the fountain

burakadam
izlemeyi yarısına gelmeden bıraktığım yarısına gidene kadar da başladığım şeyi bitireyim zihniyetiyle ilerlediğim boşluk filmi.
nihilist
yonetmen: darren aronofsky

senaryo: darren aronofsky

oyuncular: hugh jackman ve rachel weisz

efenim oncelikle sunu net belirtmek lazım ne populist bir yaklasımla filme kotu demek lazım ne de entellektuel heyezanlara kapılıp filmi ikinci 2001 a space odyssey yapmak lazım. zira her ikisi de degil.

film birbirine gecmis uc hikayeyi anlatıyor. gunumuz, hanım kızımızın yazdıgı kitapta gecen gecmis zaman (16. yuzyıla falan denk geliyor) ve hugh jackman’ın bitirmeye calsıtıgı gelecek zaman. cok karsık oldu diyenlere spoiled tarzı bir acıklama verirsek;

bir doktor ve onun karısının hayatından ufak bir kesit anlatılıyor filmde. buna paralel olarak kadının yazmıs oldugu roman’dan da kesitler sunuluyor. yani aslında film bir kadının kendi yasamından ve kocasından etkilenerek yazdıgı kitabı analtıyor gecmis zaman olurki tadında. gelin gorunki hanım kızımız kitabı bitirme gorevini er kisiye bırakınca adamda gelecekte biten bir son hazırlıyor kitaba ve o kısımlarıd goruyoruz.

boyle olunca aslında uc farklı hikayede aynı oluyor konular degisince. zaten filmin kotu denilen noktasıda burda baslıyor. atilla dorsay sinema dergisindeki kosesinde fountain’i festivalin en berbat 10 filmi arasına da sanırım bu yuzden soktu. zira film 2 saat’e yakın veya o civarda suruyor ve devamlı kor goze parmak seklinde olan yinelemelerle bu sure tamamlanıyor. dogru olan bir elestiri gibi gozukuyor bu acıdan; zira gercekten’de aronofsky yaklasık 45 dakikada anlatabielcegi seyi 2 saatte analtmaya calsımıs gibi oluyor.

bunun yanında film senaryo kurbanı olmus gibi duruyor; zira konusu gayet sahirane bir mutevazılıkta bir sahaserken senaryo tam bir rezalet. gecislerden tutunda konusmalara kadar gondermelerden aforizmalara kadar hersey son derece vasat duruyor.

sonuc olarak pi ve requiem for a dream’den sonra beklentisi artan seyirci filme yuz vermiyor, birde tabi isin entel hezeyanları var onlara hic bulasmak istemiyorum zira filmde ne gordulerde bu kadar yucelittiler anlayamıyorum.

sonuc olarak farklı zaman dilimlerinde askı icin umutsuzca cırpınan bir erkegin filmi bu.ne kadar yavanlassada arada senaryo yonetmenlik acısından guzel denebielcek unsurları tasıyor. muhakkak izlenmesi gereken filmlerden zira; bu denli tartısma donen bir film hakkında bir kac kelime bile etmek icin izlenebilir ama gercekten izleyenler gorucekki film gayet net vsat; ne kotulemeye ne de sahaserlesmeye yer bırakmayacak kadar vasat...
nihilist
hugh jackman abimizin agzından cıkan;

"ölüm bir hastalık ve ben bununn tedavisini bulacagım" huleyyyn monologu ile izleyiciye nitro veren film bir yandan; zira insan dedigin duyunca onu; yuru bea hugh abi; bu yollar gidisine kızlar dursuruna hasta diyesi geliyor; ha ortam entellektuel falan oldugu icin; etrafınızda "hımm ben bu yonetmende stanley kubrick’in lezeetini alıyorum" gibi sacmalayanlar olunca siz de oturup bi sıcak cay iciyorsunuz o oluyor...
avalon
hayatımın filmi...

bir adem ve havva hikayesi...yönetmenin kendisi için çektiğine emin olduğum ,yorumlara ve venedik film festivalindeki entellektüel(!) seyircinin verdiği tepkiye bakılırsa belkide erken doğmuş diye düşündüğüm film. sırf ölümsüzlük için ölmenin, sonsuzluğa geçiş aşaması olduğunu düşündürmesi bile içimi huzurla doldurdu sevgilime daha sıkı sarıldım. gelecekte bir klasik olacağına şüpheyle bakmamalı.

..................................spoiler................................................................................................
tommy’nin hikayeyi bitirememesinin nedeni ölümün verdiği ölümsüzlük anahtarını alamamasıydı onu ,ölümü, kabullenmiş bilge izzy ’finish it!’ demekle aslında farklı bir bitimi kastediyordu.’ölümünle barış ki sana sonsuzluğu göstersin’.
.........................................................spoiler...........................................................................
lenix
darren aronofsky sinema anlayışını, anlatım tarzını beğendiğim ve anlatmak için cesaret ettiği şeyler hasebiyle kendisine hayran olduğum muhteşem bir yönetmendir. çektiği ilk filmle (pi ve bir rüya için ağıt) beni benden almış, sinemaya daha bir aşık olmamı sağlamıştır. elbetteki bu iki filmden etkilenen tek kişi ben değildim. böyle bir yönetmenlik becerisinden sonra büyük stüdyoların ilgisini çekmesi uzun sürmedi ve pek çok bağımsız sinema yönetmenin kaderi olarak kendini yüksek bütçeli bir filmi çekerken buldu, ve bu filmde kaynak oldu.

kaynak her ne kadar fikirsel açıdan aronofsky’nin anlatmak istediği derin konulardan birine sahip olduğu anlaşılsada tarz olarak bana pekte bir aronofsky filmini anımsatmadı. sanki karşımda kırk yıldır hollywood filmi çeken bir yönetmenin filmini izliyor gibiydim. filmi izlerken ’’bu bir aronofsky filmi değil!’’ diye mırıldanmaktan kendimi alamadım. çünkü benim bildiğim aronofsky düzgün kadrajların değil durmaksızın dönen ve mide bulandıran kameraların yönetmenidir. çarpıcı ve tuhaf kurguların ve bir o kadar da çarpıcı müziklerin yönetmenidir o. açıkçası aronofsky’nin kendini bu denli çabuk stüdyo mantığına teslim etmesine üzüldüm. ben az da olsa, bir kaç kısımda kendi imzası niteliğinde olan anlatım tekniklerini kullanmasını dilerdim.

şunu belitmem gerekir ki kaynak zor bir film. kolay anlaşılabilecek, özümsenebilecek bir film değil. ayrıca herkesin izlemek isteyebileceği, izlemekten de zevk alabileceği bir film değil. ağır bir film kaynak. sadece 1.5 saat sürmesine rağmen çabuk bitmeyen bir film. bazı filmler vardır ki sizden soft bir şekilde kendisini anlamanızı beklemez. hissetmenizi ve hislerinizle algılamanızı ister. galiba kaynak’ta öyle bir film.

hikayesi üç farklı zaman diliminde geçiyor. birincisi 16. yy. ispanya’sında, ikincisi günümüzde, üçüncüsü ise 26. yy’da geçiyor. bu zaman dilimindeki olaylar filmde paralel bir kurguyla veriliyor, yani film üç kısma ayrılmış değil. bir sahnede 16 yy.dayken, diğer bir sahnede kendimizi gelecekte buluveriyoruz. ayrıca filmde çok ilginç bir gelecek tasviri bulunduğunuda belirtmeliyim. ben başta bir balon içersinde uzay boşluğunda uçarken adamın 4. boyutta falan olduğunu zannetmiştim. gerçekten çok ilginç bir gelecek tasviri...

filmin en ilginç yanı ise ölümü bir hastalık olarak görmesi... hugh jackman’ın canlandırdığı tom’un lilian’a ’’ölüm bir hastalıktır, tıpkı diğer her şey gibi!’’ diye haykırması ve filminde bu düşünceyi destekler şekildeki yapısı bunun en önemli göstergesi... bir doktorun bu şekilde düşünmesi tuhaf.

bu arada filmin en beğendiğim sahnesi tom’un hayat ağacının suyunu içtikten sonra aldığı hali gördüğüm sahneydi diyebilirim. gerçektende çarpıcı ve ilginç bir durumdu.

son olarak farklı filmleri seviyorsanız kaynak’a bir şans verin derim ben ama hayatın anlamını bu filmde aramayın. çünkü her ne kadar öyle görünsede o kadar da derin bir film değil.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol