confessions

lenix

- Yazar -

  1. toplam entry 66
  2. takipçi 1
  3. puan 5227

the simpsons

lenix
simpsonlar söz konusu olduğunda benim gibi bir kültür aymazının konuşmak ne kadar haddinedir bilmiyorum. nihayetinde karşımızda toplamda 23 emmy ödülü kazanmış ve time dergisi tarafından ’99 yılında ’’yüzyılın en iyi televizyon dizisi’’ seçilmiş, ve dünyanın dört bir yanında kendisine milyonlarca hayran kitlesi edinmiş ve popüler kültürün önemli bir parçası ve dinamosu olmuş bir dizi var!

bu dizide bariz olan bir şey var ki, o da springfield kasabası amerika’nın minimalize edilmiş halidir ve genel olarak amerikan halkını oluşturan uç noktadaki insanların en karikatürize halleriyle önümüze getirildiği yerdir, ve en nihayetinde simpsonlar orta sınıf bir amerikan ailesi üzerinden yapılan bir amerikan toplumu eleştirisidir. dizide yer alan bütün beylik karakterler genel yapı olarak amerikan toplumunu oluşturan insanlardır.

bu yapı göz önüne alındığında simpsonlara ayrı bir paragraf açmak gerekir. ailedeki bireyler arasında bir karakter uyuşmazlığı söz konusudur. örneğin homer ne kadar sorumsuz ve düşüncesizse eşi marge’da o kadar ailesine düşkün ve sorumluluk sahibidir. evin oğlu bart ne kadar haylaz ve saygısızsa kızkardeşi liza’da o derece duyarlı ve kibar bir hanımefendidir. bart babasına pek saygı duymaz ve ona ismiyle hitap eder, yeri gelir eşek şakası yapar ona, dalgasını geçer. aile içindeki bu uyuşmazlıkta her daim sürtüşmelerin ve çekişmelerin yaşanmasına neden olur.

bu uyuşmazlık çoğu kez simpson ailesi ve çevresi arasında da gözlemlenir. örneğin simpsonlar ne kadar kiliseye soğuksa ve genel olarak kaba bir aileyse, komşuları olan flanders ailesi’de o derece dindar ve görgü kurallarına uyan bir ailedir. bu aynı zamanda iki aile arasında bir kıyaslama ve karşılaştırma yapmamızı sağlar. eğer dizimizin adı ’flanders’ olsaydı ve dizide bu aileye odaklanılsaydı dizi gerçektende çok sıkıcı olurdu ve çoğu kezde konu bulunamazdı zaten. çünkü simpsonların aksine bu ailede ciddi bir karakteristik uyum söz konusudur.

bu arada homer simpson karakterini özel olarak ele almak istiyorum.

bünyesinde bu kadar olumsuz özellik barındırmasına rağmen homer simpson’a hayranlık ve sempati duyuyor oluşumuzun nedeni sadece çok komik olması mıdır, yoksa onda (her zaman olmasada) kendimizi görüyor oluşumuz mudur? belkide ona bakarak kendimizi daha yukarıda görüyor ve bu sayede moral buluyoruzdur, kim bilir! homer kendimizi motive etmemizi sağlıyor belkide!

peki ya bart’a ne demeli. çocukluğumuz onun ki kadar haylazca geçti mi? zamanında onun gibi olmuş olsakta olmasakta bart’ın asi ve özgürlükçü bir ruhu simgelediğini ve bu sayede de kendisine bir çok hayran edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. nedendir bilmiyorum, zeki, idealist ve görgülü liza hep bu haylaz çocuğun gölgesinde kalmıştır! liza hayranları diye bir şey duymadımda! yoksa insanlar bu niteliklere pek fazla prim tanımıyor mu! (şaka tabiki bu)

filme geçmeden önce sevimsiz bir itirafta bulunucam. ben aslında dehşet gezegeni’ne (planet terror) gitmeyi planlıyordum. ama gittiğim sinemada seans uyuşmazlığından dolayı planlarda değişiklik yapıp, en az dehşet gezegeni kadar merak ettiğim simpsonlar’ı tercih ettim. elbetteki pişman değilim. zaten o gün görmesem haftaya mutlaka görücektim. bu yüzden de dehşet gezegeni diğer haftaya kaldı. simpsonlar’ın seansının gelmesini beklerken ister istemez kulağım dehşet gezegeni’nin oynadığı salona gitti. içerden her türlü ses geliyordu. çığlıklar, patlamalar, horultular, hırıltılar, ateş sesleri... yani salonun içinde biri cinayet işlese kimsenin ruhu duymaz, o derece yani! içerdekilerin ne kadar eğlendiğini düşünüp az kıskanmadım da değil. aslında sırf bu yorum bile dehşet gezegeni’ni anlatmak için yeter ya, neyse. biz filmimize geçelim.

filmi üzerine_

filmde yapı olarak dizisindeki bölümlerine benzerlik var. aksamayan giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin varlığından pekala söz edebiliriz. peki filme sadece 30 dakikalık bir bölümünün 90 dakikaya uzatılmış hali diyebilir miyiz? bunun biraz haksızlık olacağı kanısındayım. çünkü film her şeyden önce, görsel olarak beyaz perdenin ağırlığını taşıyabilecek kalitede, buna şüpheniz olmasın. malumunuz simpsonlar 2 boyutlu (2-d) bir çizgi dizi, ve benimde başlarda bu basit çizimin beyaz perde de cılız duracağına dair endişelerim vardı. hiçte korktuğum gibi olmadı, en azından kendi adıma diyebilirim ki film görsel açıdan gayet tatmin edici. üstelik animatörler (çizimler iki boyutlu olmasına rağmen) gerek arka plan çizimlerinde, gerekse mekanik çizimlerde (helikopter gibi) filmin görselliğini ileri boyuta taşımak için ellerinden geleni yapmışlar. çoğu sahne ben bir sinema filmiyim diye haykırıyor.

senaryo ise (omurgası kimilerine basit görünse bile) bence bir filmi taşıyabilecek nitelikte. dizideki alaycı ve iğneliyici mizah ise filme olabildiğince taşınmış. zaten filme mizah noktasında diyebilecek hiç bir söz yok. film en büyük gücünü bu hınzır mizahından ve espiri anlayışından alıyor. filmde dakika başına ortalama 2-3 espiri düşüyor. bünyesinde bazen basit espiriler barındırsada genel olarak film o kadar zekice ve nitelikli espirilere sahip ki kahkaha atmaktan karnınıza ağrılar girebiliyor! en son bir cem yılmaz gösterisinde bu kadar çok kahkaha attığımı hatırlıyorum. sizi temin ederimki simpsonlar tam bir kahkaha makinası! örneğin bart çıplak bir şekilde kaykay yaparken ben gülmekten neredeyse koltuktan düşücektim!

göndermeler ise gırla! titanik, 2001;uzay macerası, neşeli ayaklar, yaşayan ölülerin gecesi, kurtuluş günü benim yakalayabildiklerim, varın gerisinide siz bulun.

transformers

lenix
transformers gibi filmlerde, film vizyona girmeden önce sarfedilen cümleler, vizyona girdikten sonra sarfedilen cümlelerden daha fazladır hep. önce projeyi hangi yönetmenin üstleneceği tartışılır. yönetmen belli olunca proje için uygun mu değil mi diye tartışılır. sonra filmde kimlerin oynayacağı merak edilir. önemli bir rolse kimin oynaması gerektiği üstüne fikirler üretilir. söz konusu insan olmayan bir karakterse kimin seslendireceği merak edilir. çizgi dizi ya da romandaki karakterlerin ne kadar aslına kalınarak perdeye uyarlandığı ve tasarlandığı durmaksızın tartışılır. genellikle hayranlar pek memnun kalmaz sonuçtan. filmin bütçesi film vizyona girene dek merak edilir, konuşulur.


kısacası film vizyona girene dek o film hakkında konuşulabilcek her şey konuşulur, her konu tartışılır, ve film vizyona girdiğinde ise yapılan yorumlar bir kaç basit cümleyi geçmez; ’’süperdi!’’ ’’berbattı!’’ ’’eğlenceliydi!’’ ’’sıkıcıydı!’’ ’’iyiydi!’’ ’’kötüydü!’’ gibi, ve şundan emin olabilirsiniz ki transformers, izledikten sonra böyle kısa bir yorum yapacağınız bir film. çünkü bu film bize bir şeyler anlatmaya çalışmıyor, çok önemli bir konuyu tartışmaya açmıyor, ya da bir mesaj vermeye de çalışmıyor. aslında bir mesaj veriyor ama aksiyon sahnelerinin gümbürtüsü bu mesajın aklınızda kalmasına mani oluyor (benimde aklımda kalmadığı gibi). yani ’mesaj bahane, aksiyon şahane’ diyebiliriz bu duruma. zaten bunun ne önemi var ki! kim böyle bir filmin bir cümleye sahip olmasını bekler!

film bittikten sonra aklınızda kalan tek şey koca robotların ortalığı tozu dumana katarak tepişmesi oluyor. aslında bunu kötüye yormamak gerekir. çünkü transformers aksiyon ve vaadettiği eğlence açısından son yılların en iyi filmlerinden biri. özellikle günümüz sineması için bile yeni sayılabilcek özel efektleri ise üstüne laf söylenemeyeek kadar kusursuz ve görkemli. filmin bu yıl ses, ses efekti kurgusu, görsel efekt gibi dallarda oscarlarda boy gösterebileceğine kesin gözüyle bakabilirsiniz.

hatırlar mısınız bilmem. tatilya’nın içinde hareketli, sallanan, ileriye geriye doğru eğilen koltuklara sahip ufak film salonları vardı. o salonlarda sadece eğlendirmek için yapılmış, bir kaç dakika süren, senaryosuz eğlence filmleri gösterilirdi. elbette ki transformers’ı o kısa, üç boyutlu animasyon filmlerle kıyaslamak haksızlık olur ama nedense filmin aksiyon sahneleri bana o filmleri hatırlattı. tabi arada kalite açısından dağlar kadar fark var. işte ben filmi izlerken o sallanan ve titreyen koltukları aradım. o koltuklar bu filme çok yakışırdı doğrusu.

filmin yönetmeni michael bay. hani şu kaya, pearl harbor, armegeddon, ada filmlerinden hatırladığımız yönetmen. michael bay’ı bilirsiniz. yerinde bir türlü duramayan bir kamera, aksiyona fon oluşturan ve hiç dinmeyen bir müzik kullanımı ve yeri geldiğinde de amerikan milliyetçiliği... amerikan milliyetçiliği demişken, filmde neredeyse amerikan’ın silahlı kuvvetleri gövde gösterisi yapıyor. ama bunu pek suçlamamak gerek, çünkü bu bir yerde haklı bir gövde gösterisi. peki milliyetçilik pohpohlaması ne düzeyde derseniz, ister inanın ister inanmayın film bu açıdan çok mütevazi bir seyir izliyor. hatta bu söylediğime şaşırabilirsiniz, ben filmde gözümüze gözümüze sokulan bir amerikan bayrağı bile göremedim. hele filmin yönetmeninin bay olduğunu ve bu adamın armegeddon gibi bir filmi çekmiş olduğu düşünülürse durum gerçektende şaşırtıcı. bazı izleyiciler buna rağmen filmde amerikan milliyetçiliği olduğunu iddia etse bile bu film en azından armegeddon’un yanında süt dökmüş kedi gibi... bu açıdan transformers’a evrensel bir aksiyon filmi bile diyebiliriz. tabi neredeyse (çünkü film bir sahnesinde iran’a laf sokmadan da geri durmuyor)!

death proof

lenix
bu filmi beğenmeyen gelipte karşıma ’’ben bir tarantino hayranıyım!’’ demesin sakın! filmden o kadar keyif aldım ki uzun bir zamandan sonra ilk kez bir filme tek başıma gittiğim için hayıflandım doğrusu. önümdeki koltuklarda oturan arkadaş grubu nede güzel eğleniyor ve enteresan sahnelerde birbirini dürtüyordu. kıskanmadım desem yalan olur.

bu filmle birlikte bütün tarantino filmlerini sevmemin nedenlerini söyliyeyim sizlere; bir tarantino filmi herşeyden önce sadece bir ’’film’’dir! bir tarantino filmi size nasihat vermeye çalışmaz, mesaj vermek için hiç uğraşmaz! izleyicisine saygı duyar, ve çoğumuzun aslında sinemaya eğlenmek için geldiğimizi bilir. bir tarantino filmi sohbet demektir, gerçek hayatımızda yapmaktan hiç bıkmadığımız büyük boy muhabbetlerden biridir. ayrıntılardaki ilginç şeyleri keşfetmektir... fondaki afişlere takılıp kalmaktır... eski bir filme yapılan göndermeyi keşfetmenin hazzını duymaktır, ve şundan emin olabilirsiniz ki death proof herşeyiyle (hatasıyla sevabıyla) bir tarantino filmi. bu da death proof’un izlenmesi için yeterli bir neden bence.

filmde grindhouse filmlerine ve 70’li yıllardaki b sınıfı seks ve şiddet filmlerine bir çok gönderme var. özellikle kopmuş makara varmış gibi olan keskin geçişleriyle, yırtık ve kirlenmiş kareleriyle ve defolu gibi duran sesiyle projeden haberi olmayan bir kişi bu filmin muhtemelen 70’li yıllarda çekildiğini zannedebilir. kaldı ki tarantino’nun da hedefide birazcık bu. o eski istismar ve eğlence filmlerindeki tadı yakalayabilmek... bunuda başardığını söyleyebiliriz. hem de filme kendi stilinide yansıtmayı başararak. sanki tarantino 70’li yıllara gitmişte filmini orada çekipte gelmiş gibi...

filmin en üzücü noktası bir grindhouse projesi olması hasebiyle rodriguez’in planet terror’uyla birlikte ülkemizde gösterilmemesi... maalesef ’’2 süper film birden’’ deneyimini yaşayabilmek için dvd’sinin çıkmasını bekleyeceğiz. ne yapalım, bu durumdan kader değil, pinti yapımcı harwey weinstein utansın!

filmin en unutamadığım sahnesi ilk yarıdaki o muhteşem çarpışma sahnesidir. bence şimdiden sinema tarihine geçti. hayatımın en unutulmaz sahnelerinden birisi... tarantino çarpışmanın tadına(!) fazlasıyla varmanızı sağlıyor!

birde finalle ilgili iki çift laf etmek istiyorum. filmin sonları en eğlenceli kısmı, demedi demeyin. eğer patlamış mısırınızı bitirmek için curcunanın bitişini beklerseniz elinizde yarım bir paketle ’the end’ yazısını selamlarsınız. film bence muhteşem bir şekilde bitiyor. şimdinin bitmek bilmeyen ve sakız gibi uzadıkça uzayan finallerine karşılık bu film neredeyse eğlencenin doruk noktası diyebileceğimiz bir noktada bitiyor ve ’’işte bir film bitince böyle bitmelidir!’’ dedirtiyor!

eğer çok fazla diyaloğa alerjiniz yoksa (ki ben bundan da keyif alanlar tanıyorum, mesela ben), istismara karşı değilseniz, iğrençlik sizin kitabınızda olumsuz bir kelime değilse ve hepsinden de önemlisi bir tarantino hayranıysanız death proof’u asla kaçırmayın.

requiem for a dream

lenix
ben dünyadaki tüm filmleri izlemedim fakat yinede hiç bir filmin ’’bir rüya için ağıt’’ kadar insanın tahammül sınırlarını zorlayabileceğine ihtimal vermiyorum. filmin o kadar sert ve vurgulu bir anlatımı var ki bir yerden sonra bitmesi için yalvarıyorsunuz. filmin bu kadar etkileyici olmasının en önemli nedeni muhatabı olarak vicdanımızı alıyor olması bence... her ne kadar izleyenlerde filmde görünenler gerçeküstü ve hayal ürünüymüş gibi bir izlenim bıraksada film bize acı gerçeklerden başka bir şey sunmuyor. yönetmen darren aronofsky’nin seçtiği bu normal ötesi görsel yapı ve anlatım tarzının en önemli nedeni ise bize gerçekleri olabildiğince vurgulu ve çarpıcı bir şekilde sunmak... bunuda fazlasıyla başarıyor zaten.

film sara goldfarb (ellen burstyn) isimli dul ve yaşlı bir kadının, oğlu harry’nin, onun sevgilisi marion’un ve bir uyuşturucu dağıtıcısı olan tyrone’ın yaşamlarını mercek altına alıyor. bu dört karakterde birer bağımlıdır. sara televizyon, diğerleri ise birer uyuşturucu bağımlısıdır, ve hepsinin birer hayali vardır. sara her gün izlediği tv şovuna oğlunun mezuniyetinde giydiği ışıltılı kırmızı elbisesiyle katılmayı hayal etmektedir. harry ve tyrone ise uyuşturucu dağıtımından çok para kazanarak zengin olmayı hayal etmektedirler. ama hiç bir şey umdukları gibi gitmez, çünkü hayallerimiz çoğu kez gerçeklerden çok uzaktadır ne yazık ki.

film genel yapı olarak dört bölüme ayrılmıştır; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış. bu karakterlerin ruh hallerini ve yaşamlarını özetlemek içinde doğru bir seçimdir. ilkbahar umutların yeşerdiği ve bir gün hayallerin gerçek olacağının düşünüldüğü zamandır. yaz ise hayallerin gerçekleşir gibi olduğu ve gerçekleşmeye çok yaklaştığı zamandır, ve sonbahar gelir, aksaklıklar yaşanmaya başlar, hayallerin gerçekleşmiyeceği görülür. en son olarak ise kış gelir, kaçınılmaz sonlar gerçekleşir, dibe çöküş başlar. bence filmin asıl derdide bu, yani acı gerçekleri bütün çıplaklığıyla sunmak, ne uyuşturucu kullanımının çok yanlış olduğunu göstermek (ki aslında film bunuda yapıyor, hatta rahatlıkla diyebilirimki çok az film bu film kadar çarpıcı bir şekilde uyuşturucunun zararlarını ve insana neler yaptırabileceğini gösterebilir), ne de tv bağımlılığının çok kötü sonuçlar doğurabileceğini göstermek, herşeyden önce, asıl olarak hayallerimizin her zaman gerçekleşmiyeceği gerçeğini gözümüze sokmak...

hayatını en trajik bulduğum kişi ise kesinlikle sara goldfarb. bu dul ve yaşlı kadının günleri evini temizlemek, yemek yemek ve televizyon izlemekle geçmektedir. herkes artık onu unutmuştur ve kendisi korkunç bir yanlızlık çekmektedir (filmin ortalarında oğluyla yaptığı konuşmaya özellikle dikkat çekmek isterim). bir gün evini birisi arar ve kendisine bir tv şovuna konuk olarak katılabileceğini söyler. bu onu çok heyecanlandırır, her gün hayranlıkla izlediği tv programına katılacak, insanlar onu alkışlayacak, onu tanıyacaklardır. ama tv şovunda giymeyi hayal ettiği ışıltılı kırmızı elbisesine girebilmek için kilo vermesi gerekmektedir. bunun için diyete başlar, aşırı kilosu olduğu için en zorlu diyeti seçer. bu onun için çok ağır bir yük olur ve bir müddet sonra nereye baksa yiyecek görmeye başlar. doktor ona kendisinde bağımlılık yapacak iştah kesme hapları önerir ve onun için kaçınılmaz son gerçekleşir. sara goldfarb karakterinin psikolojik dibe vuruşunun izleyiciyi bu denli etkilemesinde oyuncu ellen burstyn’in büyük payı var elbette, kendisi mükemmelin ötesinde dehşet verici bir performans sunuyor.

filmin çok titiz ve kaliteli bir müzik çalışması var. müzikler çoğu kez tedirgin edici ve bir şeylerin yolunda gitmeyeciğini hissettirir nitelikte. aslında film gücünü müzikleri kadar bilinçli olarak yoğun kullanılan ses efektlerinden de alıyor. ses efektleri aracılığıyla karakterlerin kullandığı nesnelere kasıtlı bir vurgu yapılıyor, böylelikle yaptıkları eylemlerin altı çiziliyor. özellikle bağımlı karakterlerin uyuşturucu alımlarının gösteriliş şekli kesinlikle takdire şayan. zaten yönetmen filmde neredeyse bütün anlatım teniklerini kullanıyor, hatta bu konuda sınırları zorluyor diyebilirim. hiç bir yönetmende olmayan bir stili var. filmin hikayesini anlatırken kalıplaşmış hiç bir formüle sırtını dayamıyor, ve bu yüzdende tebrik edilmeyi hakediyor.

ayrıca filmle ilgili rick blaine tarafından yazılmış çok iyi bir blog var; bir rüya için ağıt. sanırım artık yok ama yinede bu yazısından dolayı tebrik etmek gerek kendisini, ve birde aldığı ikinci yoruma verdiği cevaptan dolayı. çok iyi bir yazı kaleme almakla birlikte filmide çok iyi savunmuş, yoruma verdiği cevabın altına imzamı atabilirim.

bu filmi sinemasever olduğunu iddia eden herkes hayatında en az bir kere görmeli. sıradışı filmleri sevenler ise kesinlikle görmeli. yalnız uyarmalıyım, film cidden çok çarpıcı ve sert bir anlatıma sahip. hatta bazı kimselerin filmin ilerleyen kısımlarında midesi bulanabilir, kusma isteğine kapılabilirler. film sizin canınızı mecazi anlamda değil, gerçek anlamda acıtıyor, ikinci kez izlemek ise gerçek bir cesaret işi.

mürekkep balığı ve balina

lenix
büyük filmleri sevdiğim kadar küçük filmleride severim. aslında küçük demek doğru değil, bu saçma bir tabir, düşük bütçeli bir filminde sinemanın yapı taşı olabildiği çoğu kez görülmüştür. bu açıdan mütevazi desem daha doğru olur. yani büyük bir iddiası ve gümbürtüsü olmayan film. ama buna karşın dürütlük ve yalınlığından taviz vermeyen... işte ’’mürekkep balığı ve balina’’ da tamda böyle bir film.

filmde bir boşanma sonrasında olanları görüyoruz. derler ya, gayet medeni bir şekilde boşandılar diye, işte bu filmde de tamda böyle oluyor. büyük bir ağırbaşlılıkla ve hiç gürültü koparmaksızın gerçekleşiyor boşanma. ama bu durum en büyük sıkıntıyı ailenin iki genç oğluna yaşatıyor. küçük olan tam anlamıyla ergenlik travmaları geçirirken (filmde bunun resmedilişi çok çarpıcı) büyük olanın ise sallantılı ve karmaşık bir aşk hayatı oluyor.

filmin çok çarpıcı bir başlangıcı yok, çok çarpıcı bir finalide yok, hatta mükemmel bir sekansıda yok. manzara kıvamında sahneleri, unutulmayacak derecede güzel müzikleride yok, ama şu varki filmin bunlara ihtiyacıda yok. yönetmen noah baumbach, kendi yazdığı senaryosunu filme çekerken her türlü süs ve ciladan uzak tutuyor. bize hayattan ufak bir kesiti bütün çıplaklık ve doğallığıyla sunmaya çalışıyor ve bunu başarıyorda. bu nedenle filmde büyük bir trajedi ya da aksiyon yok ama zaten filmin böyle bir iddiasıda yok. yönetmen hikayesini anlatırken lafı ağzında gevelemiyor, duygu sömürüsü hiç yapmıyor, olayları abartıp altını çizercesine gözümüze sokmayada çalışmıyor. bu nedenle film bana daha bir sempatik geldi. öyle veya böyle film içinize çekiyor sizi. kısacası başka bir insanın hayatına bir müddet konuk olup, film bitince kendi hayatınıza geri dönüyorsunuz. bu arada film gücünü kesinlikle ayrıntılardan alıyor. yönetmenin ayrıntılara olan hakimiyeti ve filmde bize bunları sunuşu çok başarılı. bu arada bir sahneyi söylemek istiyorum, ailenin büyük oğlu walt’ın babasının öğrencisinin burnunu kanattığı sahneye çok güldüm, halada gülüyorum ama niye güldüğümü bilmiyorum, herkese komik gelmeyebilir.

filmi şiddetle tavsiye ettiğimi söylemiyeceğim ama keyifli ve hoş bir film. her şeyden önemlisi doğal. şu sıralar doğallığa sahip bir film bulmak o kadar zor ki... o nedenle eğer bu kriterlere sizde önem veriyorsanız mürekkep balığı ve balina’yı izlemek size keyif verecektir diye düşünüyorum. son olarak filmin başrolünde jeff daniels ve laura linney’in olduğunu belirtmek isterim. her ikiside sevdiğim oyunculardır.

rocky balboa

lenix
stallone bu filmi bence rocky hayranları için özel olarak çekti.
filmi izlerken çoğu kez eski bir fotoğraf abümünü karıştırıyor hissine kapılıyorsunuz. filmin her bir saniyesinden duygusallık, her bir karesinden nostalji akıyor.
bir kere bir rocky filminde olması gereken her şey var bu filmde, çok iyi bir antreman sekansı (ve elbette tahmin edebileceğiniz gibi bill conti’ni o meşhur müziği eşliğinde, tüylerim ister inanın ister inamayın, diken diken oldu) ve çok iyi bir dövüş vardı (hemde muhteşem yönetmenlik cambazlıklarıyla, siyah-beyaz görüntünün içersinde kıpkırmızı kan, muhteşem duruyor). son dönemde sinemalarda gördüğüme en çok sevindiğim filmlerden biri oldu rocky balboa!bir rocky hayranıysanız asla kaçırmayın!
damağımda ilk filmin vermiş olduğu o muhteşem tadı bıraktı diyebilirim.

rocky 4

lenix
serinin tek kelimeyle ’’en gaz filmi!’’ stallone’nin verdiği kaba mesaj kısaca şuydu; amerika rusya’yı döver! artık adamımızın ne kendisine, ne de ülkesine kanıtlayacağı bir şey kalmamış olacak ki artık ülkesinin gücünü tüm dünyaya kanıtlamaya çalışıyordu bu filmde. tabi beni bu filmin ne mesajları ilgilendiriyor, ne de amerika ile rusya’nın güç çatışması.ben bu filmde o muhteşem antrenman sekanslarının ve insanı ister istemez gaza getiren o mükemmel şarkıların kurbanıyım, hepsi o. hele rocky’nin adrian’la rusya’ya gidip gitmemeyi tartıştıktan sonra lamborginine atlayıp şehri turlarken eski sahneler eşliğinde çalan o ’’no easy way out’’ şarkısı yok mu!

bayılıyorum o şarkıya! bütün rocky serisi boyunca en sevdiğim sekanslardan biridir bu şarkının çaldığı sekans. bazen tekrar takrar başa alıp izlerim. çok zevkli oluyor. antreman sahneleri ise tek kelimeyle gaza getirici. bu sahneleri izlerken birden kendinizi şınav çekme pozisyonunda ya da birini yumruklamaya çalışırken bulursanız hiç şaşırmayın. sakalda yakışmıyor değil stallone’ye. hiç düşündünüz mü, bu antreman sahneleriyle stallone ’doğa teknolojiden güçlüdür’ demek istemiş olabilir mi? bu arada ivan drago’yu çok karizmatik bulduğumu söylemeliyim. bence filmin sonunda rocky ivan’ı senaristin(!) kıyağıyla yendi, nakavt olurken rol kestiği o kadar belli oluyor ki! bence gerçek hayatta olsalar ivan drago rocky’i çiğ çiğ yerdi. tabi bu nihayetinde bir film ve bizde kanmış numarası yapıyoruz.

rocky 3

lenix
serinin tartışmasız en muhteşem başlayan filmi!
ah o ’’eye of the tiger’’ şarkısı yok mu, insanın içini eriten! sahi, bu şarkının elinden en iyi şarkı oscarını hangi şarkı kaptı, bileniniz var mı? gerçi ben daha iyi olmasına ihtimal vermiyorum ya. bu filmde rocky nefret edilesi clubber lang ile karşılaşır. hep şunu merak etmişimdir, niye rakipler hep kötü karakterlerdir, clubber iyi birisi olsaydı ne olurdu? rocky kazanmak için bu kadar istekli olmazmıydı yoksa? yoksa biz izleyiciler efendi birisi olsaydı clubber’ın tarafını tutardık diye mi korktu stallone?belkide zencilerin kötü insanlar olduğunu düşündüğü için böyle yaptı. bir de dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama rocky hiç bir zaman ciddi bir maçta beyaz bir amerikalıyla dövüşmedi. ya hep zenci oldu, ya da en beyazından bir rus! ama yinede seviyorum bu filmi, sahilin kenarından jet gibi koşmakda çok iyi bir fikir!hulk hogan’la yaptığı o curcunalı dövüş ise tam anlamıyla evlere şenlik!
ne zaman izlesem büyük keyif alırım.

rocky 2

lenix
stallone bu filmle birlikte senaristliğin yanı sıra yönetmenliğede el atıyor ve film daha kişisel bir hal alıyordu. çoğu sahnede izlediğimiz kişi rocky mi yoksa stallone mi anlayamayız.
bu filmde stallone’yle ilgili çok şey öğreniriz örneğin, klas arabalara olan tutkusu, hayvanlara olan düşkünlüğü (bunu ilk filmde de görüyoruz), giyim tarzı, en sevdiği rengin sarı oluşu ve daha nice ayrıntı. ilk kez yönetmenlik yapıyor oluşunun verdiği acemilik filmde kendini baya bir belli ediyordu.
filmin gereğinden uzun ve sıkıcı kısımları var örneğin ve bazı kısımları açısından neredeyse ilk filmin taklidi, örneğin antreman sekansıyla, ama herkesin kendisine eşlik ederek koştuğu o meşhur sahneler elbetteki çok güzel ve maçın sonunda apollo creed ile birlikte aynı anda yere düştüğü o muhteşem on saniye(!) ise tam anlamıyla soluk kesici ve stallone’nin bir yönetmen olarak o sahnedeki stres ve heyacanı çok iyi verdiğini belirtmek gerek.

rocky

lenix
aslında her şeyi biliyorsunuz, bu yüzden ukalaca bir tavırla filmin hikayesinden söz etmeyeceğim. bence hiç de küçümsenecek bir film değildi rocky.
tamam kabul ediyorum, oscar’ı taxi driver hakediyordu ama bu asla ilk filmin basit ya da kötü bir film olduğu anlamına gelmez. mantıklı bir şekilde bakarsak akademiyi tavlamak için gerekli her şeyin bu ilk filmde mevcut olduğunu görürüz. bence o dönemin akademisi dev perdede bu zafer öyküsünü izlediklerinde tek kelimeyle büyülenmişlerdi. ben de ne zaman bu filmi izlesem büyülenirim.
antreman sekansının (ve elbetteki dövüş sekansının) müzikle olan uyumu çok az filmde görebileceğimiz türdendir. müziğin bir filmde ne kadar önemli olduğunu görüyoruz bu filmde.
filmin en bayıldığım sahnesi 14. raunda rocky’nin düştükten sonra büyük bir azimle tekrar ayağa kalkarak apollo creed’i tam anlamıyla şaşkına çevirdiği sahnedir, filmin en sonunda adrian’la rocky’nin birbirine sarılarak karşılıklı ’seni seviyorum’ deyişleride filmin doruk noktalarından elbette...

romantik

lenix
romantik bir benzerine holywood’ da bile zor rastlıyacağınız bir ters köşeye yatırma filmi... filmde en az on filme yetecek kadar sürpriz ve şaşırtma sekansı var (abartmıyorum). sağ gösterip tam soluyla vuracağı anda sağıyla vuruyor. sürpriz içinde sürpriz, şaşırtmaca içinde şaşırtmaca sunarak aslında bir yerde bizleri niçin 7 yıl beklettiğininde cevabını vermiş oluyor film bu haliyle. açıkçası sinan çetin’ in bana ’ işte budur ’ dedirten bir filmini görmedim bu güne kadar (ama yiğidi öldür hakkını yeme demişler, propaganda kayda değer, iyi bir filmdi ve çiçek abbas yarın bir gün televizyonda karşıma çıksa yine izlerim, yine izlerim), ama yinede içimden bir ses sinan çetin bu filmi 7 yıl beklettiyse (aslında bekletti demek pek doğru olmaz, 7 yılda yaptıysa) bir bildiği vardır diyordu. filme gitmemdeki en önemli etkenin bu his olduğunu söylemeliyim. hislerimde yanılmadım, gerçektende karşımda beklediğime deymiş diyebileceğim bir film buldum.

öncelikle sinan çetin’ i, ahmet ümit’ in polisiye romanı sis ve gece’ yi uyarlayacağı esnada, o romanı kolaya kaçıp birebir çekmek varken, romanı çekme sürecinde kendine gelen ilham ve dürtülerin peşinden koştuğu için tebrik etmek gerek. o romanı çekme sürecinde diyorum ama söylenenlere bakılırsa filmin romanla zerre alakası yok. zaten şu anda sinemalarda gösterilen ve romanla aynı adı taşıyan polisiye filmi izleyerek, veyahut doğrudan kitabı okuyarak, kitapla bu film arasındaki farkı görebilirsiniz. bir yönetmen her daim böyle olmalı, içindeki sese kulak vermeli ve dürtülerine güvenmelidir. senaryonun bir kağıt parçasından ibaret olduğunu ve değiştirilebilmeye her daim açık olduğunu unutmamalıdır.

bu 7 yıl süresince ne yapmamış ki sinan çetin. senaryoyu defalarca kez değiştirmiş, kurgu üzerine oynama üstüne oynama yapmış (film ayrıca kurgunun sinemada nelere kadir olduğununda mükemmel bir örneği), yeri gelmiş yeni bir kaç sahne çekmiş (sinema dergisinde yazılanlara bakılırsa teoman’ la geçtiğimiz ocak ayında bir plan daha çekmiş), kısaca yapmadık şey bırakmamış. neredeyse sinan çetin’ in gıcıklığına bu kadar süre beklettiğini düşünmeye başlamıştık filmi. sanki filmi keyfi gıcır olunca yayına sokucakmış gibi bir hisse kapıldık ve bu kadar süre bekletmesine bir anlam veremedik çoğumuz. tabii bende. ama şimdi anlıyorum ki bu kadar süre keyfinden bekletmemiş filmi sinan çetin. senaryonun ve filmin olgunlaşmasını beklemiş ve iyi de yapmış.

filmin hikayesini hiç anlatamayacağım. özür dilerim. aslında kendimi zorlasam biraz anlatırım ama yanlış anlatmaktan (filmin bazı kısımlarını unuttumda) ve konuyu toparlayamamaktan korkuyorum. o yüzden filmin en karmaşık yapıya sahip unsuru olduğunu düşündüğüm hikaye kısmına hiç girmiyeyim. ben en az 2 kez izleyerek bu filmin hikayesine vakıf olabileceğimi düşünüyorum. zaten çokta güçlü bir hafızaya sahip değilim. aslında anlaşılmayacak bir hikayesi yok filmin. sadece sonradan elde ettiğin bilgiler ışığında filmi tekrar izlemek istiyorsun, hepsi o. hani sonu sürpriz olan bir filmde katilin kim olduğunu öğrendiken sonra birde bunu bilerek izlemek istersiniz ya o filmi. işte bu filmde de o hisse kapılıyorsunuz. ama tek bir sürprizle karşılaşsanız gene iyi. çünkü filmin entrika dönmeyen sekansı yok neredeyse. öyleki eğer iyi bir izleyici değilseniz filmin sizi ikinci izleyişinizde bile ters köşeye yatırması kuvvetle muhtemel.

filmin cümlesi şu; ’ inanç perdesi ne kadar kalınsa, akıl güneşi o kadar geç doğar.’ ama bence bu yanlış bir cümle. çünkü sinan çetin bir şeyi yanlış bilmekle, yanlış şeye inanmayı karıştırmış. bu filmin hikayesi tümüyle yanlış bilinen şeyler üzerine kurulu çünkü. böyle bir hikaye üzerinden inanç gibi bir erdemi karalamamak gerek!

eğer bazı sıkıcı kısımlarında sabredebilir, yasemin kozanoğlu’ nun kötü oyunculuğuna göz yumabilir (kendisi görüntü var ses yok misali) ve bazı erotizm içeren sahnelerden rahatsız olmazsanız (sinan çetin keşke bunu hiç yapmasaymış, bence hiç erotizm kullanmadanda bu filmi yapabilirdi, çünkü gördüğüm kadarıya filmin hayati ihtiyacı yok o sahnelere) sizi çok zekice kurgulanmış, sağlam bir senaryoya sahip kaliteli bir türk filmi bekliyor.

fight club

lenix
"baylar, dövüş kulübüne hoşgeldiniz! dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübünden söz etmemektir. dövüş kulübünün ikinci kuralı kimseye kulüpten söz etmemektir!"

bu yazıyı yazmadan önce hazırlık olsun diye dövüş kulübü’nü bir kez daha izledim ve filmle ilgili görüşümün değişmediğini gördüm. bu film hayatımda izlediğim en iyi film ve bundan sonrada bu filmden daha iyisini görüceğimi sanmıyorum. ben bir filmde senaryo, oyunculuk, kullanılan teknik, kısacası her şeyden önce yönetmenliğe bakarım. yönetmenin filmi çekerken nasıl bir yol izlediğine, nasıl bir anlatım tarzını benimsediğine dikkat ederim. çünkü sinema her şeyden önce (ne kadar devasa bir ekip tarafından yapılıyor olursa olsun) yönetmenlik sanatıdır.

bu filmin yönetmeni david fincher, video klip ve reklam yönetmenliğinden yetişmiş, her türlü çekim tekniğine eli yatkın, se7en filmiyle rüştünü ispatlamış ve bu sayede bir çok sinemaseverin gözünde büyük bir saygınlık elde etmiş bir yönetmendir. seven filmini dikkatli bir şekilde izleyip sevmiş olanlar bilir (ki o filmi bende çok severim), david fincher dersine çok iyi çalışan ve her ayrıntının üzerine titreyen bir yönetmendir. işte bu nedenle seven her ne kadar ağır ilerleyen sıkıcı bir film gibi görünsede, üzerinde büyük bir emek yattığının anlaşıldığı sanat yönetimi, mekan ve görüntü çalışmasıyla hiç sıkılmadan büyük bir zevkle izlenen bir film olmuştur. oysa dövüş kulübünde hem bu titiz çalışmayı görebilirsiniz, hem de (büyük bir anlatım yoğunluğu ve altmetin barındırdığı için) hiç bir sahnesinde sıkılmazsınız.

filmin açılış sekansından başlayalım (ben hayatımda hiç bu kadar güzel başlayan bir film görmedim). kahramanımızın vücudunun içinde (mükemmel ve sert bir müzik eşliğinde) gezinerek başlayan sekans, ağzına silah dayanmış ve tere boğulmuş çaresiz yüzünü göstererek son buluyor. dakika bir, gol bir! hemen şaşırıyoruz tabi ki, ve sorular sormaya başlıyoruz; bu adam kim, niçin ağzına silah dayanmış, ve silahı tutan kişi kim? esasında gördüğümüz filmin sonlarından bir sahne, ve kahramanımız (edward norton), karşısındaki kişiyle nasıl bu noktaya geldiklerini açıklamak için filmde anlatıcı rolünü üstleniyor. filmde kendisi için bir çok isim zikredilmesine rağmen gerçek ismini öğrenemiyoruz. zaten yanlış hatırlamıyorsam filmin jeneriğinde de kahramanımız ’anlatıcı’ olarak geçiyor. fincher’ın başrol oyuncusuna net bir isim koymama nedeninin, izleyicinin filmde özel bir probleme sahip tek bir insanın probleminin anlatıldığını düşünmesine mani olup, tüm bir yeni neslin probleminin anlatıldığını düşünmesini sağlamak için olabilir diye düşünüyorum (başka bir şekilde de yorumlanabilir).

kahramanımız uyku problemi yaşamaktadır. hayatındaki boşluğu doldurup, çalışmasının nedeni olarak gördüğü evi içinse durmadan yığınla eşya almaktadır. filmin başında onu ürün kataloglarının arasında esir olarak gördüğümüz sahne tek kelimeyle müthiştir ve bir sahnenin bazen nasıl olupta binlerce şey anlatabileceğinin en güzel örneğidir, kahramanımız tek başına yaşayan birisi olmasına rağmen evinde dört kişilik bir yemek masası ve envai çeşit tabak çanak takımı bulunmaktadır, günümüz insanının gereksiz tüketim hastalığı bundan iyi nasıl anlatılabilir? uyku problemi için başvurduğu doktoru kendisine kanserli ya da bir şekilde dibe çökmüş insanların hayata tutunmak için moral desteği gördüğü terapi gruplarına katılmasını önerir. bu öneri üzerine kahramanımız farklı takma isimlerle farklı terapilere katılarak neredeyse huzuru yakalar. uyku problemi son bulur. ama daha sonra kendisi gibi sahtekarlık yaparak terapilere katılan marla singer’la karşılaşınca tekrar düzeni alt üst olur. uyksuzluk tekrar başgösterir. bunun üzerine marla ile bir anlaşma yapar. o farklı, kendi farklı terapilere katılacaktır. kendince çözümü bulmuş, rahata kavuşmuştur.

ama ne olduysa uçakta tyler durden’la karşılaştığında olur. tyler (brad pitt) sahne almadan önce anlatıcımızın sarfettiği şu söz çok anlamlıdır; ’hayat sigortası iş seyahatinde ölürsen 3 katı para ödüyor’. tyler durden’la tuhaf bir konuşma yaptığı uçak seyahatinden sonra evine geldiğinde korkunç bir manzarayla karşılaşır. bütün bir dairesi alevler içinde yanmaktadır. bu yangının niçin çıkmış olabileceğine dair bilgi olarak anlatıcımızın sarfettiği sözlere bir bakalım;
’polis pilot ateşinin sönerek hafif gaz sızdırdığını düşünüyor. bu gaz 250 metrekare yüksek tavanlı evi günlerce doldurduktan sonra buzdolabının kompresörü kıvılcım çıkartmış olabilir diyor’.
aslında bütün bu sözler yönetmenin izleyicinin kafasında yangınla ilgili herhangi bir soru işareti barındırmayıp, dikkatleri yangının üzerine çekmemek için kullandığı bir yem sadece. çok zekice bir hamle.

evi kül olduktan sonra barınacak bir yer arayan anlatıcımız tyler’a sığınır. onunla bir barda dertleşir. burada tyler durden’la ve onun felsefesiyle tanışırız. ona göre yaşamsal önem taşımayan hiç bir şeyin önemi yoktur. mükemmel olmaya çalışmak gereksiz bir çabadır. ona göre biz insanlar sadece birer tüketiciyiz. burada dikkat edilecek nokta tyler’ın söylevinin bir yerde filmin söylevi olduğu gerçeğidir. bu dertleşmeden sonra tyler barın çıkışında kendisine vurmasını ister. işte bütün bir dövüş kulübü çılgınlığını başlatan yumruk burada atılır. bu dövüş diğer insanlarında dikkatini çeker ve dövüş kulübü kurulur. kahramanımız tek tek tabularını kırar. modern dünyanın kendisine sunduğu hayatı rettedip, tam anlamıyla harabe diyebileceğimiz dökülen bir barakada yaşamaya başlar.

filmin ikinci yarısı ilk yarısına gönderme ve atıflarla doludur. filmin başında kucaklaşıp ağlayarak deşarj olan iki karakter, daha sonra dövüşerek deşarj olur. filmin başında bir terapi grubunun yöneticisi ’’bu odaya bakınca cesur insanlar görüyorum.’’ derken, tyler neredeyse bu lafa atıfta bulunurcasına (mükemmel bir konuşmaya başlamadan önce) ’’etrafıma baktığım zaman bir çok yeni yüz görüyorum.’’ der.

filmin müzikleri tek kelimeyle büyüleyicidir (en azından benim için). izlememiş olanlar için söyliyeyim, bu filmi sevebilmeniz için elektronik müziğe sempatinizin olması gerek. ama eğer seviyorsanız sizi bir şölen bekliyor. filmin müzik kullanımı bir filmde tam olmasını istediğim gibi. müzik sahnenin altını çiziyor, atmosferini pekiştiriyor ve neredeyse sahneyle birlikte akıp gidiyor. filmde gördüğünüz bir sahnede, o sahnenin ne tür bir müziğe ihtiyacı varsa o an öyle bir müzik duyuyorsunuz. filmin titiz bir müzik çalışmasına sahip olduğu tartışmasız bir gerçek...

dövüş kulübü’nün izleyiciye sunduğu fikirlerle ilgili görüşüm:

her şeyden önce her ne kadar dövüş kulübü’nü hayatımda izlediğim en iyi film olarak gördüğümü söylesemde, sunduğu bir çok söylevi yanlış bulduğumu itiraf etmeliyim. kabul etmeliyiz ki karşımızdaki olağanüstü derecede kışkırtıcı ve tehlikeli bir film. eğer filmin bütün felsefesini hayatınıza yedirip, bunu yaşam tarzınız haline getirirseniz, tam anlamıyla kaosa sürüklenir, dibe çökmüş bir hayat yaşarsınız. düşünsenize, karşımızda ;’tanrının senden hoşlanmadığı olasılığını düşünmelisin. o seni hiç istemedi, hatta büyük olasılıkla senden nefret ediyor!’ diyen bir film var! şimdi bana diyeceksiniz, hem filmi fikirsel açından yanlış buluyorsun, hem de en sevdiğin film olduğunu iddia ediyorsun. hiç bir zaman bir filmi sevmek için fikirlerinide koşulsuz bir şekilde kabul etmek gerektiğini düşünmemişimdir. hepimiz aklı başında insanlarız. hiç bir filmin nasihatine ya da yol göstermesine ihtiyacımız yok, en azından benim öyle. ben bu filmi yapımı ve anlatımı açısından eşsiz buluyorum. ama filmin bir artısı var ki, o da tyler durden’ı %100 desteklememesi, yani onun söylediklerinin tümüyle arkasında durmaması, onun fikirlerini kabul edip etmemeyi izleyiciye bırakıyor olması. kısacası film üstün körü tek bir felsefenin propagandasını yapmıyor. ama dediğim gibi karşımızdaki kışkırtıcı ve tehlikeli bir film var. size tavsiyem, dövüş kulübünü izleyin ama bir dövüş kulübü kurmaya kalkışmayın!işim olmaz dediğinizi duyar gibiyim.

filmin destek çıktığım bir söylevi yok mu? elbetteki var, örneğin filmin günümüz insanının tüketim çılgınlığını eleştirmesine hayran oldum. hayatımıza soktuğumuz gereksiz o kadar çok ıvır zıvır var ki, bunların çoğunun farkına bile varmıyoruz. çünkü çarkın içinde kavruluyoruz. reklamlar ve televizyon tam anlamıyla beynimizi uyuşturmuş durumda. tyler durden’ın dediği gibi; ’nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz! ’ama bu filmi sadece bir kaç söylevle özetlemek ya da filmin sadece bir kaç söyleve sahip olduğunu söylemek neredeyse imkansız. bu filmin belkide en hayran olduğum özelliği bu, çok katmanlı, her daim çoklu okumaya açık, farklı şekillerde yorumlanabilecek bir film olması!insanda her izleyişte farklı bir his uyandırabiliyor!

filmin sonlarında karşılaştığımız o müthiş sürpriziyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. ilk izlediğimde beni tek kelimeyle afallatmıştı. bu başka hiç bir filmde göremiyeceğimiz türden bir sürprizdi, ve tahmin edilme ihtimali neredeyse sıfır. bu sürprizi tahmin edemeyişimizin en önemli nedeni filmin buna ihtiyacı olmaması, ya da bizim böyle bir beklenti içersinde olmayışımız. çünkü film kusursuz bir dinamiğe sahipken, ve mükemmel bir şekilde ilerliyorken bu sürprizle karşılaşıyoruz. bilirsiniz, çoğu gerilim filminde ’katil kim’ sorusuyla karşılaşır ve kandimizce teoriler üretiriz, filmin sonunda da en beklenmedik kişinin katil çıktığını görürüz. kısacası katili tahmin etsekte etmesekte çoğu filmde bir sürpriz beklentisi içersinde oluruz. ama bu filmin sürprizi, bir sürpriz beklentisi içersinde olmadığımız için bizi daha fazla şaşırtır.

son söz: bu filmi kesinlikle izleyin ama kendinize hakim olmayı unutmayın!

leon

lenix
son zamanlarda izlediğim en harika filmdi. esasında bir çoğunuz bu filmi görmüş geçirmiştir, hatta unutmuştur bile, sinemada gösterildiği döneme yetişemedim, daha sinemayla yeni tanışmıştım o zaman, televizyonda da göremeyince ancak videoda izleyebildim, keşke daha önce görebilseymişim. şu sıralar izlediğim ve de üstüne yazı yazmaya değer görmediğim bir ton film oldu, eragon olsun, çılgın dostlar isimli mecburen kardeşim için gittiğim vasat animasyon olsun, evde izlediğim yeni çıkan filmler olsun, hiçbiri beş para etmeyen filmlerdi, neredeyse tutkuyla bağlandığım sinemadan soğuyacaktım, ama leon filmi beni ipten döndürüp sinemayı tekrar sevmemi sağladı. filmi tek başıma karanlık bir odada seyrettim, iyi ki tek başıma seyretmişim, bu filmle ve duygularımla baş başa kalmamı sağladı, filmi resmen yaşar gibi seyrettim.

leon’dan söz edipte natalie portman’dan söz etmemek olmaz, filmin en önemli unsurlarından biriydi kuşkusuz, onun yerine filmde başka bir kız çocuğu olsaydı asla onun kadar o role yakışamazdı, kusursuz bir güzelliği ve sevimliliği var, filmde çok sevimli bir şekilde gülüyor (restauranttaki o uzun kahkahası insanın yüzünde ister istemez tebessüm oluşturuyor), çok sevimli bir şekilde şarkı söylüyor, ve henüz on iki yaşında olmasına rağmen harika bir şekilde ağlıyor, oyunculuğuna ve kendisine hayran olmamak imkansız. natalie portman’ın oynadığı mathilda leon’a yaşama sevinci veriyor, onu hayata bağlıyor, sevgiyi öğretiyor. bir çok kişi ikisi arasındaki aşk kokan ilişkiyi yadırgayabilir, (zaten bu filmin izleyiciye sorduğu en önemli soru, böyle bir ilişki doğru mu şeklinde) ama ben hiçte yadırgamadım, zaten buna aşktan çok sevgi demek daha doğru, aşkla hiç tanışmamış ufak bir kız çocuğu için bu duygu aşk olabilir ama leon mathilda ile arasındaki bu duygunun sevgi olduğunun farkında ve filmde onun ileri gitmesine hiç izin vermeyerek en doğrusunu yapıyor, evet aralarında bir sevgi bağı var ama ne sevgi, görebileceğiniz en kuvvetli sevgi! otelde özel bir tim silahlarıyla etraflarını sarmış, leon havalandırmadan mathilda’nın gitmesi için diretirken müthiş bir duygu patlaması yaşanıyor, filmin en güzel sahnelerinden birisi, eğer hassas biriyseniz ağlamanıza bile neden olabilir.

bu film hakkında daha çok söylemek istediğim şey var ama şu an tek kelimeyle afallamış vaziyetteyim, ama filmi izledikten hemen sonra üstüne bir şeyler yazma fırsatınıda kaçırmak istemedim, belki daha sonra daha derli toplu bir şeyler yazıp bu film için tekrar başınızı ağrıtabilirim. bir özeleştiri yapmam gerekirse bu yazıyla berbat bir yazar olduğumda tescillenmiş oldu açıkçası, keşke iyi bir yazar olsaydımda size leon filmi hakkında sunulabilecek en mükemmel sözcükleri sunsaydım! ya da siz bırakın bu berbat yazarı okumayı, leon’u izleyin, izlediyseniz bir daha izleyin, bir daha izleyin, sonra birde benim için izleyin, eğer filmi beğenmeyeniniz olursa bana istediği hakareti yapıp topa tutabilir, ben bu filme kefilim.

sigaranın faydaları

lenix
öncelikle sigara içmeyen birisi olduğumu ve burada belirteceğim faydaları hiç bir bilimsel veriye dayanmadan, tümüyle tahmini bir şekilde yapacağımı belirtmeliyim. sigara bildiğiniz gibi ülkemizde dahil olmak üzere bütün dünyada keyifle ve fütursuzca tüketilen bir zehirdir. sigara içmeyişimin nedeni tahmin edebileceğiniz gibi zararlarını çok ama çok iyi bilişimdir. ama bunu sadece ben değil bütün dünya biliyor. fayda derken aklınıza sakın sağlık açısından faydaları gelmesin, böyle bir şey söz konusu bile olamaz. ben başka özelliklerinden söz edeceğim.

öncelikle sigara içen bir çok insanla yaptığım gayriresmi bir ankette sorduğum neden sigara içiyorsun sorusuna aldığım cevap, çok stres altındayım ondan dolayı şeklinde oluyor. sigaranın içindeki bazı maddeler beyni uyuşturma özelliğine sahip olduğundan, sigaraya basit bir uyuşturucu demek bile mümkün. tabi bunu sağlık uzmanları daha iyi bilir, iyisi mi bu konulara girmeyeyim.

farkettiğim bir şey daha var ki, sigara insana karizmamı katıyor ne! sigara içen bir çok gençte farketmişsinizdir, bir afra tafralar, bir kendini beğenmeler. insan sinir oluyor. benden iki yaş küçük olan erkek kardeşim sigara içiyor, babamdan gizli gizli, dur diyemiyorum. ama içerken öyle bir tavır takınıyor ki sanırsın paşanın torunu... sigara içerken kendisine dikkatlice bakarsanız içiş tarzıyla size küfür ettiğini bile düşünebilirsiniz. çünkü sigara içerken yüzü, içinden size küfür ediyormuş gibi bir hal alır ve bu sizin sinirlerinizi bozar. içiyorsanda edebinle iç be kardeşim dediğim olmuştur çoğu kez. bilmiyorum bu meredi içen erkek kendini yaşayan ’james dean’ gibimi görüyor ne! ama şu var ki bir çok kimlik bunalımı yaşayan ve esasında kendinden emin olmayan ve oturmuş bir kişiliğe sahip olmayan bir çok cahil genç büyüdüğünü ve olgunlaştığını kanıtlamak için sigaraya sarılıyor. sigara içerek herkes bir şeyleri kanıtlama ve gösterme derdinde bence. bir meyhane köşesinde veya bir barda sigara içen bir insana bakın, hali ve tavrı ’’ benim bir derdim vaar, dinleyen yok mu! ’’ diye sessizce haykırır adeta. ofise elinde sigarasıyla dalan müdür bu lisan-ı haliyle der ki; bakın ben özgürce sigara içerek ofisinize dalabilirken siz burada içemezsiniz, size yasak ama ben içebilirim, neden, çünkü ben buranın müdürüyüm, ha ha haaa haaaa!!!

sinema filmlerinde sigara hep, karakterlerin ruhsal hallerini ve psikolojilerini ve nasıl bir insan olduklarını göstermek için kullanılan önemli bir araç olmuştur. eğer bir karakterin karizmatik olması hedefleniyorsa çoğu kez eline bir sigara tutuşturulur. filmlerdeki famma fatale olarak tanımlanabilecek bütün tehlikeli dişiler sigara içer, cazibe sahibi ve ateşli bir kadın ya, illa bunu sigarayla vurgulayacak! fight club filminde ne zaman baş roldeki anlatıcı tyler durden’ a uymaya başladı, o zaman sigaraya başladı, kural tanımazlığını, hayatı umursamazlığını ve asiliğini vurgulamak istercesine... kaç tane sigara içmeyen gangster, serseri, mafya babası gördünüz? hepsi az çok tiryakidir. pardon, pardon mafya babaları tiryaki değildir, onlar puro içer. bütün depresif, depresyonda olan, ruhsal bulanım geçiren mutsuz karakterler sigara içer, bu özelliklerinin altını çizmek istercesine... adamın bir ton derdi tasası var ve sigara içmiyor, allah allah, olur mu öyle şey, olmaaaz!

her şeyden önemlisi tiryakileri için sigara bir muhabbet aracıdır. yolda bir tiryaki, bir başka tiryakiye kırk yıllık dostuymuş gibi ateş sorabilir (bir kaç kez yolda bana sorulmuştu, hatta o kadar çok soruldu ki yahu bende sigara içen insan tipi mi var diye düşündüğüm olmuştu. bazı tiryakiler ülkedeki yetmiş milyon insanın sigara içtiğini düşünüyor olmalı, ama şaka bir yana o kadar çok sigara içen var ki neredeyse biz içmeyenler azınlık haline geldik). hatta bir kuyrukta falansalar kankalığa kadar uzanacak bir dostluğun kapılarını ’’ateşin var mı?’’ gibi naif bir soruyla açabilirler. ama sigara içmiyorsanız anca saati sorarsınız. bu arada ’birader yak bi cigara!’ muhabbetini de bilirsiniz. en iyisi hiç girmiyeyim.

bir de şu var ki ’’aman oğlum sen sen ol, asla sigaraya başlama! bak ben bir başladım asla bırakamadım, şimdi de sürünüyorum!’’ diyerek güya bana nasihat vermeye kalkışan büyüklerede sinir oluyorum, sanki ben başlamayı düşünüyormuşum gibi...

işte sigarayla ilgili bütün duygu ve düşüncelerim bunlar, bu kadar insan içiyorsa mutlak vardır bir bildikleri diyorum ve konuyu hiç açmamak üzere kapatıyorum. sürç-i lisan ettiysem affola...

donnie darko

lenix
size bir film tavsiye etmek istiyorum. sinema tarihinin en büyüleyici filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm donnie darko’yu... bu film beni çok etkiledi. öncelikle sinemada hala farklı şeylerin anlatılabileceğini ve farklı duyguların, hatta ve hatta bu dünyada hissetmemizin mümkün olmıyacağı duyguların bize hissettirilebileceğini farkettim.

bu film geleceğin sinemasınada umutla bakmamı sağladı. bu arada kişisel bir bağda kurduğumu söylemeliyim donnie darko’yla. filmde en çok sevdiğim şeyse beyninde müthiş fikirler ve düşünceler olmasına rağmen derslerinde başarısız olan bir gencin hayatına odaklanılmış olması. öyle bir beyne sahip ki bazen hocalarından bile geniş çerçeveli düşünebiliyor, müfredata karşı çıkıp bazı bilgilerin yanlış olduğunu söyleyebiliyor, okula konferans vermeye gelen psikoloğa dersini veriyor (filmin en sevdiğim sekanslarından biridir), orada soru soran kişilere psikoloğun cevaplarından daha güzel, dürüst ve dobra cevaplar verip şovu neredeyse kendi üstleniyor en sonunda da alkışlanıyor (konferansın başında psikolog çok üstelemesine rağmen asla günaydın diyenlere katılmamasına özellikle dikkat etmenizi isterim, bu onun tavrının ve o konferansın yapmacık olduğuna olan inancının en önemli göstergesi).

ben filmlerin birer belgesel veyahut bir ansiklopedi titizliğinde izlenmesine karşıyım. bunu bu filmi çok saçma bulanlara söylüyorum. dramatik yapının üzerine olabildiğince titriyen, mantıklı olmak için korkunç derecede uğraşan, yaratıcılıktan yoksun, mantıklı ama ruhsuz bir çok filmden daha çok ve daha güzel şey söylüyor bu film. o eli yüzü düzgün filmlerin asla söyliyemiyeceği sözler sarfediyor. kaldı ki ben filmlere birer tablo gibi bakarım, gözüm her daim düzgün bir manzara veyahut bu dünyadan bir nesne aramaz. hatta ve hatta farklı şeyler görmek, hissetmek isterim. düzgün, mantıklı(!), resimler pek dikkatimi çekmez.

eğer yarın bir gün bu büyüleyici filmi izleme fırsatına sahip olursanız size bir şey tavsiye ederim. baştan sona, ileriye sarmadan, anlamaya çalışmadan izleyin ve film bittikten sonra sizde nasıl bir his ve tat bıraktığına bakın. esasında bu film hakkında daha çok şey söylemek istiyorum ama nedense bu filmi her düşünüşümde sanki beynim duruyor, söyliyecek söz bulamıyorum, ama kanımca üzerine kitap bile yazılmayı hakediyor bu film. finali ise bir yumruk etkisi yaratıyor insanda.

işler güçler

lenix
10. bölümde bi dahil oldum izleyici olarak, dakikasında müptelası oldum. ilk 2 bölümü netten izledim, diğer izlemediğim bölümleride izlemektir niyetim.
ammavelakin 23.15 biraz acımasız olmuş gibi.

bence star’da harcıyorlar bu diziyi, başka bi kanalda daha bir hakkı verilebilir gibi.
3 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol