confessions

salavin

- Yazar -

  1. toplam entry 609
  2. takipçi 1
  3. puan 23624

takva

salavin

1- erkan can muhteşem bir rol çıkarmış. bu adama hayranım. “dar alanda kısa paslaşmalar”da da, “yazı-tura”da da muhteşemdi. ama bu başka, bambaşka olmuş gerçekten.

2- güven kıraç ve şeyh rolünü oynayan meray ülgen’de harika oynamışlar.

3- mustafa kutlu’nun “sır” isimli bir hikaye kitabı vardır. şimdiye kadar filmle ilgili ona yakın yazı okudum. hiçbirinde bu kitaptan bahsedildiğine tanık olmadım. oysa, “sır” ve “takva” arasında inkar edilemez bir paralellik var. mustafa kutlu’nun filmle ilgili yorumunu okumak isterdim.

4- zikir sahnesi muhteşemdi. zikirden sonraki rüya sahnesi ise afallatıcıydı.

5- filmde istediğim gibi ağlayamadım. istediğim gibi ağlayamamak içimde ukde kaldı. seyirci beklediğimden çoktu. yanım yöremde doluydu. bir zikir sahnesinde, iki muharrem’in çırağı patakladıktan sonraki konuşmasında ve üç yağmur sahnesinde gözyaşlarıma engel olamadım ama yok maalesef istediğim gibi değil.

6- bugünden sonra muharrem ismi bana erkan can’ı çağrıştıracak.

7- engin günaydın’ın rolünü çözemedim. hangi niyetle muharrem’e yanaştı hala anlamış değilim. tavırları bana o biçim geldi.

8- filmde, tarikatlara ve cemaat yapılanmalarına yöneltilen gizli-açık eleştiriler gayet yerindeydi. bilhassa tarikat-ticaret ilişkisi ustaca yansıtılmıştı. eksik bırakılan “siyaset” ayağıydı sadece.

9- filmin sonunun böyle olacağını beklemiyordum. muharrem’i sevmiştim. üzüldüm böyle olmasına.

şükrü yalnız

salavin
şükrü yalnız toplumcu ekole mensup bir şair. bunun da anlamı şu : şiirlerinin dört sacayağı var: 1- sevda, 2- kavga, 3- umut, 4- devrim. şiirleri işte bu kavramların ekseninde dönüyor. etnik kökenine vurgu yapmayı da ihmal etmiyor. ezilmişlik ve umut arasındaki sarkaça asmış şiirlerini. kavramak, anlamak zor değil. mısralar; derinliksiz, yüzeysel ve basit. zaten çoğu şiirden çok slogan havasında. kalbe sızan değil, beyne çakılan bir gürültü hakim mısraların etrafında. ama basit. basit olduğu içinde kolay okunan bir tarafı da var.

paramiz yoksa da haysiyetimiz var

salavin
ibrahim sadri’nin bir kitabı.

“paramız yoksa da haysiyetimiz var” anı-şiir-öykü karışımı bir kitap. ibrahim sadri’nin naif ve nostaljiyi seven bir üslubu var. böyle olunca “herşey eskiden daha iyiydi, şimdi kötü” duygusallığını aşamıyor bazı yazılar. el-hak, yazılar kendini okutuyor, dil okuru sarıp sarmalıyor ama insan sormadan da edemiyor: “geçmiş neden hep iyidir de, bugün hep kötüdür? bu işte bir terslik var ama ne?”

kitaptan bir cümle :

“hayat, gecenin üçünde varıp kapısına gümgüm vurabileceğin birini bulmaktan ibaret değil midir?”

ibrahim sadri – “paramız yoksa da haysiyetimiz var”, anı-şii-öykü, timaş yayınları, 3. baskı, istanbul, 2001, 160 s.

ping pong masası

salavin
sezai karakoç’un bir şiiri.

beyaz iplik sert iplik ve tak tak
yuvarlak top küçük top ve tak tak
ping-pong masası varla yok arası
ben ellerim kesik varla yok arası
...... öpücüğüne eyvallah ve tak tak
beraber sinemaya ... evet ... ve tak tak
ping-pong masası varla yok arası

öküzün gözü veya dananın kuyruğu
kadifekale veya sen nehri
ha sezai ha ping-pong masası
ha ping-pong masası ha boş tüfek
bir el işareti eyvallah ve tak tak
gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi
ne kadar güzel ne kadar sıcak
tak tak tak tak tak tak tak



sezai karakoç

serenad

salavin
cahit sıtkı tarancı’nın bir şiiri.

