monday morning apocalypse

seeyouindisneyland
evergrey, basından farklı tepkiler alan son albümü ile karşımızda. grubun öncesini işin içine katmadan bu albüme odaklanacağım. “monday morning apocalypse” iyi bir albüm. ortalamanın üstünde şarkıların olduğu, hiçbir yerde şoka sokmayan, şaşırtmayan, ama yine de bir şekilde kalitesini belli eden bir çalışma. grubun bu albümde her yönüyle amerikan pazarına oynadığını anlamak için müzik bilgini olmak gerekmiyor. kapağındaki yazılardan (california prison, las vegas police dept., los angeles police dept.) sound’a kadar her şey amerikan dinleyicisinin ilgisini en kolay şekilde çekebilmek üzere yapılmış gibi. albümdeki tüm şarkıların radyoda çalınabilmeleri de göz önünde bulundurularak yazılmış oldukları da kolayca gözlenebiliyor.

grubun müziği artık asla ve asla progresif metal adı altında değerlendirilemez kanısındayım. dream theater’ın “octavarium”u gibi bu albümde de kolay anlaşılır şarkılar yazılmaya çalışılmış. grup artık ne bir aksak ritim sunuyor, ne bir tempo değişimi, ne de dinleyiciyi dikkatli dinlemeye iten herhangi bir şey. ne zaman ne olacak, hep tahmin ediliyor, hep haklı çıkılıyor.

ama “monday morning apocalypse” iyi bir albüm. bunu şu şekilde destekleyebilirim. müzik dinamik bir kavramdır. bir grubun çıkardığı yeni bir albümü “güzel ama bildiğimiz x gibi değil” diyerek eleştirmek, hem o x grubuna, hem de müziğe ihanet etmek olur kanısındayım. ilk aklıma gelenler “dream theater – octavarium” ve “opeth – ghost reveries”. evergrey’de de durum buna benzer. “evergrey bu değil” diyerek bir yere varamayız. evet grup bugüne dek bilinen evergrey’liğinden bir şeyler kaybetmiş, ama bu, grubun artık kaliteli müzik yapmadığı anlamına gelmiyor. demek ki evergrey bugüne kadar bildiğimiz tarafıyla sınırlı değilmiş. elbette ki her grubun bir kişiliği, müziğini temsil eden bir karakteri vardır. ancak bu karakter bizim kafamızda oluşturduğumuz imajla sınırlı olmayabilir. bir grup birkaç albümde her yönünü ortaya dökemeyebilir, dökmek istemeyebilir.

bu albümü ilk dinlemelerimde gerçekten ben de sıkıldım. çünkü şarkılar adeta sert riff’lerin olduğu dümdüz rock şarkıları gibiydiler. eski evergrey’i aradı kulaklarım. davul ve gitar birlikte aksak bir şeyler yapsınlar diye bekledim. albüm bitti, ben beklediğimle kaldım. ama farkında olduğum bir şey vardı ki, müziğe bakış açılarındaki olumlu taraflardan emin olduğunuz insanlar, sizin birkaç dinlemede eleştiri getiremeyeceğiniz derinlikte işler de ortaya koyabilirlerdi. bu yüzden ben de albüme tekrar tekrar şans tanıdım. neredeyse her gün bir kez daha dinledim. albümde bahsettiğim türde bir derinlik bulabildim mi? hayır. önceden fark etmediğim teknik yanlar bulabildim mi? ona da hayır. peki ne buldum? gayet güzel bestelenmiş birbirinden güzel şarkılar buldum. şu şarkının şurası, bu şarkının gitarı, öbürünün davulları demeksizin, baştan sona güçlü şarkılarla bezeli bir albüm dinliyordum artık. evet arada düşündüm, bu kadar da ne olacağını belli etmeseydiniz keşke diye; ama albümün içine girebilince bunları umursamamaya başladım. en sıradan ve dakikalarca aynı devam eden riff’te bile verilen duyguyu hissedebildim, yer yer gaza geldim, içimden tempo tuttum. sonuç, ben bu albümü sevdim. hem de başkası yapsa tamam da evergrey yapınca olmadı falan gibi değil; evergrey olarak sevdim.

“monday morning apocalypse”, kanımca albümün en sıradan parçası olan aynı isimli şarkıyla açılıyor. güzel bir parça ama bu albüm için bile fazlasıyla düz geldi bana. yine de nakarat ve davulları beğendiğimi söylemeliyim. bu şarkının ardından, girişi “immortal – at the heart of winter”ın girişine ikizi kadar benzeyen bir clean gitar bölümüyle açılan “unspeakable” geliyor. mükemmel bir şarkı. grup bu basite indirgenmişlik içinde olabilecek en güzel varyasyonları ve ayrıntıları sunuyor. nakarattaki akorların taşıdığı hüzün duygusu –ki bu konuya az sonra değineceğim- şarkıyı vermek istediğini karşı tarafa kolayca iletebilen bir hale sokuyor.

acıklı bir giriş riff’i ile açılan ve “inside” ve “outside” bölümleriyle bu acıklı havayı pekiştiren “lost” ve 14. saniyesinde giren mükemmel riff’iyle dağıtıp geçen “obedience” da sağlam şarkılar. özellikle “obedience” tek bir riff üzerine kurulmuş olsa da, “groovy” havasıyla oldukça heyecanlı bir parça.

albümün ağır toplarından “the curtain fall” tempoyu yükseltirken, “remembrance” adından da anlaşılacağı gibi yine hüzün duygusunu öne çıkaran bir profil çiziyor. şimdi yeri gelmişken bu hüzün duygusu olayından biraz bahsedelim. evergrey müziğinde her zaman hissedilen bir acı ve hüzün duygusu vardır. en sert bölümlerde bile bir “damarlık” göze çarpar. buna bir lafım yok. ancak bazen grubun fazlasıyla başı öne eğik durduğunu düşünüyorum. “senin için her şeyi yaparım/ iste yeter/ tekrar tekrar özür diliyorum/ diyecek bir şeyim yok” gibi sözler, bazen grubun güçlü sound’uyla bir kontrast oluşturuyor ve kimi zaman insan “ulan madem böyle sertsin, kalk ayağa koy bi tane” gibisinden hissedebiliyor. şarkılarda anlatılan konsept gereği bunlar gerekli tabii ki ama bazen fazlasıyla ağlak bir ruh haline bürünebiliyor müzik. englund’un vokali de böylesi acıklı olunca, bu etki arttıkça artıyor. neyse biz tekrar albüme dönelim.

albümün benim açımdan mutlak favorisi “at loss for words”. çok güçlü bir riff üzerine kurulu olan bu şarkı, albümün hem icrası -nispeten- en meşakkatli, hem de en heyecan verici parçası. yine hüzün duygusunu dibine kadar sokan bir nakarat ve englund’un vokaliyle devleştiği bir performansla karşılaşıyoruz. enfes.

kısa ama güzel bir piyano pasajından oluşan “till dagmar”, ardından gelen ve duygudan duyguya koşmak için yaratılmış “still in the water”a bir açılış niteliğinde. “at loss for words” ile birlikte albümdeki favorim olan “still in the water”, görkemli nakaratıyla gerçekten etkileyici. “the dark i walk you through” yine öne çıkan vokalleri ve “özür dilerim, beni affet” konseptiyle başlayıp, 1.56’daki staccato’larla şarj olan, patlamasını da nakaratta yapan bir çalışma.

“i should” biraz fazla geyik bir gitar partisyonuyla (0-8-5) başlayan ama sonradan giren leziz piyanolarıyla dengeyi bulan ve kalan kısmı da aşağı yukarı sadece nakarattan oluşan bir parça. en sonda da bana pain of salvation’ın “iter impius”unu anımsatan (ki arka arkaya gelen dört-beş notalık bazı bölümlerin tam olarak aynıları “iter impius”ta da var, dikkatli dinleyin göreceksiniz) piyano partisyonları barındıran “closure” geliyor. albümdeki genel hüzün ve keder havasına iyi bir kapanış yapan bir veda şarkısı.

evet sona geldik. “monday morning apocalypse”i dinleyip de beğenmeyenlere önerim, albümü bir de yazının başlarında bahsettiğim şeyleri düşünerek dinlemeleri. eğer progresif metal kısıtlamasının ve grubun şimdiye kadar bildiğimiz karakterinin dışında bir bakış açısından bakarsanız, beğenmeseniz bile, albümün sandığınızdan daha fazlasına sahip olduğunu görmeniz olasıdır. “octavarium”u dinler dinlemez sevmiştim, bu albümü ise on küsürüncü dinlemeden sonra sevdim; giderek de daha çok seviyorum. gayet olgun ve güçlü bir albüm.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol