confessions

benaykan

- Yazar -

  1. toplam entry 52
  2. takipçi 1
  3. puan 7596

namık kemal fıkraları

benaykan
ara sıra anlatıldığı zaman düşünmüşümdür. “ulen bu adam o kadar ünlü bir yazar ki ölmüş olmasına rağmen ismi baki kalmıştır. bir sürü eseri vardır. adına müze kurulmuştur. böyle edebî bir şahsiyetin o kadar müstehcen fıkrada başrol oynaması ne iştir?” yıllar sonra öğrenmişim ki mezkûr şahıs namık kemal değil “nâm-ı kemâl”miş. bu, osmanlı döneminde “adamın biri” anlamında kullanılan bir kalıpmış. şimdi düşünüyorum, bunca yıldır namık kemal’in üzerine çalınmış bu karanın sebebi sadece bir ses benzerliğiymiş. öyleyse hep birlikte bu yanlışı düzeltelim ki vatan şairimizi yanlış tanımasınlar.

burç

benaykan
azizim şimdi çok ince bir olaydır bu burç meselesi. yav herkes yazıp çizer bi şeyler; lakin işin aslı o kadar basit değildir. herkesin bi tanışma dönemi vardır burçlarla. kimi ilgilenmeye devam eder, kimi de hayatın gerçekliği karşısında saçma bulur bu olayı ve iter bi kenara "burç ne yav!" diye. yıldız etkileşimlerinin bir sonucu olarak her insan evladına farklı farklı özellikler bahşetmiş bu burçlar; amma şimdi her aynı burç insanı aynı olacakmış gibi lanse edilir bu popüler kültürde. yav hiç olur mu? böyle bir saçmalık olabilir mi? her burcun farklı farklı etkisi olur her insanda. bi kere zaten bu astroloji olayı psikolojiden, sosyolojiden azade bir konu olarak ele alınmaya çalışılıyor ona uyuz oluyorum. yav muhterem, insanın karakterinde tek burç mu etkili oluyor? bunun sosyal boyutu da var, psikolojik boyutu da var; kişinin yaşamı boyunca karşılaştığı olayların etkisi var. var da var... o zaman ne diyeceksin. burç murç öyle hemen kitaptan okuyup da öğrenilmez. en azından kendi burcunun sana ne kadar etki ettiğini öğrenmek istiyorsan bakacaksın şöyle bi geçmişine, çevrene, ailene, yaşadığın olaylara, tepkilerine vs. yükselen burç diye bi şey var bi de. sonra döneceksin astrolojiye, ortak bir payda bulacaksın.
elbette doğrudur burçlar. yani şimdi o kadar insan yıllardır araştırıyo bu işi, taaaa osmanlı’dan beri (benim bildiğim) sen çıkıyosun "burç ne lan" diyosun. olmaz yiğenim, emeğe saygı! bu kadar yıldır uğraşanı varsa bu astrolojinin, vardır bi hikmeti deyip, ilgilenmiyosan bile saygı duyacaksın. olay budur kanaatimce...

terazi burcu

benaykan
terazi burcu denince taaa uzaklardan bir "denge" hedesi çarpar insanın kulağına. halen anlamış değilim bu yanlış anlayış nerden edinilmiştir. terazi burcu adaleti simgelerken bi de işin içine denge kavramını karıştıran astroloji yobazı beyinlerin marifetidir bu zannımca. terazi burcu bir şahıs olarak hiç terazinin o çok büyütülen sevimliliklerine değinmeden asıl konuya geçmekte ısrarlıyım. her şey bir yana terazide asla tartışılamayacak bir özellik varsa o da birçok kişide bulunmayan "adalet" kavramıdır. bunu oraya buraya çekip bir "dengeli insan" modeli yaratma girişiminde bulunmak yersizdir. teraziyi illa ki bir denge kavramıyla ilişkilendirmek inadıyla yanıp tutuşan geveze şahıslara tavsiyem şudur ki şöyle bir dikkatlice baksalar sözü edilen dengenin "dengeli olmak ile dengesiz olmak arasında bulunan denge"den başka bir şey olmadığını görecekler ve bu durumu hemen kabulleneceklerdir. denge=terazi insanı? asla!

tabi bu "adalet" kavramı kulağa hoş gelse de bunun da olumsuz yönleri var. gereksiz muhakeme ve sürekli fikir yürütme(her alanda) teraziyi bazen "çekilmez" yapabilmektedir. yani demek istediğim, şu dünyada hiçbir şey doğru değilken, insanlar arası ilişkilerde yerleşmiş birçok yanlış norm ve davranışın üzerinde saatlerce, günlerce, aylarca, hatta yıllarca düşünüp bunları değiştirmeye, doğru olanı yapmaya çalışmak; kısacası adil olmaya çalışmak ne dereceye kadar doğru? bence teraziler bu konuda çok hassastır; daha da önemlisi zaaflıdır. ömür biter dert bitmez. bazen insanların bambaşka şeylere ihtiyacı varken idealistliği bir kenara bırakıp da o insanların mutluluğu için çalışmak gerekir. terazi insanı sonraki çağlarda bu yersiz muhakeme özelliğinden feragat ederse bence daha mutlu olacaktır. umarız yeni yüzyıllar daha mutlu teraziler yaratır.

zeyil: uzun zaman sonra kendi entry’mi okuyunca bir eksikliğin farkına vardım. şimdi arkadaşlar der ki " ülen madem dengesizsin adalet senin neyine, hödük!" demem şu ki bunu anlamak biraz güçtür; terazi olarak doğmak şarttır.

yüksek lisans

benaykan
emek sikenler derneğinin emekçilere dayattığı bir başka oluşumdur. onca yıl üniversite okuduktan sonra öğretmen ya da üniversitede araştırma görevlisi olmak için sınavına girmek zorunda olduğunuz külli yalan, hava civa bir program. sınavına girmeye kalktığınızda önce sizi bankalara buyur edip -sınav ücreti adı altında- zaten cebinizde az miktarda olan paranızı alırlar. sonra sizi bir gün boyunca başvuru odasının önünde bekletirler. beklemekten ayaklarınız şişer de "sonucu hayırlı olsun da beklemeye razıyım ben" diyerekten kendinizi kandırır durursunuz. sonra sınav günü gelir, siz de mülakat saatinde adı geçen fakültenin koridorunda dikilmeye başlarsınız. çıkan herkesten bir şeyler söylemesini umarsınız ama nafile, her çıkanla birlikte moraliniz bir kat daha çöker, heyecanınız artar. sonunda sıra size gelir, sağ ayakla ve besmele çekerek girersiniz mülakat odasına. önce sohbet havasında başlarlar (yavaş yavaş sikme). sonra başlarlar abuk subuk sorular sormaya (tezli olsun tezsiz olsun) verdiğin cevaplara göre yeni sorular türetirler. (a.q. sanki o adamın sorduğu sikten amdan soruları bilince hemen o alanda uzman olmuş oluyorsun) neyse, illa ki bir soruyu bilemezsin (çünkü puştlar bilir az çok senin neye cevap verip veremeyeceğine) sorar da sorar, sonra "teşekkür ederiz, hayırlısı olsun inşallah" deyip nazikçe seni odadan siktir ederler.

sonra canım kardeşim, bekler durursun. ınternet kazan sen kepçe öyle sınav sonucunu ararsın. sonunda ne olur? ya yedek olursun ya da kazanamazsın bu boktan sınavı. niye? sen zaten mecburiyetten, çaresizlikten bu adamların ağız kokusunu çekmiş, bir gün boyunca bankalarda, fakülte koridorlarında sürünmüş ve mülakata girmişsindir. en son tercihin olan tezsiz ya da tezli yüksek lisans mülakatini geçemeyince dünyalar başına yıkılır. sonunda ya torpilli ibneleri ya kendi öğrencilerini ya da illa ki askerden kaçayım diye başvuran adamları alır bu üniversiteler. verdiğin paraya acırsın ama giden gitmiştir bir kere. sanki bu parayı sınavı kazanınca alsalar olmuyor. lanet edersin, küfredersin ama elden ne gelir. sistem yanlış bir kere, "sistemin kurbanısın".

tamam anlıyoruz kardeşim. bu sikindirik sınava ipini koparan geliyor. bir seçmeye gitmek zorunda bu adamlar. ama bu seçme dediğiniz bokta geçerli olan %50 oranında ales denen bir başka sikindirik sınavın sonucuysa bu işte bir yanlışlık var demektir. bunun yanında bir de üds ya da kpds denen sınavlara girmiş olacaksın, girmemişsen fakülte kendisi sınav yaparmış, bilmem ne. ulan, lisansın yükseğini almaya çalışan adamın günahı ne de siz bunları şart koşuyorsunuz millete. durun bakalım adam bi başlasın da ondan sonra şart koşarsınız. neyse, sonra kardeşim, adam (hep adam diyorum kızlar da bu işin içinde) gezsin tozsun dört sene, kızlar erkek peşinde koşsun, sonra ales’ten 85 puan alsın da sınavda benim önüme geçsin. var mı ulan böyle yağma. belki ben lisedeyken sözelciydim o adam ea’cydı. nasıl oluyor da sen bizi aynı sınava sokuyorsun. (neyse kardeş, bu tartışma uzar da uzar ta öss’ye kadar gider, uzatmayalım.) adam senden fazla puanı alır, sonra sıraya sokarlar seni, bakarsın en alt tabakalarda sürünmektesin. çünkü sen les mes takmamışsındır, algıda seçicilik yapıp sadece okuduğun bölümle ilgilenmiş, onunla ilgili materyalleri okumuş, araştırmış, yalayıp yutmuşsundur. ve en acı kısmı gelir. sen alınmazsın yüksek lisansa, öbür adam alınır.

biz üniversite bitiren emekçiler... bizler lisans döneminde bir şeyler öğrenelim, adam gibi öğrenciler olalım diye götümüzü yırtarken karı kız peşinde koşan adamların, sikini sallaya sallaya üniversite bitiren adamların nasıl da yüksek lisanslara kabul edildiğini, en güzel işleri bulduğunu gözümüzle gördük, bu acıyı hep birlikte yaşadık. adalet bu mu!!!

bu sistemin bu hale gelmesine ve devinimine bilinçli olarak katkıda bulunan her bireyin allah bin belasını versin diyorum. memleketi sikenler derneğine lanet yağdırıyorum...

tevriye

benaykan
yukarıdaki tanımlara diyeceğimiz yoktur. sadece kinayeyle olan farkına dikkat çekmenin faydalı olacağını düşünerekten diyoruz ki:

kinayede sözcük, mecaz anlam kastedilerek söylenir; ancak temel anlam da ortaya çıkar. tevriyede sözcük, uzak anlam(yani ilk akla gelenden sonraki anlam) kastedilerek söylenir. bunu yapmak için, sözcüğün sesteşi olması gerekir. yani tevriyede esas olan "sesteşlik ilişkisi"; kinayede ise temel-yan-mecaz anlam ilişkilerinin ortaya çıkardığı "çokanlamlılık olgusu"dur. ancak ikisinin de ortak özelliği "bir taşla iki kuş vurmak"tır.

sarımsak da acı; ama her eve lazım bir dişi
dişi --> sarımsağın dişi (ilk akla gelen)
dişi --> kadın (sonradan akla gelecek olan, kastedilen)

tevriye, edebi sanatlardan "anlam sanatları"na dahil olmakla birlikte icrası ustalık isteyen bir söyleyiştir.

güneşi gördüm

benaykan
bence birçok kimsenin derdi film değil, mahsun’dur. ne yapalım yani, mahsun’a hep böyle karşı mı olacağız? adam ne güzel uğraşmış, yapmış işte. cem yılmaz’ın inanılmaz güldüren bir tat bir doku serisine alıştıktan sonra salakça çekilmiş bir gora filmini beğenen adam, mahsun’u da beğenmeli. en azından, adam kendisini aşmış durumda. ve filmde, çoğu batı insanının, varlığından haberi olmadığı ülke sorunlarından bahsetmiş.
eğer bir insan evladı recep ivedik filmine güldükten sonra bu filmi beğenmiyorsa, sadece mahsun’a garezi vardır derim.

bunun yanında, bazı sözlük yazarlarının yakalandığı "beğenmeme, takdir etmeme hastalığı"nı da göz ardı etmemek lazım.

yeni filmler bekliyoruz mahsun.

kinaye

benaykan
gerzek kitapların çoğu bu kinayeyi şu şekilde tanımlarken:
"bir sözün hem temel hem mecaz anlama gelecek şekilde kullanılmasıdır."

şöyle tanımlamak daha makbuldür:
"mecaz anlamı düşünülsün diye sarf edilen sözcük ya da sözcük grubundan, kastedilen mecaz dışında gerçek(temel) anlamın da çıkarılabiliyor olmasıdır."

şimdi, aradaki fark şu ki: zat-ı muhterem oturup da "ulan öyle bir kelam edeyim ki bu kelam hem gerçek anlama hem de mecaz anlama gelsin" diye bir şey düşünmez. adam lafı söyler, bu esnada mecazı kasteder. sonra başka bir zat-ı muhterem bakar ve görür ki kelimeden gerçek anlam da çıkıyor. böylece kinaye oluşur. yukarıdaki gerzek tanıma inandırıcılık kazandırmak için arkasından genelde şöyle denir: "her ne kadar iki anlam da çıkıyorsa ağırlıklı olan mecaz anlamdır." kardeşim, hedeflenen şey mecaz zaten. elbette ağırlıkta olacak.

kinaye edebi sanatlardan "mecazlar"a dahil olmakla birlikte günümüzde birçok atasözü ve deyimde mevcuttur. ayrıca kinayeyi tevriyeyle karıştırmamak için bir de onun örneklerine bakmakta fayda vardır.

misal:
hamama giren terler
kimse ilk etapta "harbi lan, hamam çok sıcaktır. giren de terler." diye düşünmez elbette. burdan çıkan anlam, "bir işe koyulan insanın o işle ilgili müşkülat çekeceği"dir. ama diğer taraftan, gerçekten de hamama giren terler. kinayenin esprisi şu ki: genelde bu temel anlam, lüzumsuzdur.

elime biraz para geçince yüzüm güldü
elbette kastedilen şey "mutlu olmak"tır; yani mecazdır. ama bu mutluluk esnasında "tebessüm etmiş olmak" da muhtemeldir.

not: üst kattaki muhteremlerden bazılarının anlattığı şey(alay etme) "tariz"dir.

tarkan

benaykan
baba şimdi tarkan deyince durcaksın biraz. nedir yani homoseksüel filan. bizde adettir bu sanatçının yaptığı işten çok cinsel kimliğine, oturduğu eve, gittiği yerlere, takıldığı insanlara bakılır. nedir bu rezalet, yani sevmiyorsan değiştirirsin kanalı, olur biter. senin bastırılmış duygularını açığa vurup, göğsünü gere gere "ibine lan bu" dediğin adam olmamalı sanatçı, hele ki tarkan. bak şimdi geçmişe dön biraz: göreceksin ki 90’larda çıkmış pop starlarımızdandır kendisi. onca yıl geçmiş aradan, hala gündemde mi, gündemde.ilk çıktığında yakıştırılmıştı homoseksüel sıfatı. belki de... bilemeyiz, görmedik; lakin adamda süper ses var. hangi insan evladı türk sanat müziği söylerken dinleyip de beğenmemiştir bu insanı. amerika’da gezsin, tozsun, parasını oralarda harcasın beni alakadar etmez. gelip burda albüm yapıyo mu, yapıyo. albümü satıyo mu, satıyo. bissürü kişi "tarkan tarkan" nidalarıyla kendini yırtıyo mu, yırtıyo. tamam o zaman demek ki adam başarılı. takdir etmek şarttır kanaatimce.

yaşar

benaykan
soyadının bütün harflerini atıp pop dünyasına atılmış, yaptığı müziğin farkı ilk dinleyişte
anlaşılan, hayranları tarafından da oldukça sevilen, takdir edilen müzisyen şahsiyet. şarkılarındaki havaya kendini kaptırdıktan sonra bırakması zordur yaşar’ı. internetten indirmek yerine, paraya kıyıp da albümlerinin alınabilitesi ihtimali yüksektir zannımca.
müziği güzeldir; lakin biraz dikkat edince cemal süreya’dan hayli esinlendiğini görürüz sevgili yaşar’ın. yine de şairden aldığı duyguyu müziğine çok orijinal şekilde aksettirmiş, yeni baştan yaratmıştır adeta. yakışıyor kendisine, kutluyoruz. aynen devam etsin böyle. yaz bitti gibi bir şarkı gelmez piyasaya bir daha. hasret ayazları da ayrı bir şaheserdir zati. aşk acısı çekiyorsan aç karna dinleme bu şarkıyı, direkt midene iner ağrısı. mide fesadı geçirirsin. uyarmadı deme sonra...

fevkalade

benaykan
olağanüstü. şöyle ki:
fevk (üst, üst taraf, yukarı) + el (harf-i tarif, tanım edatı) + âde(t) (adet, görenek) > fevka’l-âde = adetin üstü, sıradışı, olağanüstü. (arapça)

muhteşem

benaykan
(2. entry’e ithafen)
azizim, ingilizce de nerden peyda olmuştur. "haşmet" kökünden, müfta’al vezninde bir kelimedir. ihtişâm’ın ism-i mef’ûlü olur kendisi. arapça kökenlidir.

salihli

benaykan
ilkin, manisa’nın ilçelerinden biri olduğunu anımsattıktan sonra konuyu şöyle açmakta yarar var derim: salihli takriben 100 bin nüfuslu, oldukça küçük bir ilçedir. ankara-izmir asfaltı üzerinde izmir’e doğru seyrederken, o sankim lüks bir oteli andıran belediye binasını görünce şöyle bir duraksar, "burası neresi lan" diye sorarsın kendine. o an, iki kilometre önce gördüğün tabelayı anımsayaraktan şöyle bir hayranlıkla geçersin şehrin yanından.
sanayi gelişimi açısından ise son derece hantal ve buna binaen geri kalmış, çalışma olanaklarının sınırlı olduğu; lakin emekli şahısların yaşamaktan büyük keyif aldığı şirince bir yerdir. halkı gayet tipik ege insanı karakterini yansıtmakla birlikte, aldığı göçler dolayısıyla az da olsa kozmopolit bir yapıya sahiptir kendisi.
gençlerine gelince... işte burada duracaksın biraz. motor sevdasına küçük yaşta kapılan, hız yapmaktan hazzetmenin dibine vurmuş, hatta bokunu çıkarmış, lise yıllarında umumiyetle belalı takılan tiplerle doludur burası. bu belalı tiplerin konuşlandığı yer ise şehrin tarihinde hiç değişmeyen bir gelenekle salihli lisesidir. hatunları taş gibin olur ve her daim peşlerinde motorlu tipler görmek mümkündür. belki de -bir ilçeye göre- türkiye’de en fazla motor barındıran şehirdir. bunlar da tercihen yamaha yahut honda’dır. eğlence mekanları sittin senedir değişmeyen bir gelenekle bizim ev adlı restorandır. tüm yıl sonu eğlenceleri orda yapılır. son yıllarda laminarya isimli diskosu da hizmete girmiş olup gençler arasında hayli revaçtadır. ayrıca türkiye’nin en zengin ilçeleri arasında başı çektiğine dair rivayetler gezer durur halk arasında. ama kimdir bu zenginler, hiç bilinmez.
odun köftesi pek bir meşhurdur; lakin kanaatimce salihli’nin en kayda değer özelliği, suyunun çok güzel olmasıdır. yakınında bulunan bozdağ’dan gelen su hakikaten hiçbir yerde rastlamadığınız bir tat ve kokuya sahiptir. daha yakınında bulunan kurşunlu kaplıcalarından çıkan sıcak su ise şifa kaynağı olup türkiye’nin dört bir yanından ziyaretçi akınına uğramaktadır.

terazi burcu

benaykan
(8. entry’e ithafen)
zannımca, 12 burç arasında simgesi bir nesne olan "tek" burç. kova’nın simgesi tercihen su tanrısı ea yahut nil nehri’nin suyuyla, elindeki kavanozdan toprağı sulayan tanrı hapi’dir.
ilaveten:
yay’ın simgesi ise bir adet sentor’dur.

ebru gündeş

benaykan
ebru gündeş hanımefendiyi ilkin 93’te çıkardığı tanrı misafiri isimli albümüyle tanımıştık. sonra "tatlı bela(94)", "ben daha büyümedim(95)" albümlerini çıkardı. o zamanlar daha güzel söylerdi kendisi, hele kim 3. albümünde "sen olsaydın, yorgun geceler" adlı şarkıları vardır ki cidden dinlemeye değerdir. bu albümdeki "fırtınalar" zati aylarca liste başlarında kalmış, ortalığı yıkıp geçmişti. lakin "kurtlar sofrası(96)" albümünden sonra tarzının değişmeye başladığını gördük sankim. "sen allah’ın bir lütfusun(98)" ile iyice belirginleşen bu fark sonraki albümlerinde büsbütün değiştirmiştir müziğini, hele ki son zamanlarda fantaziye dönmeye başladı iyicene. lakin biz kendisini böyle tanımamıştık ilkin. n’apsın etsin sanat müziği tarzında söylesin, çok yakışıyor kendisine. lütfen diyorum bak..

gökhan tepe

benaykan
bu çocuğa yazık oldu yahu, güzel de söylerdi kendisi. çöl çiçeği yıllarca radyolarda çalınmıştı. "dönmem" adlı şarkısı da haftalarca liste başlarındaydı o zamanlar. canözüm albümünden sonra yitti gitti arkadaşımız. nerelerdedir acep, çıksın söylesin tekrar. tarkan’a da benziyor sesi. tip desen, o da yerinde. niye görünmüyor ekranlarda ya da albüm yapmıyor? bi terslik var bu işte ama...

küheylan

benaykan
küheylân, kehîlân
geniş göğsü, kas gücü ve iriliği ile tanınan; kafası küçük ancak alın ve çenesi geniş olan; genellikle gri(demir kır) ve doru renkli; arap mitolojisi ve islami inanışta önemli bir yeri olan soylu at.

osmanlıca

benaykan
türk dilinin tarihî gelişiminde yalnızca belli bir dönemi kapsayan bu yazı dili için faruk kadri timurtaş, osmanlıca ya da osmanlı türkçesinden ziyade “tarihî türkiye türkçesi” deyimini uygun görmüş. osmanlı türkçesi grameri, alfa yayınları, 1999
türk dili araştırmalarına yıllarını vermiş olan bu zat-ı muhteremin, işbu tezine yönelik açıklaması ise şöyle: türkçe deyişi genel anlamda kullanıldığı için ve bu ana dile bağlı herhangi bir lehçeyi diğerlerinden ayırmış olmak amacıyla, bu deyişin başına çeşitli millet/ülke isimleri eklenerek sınırları daraltıldığı için -örneğin bizim kullandığımıza “türkiye türkçesi” denmesi gibi-, osmanlıca olarak tabir edilen dile de “tarihî türkiye türkçesi” demek gerekirdi.

fikir gayet güzel olmakla birlikte yaygınlaşmış bir “osmanlıca” tabirinin yerine bu yeni terimi getirmek biraz güç gibi göründü bana. ama diğer taraftan bu işle ilgilenenler için gayet kafa karıştırıcı bir fikir olduğu kanaatindeyim. zira osmanlıca tabiri aslında yıllar önce yanlış konulmuş veya yanlış olmasa bile, kastedilen dili/kavramı tam olarak karşılamayan; ama buna rağmen tutmuş bir tabir midir? biz yıllardır yanlış; yanlış olmasa bile eksik mi biliyoruz? acaba bütün araştırmacılar da, dilimize iyice yerleşmiş olan ve bununla birlikte bu hâliyle tarihe gömülmüş bir dilin isminin artık değiştirilemeyeceğini düşündükleri için mi osmanlıca tabirini kullanmaya ediyorlar? çoğu araştırmacının hâlen “osmanlıca mı osmanlı türkçesi mi?” diye ihtilâfa düşmesi türkoloji çalışmalarının birbirinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. daha bu dile isim verme konusunda anlaşmazlıklar var. ben şahsen bu yeni terimin diğerlerine oranla daha makbul olduğunu düşünüyorum. eğer baştakilerden birisi çıkıp da “bundan böyle osmanlıca diye bir şey yok, tarihî türkiye türkçesi o!” diye buyurursa, bugünden itibaren de bu yeni terimi kullanmaya hazırım.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol