confessions

seeyouindisneyland

- Yazar -

  1. toplam entry 3392
  2. takipçi 1
  3. puan 94703

sinners intuition

seeyouindisneyland
chicagolu death metal grubu enforsaken, iki yıl önceki “the forever endeavor”dan sonra, bu ay da ikinci albümü “sinner’s intuition” ile sevenlerinin karşısına çıktı. şu ana kadar bir demosu, bir ep’si ve bir de albümü olan, ve çok açık şekilde isveç death metali yapan grup, türün daha sert olan taraflarına eğiliyor ve pizzanın sadece ortadaki yumuşak yerlerini değil, köşelerindeki sert taraflarını da bir güzel mideye indiriyor (benzetmeye gel).

kısacası grup alt tellerden çalınan melodiler ve klasik power chord’lardan oluşan bildiğimiz melodik death metalden ziyade, at the gates, amon amarth veya eucharist gibi daha kalın tellere odaklanmış ve riff zenginliğiyle öne çıkan bir müzik yapıyor. grubun oldukça çiğ bir sound’u var ve bu da açıkçası müziğe olumlu bir etki yapıyor ve verilmek istenen soğukluğun gayet güzel aktarılmasını sağlıyor. olumsuz diyebileceğim tek yan, davulun bence olması gerektiği kadar canlı bir sound’u olmaması. travis smith tarafından yapıldığı gün gibi ortada olan, ancak çok da bir orijinalite barındırmayan bir kapağı olan albüme, daha önceden dan swanö’nün konuk olacağı söylenmişti. ancak grubun sitesindeki bilgiler arasında böyle bir şeyden söz edilmiyor.

albüm gayet sağlam bir açılış riff’i barındıran “witness to the fall” ile başlıyor. nakarattaki staccato bölüm, belli ki şarkının sahip olduğu hit potansiyelini yaratan önemli etmenlerden biri. 2.03’te giren koromsu bölüm de şarkının en güzel yerlerinden birini oluşturuyor ve bu şekilde şarkı, “sert ama hüzünlü” isveç death metali nasıl olmalı sorusuna cevaplar veriyor.
“blacklist assassin” bana büyük oranda quo vadis’i anımsattı. etkin gitar kullanımı, riff’lerin ve melodilerin iç içe geçmiş olması ve yüksek temponun da bunda payı var tabii ki. “the slain” sahip olduğu ufak opeth tınılarıyla, “halo of ruin” oynak nakarat riff’iyle, “enemy angel” da barındırdığı folk atmosferi ve mithotyn tadlı nakaratıyla öne çıkıyor.

çılgın triple-picking’lere sahne olan ve bir doom şarkısını andıran ilahi havasındaki nakaratıyla “sever the ties”, ucundan arch enemy etkisi gözlemlediğim “words in red” ve sondaki “the course to oblivion” da güzel parçalar. özellikle bu sondaki parça baştan sona çok iyi bir şarkı. nakaratı başta olmak üzere pek çok zeki fikri içinde barındırıyor.

enforsaken’la ilgili bahsetmeden geçilemeyecek diğer bir konu da gitaristlerin üstün becerileri elbette. riff’lerde, bu tür için tam kıvamında bir zorluk ve sol parmak kullanımı mevcutken, sololarda bunun daha da fazlasını yapıyorlar. neyse ki pek çok grubun düştüğü hataya düşmüyor ve “madem ki iyi gitar çalıyoruz, her şarkıya dörder tane solo koyup kendimizi gösterelim ha!” demiyorlar.

aslında bu albüme bu türün geleneksel durumlarından biri olan kısa bir akustik şarkı iyi giderdi diye düşünüyorum, ama olmaması da eleştiri konusu değil elbette.

kısa bir özet yapacak olursam, “sinner’s intuition” gözümde “the forever endeavor”dan daha iyi, hatta ona göre çok daha olgun bir albüm. barındırdığı yoğun hüzün duygusu, türe göre iyi bir müzisyenlik ve yine türe göre oldukça sert yapısı ile isveç death metali sevenlerin mutlaka bir şeyler bulabilecekleri bir albüm. her şarkı muhteşem mi? hayır. ama hepsi de ortalamanın üstünde, ve her şarkıda hoşunuza gidecek bir riff, bir bölüm, herhangi bir şey bulacağınızı garanti edebilirim.

the adversary

seeyouindisneyland
emperor’un ardından ihsahn’ın boş durmayacağı açıktı. geçtiğimiz aylarda peccatum’u sonlandırdığını açıklayan ihsahn, geçen ay piyasaya çıkan ilk solo albümü “the adversary” ile karşımızda (yazar burada “the adversary” diyerek şeytan’a sesleniyor). emperor kalitesini bilenler, ihsahn’dan boş iş çıkmayacağını da bilirler. “the adversary” de bu düşünceyi haklı çıkaran bir çalışma. albümün en kısa özeti, “yumuşatılmış ‘prometheus: the discipline of fire and demise’ ile black metal yapan opeth’in karışımı” olarak ifade edilebilir.

sesine kurban olduğum ihsahn’ın “come suffering, apocalypse, release the fires of hell! i call upon destruction and despair!” dizeleriyle açılan albüm, daha ilk şarkı “invocation” ile kopartıyor. ihsahn’ın o kendine özgü hafif çatlak vokali ve zaman zaman akerfeldt’i anımsatan clean vokalleri ile şarkı tek kelimeyle kusursuz bir sanat eserine dönüşüyor. 2006′da çıkan albümler içinde şu ana kadar beni en çok etkileyen birkaç şarkıdan biri. daha ilk saniyeden fark ettiğimiz bir sürpriz de, davulların başında oturan ve anında kendini belli eden asgeir mickelson (borknagar, vintersorg, spiral architect, enslavement of beauty, vesaire). daha ilk splash vuruşundan “işte geldim burdayım, ben bu işte ustayım” havasını sezebiliyorsunuz. bu şarkı kanımca albümün en iyisi. özellikle “let it all come down!” çığlığı ve ardından gelen kaos ile, opeth tadları estiren muhteşem clean bölüm tadından yenmez cinsten. şu clean bölümü bir dinleyin ve bu ay sitede bulunan “davul albümleri” makalesinde neden borknagar – “empiricism” albümünden de bahsettiğimi anlayın. mickelson sadece 1-1,5 dakika arası bir sürede, davulda yaratıcılık ve özgünlük adına seminerler, sempozyumlar düzenliyor, çeşitli panellere konuşmacı olarak katılıyor. sadece müzisyenlik içeren çok da güzel bir klibi bulunan bu parçayı, şu ana kadar adı gecen gruplara yabancı olmayan herkese öneririm.

albümde kendini gösteren yalnızca mickelson değil elbet. ihsahn da her zaman olduğu gibi gitar üzerinde her türlü numaraya girişiyor. kanımca black metal yapan müzisyenler arasında gitara en hakim birkaç insandan biri ihsahn. hatta haddimi aşıp black metal’in chuck schuldiner’ı diyesim var (sadece gitar çalma bazında). oldukça gelişmiş gördüğüm yumuşacık clean vokalleri, az önce bahsettiğim yırtıcı vokalleri ve sıradışı akorlar ve melodileriyle, ihsahn kesinlikle saygı duyulası bir müzisyen. “called by fire”da gördüğümüz blues tabanlı sololar ve muhteşem nakarat bölümü, “citizen”daki hem kaotik hem sanatsal düzenlemeler, “homecoming”in progresif metal/rock tadları, hemen dikkat çeken ayrıntılar. “homecoming” demisken; dream theater ile pain of salvation arasinda gidip gelen şarkının başlarında, “yes i failed again” kısmında vokal öyle bir mikael’e (akerfeldt) benziyor ki, aman da aman diyorsunuz.

sözlerinden ve atmosferinden şeytan fışkıran ağır tempolu ve senfonik “astera ton proinon”da öyle bir nakarat var ki, hem gücü, hem de hüznü aynı anda hissedebiliyorsunuz. “panem et circenses”in girişindeki ihsahn patentli melodiyi, farklı vokal deneme ve düzenlemelerini, “and he shall walk in empty places”ın da tam emperor havası barındıran saf black metal’liğini belirtmek gerek.

ihsahn böyle solo takılmaya devam edecekse gerçekten de çok iyi. çünkü ne emperor efsanesini yeni albümlerle kastırmak zorunda kalıyor, ne de müzikten uzak kalıyor. emperor, bitmiş olsa da black metal’in en güçlü kalelerinden biri olarak her zaman yaşayacak. o müziği yapan kişinin yoluna tek başına devam etmesinde de hiçbir sakınca yok (yanına asgeir gibi bir yol arkadaşı almış bir de; daha ne isteyelim).

black metal, üst düzey müzisyenlik ve yaratıcılık kavramları ile, emperor ve mickelson referansları size bir şeyler ifade ediyorsa, istediği duyguyu sonuna kadar veren bu albümü beğenmeniz büyük olasılık. beşinci ayına yaklaştığımız 2006′nın, şu ana kadar çıkan çok iyi albümlerinden biri.

eyes open

seeyouindisneyland
britanyalıların büyük umutlar bağladığı gruplardan biri snow patrol. kuzey irlanda-iskoçya orijinli grup, 2004 yılında yayınladığı “final straw” ile 2 milyonluk bir satış rakamını yakalamış ve u2’nun geçen yılki yaz turnesinde sahne alma şansını yakalamıştı. “eyes open” böylesi, beklentilerin daha da arttığı bir dönemde yayınlandı.


grubun kariyerindeki dördüncü albüm olan “eyes open” ile ilgili söylenecek çok fazla şey yok, bir bakıma ; fazlasıyla zayıf tınlayan gitarlar, bütün açıkları kapatmaya çalışan davullar ve ‘set the fire to the third bar’da geri vokalde çalışılan martha wainwright aracılığıyla, belirsiz, yönsüz bir albüm havası yaratılıyor. devam edersek ; “eyes open”da parlayan çok fazla şey var, yalnız, bunların altın olduğu konusunda şüphelerim var.

the village laterna

seeyouindisneyland
en son 2003 yılında albüm çıkartan blackmore’s nights, yeni albüm “the village lanterna” ile geri döndü. grupta herhangi bir değişiklik yok, yine rönesans etkisinde, ritchie blackmore tutarlı bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor. ben pek fazla sevmiyorum ama candice night hayranları bu çalışmadan da zevk alacaklardır.



albümün dikkat çeken çalışmaları arasında, ‘25 years’ ve deep purple zamanlarından gelen, önemli klasik çalışma ‘child in time’, rainbow yıllarından ve benim john lynn turner’dan dinlemekten büyük zevk aldığım ‘streets of dreams’ sayılabilir. ‘streets of dreams’ iki versiyonla albümde kendisine yer bulmuş. ilk versiyonda night’ın sesinden dinliyoruz, ikinci versiyonda ise şarkıya turner da dahil olmuş. şarkıların ikisi de ‘bent out of shape” albümünün havasından farklı bir sound ile kayıt edilmiş.


‘child in time’a ise yazık olmuş.


ritchie blackmore’un son dönem çalışmalarını sevenler için herhangi bir sürpriz yok, ilk albümden bu yana son derece tutarlı bir çizgide ilerliyor blackmore ve kendi türü içerisinde son derece kaliteli çalışmalara imza atıyor. ancak, deep purple ve rainbow’un dio’lu dönemlerine hayran olan ben, blackmore’s night’ı oldukça garipsiyorum

rockford

seeyouindisneyland
heaven tonight”, “dream police” gibi albümlerle zirve yapmış gruplardan biri cheap trick. 19. albümle, “rockford”la ; yolculuk sürüyor, 3 yıllık aranın ardından...

“rockford”, pop punk ve power rock/pop diye adlandırılan yeni türlerin sularında geziniyor. arada hard rock etiketi yese de, “rockford”daki hard’ın daha çok ‘pop hard rock’tan ibaret olduğunu, 3-4 track’i bir tarafa bırakırsak, öteye pekte geçmediğini gözlemliyoruz. ‘welcome to the world’ ve ‘give it away’ örnek olsun.

bu söylediklerimiz, cheap trick’in “gönüllü manistream’ciler” kervanına katıldığını göstermiyor nihayetinde. “rockford”da “takdire şayan” bir şeyler görebiliyoruz ; ‘every night and every day’, iyi birer hard rock şarkısı sayılabilecek ‘all those years’, ‘perfect stranger’ gibi şarkılara ek olarak beach boys edalı ‘this time you got it’i “yangında ilk kurtarılacak”lar listemizin başına alıyoruz.

one day it will please us to remember even this

seeyouindisneyland
reddetmek, isyan etmekle başlıyor... isyan etmek, en çok punk’ın yaratıcılarına, clash’e, pistols’a, damned’a ve en nihayetinde dolls’a yakışıyor.

tartışılıyor ; johnny thunders’sız new york dolls olur mu, deniyor. bu soru, cevabının o kadar kolay verilemeyeceği sorulardan. thunders, grubun kendi adını taşıyan 73 tarihli albümünün mimari, grubun “essential man”i. “too much too soon”daki katkısını da unutmamak lazım elbette.

hayat devam ediyor. vicious öldü diye punk bitmedi. joey öldü ama ramones’un mirası oradadır...

bu uzun isimli albümün verdiği keyfin de uzun soluklu olacağını tahmin edenlerdenim. “33 yıl bunun için mi bekledik!” yollu çıkışlara, bu sebeple anlam veremiyorum.

“one day...” 2006’da punk’ın tarifi oluyor. arife tarif gerekir mi ; bu da ayrı bir sorudur ve sanırım punk hep soru soruyor, sordurtuyor. cevaplarını vermeden...

david johansen atmışına dört kala, “one day it will please us to remember even this”i yazdığı söz ve müziklerle sırtlanmış. yetmemiş, vokalleri de üzerine almış ve her saniyesi ayrı keyif veren şarkıların mucidi olmuş. albümün ilk şarkısı ‘we’re all in love’, ‘runnin’ around’, “tarzan ince dallarda”nın ingilizcesi ‘dance like a monkey’, ‘fishnets & cigarettes’, olmazsa olmazlarımız. ’dance like a monkey’in uncut’ın haziran özel cd’sinde de yer aldığını belirtelim.

daha minör tonlarda, punk gibi, bir albümle karşı karşıyayız. 2 aydır beklememiz boşuna değilmiş, görüyoruz.

speak of the dead

seeyouindisneyland
power metal’in ortaya çıktığı zamandan bu yana dağılmadan, dinleyici kitlesini sürekli artırarak devam eden kaç grup var? helloween, iced earth ve nihayet rage benim ilk anda aklıma gelen isimler. peter wagners, nam-î diğer “peavy” -rage’in frontman’i olarak- bu başarıda en fazla paya sahip olan insanlardan.

bu albümü ikiye ayırabiliriz. sekizinci track olan ‘beauty’den sonra farklı bir yapı karşımıza çıkıyor. bunun sebebi ilk sekiz şarkının beyaz rusya’dan, minsk’den bir senfoni orkestrasıyla kaydedilmiş olması. albümü ilk dinlediğimde bunu bilmediğimden bir hayli şaşırmıştım, “bu viyolonsel!” gibi bir takım sorular uyanmıştı beynimde, daha sonra albüm infosunu inceleyince durumu fark ettim. geçerken not etmek istiyorum, geçmiş birikimlerinden kaynaklanıyor olsa gerek, doğu avrupa ülkeleri senfonik müzikte gayet iyiler, bunu bir kez daha kanıtlıyorlar yeni rage albümüyle.

victor smolski, peavy wagner ikilisinin yazıp bestelediği şarkılardan sözleri en fazla dikkatimi çeken şarkı ‘kill your gods’ idi. ; “kill your gods, save your souls, kill your gods, kill your gods, you’d, kill your gods, save your souls, kill your gods, you should kill your gods” diyorlar, bu biçimi kullanan oldukça şarkıyla karşılaşmış olabilirsiniz ancak üstün rage sounduyla bu sözleri dinlemek, peavy’den dinlemek ayrı bir haz, öneriyorum.

birbirini tekrar eden, power metal trendi ne kadar geride kaldı bilemiyorum. bildiğim ; her türde, genelden ayrılan öncü grupların olduğu. rage bunlardan biri ve “speak of the dead” 2006 yılının en başarılı power metal albümlerinden.

living with war

seeyouindisneyland
2005 tarihli neil young albümü “prairie wind”ın üzerinden çok zaman geçmeden yeni bir albümle, “living with war” ile karşılıyoruz folk rock üstadı neil young’ı. belli ki, albümün çıkışının üzerinden 1 ay dahi geçmemişken slogan haline gelen ‘living with war’, yıllar sonra 2000’lerin “blowin’ in the wind”ı olarak anılacak.

sebebi bilinmez, albümün aldığı eleştiriler diğer neil young albümleri kadar olumlu değil. bunun en önemli sebebi, neil young’ın açıkça abd karşıtı bir pozisyon almış olması olsa gerek. bu sebeple, bush’a karşı oldukça net bir tavır alan neil young’ın amerika dışından daha olumlu eleştiriler aldığını görüyoruz. kişisel kanaatim de 94’de yayınlanan “sleeps with angels”dan bu yana yayınlanan en iyi neil young albümünün “living with war” olduğu yönünde. albüm hem 68’in muhalif, köküne sadakat gösteren rock’ını hatırlatıyor hem de, son dönem yaptığı albümleriyle ortaya çıkardığı soundu beğenilmeyen young’ın bu tarafta yeni bir çıkış yakaladığını gösteriyor.

‘after the garden’, şarkı sözlerini türkçe’ye çevirdiğimiz -elimizden geldiğince- ‘living with war’, “63’de bob dylan’ı, özgürlüğün bayraklarının dalgalandığını seyretmek” dediği ‘flags of freedom’, colin powell’ın yerden yere vurulduğu ‘lookin’ for a leader’ albümün öne çıkan şarkıları olurken neil young’a selam duruyoruz, rock’n roll için, folk’un geleneğini sürdürdüğü için, dünya için !

a funk odyssey

seeyouindisneyland
jamiroquai ’travelling without moving’ albümü ile yakaladığı başarıyı ve müthiş soundunu harcamak için elinden geleni yapıyor. ’funk odyssey’ albümü de bunun en son örneği.

diğer grupların arasından ayrılmasını sağlayıp, kendine sıkı bir fan kitlesi edinmesini sağlayan acid-jazz/funk/electronik soundunu bir önceki albüm olan ’synkronized’ ile yitireceği sinyallerini vermişti. zaten bu albüm de belki de jamiroquai tarihinin en başarısız albümü. ’funk odyseey’ ile electronik/disco dozu iyice artmış, bu belki gruba eski satış rakamlarını ve fanlarını getirse de, grubun orjinal hali ile sevmiş, benim gibi, bir çok insanı da kaybettiği kesin.

albüm genel soundu ile disco/electronik de olsa çoz az eski jamiroquai bulmak mümkün. esasında bu çözülmeyi açıklamak için gerekli olan tek bir isim var. eski basçı stuart zerden. gerçi eski basçı demek de çok doğru değil çünkü zerden’in ayrışılından sonra grup başka bir basçı ile çalışmadı, belki de çalışamadı demek daha doğru.

zerden’in ayrılmasından sonra çıkan ikinci albüm ’funk odyssey’. kesinlikle grubu zerden zamanı ve sonrası olarak ikiye ayırdığımızda, sonrası bölümünde kalan ’synkronized’ ve ’funk odyssey’, grubun kendini geliştiremediği, soundun iyice çözüldügü ve sanki jay kay’in kişisel isteklerinin ve başarı hırsının öne çıktığı eserler.

nyc ghosts and flowers

seeyouindisneyland
dünyanın en ilginç gruplarından sonic youth, çok güzel bir albümle yeniden karşımızda. 80lerin başından bu yana aktif olarak müzik yaşamında olan grup hiçbir zaman popüler olamadı, çünkü yaptıkları müzik gerçekten zor anlaşılan birşeydi, hatta belli bir kalıba bile sokulması mümkün değildi.

grubu tanımayanlar için, tarzlarını şu şekilde açıklamam mümkün olabilir belki de: radiohead’in son albümü ’kid a’da "how to disappear completely" diye bir şarkı var. bu şarkının son bir dakikası içinde pekçok enstrüman kullanılmış ve şarkı tam bir karmaşa halin almış. işte sonic youth’un müziği için de genel olarak buna benzer bir şey denebilir.

bu yazıyı yazmama sebep olan son sonic youth albümü ’nyc ghosts & flowers’, grubun 1992 tarihli başyapıtı ’dirty’den sonraki en iyi albümü belki de. açılıştaki "free city rhymes"ı favori sonic youth şarkılarım arasına şimdiden koydum bile. parçada zaman zaman ’washing machine’deki gibi güçlü gitarlar kullanılmış. ondan sonra gelen "renegade princess" ise punk etkilenimli, sert ve akılda kalıcı bir parça. şarkı örneği olarak bir de albümün isim parçası "nyc ghosts & flowers"a dikkatinizi çekmek istiyorum; gerçekten etkileyici, müthiş bir beste.

lovedrive

seeyouindisneyland
hard rock seviyosanız bu albümü size gözüm kapalı öneririm. 8 parçanın nerdeyse hepsi scorpions toplamalarında bulunmuş parçalar. tüm zamanların en iyi hard&heavy grubunun belki de en iyi albümü. coşku, melankoli, romantizm, erotizm ve sertlik barındıran bir albüm

drinkin tnt n smokin dynamite

seeyouindisneyland
blues severlere, özellikle de chicago blues severlere tozlu raflardan unutulmaya yüz tutmuş bir “canlı” albüm. buddy guy ve junior wells dışında pinetop perkins piyanoda, bill wyman (rolling stones) bas gitarda, terry taylor ritm gitarda ve dallas taylor davulda müthiş bir performans sergiliyor.

pink moon

seeyouindisneyland
ülkemizde pek tanınmayan albümleri de nerdeyse hiçbiryerde bulunamayan nick drake aslında çok ünlü ve çok başarılı bir müzisyeniydi. nick drake’in bu en ünlü albümünde 11 parça var. en uzunu 3:30 dakika ve albümün tamamı yaklaşık 27 dakika. tam kafa dinlemelik bir albüm

bridge over troubled water

seeyouindisneyland
paul simon ve art garfungel. tüm zamanların en iyi ikililerinden. daha sonraları ayrı ayrı yollarına devam ettiler. hatta paul simon birkaç hafta önce yeni albümünü yayınladı. 1970 tarihli bu efsane albümde “bridge over troubled water”, “el condor pasa”, “cecilia”, “the boxer”, “baby driver”, “the only living boy in new york”, “song for asking” gibi mükemmel şarkılar var. her arşivde mutlaka olması gereken bir albüm. zaten 6 grammy ödülü kazanmış. bu aynı zamanda ikilinin beraber yaptığı son albüm olmuş.

geddy lee

seeyouindisneyland
hiç unutmam... ben henüz ortaokuldayım, deli gibi her tenefüste ya müzik dinleyen, ya da müzik konuşan bir bacaksız. bir de lise sondan benim sırtımı devamlı sıvazlayan, müzikten de bayağı anladığını varsaydığım bir ağabey. ağabey bir gün rush’ın "grace under pressure" kasetini tutuşturdu elime, dedi ki "bak kardeşim, bu şarkıcı var ya işte, konserlerinde bir yandan şarkı söylüyor, bir yandan gitar çalıyor, hatta bir yandan da ayaklarıyla synthesizer idare ediyor". hala bilmem hikayenin burası ne kadar gerçektir ama o gün o ağabeyin kanıma girdiği kocaman bir gerçektir. ayaklarıyla yaptıklarından ne kadar şüphe etsem de, geddy lee’nin elleriyle bas gitara yaptıklarını her zaman hayranlıkla seyrettim o günden beri. her zaman dünyada eli enstrüman tutan her rock müzisyeninin her üyesine gıptayla baktığı belki de tek grup olan rush’ın bu efsane basçının alemde enstrümanı namına kazanmadığı bir ödül yoktur. en büyük yeteneği ise böylesine karmaşık bas düzenlemelerinin arkasındaki şarkılardan onlarca hit single çıkarabilmesidir. sesine alışıp alışamamak ayrı bir tartışma konusudur ama gitaristliği üzerine ahkam kesmek büyük ayıptır.

james jamerson

seeyouindisneyland
büyük usta jamerson, r&b ve pop müziğin belki de ilk elektro bas dehası. şimdi diyeceksiniz ki nerden çıktı bu "elektro" lafı birdenbire. jamerson’un ortaya ilk çıkış yaptığı zamanlar olan 1950’lerin sonlarında basçı dendiğinde akla hala ron carter gibi kontrbas ustaları geliyordu. yanlış anlamayın sakın; james jamerson dünyaya sadece elektro bas fikrini yaydığı için değil, gerçekten de bas gitarı ile 1959-1972 arası kaydedilen hemen hemen bütün efsane motown kayıtlarına hayat verdiğinden burada. kimler mi jamerson’un listesinde? marvin gaye, stevie wonder, the supremes, smokey robinson ve daha niceleri. paul mccartney’in kahramanı olması da az buz bir referans değildir işin doğrusu. dünyanın gelmiş geçmiş en büyük stüdyo müzisyenlerinden olduğu su götürmez. 1983’te henüz kırklarındayken hayata veda etmiştir.

larry graham

seeyouindisneyland
larry graham ismi belki de müzik dünyasının daha sık hatırlanmayı en çok hak eden müzisyenlerinden birisi. belki abartı gibi gelecek sizlere fakat bazılarına göre gitarda eddie van halen neyse, bana göre de basta larry graham odur. graham, ya da nam-ı-diğer mr. thunderlicks, sly and the family stone ile kaydettiği "stand!" ve "there’s a riot goin’ on" gibi albümlerdeki performansıyla sadece funk değil her türde müzik yapan onlarca önemli basçının ilham kaynağı olmuştur. bas gitarda yarattığı "pop-and-slap" devriminin benzerini başkası henüz icat edememiştir. mr. thunderlicks’i kendisine örnek alan müzisyenler arasında prince, les claypool, stanley clarke, marcus miller gibi devler bulunmaktadır. sly ve ekibinden koptuktan sonra graham cenral station’i kurmuş ama gözden ırak bir hayat sürmeye devam etmiştir. her ne kadar kendi grubuyla da büyük işler yapmış olsa da ben derim ki siz önce mutlaka "dance to the music" ve "everybody is a star"ı dinleyin, sonra da kendi kendinize bir "haaaa!" çekip bu ismi aklınızın bir köşesinde tutun.

chris squire

seeyouindisneyland
yıllarca bill bruford ile takım olmuş, son derece klas ve orijinal bir basçıdır kendisi. burada adı geçen babalar arasında da gitarını her daim pena tutarak çalan nadir isimlerdendir. squire, bas gitarı sadece bir ritim enstrümanı olarak kabul etmemiş ve müziğe şeklini verecek, agresif, melodik stili ve ağır sound’uyla arkasından gelen ve iron maiden’ın steve harris’ine kadar uzanan yeni bir nesle ilham vermiştir. yıllardır rickenbacher markasıyla ismi yan yana yürüyen chris squire’in ’roundabout’, ’i’ve seen all good people’, ’yours is no disgrace’ gibi yes klasiklerindeki bas harikalarına şapka çıkartmamak imkansızdır. kendisi aynı zamanda hem grubun önemli şarkı yazarlarından biridir, hem de vokal armonilerinin düzenlemesinden sorumludur. 1975 tarihli lp’si "fish out of water" bana sorarsanız -rick wakeman ve jon anderson dahil- bir yes üyesi tarafından yayınlanmış en başarılı solo albümüdür.

tony levin

seeyouindisneyland
peter gabriel ve king crimson’ın en favori müzisyenlerimden olmaları ile tony levin’in bende çok özel bir yerinin olmasının bir bağı var herhalde. bu devlerle çalışmasının dışında bir sürü sebebi daha da var levin’e böylesine kapılmamın. yıllarca favori davulcum (bkz. geçen sayı) bill bruford ile yıllarca rock müziğin bana göre en yaratıcı iki ikilisiden birini oluşturduğu için de, kel kafası ve osmanlı bıyıklarıyla "uncle tony"miz olduğundan da, enstrümanının sınırlarını zorlamadan edemeyip dört ve beş başlı basların efendisi oldu. işin sırrı hem chapman stick, hem de kendi icadı funk fingers’la sadece kendine özgü sesler yaratabilmesinden de. dünyanın en sevilen ve sayılan basçılarının en önde gideni olan uncle tony, özellikle 12 telli stick’ini çaldığı zamanlar, yazdığı inanılmaz düzenlemelerle konserde seyircilere, albümlerde de dinleyicilere "hade ordan, iki el yetmez bunları çalmaya" dedirtmeye devam etmektedir. ama kendisini bu kadar sevmemizin en büyük sebebi en arabesk tabiriyle gönül insanı olmasıdır, çaldığı her şarkının sadece akıl değil, duygu miktarını da bir ritim enstrümanıyla böylesine katlayabilmesidir. peter gabriel’in "us"ı ve king crimson’un "discipline"indeki levin performanslarına dikkat!
118 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol