confessions

lenix

- Yazar -

  1. toplam entry 66
  2. takipçi 1
  3. puan 5227

new york ta beş minare

lenix
halbuki haluk bilginer’i hoca profilinde görünce ne de umutlanmıştım. her ne kadar mahsun kırmızıgül adına şüpheyle yaklaşsamda (türkücü geçmişi nedeniyle değil, inanın) haluk bilginer kaliteli projelerin habercisidir benim için. ama ne yazık ki bu filmi izledikten sonra yaşadığım his hayal kırıklığı ve pişmanlık (boşa giden param ve zamanımdan dolayı).

özellikle senaryo çok kötü. o kadar kötü bir senaryo ki tonla gedik, açık, mantık hatası, zırvalık ve kopukluk bulabilirsiniz. mahsun kırmızıgül’ün senaryo yazma becerisi 4 yaşında bi çocuğun resim çizme becerisi kadar, bu kadar açık ve net söylüyorum. o değil, insan hiç mi araştırma yapmaz. bir de o ülkücülerin andının gösterildiği sahneyle bu film ne alaka! gerçekten anlamadım. birbiriyle alakasız sahneler, birbirinden eğreti ve kötü diyaloglar...

sırf göstermiş olmak için göstermek, sırf söyletmiş olmak için söyletmek... işte mahsun kırmızıgül’ün sineması bu.

senaryo kötüde yönetmenlik şahane mi, hayır. bi kere kamerasının bir dili yok. her sahne geniş açıyla çekilir mi. bu filmde çekilmiş. karakterlerin çoğu iki boyutlu. hiçbir derinlikleri yok. hele robert partick’in oynadığı karaktere iki boyutlu demeye bile dilim varmıyor. bildiğin bütün müslümanlardan nefret eden kötü amerikalı. nedeni de varmış güya! kardeşi ikiz kulelerde can vermiş. bu kadar basit ona motivasyon sağlamak için. danny glover karakter olarak biraz daha inandırıcıydı. ama dediğim gibi karakterlerin hiçbir derinliği yok.

haluk bilginer’in oyunculuğu yine bildiğimiz kalitede. zaten filmin (bence) en büyük kozu (ayrıca benimde filme gitme nedenim). ama o da nerdeyse her sahnede ağlıyor. kızını görüyor ağlıyor, bi laf söylüyor ağlıyor. malum, eğer iyi bir bi din lideri profili çizmişseniz onu her sahnede ağlatmalısınız.

filmde hoşuma giden iki unsur oldu sadece. ilki filmin başındaki terörist baskını. gerçekten iyiydi. bir türk filminde böyle sahneler görmek gurur verici. birde finaldeki duygusal patlama.. zaten mahsun böyle sahneleri iyi çekiyor. onun haricinde gerçekten tırt bir film. beş para etmez. argo dilim için bağışlayın ama ağdalı bir eleştiriye değecek bir film olduğunu dahi düşünmüyorum bu filmin.

son sözüm şudur; ben mahsun’un yerinde olsam, hadi oyunculuk neysede hikayelerimi mutlaka profesyonel bir senariste yazdırır, yönetmenliğide yardımcılıktan öte yapmazdım. bişeyi yapamıyosan yapmıycaksın.

aşk

lenix
aşk sanki sadece sizin yaşadığınız bir hastalıktır. 6 milyarda bir görülen bir hastalık...

aşk bir hastalıktır. tedavisi olmayan... olsa da kabul etmiyeceğiniz.... aşk bu dünyada kurtulmak istemiyceğiniz tek hastalıktır.

aşk onu görmeden önce geçici bi müddet parkinson hastasına dönüşmektir.

aklınıza düştüğü an geçici bi müddet felce uğramaktır.

aşk bedenin hayata mola verdiği zamandır. yemek istememektir. uyumak istememektir. çalışmak istememektir. konuşmak istememektir. istemek denilen herşeyin sadece onunla ilgili olmasıdır.

aşk elinizdeki lokmayı ağzınıza götüremediğiniz andır.

aşk ondan uzak oluğunuzda bir uyuşturucu bağımlısı gibi kıvranmaktır. aşk bitmektir. erimektir. ölmektir. herşeyin anlamını yitirdiği yerdir aşk.

içinizde deli bi ferhat, hırçın bir romeo yaşarken dışardan bay sakin görünmektir. hiç bişey belli etmemektir. edememektir.

kurtlar vadisi filistin

lenix
çalıştığım ofiste hemen herkes kurtlar vadisi tutkunudur. özellikle akşam vardiyasındaysam ve günlerden perşembeyse bilirim ki o gün kurtlar vadisi izlenecektir. herkes işini ona göre ayarlar ve dizi vakti gelincede tv nin karşısına kurulurlar. bende ortamdan ve muhabbetten uzak kalmamak için onlarla birlikte diziyi izlerim. ama evde olduğumda oturupta şöyle bi kurtlar vadisi izleyeyim dediğimde olmaz pek. kişisel kanaatim bu dizinin en iyi bölümlerinin ilk sezonunda olduğuna dairdir. şimdiki bölümler biraz temcit pilavı tadı vermiyor değil.

o yüzden az çok aşina olduğum bir alemdir kurtlar vadisi. elbette sinema filmleri daha farklı bir konsept. hatta diyebilirim ki diziye paralel başka bir dünya da geçiyorlar sanki (yani biz hem mafyaları çökertiriz, hemde gerektiğinde tüm dünyaya haddini bildiririz gibi bi durum var ortada). ben neyle karşılaşacağımı bildiğim için beklentilerim de o seviyedeydi. bir ’er ryan’ı kurtarmak, bir full metal jacket’le karşılaşmıyacağımı biliyordum. zaten bu filmlerde de mesele filmin teknik ya da sinemasal değeri değil, değindiği konular oluyor (hepte öyle olmuyor mu zaten. bkz; new york’ta beş minare).

filme gelirsek, irak’tan hallice. o filmdeki amerikalıların yerine israillileri koyun, alın size kurtlar vadisi:filistin. bu tarz filmlerde tahmin edebileceğiniz her türlü karakter ve durumla karşılaşıyorsunuz. burda da baş kötünün, düşmanın gücüne saygı duyan, duyarlı yardımcısı var. irak filminde esas adamın (polat) sevimli yardımcısı işlevini erhan yerine getiriyordu. burda filmin neşeli anlarını memati-abdülhey atışması oluşturuyor. burda da kurtarılması gereken iyi bir kız var. hatta bir dini lider, bir zikir sahnesi dahi eksik edilmemiş. zaten zikir sahnesini görünce "bende ’bişey eksikti ama ne’ diyordum, şimdi tam oldu." dedim içimden.

senaryo sıfır düzeyinde. diyaloglar fragmanda duyduklarınızdan fazlası değil. paso çatışma sahnesi var. çatışma izlemeye doyuyorsunuz diyebilirim. yine polat ve adamları asla vurulmuyor, düşmanlar ise bi kurşunda yere seriliyorlar. kaç kişi öldüğünü sayamadım, zaten saymakta imkansız. ama rahatlıkla bi rambo filmine rakip olabilecek kadar insan ölüyor diyebilirim.

filmin tek kayda değer tarafı filistin’deki dramı bir nebze olsun gözler önüne seriyor olması... birde filmin başlangıcında gazze’ye yardım götüren gemilere yapılan baskının gösterildiği sahneler...

yalnız finali çok kötü buldum. pardon, olmayan bişeyi nasıl kötü bulabilirim. en tırt hollywood aksiyonlarında bile bütün aksiyon bittikten sonra 1-2 final sahnesi çekilir. ne biliim, kahramanın eve dönüşü olur, iki sevgilinin kucaklaşması olur, bişey olur mutlaka. burda öyle değil. kötü adam ölür ve film biter diye bir sinema kuralı varda ben mi bilmiyorum.

işte, durum bundan ibaret. eğer polat ve ekürisinin iflah olmaz bir hayranı iseniz en yakın sinemanın yolunu tutabilirsiniz. gerisine pek birşey ’vaadedemiycem’.

av mevsimi

lenix
ilginçtir. av mevsimi’nin fragmanı sinemalarda gösterilmeye başlandığı andan beridir popüler kültürün bir parçasıymış gibi durmadı. insanlarda mutlaka gidilesi, izlenesi bir filmmiş hissiyatıda yaratmadı. hem de bünyesinde barındırdığı dev isimlere rağmen. kabul, cem yılmaz hariç hiç biri popüler isimler değiller. ama cem yılmaz bile ilk kez bir komedi performansı sergilemediği bir roldeydi, ki en azından benim adıma filmi merak edilir kılan da buydu. ayrıca yavuz turgul’u da bir sinemacı olarak beğenirim.

filmde, lakapları avcı (ferman), deli (idris) ve çömez (hasan) olan üç polisin bir cinayetin izini sürüşüne tanık oluyoruz. bu cinayeti çözmeye çalışırlarken de buna paralel olarak bu polislerin özel hayatına tanık oluyoruz. ferman (şener şen) emekliliği gelmiş tecrübeli bir polistir. cinayet masasında çözmediği cinayet, yakalamadığı suçlu kalmadığı için avcı lakabını almıştır. idris ise onunla birlikte çalışan laz bir polistir. idris’in babası eskiden ferman’la arkadaşmış. o ölünce babalık misyonunu ferman üstlenmiş. hasan ise bir cinayet olayı sonrası son anda ekibe dahil olmuş çömez bir polistir. ama polisliğin ağır koşullarına alışmakta zorluk çeken, hatta doğru mesleği yapıp yapmadığından dahi emin olmayan birisidir.

öncelikle av mevsimi bir polisiye olarak ne kadar başarılı, tam karar veremedim. ama uzun süresine rağmen baştan sona keyifle izlediğimi söyleyebilirim. herşeyden önce bir sinema duygusu var ve bence bu en önemli artısı. yavuz turgul’un hem yönetmenliği iyi, hem de yazarlığı... yazarlığını daha çok beğeniyorum (gerçi bu filmin senaryo olarak aksayan bazı tarafları vardı ama o kadar önemli kusurlar olduğunu düşünmüyorum). yavuz turgul insan psikolojini çok iyi biliyor. kimin, neye, nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyor ve bu da bir sinemacı için çok önemli bir özellik. ayrıca en ufak enstantanelere bile bir gerçekçilik katmak gibi bir becerisi var. senaryosu (polisiye gibi bir türde dahi) çok kötü olmuyor. yan hikayeler ise asla senaryoya yama gibi durmuyor. özellikle idris’in hikayesi yazsan tek başına film olur bence.

idris demişken onu özel olarak anlatmak istiyorum. idris saatli bomba gibi bir adam. nerde, ne zaman patlıycağı belli olmuyor. boşuna trabzonlu değil. duyguları hep uçlarda yaşıyor. mutluyken de, üzgünken de...
ayrıca tam bir sinir küpü, hep bir öfkesi var. eski karısı asiye’ye hala kör kütük aşık. onu takip etmekten, kıskanmaktan, başka erkekleri ondan uzak tutmaktan kendini alamıyor. hem de boşanmış olmalarına rağmen. sonra da bu aşk bir nefrete dönüşmüş bünyesinde, bütün kadınlara karşı. filmde hep kadınlar hakkında dokundurarak konuşmasının nedeni de bu.

tabi bu karakteri filmde bu kadar baskın gösteren kişi ise kesinlikle cem yılmaz. cem yılmaz bu filmde gerçekten şahane! tam anlamıyla döktürüyor. bulunduğu her sahnede hem rol çalıyor, hem de filmi sırtlıyor. eğer av mevsimi’nden bir kaç yıl sonra hatırda kalacak bir unsur olacaksa bunun en önemlisi cem yılmaz ve onun bu filmde canlandırdığı idris karakteri olacaktır. ayrıca bu rol ona çok yakışmış. hele annesiyle lazca konuştuğu anlar var ki, dizilerde çakma lazca konuşan karakterler bunların yanında halt etmiş.

hatırlarsanız cem yılmaz sunuculuğunu yaptığı festivallerde hep manidar bir şekilde "ben bu tür festivallerde hep sunan oluyorum." der. umarım bu sefer sunan değil, alan olur. bunu sadece bir cem yılmaz hayranı olduğum için değil, bu rolle bir ödülü hakettiği için istiyorum. umarım görmezden gelinmez.

yine filme dönersem, polisiye deyince herkesin aklına se7en geliyor ister istemez. ama bu film onunla kıyaslanamaz bile elbet. o film türün başyapıtı (belkide) sinema tarihinin en iyisiydi. av mevsimi’ni ancak ve ancak bi başka türk polisiyesiyle kıyaslayabilirsiniz, ki bence şu an için türk sinemasında (en azından tutarlılık açısından) türünün şimdiye kadar gördüğüm en iyisi. bir kere diğer polisiye örneklerimizde olduğu gibi hollywood’a yamanmıyor. bu film her ne kadar sinemamız için yabancı (ya da yeni) bir türü konu alsada bizim filmimiz. dokusu, yapısı, hikayesi bize ait. hatta diyebilirim ki yavuz turgul bu türe nasıl yaklaşılması gerektiğine dair çok önemli ipuçları veriyor bu filmde. umarım ilerde daha iyi örneklerini görürüz bu türün, ki ben bu konuda baya ümitliyim.

bazı kimseler filmin bir sürprizinin olmayışını (ya da bir başka deyişle suçlunun çok önceden belli oluşunu) hayal kırıkığı olarak nitelendirmiş. ben öyle değerlendirmedim. çünkü hem filmin böyle bir derdi yoktu, hem de iyi bir polisiye olmak için bu şart değildir. elbette tür polisiye olunca insanda bir sürpriz beklentisi (bir ters köşeye yatma isteği) oluyor elbet. ama ben şahsen on tane sürprizi olan kötü bir film izlemektense bir tane sürprizsiz av mevsimi izlemeyi tercih ederim.

son olarak bir sahneden söz etmek istiyorum. cem yılmaz’ın ’hayde’ türküsünü söylediği sahneden... bir sahne hem bu kadar coşkulu hem de bu kadar hüzünlü olur mu! bence sırf bu anı görmek için bile izlenmeyi hak ediyor av mevsimi.

unstoppable

lenix
dürüst olayım. durdurulamaz çılgın romantikten sonra izlediğim 2. tony scott filmiydi. sanki hep ortalama aksiyonların yönetmeniymiş gibime geliyor. bu son filminden sonrada düşüncelerim değişmedi elbet. ama bir yönetmen olarak tek bi türe yoğunlaşıp, hep o alanda filmler üretince kaçınılmaz olarak arada bir iyi filmlerde üretiyorsunuz. durdurulamaz işte o filmlerden...

hikaye basit; içinde bol miktarda kimyasal madde olan bir yük treni kontrolünü kaybederek son sürat şehre doğru yol almaya başlar. onu durdurmaksa bir kondüktörle (denzel washington) bir mühendise (chris pine) düşer.

senaryo filme hizmet eden, fazla dallı budaklı olmayan sade bir senaryo. tamda bir aksiyon filminin sahip olması gereken türden.. eğer ele alınan konu haricinde yan hikayelere fazla yoğunluk verilseydi kaçınılmaz olarak izleyicinin dikkati dağılacak, bu da filmin insanı daha az heyecanlandırmasına neden olacaktı. filmin kurgusuda başrolündeki tren gibi aksamadan sonsürat ilerliyor. bu açıdan tony scott’ı bu temiz ve kaliteli işinden dolayı tebrik etmek gerek.

aksiyon sahnelerine gelirsek gerçekçi aksiyon sahneleri var. hatta neredeyse gerçek, ve film tamda gücünü buradan alıyor. yıl 2010 değil 2110 dahi olsa doğal ve gerçekçi aksiyon sahnelerinin tadı her zaman apayrıdır. teknoloji ne kadar gelişsede, filmlerin bütçesi ne kadar büyüsede bazen izleyiciyi hiçbirşey trenden düşme ihtimali olan bir insan kadar heyecanlandıramaz. filmde finale dek ölmiyeceğinden emin olduğumuz bir kahraman olmayışıda bizim hangi karakterin başına ne geleceğini tahmin etmemizi zorlaştırıyor. haliyle buda filmin heyecanını bir kat daha arttırıyor.

ayrıca (benim pekçok filmde hazzetmeme rağmen) dijital kamera bu filmin lehine işliyor. yaşanan olaya anbean şahit olduğumuz hissine kapılıyoruz. eğer kendinizi kaptırırsanız (bende olduğu gibi) koltuğa yapışıp nefesinizi tutarak izlemeniz dahi mümkün.

kısaca bir başyapıt aramayan, sadece bir aksiyon filmi izleyip keyifli bir 2 saat geçirmek isteyen herkese tavsiye olunur.

skyline

lenix
skyline bir filmi sadece görsel efektlerin kurtarmıyacağının mükemmel bir örneği. eğer olaya sadece görsel efekt olarak bakarsak iyi bir film. hatta bu dalda oscar dahi alabilir, bilmiyorum. ama onun haricinde hiçbir numarası yok. herşeyden önce çok kötü bir senaryosu var. hatta bir senaryosu var mı, ondan dahi emin değilim.

ayrıca salondan yarım bir film izlemiş hissiyatıyla ayrılıyorsunuz. tıpkı matrix reloaded’ta olduğu gibi... ikinci bir yarısı varmışta bu ilk yarısıymış gibi. son yıllarda çok canımı sıkan birşey varsa o da bazı filmlerin artık sanki birer diziymiş gibi bitmesi.. sonlarında bir "devamı haftaya!" yazısı eksik. elbette niyetleri açık. devam filmine göz kırpan bir sahneyle bitirip izleyici meraklandırmak istiyorlar. ama böylede bitirilmez ki! ben şahsen heyecanlanmadım ve ikinci filmide merak etmiyorum. çünkü merak edeceğiniz varsada öyle bi yerde bitiriyorlar ki o merakınızda kalmıyor.

film aslında strause kardeşlerin görsel efekt alanındaki maharetlerini birde kendi yönetmenlikleriyle gösterdikleri bir eskiz çalışması gibi.. uzay gemisinden gelen ışınlar insan derisinde yanıklara ve ve damarların ortaya çıkmasına neden oluyor örneğin. sanki bütün bir senaryo görsel efekt maharatlerini göstermek üzere tasarlanmış gibi. ayrıca filmdeki uzaylı yaratılarda çok karmaşık tasarlanmış. biraz dinazorumsu, birazda transformers robotlarının karışımı gibi. mekaniğin ve organiğin içiçe geçtiği tuhaf bir yapıları var.

ayrıca film "uzaylılar sadece amerika’yı işgal eder" klişesinide tekrarlıyor. zaten bu tarz holywood filmlerinde ne olursa amerika’da olur. hem işin ilginç tarafı, bu filmde uzaylılar insanların beyinlerinin peşinde. bizim beyinlerimiz uzaylılar için pil gibi bişey. kullanıp kullanıp atıyorlar. ama insan merak etmiyor değil, koca uzaylılar beyinleri alınmaya layık olarak sadece amerikalıları mı görmüş, yoksa bu film yoluyla amerikalılar kendi egolarını diğer insanlardan üstün mü görüyor? benimki sadece hüsnü kuruntuda olabilir. çünkü bu denli altmetin aranamaycak kadar sığ bir film bu. emin olun.

ayrıca şu da hoşuma gitmedi. koca los angeles’ı uzaylılar istila ediyor ve biz olaylara sadece 3-5 kişinin gözünden şahit oluyoruz. ne hükümetin nasıl alarm verdiğini ve askeri gücü nasıl hareket ettirdiğini görüyoruz, ne de bir başka los angeleslının başına gelenleri görüyoruz. yani filme biraz ’cloverfield’ ruhu hakim. ama o film tek bir kişinin kameraya çektiği envartermiş espirisiyle çekilmişti. yani bir nedeni vardı. bu filmin öyle bir bahaneside yok. apaçık senaristler üşenmişler. ben buna üşengeçlik derim. diğer insanları elektrik süpürgesiyle çekilen karıncalar misali görüyoruz, o kadar (biraz tuhaf bi örnek oldu, kabul)

ama insan istiyor ki başka kimselerin başına neler geldiğinide görelim. koca uzaylı yaratıkların insanları nasıl kovaladığını otelin penceresinden görmek var, bir de olaya dibinde şahit olmak var. bu filmde ne yazık ki sadece pencereden şahit oluyoruz olaylara. filmdeki tek hoşuma giden sahne iki sevgilinin uzay gemisine çekildikleri sahne oldu. keşke orda bitseymiş.

son olarak diyeceğim şudur ki; ne görmek bir kayıp bu filmi, ne de görmemek. karar size kalmış.

the social network

lenix
filmini izlemem elzem olan yönetmenlerdendir fincher. çünkü bir blue jean kot ne kadar kötü olabilirse bir david fincher filmi de o kadar kötü olabilir diye düşünürüm. filmi izledim. bir başyapıt değil elbette ama fincher her zaman ki gibi bir standardı yakalamayı başarıyor. arkadaşlarla çerez eşliğinde izlenicek filmlerden değil ama, söyliyim. yalnız gerçeğe dayanan hikayesi dikkat çekici. malumunuz facebook’u kuran dahi çocuğun hikayesi anlatılyor.

açıkçası yönetmen fincher olmasa umursayacağım bir film olmazdı. genellikle kapalı mekanlarda ve diyalog ağırlıklı ilerleyen (hatta ve hatta geveze) bir film diyebilirim. filmde aksiyon minimum düzeyde. aksiyon namına görebileceğiniz tek şey 1-2 dk. süren kürek yarışı.. film tümüyle monologlar üzerinden ilerliyor diyebilirim. ama zeki insanların hikayesini konu aldığı için konuşmaları dinlemek zevkli.

bence izlenmeyi hak eden bir yapım olmakla birlikte bir klasik olduğu söylenemez. fincher hikayeyi fazla yönetmenlik şovuna başvurmadan yalın bir dille, arada bi geri dönüşler ve ileri atlamalarla anlatıyor. tıpkı zodiac’ta olduğu gibi.. hatta orada dahi bir yönetmen olarak elini çok daha fazla belli ediyordu fincher. bu filmde başrol esas olarak hikayenin ta kendisi.

filmin objektif bir dili var. ne mark zuckerberg’i dost satan bir hain vs. gibi göstermeye çalışıyor. ne de ona dava açanları bir mazlum ya da fırsatçı gibi gösteriyor. herkes kendine göre haklı aslında. çünkü bu bir haklı-haksız hikayesi değil. zuckerberg’i dava etmeden önce ’harvard duruşu’ndan taviz vermemeye çalışan ikiz kardeşler sonunda dayanamayıp ona tazminat davası açıyor. bunu yaparken bile aylarca düşünüyorlar. ama atı alan üsküdarı geçiyor. bazen içinde bulunduğunuz sistemin kralı olmak için o sisteme karşı çıkmanız gerekir. helede bu sınırları tam çizilmemiş, uyanık olanların hep bir adım önde olduğu kapitalist sistemse... tıpkı mark zuckerberg’in yaptığı gibi.. belki bazı insalar ilerde facebook.com’a dönüşecek facemash’i kurup harvard’ın internet ağını çökertmesi harvard’dan atılmasına neden olduğu için mark’ın hayatının hatasını yaptığını düşünmüştür. onun ilerde dünyanın en genç dolar milyarderi olacağını bilmeyerek...


sonuç olarak film benim beklediğim gibiydi. o yüzden hayal kırıklığına uğramadım. ama fazla bir beklenti içersinde olmayın. facebook’un nasıl kurulduğunu merak ediyorsanız (ya da zeki insanların hayatına konuk olmak ilginizi çekiyorsa) ve fincher’ın iflah olmaz hayranlarındansanız tavsiye olunur.

filmden birde hoşuma giden bir replik söyliyim. henüz sitenin adı thefacebook.com iken sean parker (ki karakter olarak filmde en bayıldığım kişi) mark’a şöyle diyor;

-the’yı çıkart. sadece ’facebook’ olsun. daha havalı!

inception

lenix
inception için tek bir cümle kurmam gerekse şunu derdim. gerçekten çok iyi, zekice, eğlenceli ve mutlaka sinemada yaşanması gereken bir deneyim. son yıllarda sinemadan bu kadar başı dönmüş ve mutlu bir şekilde çıktığımı hatırlamıyorum. christopher nolan bu filmle tekrar hayranlığımı kazandı. ortaya çıkan iş gerçekten mükemmel. bence son 10 yılın en iyi filmlerinden biri ve ustanın (yine bence) en iyi filmi. evet, memento’dan da iyi.

the dark knight’tan sonra bile nolan’a favori yönetmenim demeye dilim varmamıştı. ama bunu şimdi gönül rahatlığıyla söylüyorum.

bu kadar övgüden sonra şimdi de hikayeyi anlatayım. dom cobb (dicaprio) insanların rüyasına girip onlardan bilgi çalmak konusunda uzmanlaşmış bir hırsızdır. bu vasfı nedeniyle (ayrıca karısının ölümüne sebep olduğu düşünüldüğünden) uluslararası alanda aranan birisi olduğu için amerika’da yaşayan çocuklarını görememektedir. birgün saito adında bir milyarder ona ve ekibine bir görev verir. bu sefer bir fikir çalmıycaklardır, onun yerine bir fikir yerleştireceklerdir. o kişiyse ölmek üzere olan rakibinin muhtemelen servete ve şirketinin başına konucak olan oğludur. eğer bu görevi başarırlarsa dom yurduna ve çocuklarına dönebilecektir.

rüyalar herzaman filmlerin özel bir arkadaşı, yardımcısı olmuştur. ’’hepsi birer rüyaymış’’ klişesi en olmadık yapı yada hikayeye sahip filmleri kurtaran bir fikir olmuştur. hem filmlerde bittikleri zaman zihnimizde bir rüya gibi yer almazlar mı! işte c. nolan bu klişeyi alıp onu çok zekice bir oyun haline büründürüyor. yapısı gereği film başlangıçta biraz karmaşık gelebilir ama ilerleyen dakikalarda bu yapıya alışıyorsunuz. zaten öykü geriye dönüşler ve başlangıcı haricinde düz bir zeminde ilerliyor.

hem felsefi, hem aksiyon açısından gayet doyurucu bir film bu. felsefi açıdan yaklaşırsak film kendi dünyamız ve yaşamımız üzerine pek çok imge ve metafora sahip. yaşadığımız hayat ne kadar gerçek, aslında bütün bunlar birer rüya mı gibi sorular sorduruyor film bize. rüyaları tema edinen bir film içinse bu kaçınılmaz elbette. herkes filmdeki her imgeden bir şeyler çıkaracak, her unsuru bir şeyle bağdaştıracaktır, eminim. filmdeki yusuf karakterini hz. yusuf’la bağdaştıranlar görüyorum şimdiden. filmin bu karmaşık yapısı ve sembolleride önümüzdeki birkaç yıl fazlasıyla tartışılacaktır. zaten bir film izlemeyide bu tür tartışmalar zevkli kılmaz mı!

aksiyon olarak bakarsak yine doyurucu bir film var karşımızda. olayların geçtiği yer rüyalar olduğu için elbette film sınırsız bir aksiyona gebe. ama heyecan unsuruda yok değil. ’’aman canım, bunların hepsi rüya, ölseler ne olucak ki!’’ diyemiyorsunuz. bazı durumlarda rüya içersinde dahi ölmenin bazı tehlikeleri olduğu belirtilerek bir şekilde heyecan girdabına sokuluyoruz. yönetmen tarafından bir oyuna davet ediliyoruz, ve katman çoğaldıkça oyun daha eğlenceli bir hal alıyor. benim favori sahnem yerçekimsiz alanda geçen dövüş sahnesi.. daha önce eşi benzeri görülmemiş bu sahneden inanılmaz bir haz aldım. en son buna benzer bir hazzı sinemada matrix reloaded’ı izlediğimde almıştım.

uyurken yüzüne su sıçrayan bir adamın rüyasında yağmur yağdığını görmesi, dom’un çocuklarının imgesini her seferinde çocukların yüzünü görmeden görüşü gibi anektodlar çok hoşuma gitti. paris sokaklarının tersyüz edilmiş hali ise bence bir sanat eseri.

filmin bazı noktalarına serpiştirilmiş espiriler ise filme hoş bir mizah katıyor. bence gayet filme yakışır, zekice espiriler.. ama bu mizahi ton filmi asla sulandırmıyor, basitleştirmiyor. ama filmi daha eğlenceli kıldığı kesin.

bu filmi beğenin yada beğenmeyin, daha önce hiçbir filmde bulunmayan bir tada sahip olduğu tartışılmaz. büyük çatışmalara, kovalamacalara, patlamalara sahip olmasına rağmen hiçbir derinliği olmayan ve herbiri birbirinin aynı hikayalere sahip aksiyon filmlerinden bıkan bizler değil miyiz! yavanlığın artık her filmi kapsadığı günümüz sinemasında bu film çölün ortasında bir vaha. herşeyden önemlisi bu film o eşsiz sinema duygusuna fazlasıyla sahip. bu da bence filmin en önemli özelliği.

aslında size tavsiyem, bu film hakkında hiçbir bilgi edinmeden gidip ilk fırsatta izleyin. ben sinemayı bana inception gibi filmler armağan ettiği için seviyorum.

sandalye

lenix
sevgili sandalye,

nasılsın, iyi misin. eğer beni sorarsan bende iyiyim. bir sıkıntım yok. geçinip gidiyorum. biliyorum, şu an bir sandalyeye mektup yazdığım için benim büyük ihtimalle bir deli olduğumu düşünüyorsun. varsın öyle olsun. sende deli olduğumu düşün. hem ne var yani, insan illa başka bir insana mı mektup yazar. bi kere de farklılık olsun. bi sandalyeye yazıyorum bu mektubu, var mı itirazın. ha şöyle, adam ol.

biliyo musun sandalye, senin en çok hangi yönünü seviyorum. ne zaman yemek yesem tek başıma, karşımda öylece durursun. hiç itiraz etmezsin. ben çok yavaş yemek yiyorum, bilirsin. bi kere bile demedin ki ’’ne yavaş yiyorsun, hadi kalk. çabul ol.’’ lokmayı boğazıma dizmedin. beni rahat bıraktın. sahi senin yanında kendimi hep rahat hissediyorum sandalye. neden öyle bilmiyorum.

bazen canım hiç konuşmak istemiyor. sadece yemek yemek istiyorum. işte öyle zamanlarda da ’’hayırdır, bi sıkıntın mı var, neden hiç konuşmuyorsun!’’ deyip üzerime gelmiyorsun. konuşmam için üstelemiyorsun.

senin yanında konuşmak, konu bulmak için zorlamıyorum kendimi. çok rahatım. bir de yemeği istediğim gibi yiyebiliyorum yanında. yemeğin suyuna ekmek bandığımda tuhaf tuhaf bakmıyosun. üstüme bişey döktüğümde gülmüyorsun. peçete falan da uzatmıyorsun ama varsın o kadar da oluversin.

dertleniyorum bazende, konuşmak istiyorum. derdim sadece içimi dökmek, bi ton nasihat dinlemek değil. bi kerecik bile sözümü kesmiyorsun. sonuna kadar dinliyorsun beni. ’’o da bişey mi, sen bi de şu olayı dinle’’ deyip üste çıkmıyorsun. kafa şişirmiyorsun. 10 numarasın sandalye, iyi ki senin gibi bi dostum var.

biliyor musun, daha önce hiç kimseye bu kadar uzun bi mektup yazmamıştım. kısmet sanaymış. hadi görüşürüz sandalye, kendine iyi bak.

robin hood

lenix
burada ridley scott’ın robin hood filminden söz edeceğim, müsaadenizle.

bir türk olarak ne kadar robin hood mitine uzak olsakta çoğumuzun kafasında belirmiş bir tip vardır yinede. yeşil şapkası ve taytıyla, elinden hiç düşürmediği ok ve yayıyla, salvador dali bıyıklı ve hep gülümseyen bir kahramandır o. benimde kafamda hep böyle bir imge vardı. ama gerçeğin karşı koyulamaz cazibesi nedeniyle gerçek robin hood’u da merak ederdim. işte biraz da bu merakımı gidermek için ridley scott imzalı robin hood filmine gittim. beni bu filme çeken iki şey vardı, birincisi yönetmen ve onun favori oyuncusu (russell crowe). ikincisiyse zamanında ’sıkıcı bir tarih filmidir’ diyerek gladyatör’ü sinemada izlemeyip (onun yerine göremizi tehlike 2’yi izlemiştim, aptal gibi) başımı duvarlara vurmam... bu pişmanlığı bir kez daha yaşamak istemiyordum.

film robin hood’un kanun kaçağı bir halk kahramanına dönüşmeden öncesini, o günlere nasıl geldiğini anlatıyor. film sayesinde pekçok tarihi gerçeği öğreniyoruz. öncelikle robin hood 12. yy.da kral richard’ın haçlı seferine de katılmış bir okçusudur. birgün sırf dürüst olduğu için (krala bütün yaptığı bu acımasız seferlerin yanlış olduğunu söylüyor) arkadaşlarıyla birlikte cezalandırılır. kral savaşta ölünce de artık hiçbir borcu ve sorumluluğu olmadığını düşünüp yandaşlarıyla birlikte kaçar. hedefiyse savaşta ölen bir askerin kılıcını onun yalvarması sonucu babasına iletmektir. bu yol onu nottingham’a, doğduğu topraklara geri döndürür. orada kim olduğunu, asıl kimliğini öğrenir. bu arada richard öldüğü için kral onun kardeşi john olur.

kral john dini imanı para olan ve bu uğurda halkını sömüren, faşist ruhlu birisidir. ama onun güvendiği kişiler arasında da kanı bozuklar vardır. sir godfrey ingiltere’ye ihanet eder ve fransa kralını sırf çıkarları için savaşa biler. bu savaş karşısında ne yapacağını bilemeyen kral john, robin hood’un da nasihatleriyle hak yolunu bulur, ordu ve halkı tek yürek yapıp savaşı kazanır. fransız ordusunu geri püskürtür. ancak acımasız john ancak köprüyü geçene kadar ayıya dayı der. savaştan sonra önüne sunulan yasa tasarısını bir kalemde yakıp yine bildiğini okur. robin hood’uysa biraz da halkın gözünde kendisinden daha önemli bir kişilik olmasın diye kanun kaçağı ilan eder. efsane böyle doğar.

filmi izlerken kafamda kaçınılmaz olarak bir gladyatör kıyaslaması vardı. ama bu benim önyargımdan değil, tümüyle filmin yapısından kaynaklanıyor. filme giden pek çok insanda bu kıyaslamayı yapmıştır. böyle düşünmemin en önemli nedeni kahraman robin hood olmasına rağmen yönetmenin role fiziksel olarak daha uygun, genç ve dinamik birisi yerine favori oyuncusu, 45 yaşındaki russell crowe’u düşünmüş olmasıydı. örneğin bunun yerine, daha öncede bir filminde oynamış orlando bloom’u düşünebilirdi. anlaşılan yönetmen ikinci bir gladyatör yapmak niyetindeymiş ve bu niyet çok açık.

filmde robin hood’un düşmanına sağlam yumruklar çaktığı, atın üzerindeyken birisinin ona kılıç fırlattığı sahnelerse bana her haliyle gladyatör’ü hatırlattı. ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim. robin hood ikinci bir gladyatör değil. o 5 yıldızlık bir filmse bu sadece 3 yıldızlık bir film. yani ortalama bir film. evet, savaş sahneleri çok iyi çekilmiş (yönetmen bu işi iyi biliyor). film akıyor, siz sıkılmadan izliyorsunuz. ama çok çarpıcı bir sahne yada film bittikten sonra aklınızda kalacak birşeyle karşılaşmıyorsunuz. neredeyse filmin her adımını bir önceden değil çok önceden tahmin ediyorsunuz. sizi şaşırtan hiçbir şey olmuyor filmde.

açıkçası gladyatör filminin başındaki savaştan aldığım keyfi (hemde cam ekranda izlemiş olmama rağmen) bu filmin bütününden alamadım. bana en çok cate blanchett ile russel crowe arasındaki çekişme ve bununla birlikte kaçınılmaz yakınlaşma keyif verdi. klişe olabilir ama filmde bu aşkın işleniş tarzı hoşuma gitti. ikili ise gerçekten birbirine yakışıyor.

not: artık daha mı zor film beğeniyorum, ne. bundan 5 yıl önce ’ridley scott-russel crowe’ ikilisi film çekicek ve ben burun kıvırıcam deseler gülüp geçerdim.

çok filim hareketler bunlar

lenix
ben çok büyük beklentiler içersinde olan entel bir sinema izleyicisi değilim. hani şu recep ivedik filmlerine anıra anıra gülenlerdenim ben. bundan da hiç gocunmam. ayrıca mutfak ekibinin (diğer bir deyişle yılmaz erdoğan ve tayfasının) televizyondaki ’’çok güzel hareketler bunlar’’ adlı skeçlerini de keyifle izlerim, her hafta. ama bu sinema filmi inanın hiç olmamış.

öncelikle skeçler halinde komedi sunma durumu zaten pek çok izleyiciye fazlasıyla itici gelirken bunu bir de tv gag’ı şeklinde arsızca birbirlerinden ayırmak iyice basitleştirmiş filmi (ki adına film demeye dahi dilim varmıyor). bir de bunun üzerine sanki tiyatro oyunundaymışız gibi eser’in her skeci sunması iyice sıkıcı yapmış filmi. hele o sahte fragman öncesi yaptığı ’’ya biz aslında bunu filme koymayı düşünmüyorduk, ama sonra koymaya karar verdik.’’ minvalindeki konuşması iyice uykumu getirdi (sanki dörtbaşı mamur başyapıt yapıyorlarmış gibi). benim bildiğim bu tür açıklamalar kamera arkasında, reportajlarda, dvd yorumlarında filan yapılır (tamam, hakkını yemeyeyim, ’300 günübirlikçi’ esprisi hoştu). aslında beyinlerini birazcık çalıştırıp skeçleri birbirine bağlama yoluna gitselerdi hiç olmazsa iyi kötü bir ’’film’’den söz edebilirdik. birkaç skeç yapıp finalde hep beraber şarkı söylemekle ne yazık ki film olmuyor.

hadi filmi skeçler halinde yaptınız diyelim, tamam. ama insan ’’sinema’’ deyince birazcık daha kalburüstü bir iş, biraz daha zeka kokan espiriler bekliyor (elbetteki biliyorum, mutfak ekibi bu potansiyele fazlasıyla sahip). ama söz konusu skeçler o kadar sıradan, yapılan espriler o kadar basit ki bu fikirleri bir sinema filmi yapmaya nasıl layık görmüşler, inanın hayret ediyorum. her hafta tiyatro sahnesinde yaptıkları skeçlerin çoğunda bunlardan daha zekice (ve en azından güldüren) işler kotardıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. mutfak ekibi bu işle sinemada güldürmenin tiyatroda güldürmekten çok daha farklı olduğunu anlamıştır herhalde.

yılmaz erdoğan’ın bulunduğu sahneyi de hiç beğenmedim. ağzından espriye benzer tek bir söz çıkmamakla birlikte insanın zihninde ’saçmalamış’ düşüncesinden başka bir şey oluşturmuyor. sırf görünsün diye koyulmuş vesselam.

nefes vatan sağolsun

lenix
nefes:vatan sağolsun filminin ilk teasırını gördüğümde gerçekten heyecanlanmış ve iyi bir film görmek namına ümitlenmiştim. çünkü her ne kadar hergün gazete yoluyla olsun, televizyonla olsun haşır neşir olsakta sinema perdesinde pekte görmeye alışkın olmadığımız bir kimlikti türk askeri... onları nihayet sinemada görecektik ve bu benim için önemli bir olaydı.

içinde savaş ve asker olan bir film çekmek her zaman zor olmuştur. ne kadar masum ya da objektif olmaya çalışırsanız çalışın eleştiri oklarından kaçamazsınız. militarizm propagandası yapmakla suçlanabilir, duygu sömürüsü yapmakla itham edilebilirsiniz. kendinizi herkese beğendirmeniz neredeyse imkansızdır. ayrıca bu tür bir filmden ne beklediğiniz ve filmin size ne sunmak istediğide çok önemlidir. eğer sizin beklentiniz ve filmin sunduğu şeyler örtüşmezse dünyanın en iyi filmi bile olsa beğenmezsiniz, ve içinde askerler ve çatışma olan böyle bir filmden de pek çok farklı şey bekleyebilirsiniz; mükemmel savaş sahneleri, milliyetçi duygularınızın okşanması, kahraman kesilmiş cengaverler, yada tam tersi ’savaşa hayır’ naraları atan antimilitarist bir film.

peki nefes filmi bize ne sunmak istiyor? işte sorulması gereken soru bu. bence askerin ’o anını’ sunmak istiyor. o anı bütün yalınlığıyla sunmak ve askerle birlikte o anı yaşamamızı istiyor. nöbet yerinde üşüyerek beklerken onunla birlikte beklememizi, komutan bütün bir bölüğe ’’uyursan ölürsün!’’ diye fırça attığında seninde o askerle birlikte o fırçayı yemeni, uyuyamadığında seninde uyuyamamanı, kabus gördüğünde seninde onunla birlikte o kabusu görmeni istiyor. çatışma çıktığında ise tıpkı o çatışmadaki asker gibi seninde gündüz olsun diye dua etmeni istiyor, ve bir nebze de olsun film bunu başarıyor.

ayrıca film bana fazlasıyla stanley kubrick’in başyapıtı full metal jacket’i hatırlattı (bakın benziyor demiyorum, hatırlattı diyorum). neredeyse o filme türk sinemasının cevabı gibi ve filmin o filmle kıyaslanıcak pek çok sahnesi var. askerlerin saç traşı olduğu sahne olsun, koştukları sahneler olsun, komutanların uzun tiradıyla olsun (kaldı ki bizim filmimizde komutan her ne kadar askerlerine bağırsa da özünde onların iyiliği isteyen birisi olduğunu ve oğlunu fırçalayan bir baba edasında olduğunu biliyoruz, ama diğer filmde komutan askerlerine yeni sahip olduğu kölesi ya da köpeği muamelesi çekiyor) her iki film amerikalılarla bizlerin askerliğe ne kadar faklı gözlerle baktığımızı gösteriyor. onlar askerde birer cani yaratmaya çalışırken bizler insanlığını asla kaybetmeyen onurlu askerler yaratmaya çalışıyoruz. bu iki film arasında beni en düşündüren parallellik ise şu oldu. full metal jacket filminin sonunda amerikan askeri vietnamlı kadın suikastçiyi öldürmekle öldürmemek arasında tereddüt ediyor ve sonunda nefsine hakim olamayıp onu öldürüyordu. nefes filminde de buna benzer şekilde bir türk askeri etkisiz haldeki bir pkklıyı öldürmekle öldürmemek arasında gidip geliyor. ne yaptığını söylemiyeceğim. siz tahmin edin.

filmde oyunculuklar iyi (ki filmde bulutlarında küçümsenmiyecek bir rolü var, ayrıca yüzbaşıyı oynayan oyuncuyu (mete horozoğlu) çok beğendim), görüntüler çoğu kez kartpostal kalitesinde ve müzikler çok dozunda kullanılmış. diyalogların ise genel olarak lezzetli olduğunu söyleyebilirim (özel olarak askerlerin telefon görüşmesine bayıldım).

filmin finalindeki çatışma sahnesinden fazlasıyla etkilendiğimi ve başarılı bulduğumu söyleyebilirim. çatışma sahnesindeki silah ve bomba gürültüsü öyle abartılı değil, dozunda. en azından günümüz holywood aksiyonlarına nazaran bu filmdeki gürültünün çok masumane olduğunu söyleyebilirim. ayrıca yönetmen (levent semerci) o anı yaşatmak konusunda çok başarılı.

sonuç olarak ilgiye değer bir yapım nefes:vatan sağolsun. eğer irdelerseniz filmde pek çok mantık hatası bulabilirsiniz, (karlarla kaplı bir bölgede askerlerin yeşil üniforma giymesi, örgüt liderinin rahatlıkla telefon konuşmalarına katılması gibi) ama bunları yapıp keyfinizi kaçırmanızı tavsiye etmem. çünkü sinemamızın ihtiyacı olan türde bir film bu.

en azından kendi adıma diyebilirim ki, sinemada kurtlar vadisi:irak gibi bir film görmektense böyle bir film görmeyi tercih ederim.

no country for old men

lenix
öncelikle şunu söyleyebilirim, ihtiyarlara yer yok kusursuz bir sinema işçiliği ve birinci sınıf bir gerilim. coen’lerinse en iyi işlerinden birisi. açıkçası kardeşlerin, merkezinde kirli paranın olduğu kara filmler çektikleri altın dönemlerine bu filmle geri dönüş yaptıklarını söylemek mümkün. dayanılmaz zulüm ve kadın avcıları filmlerini kendileri açısından birer talihsizlik olarak değerlendiriyorum. onlar mizahı çiğ bir şekilde sunması gereken değil, filmlerinin atmosferine yayarak kara film çekmesi gereken yönetmenler bence. ve eğer komedi çekeceklerse en fazla big lebowski gibi hınzırca işler yapmalılar.

ne diyordum? ihtiyarlara yer yok birinci sınıf bir suç ve gerilim filmi. ama daha fazlası değil. bir başyapıt olduğunu iddia etmek çok zor. yani unutulmaz bir yapıt olarak zihinlerde yer edeceğini pek zannetmiyorum. insanlar bundan bir kaç yıl sonra ihtiyarlara yer yok’u konuştuklarında ’’hani şu oscar’lı film mi? iyi bir gerilimdi.’’ diyecekler en fazla. hepsi bu.
buna karşın filmde inanılmaz bir sinema işçiliği var. sesiyle, görüntüsüyle, sanat yönetmenliğiyle, kurgusuyla dört dörtlük bir film, ve her bir sahnesi ve mekanı büyük bir titizlikle hazırlanmış. özellikle bir felaketle sonuçlanan uyuşturucu ticaretinin yapıldığı yerdeki dizayn hayran kalınacak cinsten. coen kardeşlerin gözünden hiç bir ayrıntı kaçmamış. yerdeki ölülerden (ki buna köpek leşleri de dahil), kurşunlardan delik deşik hale gelmiş kamyonetlere kadar her şey son derece gerçekçi dizayn edilmiş. kusur bulmak çok zor. buna karşın film çok sade bir görselliğe sahip. zaten film etkileyiciğini de bizzat bu sadeliğinden alıyor. ayrıca filmin çok iyi bir ses işçiliğine karşın tek bir sahnesinde dahi müzik yok. ama şunu da söylemeden geçemiycem. anton’un arabasındaki para çantasının nerde olduğunu anlamayı sağlayan uyarı cihazının çıkardığı ses bir gerilim müziğinden farksız. ses yükseldikçe siz daha fazla heyecanlanıyorsunuz.

filmin çok konuşulan unsurlarından biri de javier bardem’in anton chigurh karakterinde sunduğu müthiş performans. anton chigurh, son derece zeki, son derece soğuk ve son derece acımasız bir katil. onun için bir insanı öldürmek bir sineği avlamaktan farksız. hatta kendisinin terminator’den bile daha soğuk olduğunu söyleyebilirim. bir insanın onu görmesi ölmesiyle eş değer, ve onun karşılaştığı bir insana yapabileceği en büyük iyilik yazı-tura atarak %50 ihtimalle kurtulmasını sağlamak. javier bardem rolüne çok yakışmış. açıkçası onu böyle bir rolde izlemek büyük bir zevk. akademi’nin ona oscar’ı vermesine şaşmamalı, çünkü bardem’in gözlerinde nerdeyse şeytanı görüyorsunuz. aslında javier bardem kariyerinde daha zorlu karakterlere hayat vermiş bir kimse (karanlıktan önce, içimdeki deniz vs.). bu rolle kendini aştığı söylenemez. tabi bu söylediklerim anton chigurh’un basit bir karakter olduğu anlamına gelmesin. bu rol akademiye onu taçlandırması için bir fırsat sunmuş sadece. çünkü kendisi ’oscar ödüllü oyuncu’ tabirini çoktan hakediyordu.

bir de tommy lee jones’un adını analım. kendisi hep bildiğiniz gibi, o yüzden pek fazla şey söylemeye gerek yok. bu arada merak ediyorum, hollywood’da şerif rollerini tommy lee jones oynar diye gizli bir kural mı var! bu rahatsız olduğumdan değil, sadece merak ediyorum.

filme dönersek eğer, sinemaya eğlenmek için gidenlerin bu filmden uzak durmasını tavsiye ederim. sıkıntıdan patlayabilirler. özellikle çok sessiz ve sakin olan finali günümüz izleyicisinin pekte hoşuna gidecek türden değil. şayet sinemaya ’’sinema’’ görmek için gidenlerdeniz, yine çok büyük bir beklenti içersinde olmadan bu filmi görmenizi tavsiye ederim. en iyi film oscar’ıyla ilgiliyse şunu söylemek istiyorum. keşke oscar’ı ’kan dökülecek’ alsaymış.

son bir şey daha, filmin adı niçin ihtiyarlara yer yok, anlayamadım!

the fountain

lenix
darren aronofsky sinema anlayışını, anlatım tarzını beğendiğim ve anlatmak için cesaret ettiği şeyler hasebiyle kendisine hayran olduğum muhteşem bir yönetmendir. çektiği ilk filmle (pi ve bir rüya için ağıt) beni benden almış, sinemaya daha bir aşık olmamı sağlamıştır. elbetteki bu iki filmden etkilenen tek kişi ben değildim. böyle bir yönetmenlik becerisinden sonra büyük stüdyoların ilgisini çekmesi uzun sürmedi ve pek çok bağımsız sinema yönetmenin kaderi olarak kendini yüksek bütçeli bir filmi çekerken buldu, ve bu filmde kaynak oldu.

kaynak her ne kadar fikirsel açıdan aronofsky’nin anlatmak istediği derin konulardan birine sahip olduğu anlaşılsada tarz olarak bana pekte bir aronofsky filmini anımsatmadı. sanki karşımda kırk yıldır hollywood filmi çeken bir yönetmenin filmini izliyor gibiydim. filmi izlerken ’’bu bir aronofsky filmi değil!’’ diye mırıldanmaktan kendimi alamadım. çünkü benim bildiğim aronofsky düzgün kadrajların değil durmaksızın dönen ve mide bulandıran kameraların yönetmenidir. çarpıcı ve tuhaf kurguların ve bir o kadar da çarpıcı müziklerin yönetmenidir o. açıkçası aronofsky’nin kendini bu denli çabuk stüdyo mantığına teslim etmesine üzüldüm. ben az da olsa, bir kaç kısımda kendi imzası niteliğinde olan anlatım tekniklerini kullanmasını dilerdim.

şunu belitmem gerekir ki kaynak zor bir film. kolay anlaşılabilecek, özümsenebilecek bir film değil. ayrıca herkesin izlemek isteyebileceği, izlemekten de zevk alabileceği bir film değil. ağır bir film kaynak. sadece 1.5 saat sürmesine rağmen çabuk bitmeyen bir film. bazı filmler vardır ki sizden soft bir şekilde kendisini anlamanızı beklemez. hissetmenizi ve hislerinizle algılamanızı ister. galiba kaynak’ta öyle bir film.

hikayesi üç farklı zaman diliminde geçiyor. birincisi 16. yy. ispanya’sında, ikincisi günümüzde, üçüncüsü ise 26. yy’da geçiyor. bu zaman dilimindeki olaylar filmde paralel bir kurguyla veriliyor, yani film üç kısma ayrılmış değil. bir sahnede 16 yy.dayken, diğer bir sahnede kendimizi gelecekte buluveriyoruz. ayrıca filmde çok ilginç bir gelecek tasviri bulunduğunuda belirtmeliyim. ben başta bir balon içersinde uzay boşluğunda uçarken adamın 4. boyutta falan olduğunu zannetmiştim. gerçekten çok ilginç bir gelecek tasviri...

filmin en ilginç yanı ise ölümü bir hastalık olarak görmesi... hugh jackman’ın canlandırdığı tom’un lilian’a ’’ölüm bir hastalıktır, tıpkı diğer her şey gibi!’’ diye haykırması ve filminde bu düşünceyi destekler şekildeki yapısı bunun en önemli göstergesi... bir doktorun bu şekilde düşünmesi tuhaf.

bu arada filmin en beğendiğim sahnesi tom’un hayat ağacının suyunu içtikten sonra aldığı hali gördüğüm sahneydi diyebilirim. gerçektende çarpıcı ve ilginç bir durumdu.

son olarak farklı filmleri seviyorsanız kaynak’a bir şans verin derim ben ama hayatın anlamını bu filmde aramayın. çünkü her ne kadar öyle görünsede o kadar da derin bir film değil.

the golden compass

lenix
altın pusula bütün heybetiyle vizyona girdiği daha ilk günden eleştirmenlerin mırın kırınıyla, burun kıvırmasıyla karşılaşmıştı. halbuki filmin fragmanı bizlere çok eğlenceli bir fantastik macerayı müjdeliyor gibiydi. ama ben bu tepkilere şaşırmamıştım. çünkü sinema tarihinin bizlere defalarca kez kanıtladığı bir şey vardı ki, o da bir filmin fragmanı ne kadar ihtişamlı olursa olsun kendisi fos çıkabilirdi. ayrıca bir filmin bütçesi ne kadar yüksek olursa olsun bu asla o filmin iyi olacağının garantisi değildir. bu da sinema tarihinin bize kanıtladığı bir başka gerçek.

filmi kendim bizzat izlemeliydim. kendim izlemeli ve eleştirmenler burun kıvırmakta ne kadar haklıymış görmeliydim. çünkü eleştirmenlerin beğenmeyipte normal izleyicilerin bayıldığı pek çok film olmuştur. merak ettim, altın pusula’da bunlardan biri miydi acaba diye! değilmiş ne yazık ki.
ben, filmlerde aradığı en son şey mantık olan, genel olarak izlediği bir filmden çok şey beklemeyen ve çocuk filmlerine bile musamaa gösterebilen birisi olarak diyebilirim ki altın pusula cidden vasat bir çocuk filmi.

gitmeden önce aslında fazlasıyla tedirgindim. filmin uyarlandığı romanın koyu ateist yazarı philip pullman’ın romanındaki zehir zemberek din düşmanı metnin pür ağdasız bir şekilde filme uyarlanacağını ve benimde bundan bir izleyici olarak yeteri kadar rahatsızlık duyacağımı düşünüyordum. ama ben karşımda romandaki sivri dili yontulmuş bir çocuk filminden başka bir şey görmedim. bununda elbetteki belirgin bir nedeni var, o da gişe kaygısı. yapımcılar fazlasıyla tepki göreceğini ve dolaylı olarakta bunun gişeye yansıyacağını düşündükleri için romanın bu tarafı tümüyle yontulmuş. film, romanın ruhundan soyutlanıncada geriye cılız bir çocuk filmi hikayesinden başka bir şey kalmamış.

filmde hiç iyi sahne yok muydu derseniz, kendi adıma iki ayının dövüştüğü sahneyi beğendiğimi söyleyebilirim. yönetmen dövüşteki şiddeti hissettirmekten çekinmemiş, iyide etmiş bence. onun haricinde kayda değer hiç bir şey yoktu bence.

sonundaki savaş ise (ki bir savaş demeye dilim varmıyor) son yıllarda bir fantastik filmde gördüğüm en vasat ve heyecansız savaştı. sanki zoraki çekilmiş gibiydi.

uzun lafın kısası bir yetişkin için hiç bir anlam ifade etmeyecek bu film, konuşan hayvanlarıyla belki çocuklara bir nebze ilginç gelebilir, ki bence onları bile tatmin etmekte zorlanacaktır.

planet terror

lenix
eğer film hakkında basında çıkan bir iki yazıyı okumuşsanız eğer eleştirmenlerin büyük bir çoğunluğunun filme burun kıvırdığını görmüşsünüzdür. filmi genel olarak vasatı aşamayan, iğrençliğin diz boyu olduğu, klişelerle dolu basit bir zombi filmi olarak tanımladılar. açıkçası filme azda olsa haksızlık yapıldığı kanısındayım. bununda nedenini açıklamadan önce tek bir eleştiriden söz etmek istiyorum. eleştiri özelinde şu cümleyi söylüyor; film, rodriguez’in ismini bir kenara koyarsak kaale alınacak türden değil. yani sadece yönetmeninin ismiyle hakkından söz ettiren ikinci sınıf vasat bir zombi filmi.
şimdi bu sözlerin doğru olduğunu varsayarsak, herşeyden önce rodriguez’in filme kendinden hiç bir şey katmamış olması ve direkt olarak taklide yamanmış olması lazım, değil mi! ama işin aslı hiçte öyle değil.
rodriguez o tuhaf sinema dilini filme yansıtmış olmasıyla birlikte filmde, o zamanların vasat zombi filmlerinde göremiyeceğiniz türde bir melankoli var. zaten filmin en tuhaf yanıda bu. film boyunca yüzlerce kişi parçalanıp öldürülürken yeri geldiğinde tek bir kişinin ölümüne (neredeyse) üzülebiliyorsunuz.

ayrıca diyaloglarda çok iyi. filmin kendine ait espirileri var. senaryosunun omurgası ise tek bir cümleyle özetlenebilir haldeyken (iğrenç varlıkların bir kasabaya saldırısı), rodriguez hoş ayrıntılarla filmi süslemeyi becerebilmiş. hepsinden önemlisi filmde sıkılmıyorsunuz ve eğer bu tür filmleri mideniz kaldırabiliyorsa yeterince eğleniyorsunuzda. yani, söyler misiz, kaç filmde bir bacağı taramalı tüfek olan bir kadın kahraman gördük ki! bence sırf bunun için bile görmeye değer.
kadın kahraman diyorum ama sevgilisinide hiç yabana atmamak gerek. yani filmde el wray’ı canlandıran freddy rodriguez (bilmeyenler için söyliyeyim, yönetmenle bir akrabalığı yok)! filmde inanılmaz bir karizması var. zaten cherry’nin (rose mcgowan) kendine güveninin gelmesini sağlayıp içindeki kahramanı ortaya çıkartanda o. filme aynı zamanda bir kadının içindeki kahramanı keşfetme öyküsü olarakta bakabiliriz. tabi bu ikiliden söz etmişken kopuk makara espirisinede değinmek istiyorum. bence gayet hoş bir espiri. zaten rodriguez’in öyle bir kamerası varki orada kopuk bir makara olmasaydı bile bir şey göremezdiniz bence, emin olun.

grindhouse olayına geri dönelim. proje iki filmden oluşunca bu iki filmin birbiriyle kıyaslanmasıda kaçınılmaz oluyor haliyle. ben bu durumda (her ne kadar eleştirmenler ölüm geçirmez’i yıldız yağmuruna tutmuş olsada, yaptığı göndermeler hasebiyle), rodriguez’in dehşet gezegeni’nin ölüm geçirmez’in bir adım önünde olduğunu düşünüyorum. hem daha eğlenceli olması açısından, hemde projeye rodriguez’in kendini daha çok adaması açısından. çünkü rodriguez filminin bir grindhouse filmi olmasına daha fazla çaba göstermiş. tarantino’nun filmi tam anlamıyla bir tarantino filmiydi.
bu arada, sıra olarakta projenin yanlış tasarlandığını düşünüyorum. film amerika’da ilk yarıda dehşet gezegeni, ikinci yarıda ölüm geçirmez gelecek şekilde gösterildi. keşke ülkemizde vizyona girdikleri sırayla gösterilselerdi. yani önce ölüm geçirmez, ardından da dehşet gezegeni... ölüm geçirmez’de şiddet kabilinden ne görüyorduk? manyak bir dublörün arabasıyla, içinde dört kadının olduğu bir arabaya çarparak kadınları öldürmesini görüyorduk. bu filmin en çarpıcı şiddet unsuruydu. peki dehşet gezegeni’nde şiddet olarak tanımlayabileceğimiz ne görüyoruz? ne görmüyoruz ki! insanları doğrayıp parçalayan yaratıklar, o yaratıkları parçalayan ve doğrayan insanlar... filmde şiddetin her türlüsü var! yaratıkları yok etmek için helikopterin pervanesini bile kullanıyırlar! film bazen ciddi anlamda aşırı şiddet içeren konsol oyunlarını andırıyor! ne kadar yaratık öldürürsen o kadar iyi!

iğrençlik derseniz ise onun binbir türlüsü var filmde. bence filmin iğrençlik seviyesine 10 üzerinden bir not vermek gerekirse rahatlıkla 10 verebiliriz. sam raimi’nin evil dead’inden beri bu kadar iğrenç bir film görmemiştim. 70’li yılların ikinci sınıf korku filmlerini pek izlemediğim için daha iğrenç filmler var mıdır diye soracak olursanız? vardır elbette, ben bunu bilemem.
2 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol