ot şehir, ot caddeler, ot kafeler; yahu yeter! ne zaman değişecek bu şehir. asosyallik tavan yapmış, emekliler cirit atıyor, buna bir dur diyecek yok mu? bu ne durağanlıktır kardeşim! illa araba ya da motor mu olacak bu şehirde yaşayabilmek için. ayrıca sevmiyorum kardeşim meyhane kültürü, koca koca adamların şehir dışındaki mekanlarda karı oynatmaları, konsomatrisler falan. ya da "pazar günü kurşunlu’ya pikniğe gidelim" geyiği... nedir bu ya, bu şehrin eğlence kültürü hiç değişmeyecek mi? kısırdöngüler arasında yaşayıp duruyoruz. yapın şuraya adam gibi mekanlar da gençler genç olduğunu anlasın biraz. belediye başkanının "kültür şehri olarak kalmasını istiyorum" dediği şehir bu olmamalı. turgutlu aldı başını gitti, 10 yıl içinde nüfusunu ikiye katladı. ama sağolsun, emekliler, tefeciler ve trilyonları olduğu halde şuraya bir fabrika kurmayan zenginlerin sayesinde bizim salihli yerinde saymakta ısrar ediyor.
bu şehrin sorunu iş sahasının olmaması. insanlar sürekli aynı şeyleri yapıyor. gençlerin çoğu genç olmayı yalnız motorla gezmekten ibaret sandığı için abuk subuk şahsiyetlere bürünüyor. buraya yüksekokul okumaya gelecek öğrencilere uyarım olsun. bir daha düşünün. gideceğiniz bir iki mekan dışında ot, ot yine ot. ayrıca salihli’nin neresine giderseniz gidin, maruz kalacağınız gürültü terörü de cabası.
bence birçok kimsenin derdi film değil, mahsun’dur. ne yapalım yani, mahsun’a hep böyle karşı mı olacağız? adam ne güzel uğraşmış, yapmış işte. cem yılmaz’ın inanılmaz güldüren bir tat bir doku serisine alıştıktan sonra salakça çekilmiş bir gora filmini beğenen adam, mahsun’u da beğenmeli. en azından, adam kendisini aşmış durumda. ve filmde, çoğu batı insanının, varlığından haberi olmadığı ülke sorunlarından bahsetmiş.
eğer bir insan evladı recep ivedik filmine güldükten sonra bu filmi beğenmiyorsa, sadece mahsun’a garezi vardır derim.
bunun yanında, bazı sözlük yazarlarının yakalandığı "beğenmeme, takdir etmeme hastalığı"nı da göz ardı etmemek lazım.
yeni filmler bekliyoruz mahsun.
eğer bir insan evladı recep ivedik filmine güldükten sonra bu filmi beğenmiyorsa, sadece mahsun’a garezi vardır derim.
bunun yanında, bazı sözlük yazarlarının yakalandığı "beğenmeme, takdir etmeme hastalığı"nı da göz ardı etmemek lazım.
yeni filmler bekliyoruz mahsun.
köle gibi çalıştırılan öğretmen.
yukarıdaki tanımlara diyeceğimiz yoktur. sadece kinayeyle olan farkına dikkat çekmenin faydalı olacağını düşünerekten diyoruz ki:
kinayede sözcük, mecaz anlam kastedilerek söylenir; ancak temel anlam da ortaya çıkar. tevriyede sözcük, uzak anlam(yani ilk akla gelenden sonraki anlam) kastedilerek söylenir. bunu yapmak için, sözcüğün sesteşi olması gerekir. yani tevriyede esas olan "sesteşlik ilişkisi"; kinayede ise temel-yan-mecaz anlam ilişkilerinin ortaya çıkardığı "çokanlamlılık olgusu"dur. ancak ikisinin de ortak özelliği "bir taşla iki kuş vurmak"tır.
sarımsak da acı; ama her eve lazım bir dişi
dişi --> sarımsağın dişi (ilk akla gelen)
dişi --> kadın (sonradan akla gelecek olan, kastedilen)
tevriye, edebi sanatlardan "anlam sanatları"na dahil olmakla birlikte icrası ustalık isteyen bir söyleyiştir.
kinayede sözcük, mecaz anlam kastedilerek söylenir; ancak temel anlam da ortaya çıkar. tevriyede sözcük, uzak anlam(yani ilk akla gelenden sonraki anlam) kastedilerek söylenir. bunu yapmak için, sözcüğün sesteşi olması gerekir. yani tevriyede esas olan "sesteşlik ilişkisi"; kinayede ise temel-yan-mecaz anlam ilişkilerinin ortaya çıkardığı "çokanlamlılık olgusu"dur. ancak ikisinin de ortak özelliği "bir taşla iki kuş vurmak"tır.
sarımsak da acı; ama her eve lazım bir dişi
dişi --> sarımsağın dişi (ilk akla gelen)
dişi --> kadın (sonradan akla gelecek olan, kastedilen)
tevriye, edebi sanatlardan "anlam sanatları"na dahil olmakla birlikte icrası ustalık isteyen bir söyleyiştir.
istiare iki türlü anlatılabilir.
ilk bakış:
zihnimizde canlandırıp henüz sözcüğe dökmediğimiz a ve b imgeleri arasında herhangi bir benzerlik varsa ya da hayali olarak aralarında bir benzerlik kurulmuşsa, a imgesini karşılayan sözcüğü b imgesi yerine kullanmaktır. bu "yerine kullanma" işi mecazın kendisidir. yani benzerlik olsun ya da olmasın bu olay gerçekleşebilir. benzerlik ilgisi varsa istiare; yakın ilişki varsa mecaz ı mürsel gerçekleşir.
yani istiare, mecaz yapma yollarından biridir.
diğer taraftan bakalım:
teşbih-i beliğ’in unsurlarından biri çıkarılırsa istiare oluşur.
açıklama:
teşbih sanatı iki şey arasındaki (bakın zayıf unsur, güçlü unsur gibi gereksiz kelamlar etmiyorum) benzerliği göstermektir. benzerlik yoksa bile kafada canlandırılan hayali benzerliği karşı tarafa aktarmaktır. yani, teşbih bir benzetme sanatıdır. ancak bu sanat icra edilirken sözcükler gerçek anlamlarında kalır, herhangi bir aktarma ve bu aktarmaya binaen ortaya bir "mecaz" çıkması olayı söz konusu değildir. yani zihindeki iki imge de, kendilerini karşılayan asıl sözcüklerle ifade edilir.
ancak bu benzerliklerin zaman geçtikçe klişeleşmesi ya da sözcük tasarrufu yapma eğilimi şu düşünceyi doğurur: "madem ki iki şey(imge) birbirine benzetiliyor. o halde bu imgeleri karşılayan sözcükleri, birbirlerinin yerine kullanmak mümkündür."
yani:
"benim sevgilim gül gibi güzel" --> "benim sevgilim gül gibi" --> "sevgilim gül"
eee, benim sevgilim gül ise ben bundan sonra ona ben yalnızca "gül" diyeyim.
şimdi, püf nokta şurası ki artık teşbihin iki unsurundan birisi gitmiş olur. zira sadece biri bile söylense, söz konusu benzerlik ilgisi karşı tarafa hissettirilmiş olacaktır. ancak bu esnada, söz konusu iki imgeyi (gül ve sevgili) karşılayan sözcüklerden biri ortadan kaybolduğu için; yani biri(gül), diğeri(sevgili) yerine kullanıldığı için sözcük aktarımı, diğer bir deyişle "mecazlaştırma" yapılmış olur. bu yüzden istiare hem bir benzetme hem de mecaz sanatıdır.
hatta istiare için "çok çok kısaltılmış benzetme" de diyebiliriz. ama bunu derken de sözcüğün artık mecazlı kullanıma girdiğini hatırlamalıyız.
bir de bu meretin açığı-kapalısı vardır:
teşbih-i beliğ’in iki unsurundan hangisinin çıkarıldığına göre açık istiare ya da kapalı istiare oluşur. yalnız şöyle bir şey söz konusu ki kitaplar bu konuda yeteri kadar bilgi vermediği için öğrenciler açık ve kapalı istiareyi genellikle birbirine karıştırmaktadır.
açık istiare yapmak çok kolaydır. yukarıdaki gül-sevgili örneğini dikkate alsak: karşı tarafa "gül" deyince zaten burada bir anormallik olduğu apaçık görülüyor. her ne kadar klişeleşmiş de olsa bir insana bir bitki ismiyle hitap etmek enteresan bir şey. ha, muhatip ve muhatap da biliyor ki bu sözcük mecazlıdır. yani gül ile kastedilen "gül sevgili"dir ve yalnızca "kendisine benzetilen unsur" söylenmiştir. ya da m. akif ersoy’dan:
garbın ucunda son kıyıdan en gürültülü
bir med zamanı gökyüzü kurşunla örtülü
beytindeki "kurşun" kelimesinin oradaki anormalliği... gökyüzünde kurşunun ne işi vardır? şiiri okuyan insan burada bir mecaz (yani anormallik) olduğunu hemen anlayacaktır. gökyüzündeki bir şey (o da muhtemelen bulut olacaktır) renk yönünden (şekil yönünden olamaz) buluta benzetilmiş ve sadece kendisine benzetilen unsur söylenmiştir. yani "gökyüzü kurşunla örtülü" de dense "gökyüzü kurşun gibi gri bulutlarla örtülü" de dense söz konusu benzerlik anlatılmış/aktarılmış olacaktır.
sıra geldi kapalısına.
gerzek kitaplar şöyle der (sözüm meclisten dışarı, sadece gerzek olanlar):
teşbih’in unsurlarından yalnız "benzeyen" ile yapılan istiaredir. bu önerme üzerine hemen ben de diyorum ki:
gül sevgili --> sevgili (sevgilimi özledim)
kurşun bulut --> bulut (gökyüzü bulutla örtülü)
eee, hani nerde mecaz? nerde benzerlik?
yani açık istiaredeki benzerliği anlamak mümkündü. ama kapalıda, sadece benzeyen unsurla bu benzerlik ilgisini, sözcük aktarımını anlamak nasıl mümkün olabilir?
o zaman ben hemen araya giriyorum ve diyorum ki, benzerlik ilgisini açığa çıkaran asıl unsur olan "kendisine benzetilen" kapalı istiarede söylenmediği ve geride kalan "benzeyen" unsurun da tek başına, bu benzerlik ilgisini açığa çıkarmaya/hissettirmeye gücü yetmediği için söz konusu benzeyişin başka bir unsur tarafından belli edilmesi/açığa çıkarılması gereklidir. hani ayrıntılı benzetmede iki unsur daha vardı: edat ve benzeme yönü. işte, benzeme yönü de söylenirse (edatın bu konuda bir işlevi yoktur, olamaz) o zaman zihinde imgeler arası bir bağ kurulabilir. yani:
(yukarıdaki örneklerle kapalı istiare yapılamaz, başka örnek verelim)
yüce dağ başında
salkım salkım olan bulut
saçın çözüp benim için
yaşın yaşın ağlar mısın
dörtlüğündeki "salkım salkım olan bulut" ifadesinin anormalliği üzerinden yola çıkalım. şimdi bulut salkım salkım olamaz. ancak üzüm salkım salkım olur. işin esprisi şu ki hayalperest kişiye o an öyle gelmiş olabilir. kişi, zihninde üzüm ve bulut imgeleri arasında bir benzerlik kurmuş ve sadece benzeyen unsur olan "bulut"u söylemiş. diğer taraftan, zihninde kurduğu benzerliği anlatmak için "benzeme yönü"nü de söylemiş. söylemeseydi:
yüce dağ başında bulut
deyip bıraksaydı benzeme olayını anlamazdık, istiare de oluşmazdı. yani biz burada "salkım salkım" olma özelliğinden yola çıkarak bulutu üzüme benzetebiliyoruz. işte kapalı istiarenin mantığı budur. benzeyen unsur yanında illa ki benzeme yönü de söylenmelidir.
elim değmişken teşhisi de anlatayım:
şimdi bu istiare kendi arasında şu gruplara ayrılabilir: "doğadan insana, doğadan doğaya, somuttan soyuta, soyuttan somuta" aktarım gibi. bu aktarımlar açık ya da kapalı istiare şeklinde sunulabilir.
ancak aktarma(benzerlik kurma) yönü "insandan doğaya" şeklindeyse bu, diğer bir edebi sanat olan "teşhis"i ortaya çıkarır. nasıl?
sensiz geçen ilk gecemde gökler ağlıyor
gökler değil de ancak insan ağlayabilir. göğün ağlaması için, onun bir insan gibi düşünülmesi lazımdır. ben hemen cümleyi teşbihe çevireyim:
sensiz geçen ilk gecemde gökler (sanki bir insan gibi) ağlıyor
olay budur. yani teşhis de bir başka istiare türüdür. yalnız şurası unutulmamalı ki bu tip istiareler(yani teşhisler), kendisine benzetilen unsur(insan) sabit kaldığı için; yani insan dışındaki varlıklar insana benzetildiği için yalnızca kapalı istiare şeklinde olacaktır. çünkü sabit kalan unsuru göstermenin bir manası yoktur; benzeyiş, benzeyen ve benzeme yönü üzerinden gösterilecektir. yani kısaca: "tüm teşhisler kapalı istiaredir; ancak tüm kapalı istiareler teşhis değildir.
sonuç: istiareyi, teşbihin bir sonraki aşaması ya da evrimleşmiş hali olarak kabul etmek mantıklıdır. ve herhangi bir yargıya istiare diye bakarken, aslında bir teşbihe baktığımızı her daim akla getirmek faydalı olacaktır.
ilk bakış:
zihnimizde canlandırıp henüz sözcüğe dökmediğimiz a ve b imgeleri arasında herhangi bir benzerlik varsa ya da hayali olarak aralarında bir benzerlik kurulmuşsa, a imgesini karşılayan sözcüğü b imgesi yerine kullanmaktır. bu "yerine kullanma" işi mecazın kendisidir. yani benzerlik olsun ya da olmasın bu olay gerçekleşebilir. benzerlik ilgisi varsa istiare; yakın ilişki varsa mecaz ı mürsel gerçekleşir.
yani istiare, mecaz yapma yollarından biridir.
diğer taraftan bakalım:
teşbih-i beliğ’in unsurlarından biri çıkarılırsa istiare oluşur.
açıklama:
teşbih sanatı iki şey arasındaki (bakın zayıf unsur, güçlü unsur gibi gereksiz kelamlar etmiyorum) benzerliği göstermektir. benzerlik yoksa bile kafada canlandırılan hayali benzerliği karşı tarafa aktarmaktır. yani, teşbih bir benzetme sanatıdır. ancak bu sanat icra edilirken sözcükler gerçek anlamlarında kalır, herhangi bir aktarma ve bu aktarmaya binaen ortaya bir "mecaz" çıkması olayı söz konusu değildir. yani zihindeki iki imge de, kendilerini karşılayan asıl sözcüklerle ifade edilir.
ancak bu benzerliklerin zaman geçtikçe klişeleşmesi ya da sözcük tasarrufu yapma eğilimi şu düşünceyi doğurur: "madem ki iki şey(imge) birbirine benzetiliyor. o halde bu imgeleri karşılayan sözcükleri, birbirlerinin yerine kullanmak mümkündür."
yani:
"benim sevgilim gül gibi güzel" --> "benim sevgilim gül gibi" --> "sevgilim gül"
eee, benim sevgilim gül ise ben bundan sonra ona ben yalnızca "gül" diyeyim.
şimdi, püf nokta şurası ki artık teşbihin iki unsurundan birisi gitmiş olur. zira sadece biri bile söylense, söz konusu benzerlik ilgisi karşı tarafa hissettirilmiş olacaktır. ancak bu esnada, söz konusu iki imgeyi (gül ve sevgili) karşılayan sözcüklerden biri ortadan kaybolduğu için; yani biri(gül), diğeri(sevgili) yerine kullanıldığı için sözcük aktarımı, diğer bir deyişle "mecazlaştırma" yapılmış olur. bu yüzden istiare hem bir benzetme hem de mecaz sanatıdır.
hatta istiare için "çok çok kısaltılmış benzetme" de diyebiliriz. ama bunu derken de sözcüğün artık mecazlı kullanıma girdiğini hatırlamalıyız.
bir de bu meretin açığı-kapalısı vardır:
teşbih-i beliğ’in iki unsurundan hangisinin çıkarıldığına göre açık istiare ya da kapalı istiare oluşur. yalnız şöyle bir şey söz konusu ki kitaplar bu konuda yeteri kadar bilgi vermediği için öğrenciler açık ve kapalı istiareyi genellikle birbirine karıştırmaktadır.
açık istiare yapmak çok kolaydır. yukarıdaki gül-sevgili örneğini dikkate alsak: karşı tarafa "gül" deyince zaten burada bir anormallik olduğu apaçık görülüyor. her ne kadar klişeleşmiş de olsa bir insana bir bitki ismiyle hitap etmek enteresan bir şey. ha, muhatip ve muhatap da biliyor ki bu sözcük mecazlıdır. yani gül ile kastedilen "gül sevgili"dir ve yalnızca "kendisine benzetilen unsur" söylenmiştir. ya da m. akif ersoy’dan:
garbın ucunda son kıyıdan en gürültülü
bir med zamanı gökyüzü kurşunla örtülü
beytindeki "kurşun" kelimesinin oradaki anormalliği... gökyüzünde kurşunun ne işi vardır? şiiri okuyan insan burada bir mecaz (yani anormallik) olduğunu hemen anlayacaktır. gökyüzündeki bir şey (o da muhtemelen bulut olacaktır) renk yönünden (şekil yönünden olamaz) buluta benzetilmiş ve sadece kendisine benzetilen unsur söylenmiştir. yani "gökyüzü kurşunla örtülü" de dense "gökyüzü kurşun gibi gri bulutlarla örtülü" de dense söz konusu benzerlik anlatılmış/aktarılmış olacaktır.
sıra geldi kapalısına.
gerzek kitaplar şöyle der (sözüm meclisten dışarı, sadece gerzek olanlar):
teşbih’in unsurlarından yalnız "benzeyen" ile yapılan istiaredir. bu önerme üzerine hemen ben de diyorum ki:
gül sevgili --> sevgili (sevgilimi özledim)
kurşun bulut --> bulut (gökyüzü bulutla örtülü)
eee, hani nerde mecaz? nerde benzerlik?
yani açık istiaredeki benzerliği anlamak mümkündü. ama kapalıda, sadece benzeyen unsurla bu benzerlik ilgisini, sözcük aktarımını anlamak nasıl mümkün olabilir?
o zaman ben hemen araya giriyorum ve diyorum ki, benzerlik ilgisini açığa çıkaran asıl unsur olan "kendisine benzetilen" kapalı istiarede söylenmediği ve geride kalan "benzeyen" unsurun da tek başına, bu benzerlik ilgisini açığa çıkarmaya/hissettirmeye gücü yetmediği için söz konusu benzeyişin başka bir unsur tarafından belli edilmesi/açığa çıkarılması gereklidir. hani ayrıntılı benzetmede iki unsur daha vardı: edat ve benzeme yönü. işte, benzeme yönü de söylenirse (edatın bu konuda bir işlevi yoktur, olamaz) o zaman zihinde imgeler arası bir bağ kurulabilir. yani:
(yukarıdaki örneklerle kapalı istiare yapılamaz, başka örnek verelim)
yüce dağ başında
salkım salkım olan bulut
saçın çözüp benim için
yaşın yaşın ağlar mısın
dörtlüğündeki "salkım salkım olan bulut" ifadesinin anormalliği üzerinden yola çıkalım. şimdi bulut salkım salkım olamaz. ancak üzüm salkım salkım olur. işin esprisi şu ki hayalperest kişiye o an öyle gelmiş olabilir. kişi, zihninde üzüm ve bulut imgeleri arasında bir benzerlik kurmuş ve sadece benzeyen unsur olan "bulut"u söylemiş. diğer taraftan, zihninde kurduğu benzerliği anlatmak için "benzeme yönü"nü de söylemiş. söylemeseydi:
yüce dağ başında bulut
deyip bıraksaydı benzeme olayını anlamazdık, istiare de oluşmazdı. yani biz burada "salkım salkım" olma özelliğinden yola çıkarak bulutu üzüme benzetebiliyoruz. işte kapalı istiarenin mantığı budur. benzeyen unsur yanında illa ki benzeme yönü de söylenmelidir.
elim değmişken teşhisi de anlatayım:
şimdi bu istiare kendi arasında şu gruplara ayrılabilir: "doğadan insana, doğadan doğaya, somuttan soyuta, soyuttan somuta" aktarım gibi. bu aktarımlar açık ya da kapalı istiare şeklinde sunulabilir.
ancak aktarma(benzerlik kurma) yönü "insandan doğaya" şeklindeyse bu, diğer bir edebi sanat olan "teşhis"i ortaya çıkarır. nasıl?
sensiz geçen ilk gecemde gökler ağlıyor
gökler değil de ancak insan ağlayabilir. göğün ağlaması için, onun bir insan gibi düşünülmesi lazımdır. ben hemen cümleyi teşbihe çevireyim:
sensiz geçen ilk gecemde gökler (sanki bir insan gibi) ağlıyor
olay budur. yani teşhis de bir başka istiare türüdür. yalnız şurası unutulmamalı ki bu tip istiareler(yani teşhisler), kendisine benzetilen unsur(insan) sabit kaldığı için; yani insan dışındaki varlıklar insana benzetildiği için yalnızca kapalı istiare şeklinde olacaktır. çünkü sabit kalan unsuru göstermenin bir manası yoktur; benzeyiş, benzeyen ve benzeme yönü üzerinden gösterilecektir. yani kısaca: "tüm teşhisler kapalı istiaredir; ancak tüm kapalı istiareler teşhis değildir.
sonuç: istiareyi, teşbihin bir sonraki aşaması ya da evrimleşmiş hali olarak kabul etmek mantıklıdır. ve herhangi bir yargıya istiare diye bakarken, aslında bir teşbihe baktığımızı her daim akla getirmek faydalı olacaktır.
gerzek kitapların çoğu bu kinayeyi şu şekilde tanımlarken:
"bir sözün hem temel hem mecaz anlama gelecek şekilde kullanılmasıdır."
şöyle tanımlamak daha makbuldür:
"mecaz anlamı düşünülsün diye sarf edilen sözcük ya da sözcük grubundan, kastedilen mecaz dışında gerçek(temel) anlamın da çıkarılabiliyor olmasıdır."
şimdi, aradaki fark şu ki: zat-ı muhterem oturup da "ulan öyle bir kelam edeyim ki bu kelam hem gerçek anlama hem de mecaz anlama gelsin" diye bir şey düşünmez. adam lafı söyler, bu esnada mecazı kasteder. sonra başka bir zat-ı muhterem bakar ve görür ki kelimeden gerçek anlam da çıkıyor. böylece kinaye oluşur. yukarıdaki gerzek tanıma inandırıcılık kazandırmak için arkasından genelde şöyle denir: "her ne kadar iki anlam da çıkıyorsa ağırlıklı olan mecaz anlamdır." kardeşim, hedeflenen şey mecaz zaten. elbette ağırlıkta olacak.
kinaye edebi sanatlardan "mecazlar"a dahil olmakla birlikte günümüzde birçok atasözü ve deyimde mevcuttur. ayrıca kinayeyi tevriyeyle karıştırmamak için bir de onun örneklerine bakmakta fayda vardır.
misal:
hamama giren terler
kimse ilk etapta "harbi lan, hamam çok sıcaktır. giren de terler." diye düşünmez elbette. burdan çıkan anlam, "bir işe koyulan insanın o işle ilgili müşkülat çekeceği"dir. ama diğer taraftan, gerçekten de hamama giren terler. kinayenin esprisi şu ki: genelde bu temel anlam, lüzumsuzdur.
elime biraz para geçince yüzüm güldü
elbette kastedilen şey "mutlu olmak"tır; yani mecazdır. ama bu mutluluk esnasında "tebessüm etmiş olmak" da muhtemeldir.
not: üst kattaki muhteremlerden bazılarının anlattığı şey(alay etme) "tariz"dir.
"bir sözün hem temel hem mecaz anlama gelecek şekilde kullanılmasıdır."
şöyle tanımlamak daha makbuldür:
"mecaz anlamı düşünülsün diye sarf edilen sözcük ya da sözcük grubundan, kastedilen mecaz dışında gerçek(temel) anlamın da çıkarılabiliyor olmasıdır."
şimdi, aradaki fark şu ki: zat-ı muhterem oturup da "ulan öyle bir kelam edeyim ki bu kelam hem gerçek anlama hem de mecaz anlama gelsin" diye bir şey düşünmez. adam lafı söyler, bu esnada mecazı kasteder. sonra başka bir zat-ı muhterem bakar ve görür ki kelimeden gerçek anlam da çıkıyor. böylece kinaye oluşur. yukarıdaki gerzek tanıma inandırıcılık kazandırmak için arkasından genelde şöyle denir: "her ne kadar iki anlam da çıkıyorsa ağırlıklı olan mecaz anlamdır." kardeşim, hedeflenen şey mecaz zaten. elbette ağırlıkta olacak.
kinaye edebi sanatlardan "mecazlar"a dahil olmakla birlikte günümüzde birçok atasözü ve deyimde mevcuttur. ayrıca kinayeyi tevriyeyle karıştırmamak için bir de onun örneklerine bakmakta fayda vardır.
misal:
hamama giren terler
kimse ilk etapta "harbi lan, hamam çok sıcaktır. giren de terler." diye düşünmez elbette. burdan çıkan anlam, "bir işe koyulan insanın o işle ilgili müşkülat çekeceği"dir. ama diğer taraftan, gerçekten de hamama giren terler. kinayenin esprisi şu ki: genelde bu temel anlam, lüzumsuzdur.
elime biraz para geçince yüzüm güldü
elbette kastedilen şey "mutlu olmak"tır; yani mecazdır. ama bu mutluluk esnasında "tebessüm etmiş olmak" da muhtemeldir.
not: üst kattaki muhteremlerden bazılarının anlattığı şey(alay etme) "tariz"dir.
emek sikenler derneğinin emekçilere dayattığı bir başka oluşumdur. onca yıl üniversite okuduktan sonra öğretmen ya da üniversitede araştırma görevlisi olmak için sınavına girmek zorunda olduğunuz külli yalan, hava civa bir program. sınavına girmeye kalktığınızda önce sizi bankalara buyur edip -sınav ücreti adı altında- zaten cebinizde az miktarda olan paranızı alırlar. sonra sizi bir gün boyunca başvuru odasının önünde bekletirler. beklemekten ayaklarınız şişer de "sonucu hayırlı olsun da beklemeye razıyım ben" diyerekten kendinizi kandırır durursunuz. sonra sınav günü gelir, siz de mülakat saatinde adı geçen fakültenin koridorunda dikilmeye başlarsınız. çıkan herkesten bir şeyler söylemesini umarsınız ama nafile, her çıkanla birlikte moraliniz bir kat daha çöker, heyecanınız artar. sonunda sıra size gelir, sağ ayakla ve besmele çekerek girersiniz mülakat odasına. önce sohbet havasında başlarlar (yavaş yavaş sikme). sonra başlarlar abuk subuk sorular sormaya (tezli olsun tezsiz olsun) verdiğin cevaplara göre yeni sorular türetirler. (a.q. sanki o adamın sorduğu sikten amdan soruları bilince hemen o alanda uzman olmuş oluyorsun) neyse, illa ki bir soruyu bilemezsin (çünkü puştlar bilir az çok senin neye cevap verip veremeyeceğine) sorar da sorar, sonra "teşekkür ederiz, hayırlısı olsun inşallah" deyip nazikçe seni odadan siktir ederler.
sonra canım kardeşim, bekler durursun. ınternet kazan sen kepçe öyle sınav sonucunu ararsın. sonunda ne olur? ya yedek olursun ya da kazanamazsın bu boktan sınavı. niye? sen zaten mecburiyetten, çaresizlikten bu adamların ağız kokusunu çekmiş, bir gün boyunca bankalarda, fakülte koridorlarında sürünmüş ve mülakata girmişsindir. en son tercihin olan tezsiz ya da tezli yüksek lisans mülakatini geçemeyince dünyalar başına yıkılır. sonunda ya torpilli ibneleri ya kendi öğrencilerini ya da illa ki askerden kaçayım diye başvuran adamları alır bu üniversiteler. verdiğin paraya acırsın ama giden gitmiştir bir kere. sanki bu parayı sınavı kazanınca alsalar olmuyor. lanet edersin, küfredersin ama elden ne gelir. sistem yanlış bir kere, "sistemin kurbanısın".
tamam anlıyoruz kardeşim. bu sikindirik sınava ipini koparan geliyor. bir seçmeye gitmek zorunda bu adamlar. ama bu seçme dediğiniz bokta geçerli olan %50 oranında ales denen bir başka sikindirik sınavın sonucuysa bu işte bir yanlışlık var demektir. bunun yanında bir de üds ya da kpds denen sınavlara girmiş olacaksın, girmemişsen fakülte kendisi sınav yaparmış, bilmem ne. ulan, lisansın yükseğini almaya çalışan adamın günahı ne de siz bunları şart koşuyorsunuz millete. durun bakalım adam bi başlasın da ondan sonra şart koşarsınız. neyse, sonra kardeşim, adam (hep adam diyorum kızlar da bu işin içinde) gezsin tozsun dört sene, kızlar erkek peşinde koşsun, sonra ales’ten 85 puan alsın da sınavda benim önüme geçsin. var mı ulan böyle yağma. belki ben lisedeyken sözelciydim o adam ea’cydı. nasıl oluyor da sen bizi aynı sınava sokuyorsun. (neyse kardeş, bu tartışma uzar da uzar ta öss’ye kadar gider, uzatmayalım.) adam senden fazla puanı alır, sonra sıraya sokarlar seni, bakarsın en alt tabakalarda sürünmektesin. çünkü sen les mes takmamışsındır, algıda seçicilik yapıp sadece okuduğun bölümle ilgilenmiş, onunla ilgili materyalleri okumuş, araştırmış, yalayıp yutmuşsundur. ve en acı kısmı gelir. sen alınmazsın yüksek lisansa, öbür adam alınır.
biz üniversite bitiren emekçiler... bizler lisans döneminde bir şeyler öğrenelim, adam gibi öğrenciler olalım diye götümüzü yırtarken karı kız peşinde koşan adamların, sikini sallaya sallaya üniversite bitiren adamların nasıl da yüksek lisanslara kabul edildiğini, en güzel işleri bulduğunu gözümüzle gördük, bu acıyı hep birlikte yaşadık. adalet bu mu!!!
bu sistemin bu hale gelmesine ve devinimine bilinçli olarak katkıda bulunan her bireyin allah bin belasını versin diyorum. memleketi sikenler derneğine lanet yağdırıyorum...
sonra canım kardeşim, bekler durursun. ınternet kazan sen kepçe öyle sınav sonucunu ararsın. sonunda ne olur? ya yedek olursun ya da kazanamazsın bu boktan sınavı. niye? sen zaten mecburiyetten, çaresizlikten bu adamların ağız kokusunu çekmiş, bir gün boyunca bankalarda, fakülte koridorlarında sürünmüş ve mülakata girmişsindir. en son tercihin olan tezsiz ya da tezli yüksek lisans mülakatini geçemeyince dünyalar başına yıkılır. sonunda ya torpilli ibneleri ya kendi öğrencilerini ya da illa ki askerden kaçayım diye başvuran adamları alır bu üniversiteler. verdiğin paraya acırsın ama giden gitmiştir bir kere. sanki bu parayı sınavı kazanınca alsalar olmuyor. lanet edersin, küfredersin ama elden ne gelir. sistem yanlış bir kere, "sistemin kurbanısın".
tamam anlıyoruz kardeşim. bu sikindirik sınava ipini koparan geliyor. bir seçmeye gitmek zorunda bu adamlar. ama bu seçme dediğiniz bokta geçerli olan %50 oranında ales denen bir başka sikindirik sınavın sonucuysa bu işte bir yanlışlık var demektir. bunun yanında bir de üds ya da kpds denen sınavlara girmiş olacaksın, girmemişsen fakülte kendisi sınav yaparmış, bilmem ne. ulan, lisansın yükseğini almaya çalışan adamın günahı ne de siz bunları şart koşuyorsunuz millete. durun bakalım adam bi başlasın da ondan sonra şart koşarsınız. neyse, sonra kardeşim, adam (hep adam diyorum kızlar da bu işin içinde) gezsin tozsun dört sene, kızlar erkek peşinde koşsun, sonra ales’ten 85 puan alsın da sınavda benim önüme geçsin. var mı ulan böyle yağma. belki ben lisedeyken sözelciydim o adam ea’cydı. nasıl oluyor da sen bizi aynı sınava sokuyorsun. (neyse kardeş, bu tartışma uzar da uzar ta öss’ye kadar gider, uzatmayalım.) adam senden fazla puanı alır, sonra sıraya sokarlar seni, bakarsın en alt tabakalarda sürünmektesin. çünkü sen les mes takmamışsındır, algıda seçicilik yapıp sadece okuduğun bölümle ilgilenmiş, onunla ilgili materyalleri okumuş, araştırmış, yalayıp yutmuşsundur. ve en acı kısmı gelir. sen alınmazsın yüksek lisansa, öbür adam alınır.
biz üniversite bitiren emekçiler... bizler lisans döneminde bir şeyler öğrenelim, adam gibi öğrenciler olalım diye götümüzü yırtarken karı kız peşinde koşan adamların, sikini sallaya sallaya üniversite bitiren adamların nasıl da yüksek lisanslara kabul edildiğini, en güzel işleri bulduğunu gözümüzle gördük, bu acıyı hep birlikte yaşadık. adalet bu mu!!!
bu sistemin bu hale gelmesine ve devinimine bilinçli olarak katkıda bulunan her bireyin allah bin belasını versin diyorum. memleketi sikenler derneğine lanet yağdırıyorum...
en sonunda kipa’mız da açıldı. hayırlı uğurlu olsun.
ancak esnaf yönünden bakarsak pek de hayırlı olmamış. hatta bu kipa yüzünden üç ay içinde salihlide elli kadar dükkan kapanmış. genç-yaşlı ipini koparan kipaya gider olmuş. güzel salihli insanım, neticede kipadır, alışveriş merkezidir, alt katı market orta katı giyim-ayakkabı mağazası üst katı da yemek içmektir; para tuzağıdır, başka bi bok değildir. bırakın siz gene manavınızdan, bakkalınızdan alışveriş yapın. üç ay sonra bıkacaksınız, benden söylemesi.
ancak esnaf yönünden bakarsak pek de hayırlı olmamış. hatta bu kipa yüzünden üç ay içinde salihlide elli kadar dükkan kapanmış. genç-yaşlı ipini koparan kipaya gider olmuş. güzel salihli insanım, neticede kipadır, alışveriş merkezidir, alt katı market orta katı giyim-ayakkabı mağazası üst katı da yemek içmektir; para tuzağıdır, başka bi bok değildir. bırakın siz gene manavınızdan, bakkalınızdan alışveriş yapın. üç ay sonra bıkacaksınız, benden söylemesi.
azizim şimdi bu kelimenin yazımında a sesinin üzerine şapka konması yaygın bir yanlış hâline gelmiştir. bu yanlış nedeniyle a sesinden önceki “k” sesi ince telaffuz edilmektedir. esasen kelime, k’nın kalın okunuşuyla telaffuz edilmelidir. (aşağıdaki yazımda şapka, "a" sesini uzun okutmak amacıyla konmuştur. şapkanın "k" sesini inceltici etkisi göz ardı edilmelidir. tdk imla kılavuzu’nda kelimenin yazımı "zülfikar" şeklindedir)
ha çok mu sallıyom tdk’yı? yok. meseleye biraz daha inandırıcılık katsın diye yazmışımdır.
etimolojisi
zü(zû): sahip, malik (buradaki "z" sesi arap alfabesinin dokuzuncu harfi olan d/zel olup palatel/peltek okunmaktadır; yani dilucunun üst dişlere yapıştırılarak çıkarılması hali; "u" sesi ise iki yanyana iki u sesi uzunluğunca telafuffuz edilir)
el: tanım edatı/harf-i tarif,
fekâr: fıkra(omurga kemiği --> temel anlamı; yani "latife" değil, omurga kemiklerinin herbirine arapçada fıkra denir)’nın çokluk biçimi/çoğulu; yani omurgalar/kaburgalar (burada arap telaffuzuna göre fekâr, "fakâr" olur. fekâr/fikâr, bizim sözlüklerde geçen hâlidir. "k" sesi ise(kaf) arap alfabesinin yirmi birinci harfi olan kalın k (art damak k’sı)’dir, "a" sesi de yanyana iki a uzunluğunca uzun okunur)
zü + el + fekâr = zü’l-fekâr (arapça tamlama kurallarına göre "zû" kelimesinden sonra gelen "el" tanım edatının e harfi(elif sesi) kendisinden önceki uzun ünlünün varlığı sebebiyle "aşınma"ya uğrayarak kaybolur, geriye "l" sesi kalır ve önceki kelimeye bu şekilde yapıştırılır. burada "e" sesinin görünmemesi bu yüzdendir)
zeyil: birkaç internet sitesinde bu "fikâr" kısmını, fikir’den gelir, yok efendim "fakara" deldi demektir diye yazan etimoloji yobazı arkadaşlar gördüm. zülfikara "delici", "fikir sahibi", "iki başlı" gibi anlamlar yüklemişler. bi de "el" edatını zû’ya yapıştırıp "zul" diye açıklamışlar. ne güzel böyle görünüşe bakarak tanım yapmak. sallamak demek bu herhalde. yav azizim önemli bir şey yazıyorsunuz. bari insanlara yanlış öğretmeyin. açın bi sözlük, okuyun. hatta osmanlıca okuyabilenler şemseddin sami’nin kamus-ı türki adlı sözlüğüne baksın.
neyse;
en sonunda geriye "d/zuulfakâr" tarzında bir şey kalır tabi; ancak dilimizin yapısı gereği kelimeyi "zülfikar" şeklinde okuyoruz. burada ilk hecedeki "l" sesi "uzun u"yu "ü"ye; üçüncü hecedeki "k" sesi de(ince kabul edilerek) "e" sesini "i"ye çevirmiştir. bunda, dediğim gibi "a" sesinin üzerine şapka konması da etkili olmuştur.
ha şimdi arkadaşların "e nası okucaz bunu hödük?" dediğini duyar gibiyim. valla azizim isteyen istediği gibi okusun.en azından etimolojiyi seven, belagate önem veren adamlar hiç olmazsa "k" sesini aslına uygun olarak kalın okuyabilir. nihayetinde bu problem "ikamet" sözcüğündeki "k" için de geçerli. baştan yanlış öğretmişler, millet n’apsın... ayrıca "ne gerek vardı bu kadar laf kalabalığına, anlamını ver, hikayesini yaz geç" diyen arkadaşlar da olabilir. ama herkesin bir işi var, değil mi? bizim işimiz de etimoloji. onun da talibi çıkar elbet.
şimdi gelelim anlamına:
arapça, bir tamlama şeklinde olan kelime ilk etapta “omurgaları olan/omurgalı/kaburgalı” şeklinde türkçeye çevrilebilir. esasen zülfikar omurga kemikleri suretinde menevişi/haresi olan meşhur bir kılıçtır. bu kılıç bedir savaşı’nda yağma/ganimet yoluyla ele geçirilip daha sonra uhud savaşı’nda hz. muhammed tarafından hz. ali efendimize ihsan edilmiştir.
ha çok mu sallıyom tdk’yı? yok. meseleye biraz daha inandırıcılık katsın diye yazmışımdır.
etimolojisi
zü(zû): sahip, malik (buradaki "z" sesi arap alfabesinin dokuzuncu harfi olan d/zel olup palatel/peltek okunmaktadır; yani dilucunun üst dişlere yapıştırılarak çıkarılması hali; "u" sesi ise iki yanyana iki u sesi uzunluğunca telafuffuz edilir)
el: tanım edatı/harf-i tarif,
fekâr: fıkra(omurga kemiği --> temel anlamı; yani "latife" değil, omurga kemiklerinin herbirine arapçada fıkra denir)’nın çokluk biçimi/çoğulu; yani omurgalar/kaburgalar (burada arap telaffuzuna göre fekâr, "fakâr" olur. fekâr/fikâr, bizim sözlüklerde geçen hâlidir. "k" sesi ise(kaf) arap alfabesinin yirmi birinci harfi olan kalın k (art damak k’sı)’dir, "a" sesi de yanyana iki a uzunluğunca uzun okunur)
zü + el + fekâr = zü’l-fekâr (arapça tamlama kurallarına göre "zû" kelimesinden sonra gelen "el" tanım edatının e harfi(elif sesi) kendisinden önceki uzun ünlünün varlığı sebebiyle "aşınma"ya uğrayarak kaybolur, geriye "l" sesi kalır ve önceki kelimeye bu şekilde yapıştırılır. burada "e" sesinin görünmemesi bu yüzdendir)
zeyil: birkaç internet sitesinde bu "fikâr" kısmını, fikir’den gelir, yok efendim "fakara" deldi demektir diye yazan etimoloji yobazı arkadaşlar gördüm. zülfikara "delici", "fikir sahibi", "iki başlı" gibi anlamlar yüklemişler. bi de "el" edatını zû’ya yapıştırıp "zul" diye açıklamışlar. ne güzel böyle görünüşe bakarak tanım yapmak. sallamak demek bu herhalde. yav azizim önemli bir şey yazıyorsunuz. bari insanlara yanlış öğretmeyin. açın bi sözlük, okuyun. hatta osmanlıca okuyabilenler şemseddin sami’nin kamus-ı türki adlı sözlüğüne baksın.
neyse;
en sonunda geriye "d/zuulfakâr" tarzında bir şey kalır tabi; ancak dilimizin yapısı gereği kelimeyi "zülfikar" şeklinde okuyoruz. burada ilk hecedeki "l" sesi "uzun u"yu "ü"ye; üçüncü hecedeki "k" sesi de(ince kabul edilerek) "e" sesini "i"ye çevirmiştir. bunda, dediğim gibi "a" sesinin üzerine şapka konması da etkili olmuştur.
ha şimdi arkadaşların "e nası okucaz bunu hödük?" dediğini duyar gibiyim. valla azizim isteyen istediği gibi okusun.en azından etimolojiyi seven, belagate önem veren adamlar hiç olmazsa "k" sesini aslına uygun olarak kalın okuyabilir. nihayetinde bu problem "ikamet" sözcüğündeki "k" için de geçerli. baştan yanlış öğretmişler, millet n’apsın... ayrıca "ne gerek vardı bu kadar laf kalabalığına, anlamını ver, hikayesini yaz geç" diyen arkadaşlar da olabilir. ama herkesin bir işi var, değil mi? bizim işimiz de etimoloji. onun da talibi çıkar elbet.
şimdi gelelim anlamına:
arapça, bir tamlama şeklinde olan kelime ilk etapta “omurgaları olan/omurgalı/kaburgalı” şeklinde türkçeye çevrilebilir. esasen zülfikar omurga kemikleri suretinde menevişi/haresi olan meşhur bir kılıçtır. bu kılıç bedir savaşı’nda yağma/ganimet yoluyla ele geçirilip daha sonra uhud savaşı’nda hz. muhammed tarafından hz. ali efendimize ihsan edilmiştir.
ara sıra anlatıldığı zaman düşünmüşümdür. “ulen bu adam o kadar ünlü bir yazar ki ölmüş olmasına rağmen ismi baki kalmıştır. bir sürü eseri vardır. adına müze kurulmuştur. böyle edebî bir şahsiyetin o kadar müstehcen fıkrada başrol oynaması ne iştir?” yıllar sonra öğrenmişim ki mezkûr şahıs namık kemal değil “nâm-ı kemâl”miş. bu, osmanlı döneminde “adamın biri” anlamında kullanılan bir kalıpmış. şimdi düşünüyorum, bunca yıldır namık kemal’in üzerine çalınmış bu karanın sebebi sadece bir ses benzerliğiymiş. öyleyse hep birlikte bu yanlışı düzeltelim ki vatan şairimizi yanlış tanımasınlar.
valla the pursuit of happiness’i izledikten sonra kendisinden herhangi bir tat alınması mümkün olmayan filmdir kanaatimce. çok sıkıcı. bi de kas yapmış will smith. ha yakışıyo, ama ne olursa olsun daha iyi bi film olabilirdi.
hiyerarşi/ast-üst kavramının en çok belirgin olduğu sınıftır.
pal mol diye okunurmuş (ller kalın). amerikaya giden bi heriften duydum.
türk dilinin tarihî gelişiminde yalnızca belli bir dönemi kapsayan bu yazı dili için faruk kadri timurtaş, osmanlıca ya da osmanlı türkçesinden ziyade “tarihî türkiye türkçesi” deyimini uygun görmüş. osmanlı türkçesi grameri, alfa yayınları, 1999
türk dili araştırmalarına yıllarını vermiş olan bu zat-ı muhteremin, işbu tezine yönelik açıklaması ise şöyle: türkçe deyişi genel anlamda kullanıldığı için ve bu ana dile bağlı herhangi bir lehçeyi diğerlerinden ayırmış olmak amacıyla, bu deyişin başına çeşitli millet/ülke isimleri eklenerek sınırları daraltıldığı için -örneğin bizim kullandığımıza “türkiye türkçesi” denmesi gibi-, osmanlıca olarak tabir edilen dile de “tarihî türkiye türkçesi” demek gerekirdi.
fikir gayet güzel olmakla birlikte yaygınlaşmış bir “osmanlıca” tabirinin yerine bu yeni terimi getirmek biraz güç gibi göründü bana. ama diğer taraftan bu işle ilgilenenler için gayet kafa karıştırıcı bir fikir olduğu kanaatindeyim. zira osmanlıca tabiri aslında yıllar önce yanlış konulmuş veya yanlış olmasa bile, kastedilen dili/kavramı tam olarak karşılamayan; ama buna rağmen tutmuş bir tabir midir? biz yıllardır yanlış; yanlış olmasa bile eksik mi biliyoruz? acaba bütün araştırmacılar da, dilimize iyice yerleşmiş olan ve bununla birlikte bu hâliyle tarihe gömülmüş bir dilin isminin artık değiştirilemeyeceğini düşündükleri için mi osmanlıca tabirini kullanmaya ediyorlar? çoğu araştırmacının hâlen “osmanlıca mı osmanlı türkçesi mi?” diye ihtilâfa düşmesi türkoloji çalışmalarının birbirinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. daha bu dile isim verme konusunda anlaşmazlıklar var. ben şahsen bu yeni terimin diğerlerine oranla daha makbul olduğunu düşünüyorum. eğer baştakilerden birisi çıkıp da “bundan böyle osmanlıca diye bir şey yok, tarihî türkiye türkçesi o!” diye buyurursa, bugünden itibaren de bu yeni terimi kullanmaya hazırım.
türk dili araştırmalarına yıllarını vermiş olan bu zat-ı muhteremin, işbu tezine yönelik açıklaması ise şöyle: türkçe deyişi genel anlamda kullanıldığı için ve bu ana dile bağlı herhangi bir lehçeyi diğerlerinden ayırmış olmak amacıyla, bu deyişin başına çeşitli millet/ülke isimleri eklenerek sınırları daraltıldığı için -örneğin bizim kullandığımıza “türkiye türkçesi” denmesi gibi-, osmanlıca olarak tabir edilen dile de “tarihî türkiye türkçesi” demek gerekirdi.
fikir gayet güzel olmakla birlikte yaygınlaşmış bir “osmanlıca” tabirinin yerine bu yeni terimi getirmek biraz güç gibi göründü bana. ama diğer taraftan bu işle ilgilenenler için gayet kafa karıştırıcı bir fikir olduğu kanaatindeyim. zira osmanlıca tabiri aslında yıllar önce yanlış konulmuş veya yanlış olmasa bile, kastedilen dili/kavramı tam olarak karşılamayan; ama buna rağmen tutmuş bir tabir midir? biz yıllardır yanlış; yanlış olmasa bile eksik mi biliyoruz? acaba bütün araştırmacılar da, dilimize iyice yerleşmiş olan ve bununla birlikte bu hâliyle tarihe gömülmüş bir dilin isminin artık değiştirilemeyeceğini düşündükleri için mi osmanlıca tabirini kullanmaya ediyorlar? çoğu araştırmacının hâlen “osmanlıca mı osmanlı türkçesi mi?” diye ihtilâfa düşmesi türkoloji çalışmalarının birbirinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. daha bu dile isim verme konusunda anlaşmazlıklar var. ben şahsen bu yeni terimin diğerlerine oranla daha makbul olduğunu düşünüyorum. eğer baştakilerden birisi çıkıp da “bundan böyle osmanlıca diye bir şey yok, tarihî türkiye türkçesi o!” diye buyurursa, bugünden itibaren de bu yeni terimi kullanmaya hazırım.
küheylân, kehîlân
geniş göğsü, kas gücü ve iriliği ile tanınan; kafası küçük ancak alın ve çenesi geniş olan; genellikle gri(demir kır) ve doru renkli; arap mitolojisi ve islami inanışta önemli bir yeri olan soylu at.
geniş göğsü, kas gücü ve iriliği ile tanınan; kafası küçük ancak alın ve çenesi geniş olan; genellikle gri(demir kır) ve doru renkli; arap mitolojisi ve islami inanışta önemli bir yeri olan soylu at.
bu çocuğa yazık oldu yahu, güzel de söylerdi kendisi. çöl çiçeği yıllarca radyolarda çalınmıştı. "dönmem" adlı şarkısı da haftalarca liste başlarındaydı o zamanlar. canözüm albümünden sonra yitti gitti arkadaşımız. nerelerdedir acep, çıksın söylesin tekrar. tarkan’a da benziyor sesi. tip desen, o da yerinde. niye görünmüyor ekranlarda ya da albüm yapmıyor? bi terslik var bu işte ama...
olağanüstü. şöyle ki:
fevk (üst, üst taraf, yukarı) + el (harf-i tarif, tanım edatı) + âde(t) (adet, görenek) > fevka’l-âde = adetin üstü, sıradışı, olağanüstü. (arapça)
fevk (üst, üst taraf, yukarı) + el (harf-i tarif, tanım edatı) + âde(t) (adet, görenek) > fevka’l-âde = adetin üstü, sıradışı, olağanüstü. (arapça)
gölge, saye, himaye.
menşei neresidir bilemedim; lakin bir et yemeğidir kendisi. anlamını da vereyim: arapça "ters çevrilmiş, döndürülmüş" demektir.
malzemelerine gelince; pirinç sabit olmakla birlikte, et kısmında tercihen tavuk yahut dana eti kullanılır. et bir güzel kavrulup yumuşatıldıktan sonra üzerine pirinç, aralara kızarmış patates -tercihen soğan- serpiştirilerek pilav gibi pişirilir; ocaktan alındıktan sonra da tepsi gibi düz bir satha ters çevrilerek kapatılır ve pasta suretinde servise sunulur.
yemeğe kenarından başlanır; şekli bozulmadan büyük bir özenle yenmeye başlanan bu yemek bir kaç dakika sonra direkt bir boğuşma ve saldırı halini alır. ve nihayetinde o güzelim pasta şekli bir yıkıntıya döner.
bu yemeğin en belirgin özelliklerinden biri de, hiç bir zaman bitmemesidir. en lezzetli yeri olan etlerin bir anda tüketilmesiyle birden gözden düşer ve artık tatsız gelmeye başlar. zaten sıcak sıcak yenmeye başlandığı için de direkt mideye oturmuştur. tüm bu amillerin etkisiyle dökülmesi pek bir muhtemel olur güzelim yemeğin.
ama tüm bunlara rağmen fevkalade bir yemek olduğunu söylemek isterim. denemeyenlere tavsiyemdir. farklı bir tarz. damak tadına düşkün olanlar denesin. bu yemeğe umumiyetle pilav günü tarzındaki içtimalarda rastlayabilirsiniz.
malzemelerine gelince; pirinç sabit olmakla birlikte, et kısmında tercihen tavuk yahut dana eti kullanılır. et bir güzel kavrulup yumuşatıldıktan sonra üzerine pirinç, aralara kızarmış patates -tercihen soğan- serpiştirilerek pilav gibi pişirilir; ocaktan alındıktan sonra da tepsi gibi düz bir satha ters çevrilerek kapatılır ve pasta suretinde servise sunulur.
yemeğe kenarından başlanır; şekli bozulmadan büyük bir özenle yenmeye başlanan bu yemek bir kaç dakika sonra direkt bir boğuşma ve saldırı halini alır. ve nihayetinde o güzelim pasta şekli bir yıkıntıya döner.
bu yemeğin en belirgin özelliklerinden biri de, hiç bir zaman bitmemesidir. en lezzetli yeri olan etlerin bir anda tüketilmesiyle birden gözden düşer ve artık tatsız gelmeye başlar. zaten sıcak sıcak yenmeye başlandığı için de direkt mideye oturmuştur. tüm bu amillerin etkisiyle dökülmesi pek bir muhtemel olur güzelim yemeğin.
ama tüm bunlara rağmen fevkalade bir yemek olduğunu söylemek isterim. denemeyenlere tavsiyemdir. farklı bir tarz. damak tadına düşkün olanlar denesin. bu yemeğe umumiyetle pilav günü tarzındaki içtimalarda rastlayabilirsiniz.
türk kelimesinin acemliler tarafından çoğullandırılmış şekli: "türkler" demektir.
sonraları bayan adı olarak kullanılmış.
(bkz: türkan şoray)
sonraları bayan adı olarak kullanılmış.
(bkz: türkan şoray)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?