone ruhuna uygun bi şekilde çalınmış. fenrizin kalemi ise her zamanki gibi keskin, kışkırtıcı, provoke edici. genelde şarkılarda hristiyanlığın iki yüzlülüğünden bahsedilmiş, din karşıtı sözler yazılmış ancak “alle gegen alle” de ise din uğruna yapılan savaşlar konu edilmiş.
“transilvanian hunger” tadında bir albüm bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklardır çünkü darkthrone yeni soundunu (ravishing grimness’dan bu yana) iyice benimsemiş artık.albümdeki favori parçam “sacrificing to the god of doubt”. 9 şarkı mevcut ve yaklaşık 34 dakika ile diğer darkthrone albümleriyle kıyaslandığında ortalama bir uzunlukta.
bütün bu kendini tekrar etmelere rağmen onlar black metalin öncüleri ve hiç düşünmeden almanız gereken bir albüm.
darkthrone’u özgün kılan en önemli özellik çiğ soundu ve nocturno culto’nun mükemmel vokali tam gaz devam etmiş bu albümde de. albümün kapanışında “rawness obsolete” karşılıyor sizi ve hızı oldukça düşürüyor. kapanış için iyi bir seçim olmuş.davullar fenriz’den alışılmış biçimde black metale göre yavaş sayılabilecek bir hızda ama darkthrone ruhuna uygun bi şekilde çalınmış. fenrizin kalemi ise her zamanki gibi keskin, kışkırtıcı, provoke edici. genelde şarkılarda hristiyanlığın iki yüzlülüğünden bahsedilmiş, din karşıtı sözler yazılmış ancak “alle gegen alle” de ise din uğruna yapılan savaşlar konu edilmiş.
“transilvanian hunger” tadında bir albüm bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklardır çünkü darkthrone yeni soundunu (ravishing grimness’dan bu yana) iyice benimsemiş artık.albümdeki favori parçam “sacrificing to the god of doubt”. 9 şarkı mevcut ve yaklaşık 34 dakika ile diğer darkthrone albümleriyle kıyaslandığında ortalama bir uzunlukta.
bütün bu kendini tekrar etmelere rağmen onlar black metalin öncüleri ve hiç düşünmeden almanız gereken bir albüm.
gallerin asterix, ryan giggs ve bol gollü milli maçlar dışında herhangi bir sebepten nöronlarımızda elektokimsayal reaksiyonlara yol açmadığı şu günlerde, super furry animals, yaklaşık on yıllık birlikteligin meyvesi olan yedinci stüdyo albümü love kraftle karşımıza çıkıyor. rings around the world günlerinden bu yana takip edebildigim kadarıyla, ağustos 2005te piyasaya sürülen bu albümle, grubun müzik kariyerinin zirvesine ulaştığını söylemek kanımca abartı olmaz. ama beatlesı dahi overrated ilan eden müzik tüketicisi için önerim, oasis ya da blur sounduna ne kadar uzaklarsa, bu albümle de aynı mesafeyi korumaları. ilk başta albümün rengini psychedelic-soul tabiriyle geçiştirmek mümkün görünse de, her kulağın kolay kolay hoş geldin diyemeyecegi elekronik tınısı (her albümde olduğu gibi, moog tribute niteliğinde) solist gruffın bangorda bir yunan tavernasında kaybettiği voiceboxına rağmen yeterince sentetik bir his veren vokali ve grubun her daim arkasında yer alan yaklaşık 100 galliden oluşan koro, psychedelic-souldan daha fazla sözcük tüketmenize sebep oluyor. her ne kadar eclipsedeki kadar etkileyici sözler, juxtapozed with youdaki hissiyat ya da golden retriever kadar başarılı bir b-side vaad etmese de, grubun her üyesinden bir parça bulabileceğiniz yegane sfa albümü love kraft. albüme adını veren açılış parçası love kraft, alışık olmadığınız ölçüde farklı bir balad. oi frango sizi radioheadin kidade yaptığı gibi nereye gittiğini tam olarak bilemediğiniz enstrumental bir yolculuğa çıkarırken, albümün iddialı parçası, sevdiğim sayı 6ncı parçası lazer beam ile 80lere şöyle bir uğramak mümkün. ardından gelen frequency kafamızı karıştırsa da super furry animalsın bu albümle kendi yolunda belli bir olgunluğa ulaştığını (picassonun "bir ömür + 5 dakika" espirisi niteliğinde) ve guerrilla nın getirdiği ölçüde bir yenilik getirmemekle birlikte, love kraftin şimdiye dek piyasaya sürülen furriest sfa albümü olduğunu söylemek mümkün.
benim diyen black metal grubundan daha soğuk, daha atmosferli ve daha orijinaldir. zaten tam da bir black metal grubu değildir. melodik death metal ile black metal arasında gidip gelen, enstrümantal, akustik bölümler barındıran, duyabileceğiniz en güzel piyano pasajlarını sunan bir gruptur. jon nodtveidt’in yoğun satanizm duyguları arasında yoğrulan şarkı sözleri ve benzersiz havasıyla, dissection bambaşka bir gruptur.
“rebirth of dissection”in hemen ardından yayınlanan üç adet şarkı, başta biraz korkutmuştu. dissection eski tarzını bırakıp melodik death metale mı geçmişti? albüm çıktığında, kritiklerdeki en büyük çelişkiler bu konuda yaşanacaktır diye düşünüyorum. bazıları “dissection melodik death metal olmuş” deyip burun kıvıracak (in flames hardcore olmuş), bazıları da aradan geçen on bir yılı ve bir müzisyenin zaman içerisinde zevklerinin ve müziğe bakış açısının değişebileceği gerçeğini de göz önünde bulundurup albümü ona göre değerlendirecektir. şimdiden söyleyeyim, eğer bu albümle ilgili bir kritikte düşük puan verildiğini görüp daha ilk satırlardan bu tür değişiminden dert yananları görürsem, o kritiğin kalan kısmını okumayacağım. tur içerisinde değerlendirilip düşük puan elbet verilebilir. ama bunun sebebi olarak “gitti black geldi melodik uhuhuhu” diyen yorumcuların yorumlarına değer vermeyeceğimi söylemek isterim. böyle düşünenler olursa, başta o çok sevdiklerine inandıkları dissection”a ihanet etmiş olurlar.
biz albüme geçelim.
“reinkaos” mükemmel bir albüm mü? on bir yılın ardından ortaya çıkarılabilecek en iyi şey mi? bir bakalım.
öncelikle albümde çok rahat olarak hissedilen bir duygu yoğunluğu var. bu hem nodtveidt’in mükemmel brütal vokallerinden, hem de acıklı melodilerden kaynaklanıyor. ama bu o tarz bir “kuzey rüzgarları hüzünlüdür hocam” hüznü değil. daha bir içsel, derinliği olan bir hüzün. şeytan’dan, hayalı imgelerden, astronomik konulardan bahseden sözler, bu vokalin içerisinde, olduklarından daha da kötü bir hal alıyorlar (olumlu anlamda kötü). herhangi bir dine inanmasam da, bir gün manyaklığım tutsa ve hadi ben bir grubun müziğini benimseyip satanist olayım desem, bu grup kesinlikle dissection olur. dissection müziği öyle bir havadadır ki, enstrümantal bile olsa o şeytan imgesini, diyabolikliği hissedebilirsiniz. ama tabii öyle bir niyetim yok.
şona sakladığım yorumu burada açık açık söyleyeyim. “‘reinkaos mükemmel bir albüm mü?” evet, “reinkaos” mükemmel bir albüm. “on bir yılın ardından ortaya çıkarılabilecek en iyi şey mi?” tür değişimi de göz önünde bulundurulduğunda, bence evet.
- neden mükemmel?
+ neden olmasın?
haydi başlayalım… öncelikle albümün kaydı bir şahane. ingilizce kritiklerde kullanılan ama türkçe karşılıkları pek bir şey ifade etmeyen tabirler var: “groovy atmosphere”, “crisp sound”, “crunchy sound”, “wall of sound” gibi. bu tabirler bu albüm için bire bir geçerli. türkçe’ye çevirmeye çalışırsam, kayıt kalitesi hem çok canlı, hem çok güçlü, hem tuhaf ama çok soğuk bir suniliğe sahip; bu sunilik dinleyen kişiye bir uzay boşluğu havası verebiliyor. özellikle gitar sound’u o kadar canlı ki, hem eşlik etmeden, hem de gitar yok mu gitar diye bakınmaktan kendinizi alamıyorsunuz. bu kusursuz gitar kaydı sayesinde, tüm akorlar pırıl pırıl duyuluyor ve beş, altı perdeye başılan akorlar arasındaki birer perdelik değişimler dahi kolayca anlaşılıyor. “wall of sound” kısmı içinse, melodilerin arkasını döşeyen power chord’ların gücü sayesinde kulaklarınızın her saniye cayır cayır gitarlarla dolduğunu söylemem yeterli olur sanırım.
şimdi de şarkılara geçelim (insan yeni bir dissection albümü yorumlama fırsatını fazla yakalayamıyor, bu yüzden olabildiğince tadını çıkarmaya çalışıyorum fark etmişsinizdir).
albüm tam da istediğim şekilde, dissection’in o alışık olduğumuz buz gibi akustik pasajlarından biriyle açılıyor ve adeta savaş hazırlığı yapan gitarlar görkemli bir şekilde geldikçe geliyorlar. karanlık melodiler daha ilk andan dissection diye bağırıyorlar. bir buçuk dakikalık “nexion 218″ adlı bu parçanın ardından, testament”ın “alone in the dark”ını hatırlatırcasına “beyond the horizon” giriyor. sözler elimde olmadığından bir şey diyemesem de, bazı şarkılarda olduğu gibi bu parçanın nakaratında da ingilizce dışında bir dil kullanılmış. şanskrit veya o tarz eski bir dil olabilir, ne desem yalan. nakaratıyla öne çıkan bir parça, ve albüm için de iyi bir açılış niteliğinde.
ikinci sırada “starless aeon” var. bu nasıl bir şarkıdır. her yanından klasik olacak bir şarkının karakteristikleri akıyor resmen. riff kalıplarından aralara sıkıştırılan ufak melodilere kadar her şey karanlık ve güç ile yanıyor adeta (”with strength i burn”). bu şarkının nakaratında da eğer nodtveidt çok kötü bir ingilizce telaffuzu sergilemiyorsa, ingilizce dışında sözler -yine muhtemelen sanskrit- bulunuyor. “starless aeon” her anıyla kapkaranlık bir profil çiziyor. özellikle 1.11′deki “artificial harmonic” (o gitar nasıl otuyor öyle aaah ah) ve daha da iyisi 0.46′da her şeyin susması ve birden tekrar patlaması.. her seferinde ben de patlıyorum içimden.
ardından “black dragon” geliyor ve yine yabancı bir dilde giriyor. akustik gitarlar distortıon’la dans ediyor adeta. “we evoke thee, black dragon of chaos.. we evoke thee, almighty dragon source.. awake now from your aeonic slumber.. rise up from the abyss.. dragon of forgotten lore, let your chaos rule forevermore…” diye giden sözler ve arkasında devam eden düz ama etkili gitarlarla, son derece etkileyici bir parça.
“dark mother divine” da yine “black dragon” gibi düz devam eden ama 3.40′daki iç acıtan riff ile coşan, coşturan bir parça. önceden yayınlanan üç parçadan biri olan ve ismini çok sevdiğim “xeper-i-set”, yine bayıldığım türde astronomi konulu sözlere ve nakaratında da güzel bir melodiye sahip. “xeper-i-set” ne anlama geliyor bilmiyorum ama ingilizce olmadığını biliyorum, zira jon nakaratı “keper i set” olarak telaffuz ediyor. yani “i” kısmını “ay” olarak değil, “i” olarak söylüyor. nile ve behemoth’ın şarkı sözlerinde kullandıkları türde eski bir dilden olmalı. grubun en büyük klasiği “where dead angels lie”daki efsanevi çığlığın bir benzeri de (tabii o kadar olamaz), bu parçanın 1.30′unda duyuluyor.
kısa enstrümantal “chaosophia”, ardından gelen “god of forbidden light”a bir açılış yapıyor ve “hail lucifer!” nidalarıyla giren bu parça da yine düz ama bir şekilde son derece kişilikli bir havada devam ediyor. albümün genelindeki basit ama düz yapıdan, kimi zaman septic flesh tadları aldım diyebilirim. hiç çaktırmadan ufak ama görkemli melodileri ile zehrini akıtan bu parça, blues tadları barındıran bir solo ve solo öncesinde çalınan melodinin iki perde yüksekten çalınan haliyle sona eriyor.
ve geliyoruz “reinkaos”a. tek kelimeyle bir ziyafet bu parça. kederli melodilerin birbirini kovaladığı bu ağır-orta tempolu parça, nodtveidt’in on bir yıldır içinde beklettiği hüznünün bir dışa vurumu gibi. özellikle 2.37′de giren kişim, duyulduğu anda dissection ismini akla getirecek kadar karanlık. dissection denince akla gelen ilk kelimenin neden “evil” olduğu da bir kez daha anlaşılıyor (türkçe karşılığı bu hissi tam olarak ifade edemiyor).
“internal fire” nakaratta duyacağımız melodinin kısa bir siluetiyle giriyor ve yine siyah alevler etrafımızı sarıyor. sözlerinde “six six six” kalıbını da içeren bu parça, kendinden sonra gelen şarkı “maha kali” olunca pek öne çıkamıyor ama yine de vasatın üstünde bir şarkı.
ve malesef son şarkıya geliyoruz. daha önce single olarak yayınlanan ve nedense çok dikkatimi çekmeyen bu şarkı, bence albümün en büyük bombalarından biri. büyük bir güç ve duygu yoğunluğu barındıran “maha kali”, belki de şimdiye kadarki en farklı dissection parçası. hinduizm’de “siyah olan” anlamına gelen ve yıkımın ve ölümün tanrıçasını simgeleyen “maha kali”, albümün genelindeki gibi yine düz devam eden ama bulabilene karanlık dehlizler sunan çok iyi bir şarkı. herkesçe böyle kutsanmayacağı açık tabii ki.
işte bitti. bir daha bir dissection albümü için yazı yazar mıyım bilmiyorum ama yeni bir dissection yapıtına gerçek zamanlı olarak bire bir tanıklık etmek, en azından benim açımdan önemli bir şey. kapanış cümlelerini de fazla uzatmayacağım. dissection ne yaparsa yapsın, alabilene her zaman için kaliteli, daha da önemlisi duygusal yönden dopdolu bir müzik sunar. bu albümü beğenmeyenler de mutlaka olacak. ama dissection’ın gerçek anlamda takipçisi olanlar, grubun müziğindeki manevi tarafın da farkında olanlar olacağından, en azından bu kitle albüme gereken değeri verecektir.
“rebirth of dissection”in hemen ardından yayınlanan üç adet şarkı, başta biraz korkutmuştu. dissection eski tarzını bırakıp melodik death metale mı geçmişti? albüm çıktığında, kritiklerdeki en büyük çelişkiler bu konuda yaşanacaktır diye düşünüyorum. bazıları “dissection melodik death metal olmuş” deyip burun kıvıracak (in flames hardcore olmuş), bazıları da aradan geçen on bir yılı ve bir müzisyenin zaman içerisinde zevklerinin ve müziğe bakış açısının değişebileceği gerçeğini de göz önünde bulundurup albümü ona göre değerlendirecektir. şimdiden söyleyeyim, eğer bu albümle ilgili bir kritikte düşük puan verildiğini görüp daha ilk satırlardan bu tür değişiminden dert yananları görürsem, o kritiğin kalan kısmını okumayacağım. tur içerisinde değerlendirilip düşük puan elbet verilebilir. ama bunun sebebi olarak “gitti black geldi melodik uhuhuhu” diyen yorumcuların yorumlarına değer vermeyeceğimi söylemek isterim. böyle düşünenler olursa, başta o çok sevdiklerine inandıkları dissection”a ihanet etmiş olurlar.
biz albüme geçelim.
“reinkaos” mükemmel bir albüm mü? on bir yılın ardından ortaya çıkarılabilecek en iyi şey mi? bir bakalım.
öncelikle albümde çok rahat olarak hissedilen bir duygu yoğunluğu var. bu hem nodtveidt’in mükemmel brütal vokallerinden, hem de acıklı melodilerden kaynaklanıyor. ama bu o tarz bir “kuzey rüzgarları hüzünlüdür hocam” hüznü değil. daha bir içsel, derinliği olan bir hüzün. şeytan’dan, hayalı imgelerden, astronomik konulardan bahseden sözler, bu vokalin içerisinde, olduklarından daha da kötü bir hal alıyorlar (olumlu anlamda kötü). herhangi bir dine inanmasam da, bir gün manyaklığım tutsa ve hadi ben bir grubun müziğini benimseyip satanist olayım desem, bu grup kesinlikle dissection olur. dissection müziği öyle bir havadadır ki, enstrümantal bile olsa o şeytan imgesini, diyabolikliği hissedebilirsiniz. ama tabii öyle bir niyetim yok.
şona sakladığım yorumu burada açık açık söyleyeyim. “‘reinkaos mükemmel bir albüm mü?” evet, “reinkaos” mükemmel bir albüm. “on bir yılın ardından ortaya çıkarılabilecek en iyi şey mi?” tür değişimi de göz önünde bulundurulduğunda, bence evet.
- neden mükemmel?
+ neden olmasın?
haydi başlayalım… öncelikle albümün kaydı bir şahane. ingilizce kritiklerde kullanılan ama türkçe karşılıkları pek bir şey ifade etmeyen tabirler var: “groovy atmosphere”, “crisp sound”, “crunchy sound”, “wall of sound” gibi. bu tabirler bu albüm için bire bir geçerli. türkçe’ye çevirmeye çalışırsam, kayıt kalitesi hem çok canlı, hem çok güçlü, hem tuhaf ama çok soğuk bir suniliğe sahip; bu sunilik dinleyen kişiye bir uzay boşluğu havası verebiliyor. özellikle gitar sound’u o kadar canlı ki, hem eşlik etmeden, hem de gitar yok mu gitar diye bakınmaktan kendinizi alamıyorsunuz. bu kusursuz gitar kaydı sayesinde, tüm akorlar pırıl pırıl duyuluyor ve beş, altı perdeye başılan akorlar arasındaki birer perdelik değişimler dahi kolayca anlaşılıyor. “wall of sound” kısmı içinse, melodilerin arkasını döşeyen power chord’ların gücü sayesinde kulaklarınızın her saniye cayır cayır gitarlarla dolduğunu söylemem yeterli olur sanırım.
şimdi de şarkılara geçelim (insan yeni bir dissection albümü yorumlama fırsatını fazla yakalayamıyor, bu yüzden olabildiğince tadını çıkarmaya çalışıyorum fark etmişsinizdir).
albüm tam da istediğim şekilde, dissection’in o alışık olduğumuz buz gibi akustik pasajlarından biriyle açılıyor ve adeta savaş hazırlığı yapan gitarlar görkemli bir şekilde geldikçe geliyorlar. karanlık melodiler daha ilk andan dissection diye bağırıyorlar. bir buçuk dakikalık “nexion 218″ adlı bu parçanın ardından, testament”ın “alone in the dark”ını hatırlatırcasına “beyond the horizon” giriyor. sözler elimde olmadığından bir şey diyemesem de, bazı şarkılarda olduğu gibi bu parçanın nakaratında da ingilizce dışında bir dil kullanılmış. şanskrit veya o tarz eski bir dil olabilir, ne desem yalan. nakaratıyla öne çıkan bir parça, ve albüm için de iyi bir açılış niteliğinde.
ikinci sırada “starless aeon” var. bu nasıl bir şarkıdır. her yanından klasik olacak bir şarkının karakteristikleri akıyor resmen. riff kalıplarından aralara sıkıştırılan ufak melodilere kadar her şey karanlık ve güç ile yanıyor adeta (”with strength i burn”). bu şarkının nakaratında da eğer nodtveidt çok kötü bir ingilizce telaffuzu sergilemiyorsa, ingilizce dışında sözler -yine muhtemelen sanskrit- bulunuyor. “starless aeon” her anıyla kapkaranlık bir profil çiziyor. özellikle 1.11′deki “artificial harmonic” (o gitar nasıl otuyor öyle aaah ah) ve daha da iyisi 0.46′da her şeyin susması ve birden tekrar patlaması.. her seferinde ben de patlıyorum içimden.
ardından “black dragon” geliyor ve yine yabancı bir dilde giriyor. akustik gitarlar distortıon’la dans ediyor adeta. “we evoke thee, black dragon of chaos.. we evoke thee, almighty dragon source.. awake now from your aeonic slumber.. rise up from the abyss.. dragon of forgotten lore, let your chaos rule forevermore…” diye giden sözler ve arkasında devam eden düz ama etkili gitarlarla, son derece etkileyici bir parça.
“dark mother divine” da yine “black dragon” gibi düz devam eden ama 3.40′daki iç acıtan riff ile coşan, coşturan bir parça. önceden yayınlanan üç parçadan biri olan ve ismini çok sevdiğim “xeper-i-set”, yine bayıldığım türde astronomi konulu sözlere ve nakaratında da güzel bir melodiye sahip. “xeper-i-set” ne anlama geliyor bilmiyorum ama ingilizce olmadığını biliyorum, zira jon nakaratı “keper i set” olarak telaffuz ediyor. yani “i” kısmını “ay” olarak değil, “i” olarak söylüyor. nile ve behemoth’ın şarkı sözlerinde kullandıkları türde eski bir dilden olmalı. grubun en büyük klasiği “where dead angels lie”daki efsanevi çığlığın bir benzeri de (tabii o kadar olamaz), bu parçanın 1.30′unda duyuluyor.
kısa enstrümantal “chaosophia”, ardından gelen “god of forbidden light”a bir açılış yapıyor ve “hail lucifer!” nidalarıyla giren bu parça da yine düz ama bir şekilde son derece kişilikli bir havada devam ediyor. albümün genelindeki basit ama düz yapıdan, kimi zaman septic flesh tadları aldım diyebilirim. hiç çaktırmadan ufak ama görkemli melodileri ile zehrini akıtan bu parça, blues tadları barındıran bir solo ve solo öncesinde çalınan melodinin iki perde yüksekten çalınan haliyle sona eriyor.
ve geliyoruz “reinkaos”a. tek kelimeyle bir ziyafet bu parça. kederli melodilerin birbirini kovaladığı bu ağır-orta tempolu parça, nodtveidt’in on bir yıldır içinde beklettiği hüznünün bir dışa vurumu gibi. özellikle 2.37′de giren kişim, duyulduğu anda dissection ismini akla getirecek kadar karanlık. dissection denince akla gelen ilk kelimenin neden “evil” olduğu da bir kez daha anlaşılıyor (türkçe karşılığı bu hissi tam olarak ifade edemiyor).
“internal fire” nakaratta duyacağımız melodinin kısa bir siluetiyle giriyor ve yine siyah alevler etrafımızı sarıyor. sözlerinde “six six six” kalıbını da içeren bu parça, kendinden sonra gelen şarkı “maha kali” olunca pek öne çıkamıyor ama yine de vasatın üstünde bir şarkı.
ve malesef son şarkıya geliyoruz. daha önce single olarak yayınlanan ve nedense çok dikkatimi çekmeyen bu şarkı, bence albümün en büyük bombalarından biri. büyük bir güç ve duygu yoğunluğu barındıran “maha kali”, belki de şimdiye kadarki en farklı dissection parçası. hinduizm’de “siyah olan” anlamına gelen ve yıkımın ve ölümün tanrıçasını simgeleyen “maha kali”, albümün genelindeki gibi yine düz devam eden ama bulabilene karanlık dehlizler sunan çok iyi bir şarkı. herkesçe böyle kutsanmayacağı açık tabii ki.
işte bitti. bir daha bir dissection albümü için yazı yazar mıyım bilmiyorum ama yeni bir dissection yapıtına gerçek zamanlı olarak bire bir tanıklık etmek, en azından benim açımdan önemli bir şey. kapanış cümlelerini de fazla uzatmayacağım. dissection ne yaparsa yapsın, alabilene her zaman için kaliteli, daha da önemlisi duygusal yönden dopdolu bir müzik sunar. bu albümü beğenmeyenler de mutlaka olacak. ama dissection’ın gerçek anlamda takipçisi olanlar, grubun müziğindeki manevi tarafın da farkında olanlar olacağından, en azından bu kitle albüme gereken değeri verecektir.
evergrey, basından farklı tepkiler alan son albümü ile karşımızda. grubun öncesini işin içine katmadan bu albüme odaklanacağım. “monday morning apocalypse” iyi bir albüm. ortalamanın üstünde şarkıların olduğu, hiçbir yerde şoka sokmayan, şaşırtmayan, ama yine de bir şekilde kalitesini belli eden bir çalışma. grubun bu albümde her yönüyle amerikan pazarına oynadığını anlamak için müzik bilgini olmak gerekmiyor. kapağındaki yazılardan (california prison, las vegas police dept., los angeles police dept.) sound’a kadar her şey amerikan dinleyicisinin ilgisini en kolay şekilde çekebilmek üzere yapılmış gibi. albümdeki tüm şarkıların radyoda çalınabilmeleri de göz önünde bulundurularak yazılmış oldukları da kolayca gözlenebiliyor.
grubun müziği artık asla ve asla progresif metal adı altında değerlendirilemez kanısındayım. dream theater’ın “octavarium”u gibi bu albümde de kolay anlaşılır şarkılar yazılmaya çalışılmış. grup artık ne bir aksak ritim sunuyor, ne bir tempo değişimi, ne de dinleyiciyi dikkatli dinlemeye iten herhangi bir şey. ne zaman ne olacak, hep tahmin ediliyor, hep haklı çıkılıyor.
ama “monday morning apocalypse” iyi bir albüm. bunu şu şekilde destekleyebilirim. müzik dinamik bir kavramdır. bir grubun çıkardığı yeni bir albümü “güzel ama bildiğimiz x gibi değil” diyerek eleştirmek, hem o x grubuna, hem de müziğe ihanet etmek olur kanısındayım. ilk aklıma gelenler “dream theater – octavarium” ve “opeth – ghost reveries”. evergrey’de de durum buna benzer. “evergrey bu değil” diyerek bir yere varamayız. evet grup bugüne dek bilinen evergrey’liğinden bir şeyler kaybetmiş, ama bu, grubun artık kaliteli müzik yapmadığı anlamına gelmiyor. demek ki evergrey bugüne kadar bildiğimiz tarafıyla sınırlı değilmiş. elbette ki her grubun bir kişiliği, müziğini temsil eden bir karakteri vardır. ancak bu karakter bizim kafamızda oluşturduğumuz imajla sınırlı olmayabilir. bir grup birkaç albümde her yönünü ortaya dökemeyebilir, dökmek istemeyebilir.
bu albümü ilk dinlemelerimde gerçekten ben de sıkıldım. çünkü şarkılar adeta sert riff’lerin olduğu dümdüz rock şarkıları gibiydiler. eski evergrey’i aradı kulaklarım. davul ve gitar birlikte aksak bir şeyler yapsınlar diye bekledim. albüm bitti, ben beklediğimle kaldım. ama farkında olduğum bir şey vardı ki, müziğe bakış açılarındaki olumlu taraflardan emin olduğunuz insanlar, sizin birkaç dinlemede eleştiri getiremeyeceğiniz derinlikte işler de ortaya koyabilirlerdi. bu yüzden ben de albüme tekrar tekrar şans tanıdım. neredeyse her gün bir kez daha dinledim. albümde bahsettiğim türde bir derinlik bulabildim mi? hayır. önceden fark etmediğim teknik yanlar bulabildim mi? ona da hayır. peki ne buldum? gayet güzel bestelenmiş birbirinden güzel şarkılar buldum. şu şarkının şurası, bu şarkının gitarı, öbürünün davulları demeksizin, baştan sona güçlü şarkılarla bezeli bir albüm dinliyordum artık. evet arada düşündüm, bu kadar da ne olacağını belli etmeseydiniz keşke diye; ama albümün içine girebilince bunları umursamamaya başladım. en sıradan ve dakikalarca aynı devam eden riff’te bile verilen duyguyu hissedebildim, yer yer gaza geldim, içimden tempo tuttum. sonuç, ben bu albümü sevdim. hem de başkası yapsa tamam da evergrey yapınca olmadı falan gibi değil; evergrey olarak sevdim.
“monday morning apocalypse”, kanımca albümün en sıradan parçası olan aynı isimli şarkıyla açılıyor. güzel bir parça ama bu albüm için bile fazlasıyla düz geldi bana. yine de nakarat ve davulları beğendiğimi söylemeliyim. bu şarkının ardından, girişi “immortal – at the heart of winter”ın girişine ikizi kadar benzeyen bir clean gitar bölümüyle açılan “unspeakable” geliyor. mükemmel bir şarkı. grup bu basite indirgenmişlik içinde olabilecek en güzel varyasyonları ve ayrıntıları sunuyor. nakarattaki akorların taşıdığı hüzün duygusu –ki bu konuya az sonra değineceğim- şarkıyı vermek istediğini karşı tarafa kolayca iletebilen bir hale sokuyor.
acıklı bir giriş riff’i ile açılan ve “inside” ve “outside” bölümleriyle bu acıklı havayı pekiştiren “lost” ve 14. saniyesinde giren mükemmel riff’iyle dağıtıp geçen “obedience” da sağlam şarkılar. özellikle “obedience” tek bir riff üzerine kurulmuş olsa da, “groovy” havasıyla oldukça heyecanlı bir parça.
albümün ağır toplarından “the curtain fall” tempoyu yükseltirken, “remembrance” adından da anlaşılacağı gibi yine hüzün duygusunu öne çıkaran bir profil çiziyor. şimdi yeri gelmişken bu hüzün duygusu olayından biraz bahsedelim. evergrey müziğinde her zaman hissedilen bir acı ve hüzün duygusu vardır. en sert bölümlerde bile bir “damarlık” göze çarpar. buna bir lafım yok. ancak bazen grubun fazlasıyla başı öne eğik durduğunu düşünüyorum. “senin için her şeyi yaparım/ iste yeter/ tekrar tekrar özür diliyorum/ diyecek bir şeyim yok” gibi sözler, bazen grubun güçlü sound’uyla bir kontrast oluşturuyor ve kimi zaman insan “ulan madem böyle sertsin, kalk ayağa koy bi tane” gibisinden hissedebiliyor. şarkılarda anlatılan konsept gereği bunlar gerekli tabii ki ama bazen fazlasıyla ağlak bir ruh haline bürünebiliyor müzik. englund’un vokali de böylesi acıklı olunca, bu etki arttıkça artıyor. neyse biz tekrar albüme dönelim.
albümün benim açımdan mutlak favorisi “at loss for words”. çok güçlü bir riff üzerine kurulu olan bu şarkı, albümün hem icrası -nispeten- en meşakkatli, hem de en heyecan verici parçası. yine hüzün duygusunu dibine kadar sokan bir nakarat ve englund’un vokaliyle devleştiği bir performansla karşılaşıyoruz. enfes.
kısa ama güzel bir piyano pasajından oluşan “till dagmar”, ardından gelen ve duygudan duyguya koşmak için yaratılmış “still in the water”a bir açılış niteliğinde. “at loss for words” ile birlikte albümdeki favorim olan “still in the water”, görkemli nakaratıyla gerçekten etkileyici. “the dark i walk you through” yine öne çıkan vokalleri ve “özür dilerim, beni affet” konseptiyle başlayıp, 1.56’daki staccato’larla şarj olan, patlamasını da nakaratta yapan bir çalışma.
“i should” biraz fazla geyik bir gitar partisyonuyla (0-8-5) başlayan ama sonradan giren leziz piyanolarıyla dengeyi bulan ve kalan kısmı da aşağı yukarı sadece nakarattan oluşan bir parça. en sonda da bana pain of salvation’ın “iter impius”unu anımsatan (ki arka arkaya gelen dört-beş notalık bazı bölümlerin tam olarak aynıları “iter impius”ta da var, dikkatli dinleyin göreceksiniz) piyano partisyonları barındıran “closure” geliyor. albümdeki genel hüzün ve keder havasına iyi bir kapanış yapan bir veda şarkısı.
evet sona geldik. “monday morning apocalypse”i dinleyip de beğenmeyenlere önerim, albümü bir de yazının başlarında bahsettiğim şeyleri düşünerek dinlemeleri. eğer progresif metal kısıtlamasının ve grubun şimdiye kadar bildiğimiz karakterinin dışında bir bakış açısından bakarsanız, beğenmeseniz bile, albümün sandığınızdan daha fazlasına sahip olduğunu görmeniz olasıdır. “octavarium”u dinler dinlemez sevmiştim, bu albümü ise on küsürüncü dinlemeden sonra sevdim; giderek de daha çok seviyorum. gayet olgun ve güçlü bir albüm.
grubun müziği artık asla ve asla progresif metal adı altında değerlendirilemez kanısındayım. dream theater’ın “octavarium”u gibi bu albümde de kolay anlaşılır şarkılar yazılmaya çalışılmış. grup artık ne bir aksak ritim sunuyor, ne bir tempo değişimi, ne de dinleyiciyi dikkatli dinlemeye iten herhangi bir şey. ne zaman ne olacak, hep tahmin ediliyor, hep haklı çıkılıyor.
ama “monday morning apocalypse” iyi bir albüm. bunu şu şekilde destekleyebilirim. müzik dinamik bir kavramdır. bir grubun çıkardığı yeni bir albümü “güzel ama bildiğimiz x gibi değil” diyerek eleştirmek, hem o x grubuna, hem de müziğe ihanet etmek olur kanısındayım. ilk aklıma gelenler “dream theater – octavarium” ve “opeth – ghost reveries”. evergrey’de de durum buna benzer. “evergrey bu değil” diyerek bir yere varamayız. evet grup bugüne dek bilinen evergrey’liğinden bir şeyler kaybetmiş, ama bu, grubun artık kaliteli müzik yapmadığı anlamına gelmiyor. demek ki evergrey bugüne kadar bildiğimiz tarafıyla sınırlı değilmiş. elbette ki her grubun bir kişiliği, müziğini temsil eden bir karakteri vardır. ancak bu karakter bizim kafamızda oluşturduğumuz imajla sınırlı olmayabilir. bir grup birkaç albümde her yönünü ortaya dökemeyebilir, dökmek istemeyebilir.
bu albümü ilk dinlemelerimde gerçekten ben de sıkıldım. çünkü şarkılar adeta sert riff’lerin olduğu dümdüz rock şarkıları gibiydiler. eski evergrey’i aradı kulaklarım. davul ve gitar birlikte aksak bir şeyler yapsınlar diye bekledim. albüm bitti, ben beklediğimle kaldım. ama farkında olduğum bir şey vardı ki, müziğe bakış açılarındaki olumlu taraflardan emin olduğunuz insanlar, sizin birkaç dinlemede eleştiri getiremeyeceğiniz derinlikte işler de ortaya koyabilirlerdi. bu yüzden ben de albüme tekrar tekrar şans tanıdım. neredeyse her gün bir kez daha dinledim. albümde bahsettiğim türde bir derinlik bulabildim mi? hayır. önceden fark etmediğim teknik yanlar bulabildim mi? ona da hayır. peki ne buldum? gayet güzel bestelenmiş birbirinden güzel şarkılar buldum. şu şarkının şurası, bu şarkının gitarı, öbürünün davulları demeksizin, baştan sona güçlü şarkılarla bezeli bir albüm dinliyordum artık. evet arada düşündüm, bu kadar da ne olacağını belli etmeseydiniz keşke diye; ama albümün içine girebilince bunları umursamamaya başladım. en sıradan ve dakikalarca aynı devam eden riff’te bile verilen duyguyu hissedebildim, yer yer gaza geldim, içimden tempo tuttum. sonuç, ben bu albümü sevdim. hem de başkası yapsa tamam da evergrey yapınca olmadı falan gibi değil; evergrey olarak sevdim.
“monday morning apocalypse”, kanımca albümün en sıradan parçası olan aynı isimli şarkıyla açılıyor. güzel bir parça ama bu albüm için bile fazlasıyla düz geldi bana. yine de nakarat ve davulları beğendiğimi söylemeliyim. bu şarkının ardından, girişi “immortal – at the heart of winter”ın girişine ikizi kadar benzeyen bir clean gitar bölümüyle açılan “unspeakable” geliyor. mükemmel bir şarkı. grup bu basite indirgenmişlik içinde olabilecek en güzel varyasyonları ve ayrıntıları sunuyor. nakarattaki akorların taşıdığı hüzün duygusu –ki bu konuya az sonra değineceğim- şarkıyı vermek istediğini karşı tarafa kolayca iletebilen bir hale sokuyor.
acıklı bir giriş riff’i ile açılan ve “inside” ve “outside” bölümleriyle bu acıklı havayı pekiştiren “lost” ve 14. saniyesinde giren mükemmel riff’iyle dağıtıp geçen “obedience” da sağlam şarkılar. özellikle “obedience” tek bir riff üzerine kurulmuş olsa da, “groovy” havasıyla oldukça heyecanlı bir parça.
albümün ağır toplarından “the curtain fall” tempoyu yükseltirken, “remembrance” adından da anlaşılacağı gibi yine hüzün duygusunu öne çıkaran bir profil çiziyor. şimdi yeri gelmişken bu hüzün duygusu olayından biraz bahsedelim. evergrey müziğinde her zaman hissedilen bir acı ve hüzün duygusu vardır. en sert bölümlerde bile bir “damarlık” göze çarpar. buna bir lafım yok. ancak bazen grubun fazlasıyla başı öne eğik durduğunu düşünüyorum. “senin için her şeyi yaparım/ iste yeter/ tekrar tekrar özür diliyorum/ diyecek bir şeyim yok” gibi sözler, bazen grubun güçlü sound’uyla bir kontrast oluşturuyor ve kimi zaman insan “ulan madem böyle sertsin, kalk ayağa koy bi tane” gibisinden hissedebiliyor. şarkılarda anlatılan konsept gereği bunlar gerekli tabii ki ama bazen fazlasıyla ağlak bir ruh haline bürünebiliyor müzik. englund’un vokali de böylesi acıklı olunca, bu etki arttıkça artıyor. neyse biz tekrar albüme dönelim.
albümün benim açımdan mutlak favorisi “at loss for words”. çok güçlü bir riff üzerine kurulu olan bu şarkı, albümün hem icrası -nispeten- en meşakkatli, hem de en heyecan verici parçası. yine hüzün duygusunu dibine kadar sokan bir nakarat ve englund’un vokaliyle devleştiği bir performansla karşılaşıyoruz. enfes.
kısa ama güzel bir piyano pasajından oluşan “till dagmar”, ardından gelen ve duygudan duyguya koşmak için yaratılmış “still in the water”a bir açılış niteliğinde. “at loss for words” ile birlikte albümdeki favorim olan “still in the water”, görkemli nakaratıyla gerçekten etkileyici. “the dark i walk you through” yine öne çıkan vokalleri ve “özür dilerim, beni affet” konseptiyle başlayıp, 1.56’daki staccato’larla şarj olan, patlamasını da nakaratta yapan bir çalışma.
“i should” biraz fazla geyik bir gitar partisyonuyla (0-8-5) başlayan ama sonradan giren leziz piyanolarıyla dengeyi bulan ve kalan kısmı da aşağı yukarı sadece nakarattan oluşan bir parça. en sonda da bana pain of salvation’ın “iter impius”unu anımsatan (ki arka arkaya gelen dört-beş notalık bazı bölümlerin tam olarak aynıları “iter impius”ta da var, dikkatli dinleyin göreceksiniz) piyano partisyonları barındıran “closure” geliyor. albümdeki genel hüzün ve keder havasına iyi bir kapanış yapan bir veda şarkısı.
evet sona geldik. “monday morning apocalypse”i dinleyip de beğenmeyenlere önerim, albümü bir de yazının başlarında bahsettiğim şeyleri düşünerek dinlemeleri. eğer progresif metal kısıtlamasının ve grubun şimdiye kadar bildiğimiz karakterinin dışında bir bakış açısından bakarsanız, beğenmeseniz bile, albümün sandığınızdan daha fazlasına sahip olduğunu görmeniz olasıdır. “octavarium”u dinler dinlemez sevmiştim, bu albümü ise on küsürüncü dinlemeden sonra sevdim; giderek de daha çok seviyorum. gayet olgun ve güçlü bir albüm.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?