kimdir bana gülümsiyen yeşillik balkonundan?
demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
bir gülüsündür gençliğimi döndürdü yolundan;
yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor.

güzelsin ya, ne olursan ol, girdin hikâyeme;
çok değil evi barkı terkedip sana uyduğum,
ancak sen tâzelikte gül yaraşır pencereme;
uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.

eğil bak suya, ordadır güzelliğin, gençliğim.
sen gel beni dinle, günlerimiz heba olmasın.
yorgun başımı göğsünde emniyette bileyim;
artık taslarımız ayrı çeşmelerden dolmasın.




cahit sitki taranci

serenad

salavin
ahmet muhip dıranas’ın bir şiiri.


yeşil pencerenden bir gül at bana
işıklarla dolsun kalbimin içi.
geldim işte mevsim gibi kapına,
gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
ben aşkımla bahar getirdim sana.
tozlu yollardan geçtiğim uzak
iklimden şarkılar getirdim sana.

şeffaf damlalarla titreyen ağır
goncanın altında bükülmüş her sak;
seninçin dallardan süzülen ıtır,
seninçin yasemin, karanfil, zambak...

bir kuş sesi gelir dudaklarından
gözlerin gönlümde açar nergisler,
düşen bin öpüştür yanaklarından
mor akasyalarla ürperen seher.

pencerenden bir gül attığın zaman
işıklarla dolacak kalbimin içi..
geçiyorum mevsim gibi kapından,
gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.




ahmet muhip diranas

ahmet hakan

salavin
bazen ahmet hakan’ı türkiye’de seven tek kişinin ben olduğumu düşünüyorum. şimdiye dek, bir dostum dışında, ne gazetelerde, ne de özel sohbetlerimde, ahmet hakan hakkında olumlu bir laf edene rastlamadım.

evvela, içinden çıktığı kesim (artık bu kesime ne isim vermeli bilemem, islamcı, muhafazakar, dinci, sağcı vs.), ahmet hakan’ı sevmiyor ve bir açığını yakaladıklarında deli danalar gibi seğirtip cümle aleme ifşa etmek için çabalıyor. yeni şafak, vakit gazeteleri bu işin öncüsü görünümünde.

şu an içinde yer aldığı kesim (hürriyet gazetesinin temsil ettiği zihniyet) de, ahmet hakan’ı kabullenmiş, bağrına basmış değil. her an dışarı atılabilir bir ur gibi değerlendirilmekte. ciddiye alınıyor ama ciddiye alınmıyor gibi yapılıyor, görmezden geliniyor. “istenmeyen ve her an gitmesi beklenen misafir” gibi.

ahmet hakan, “arada kalmış” bir isim. “arada kalmak” sözünü, ne yapacağını bilememek, hangi tarafa geçeceğini bilememek anlamında kullanmıyorum. ahmet hakan, bilinçli olarak “arada kalmış” bir görüntü çiziyor. bu görüntüyü önemsiyorum. çünkü ben de, sonuç itibariyle “arada kalmış” bir insanım. ahmet hakan’ı sevmemin altında, bu özdeşliğin payı büyüktür.

ahmet hakan’ın yaşadığı dönüşümü çok önemsiyorum. belki çok abartılı bir teşbih olacak ama, türkiye’nin 150 yıllık çağdaşlaşma serüveninin, tüm iyi ve kötü yanlarıyla, sancılarıyla, başarılarıyla, aksaklıklarıyla; ahmet hakan’ın yaşadığı dönüşüme denk düştüğünü gözlemliyorum. bu anlamda ahmet hakan’ın şahsında türkiye’yi izliyorum.

bugün köşe yazarı ahmet hakan’ın iki cephesi var. birincisi, içinde çıktığı kesimi şiddetle eleştiren aydınlık bir vicdan. ikincisi, magazine batmış bir polemikçi. ahmet hakan’ın birinci cephesini ne kadar önemsiyorsam, ikinci cephesini de o kadar gereksiz buluyorum. iclal aydın’la, haşmet babaoğlu’yla, lerzan mutlu’yla, gülben ergen’le girdiği polemiğin; o’nun bence çok önemli birinci cephesini gölgede bıraktığını düşünüyorum ve bu yazılara bir anlam da veremiyorum.

ahmet hakan’ın, islamcı kesimin açmazlarını, yanlışlarını, çelişkilerini ortaya koyduğu yazıları çok çok önemli. bir özeleştiriye kapı açabilse daha da önem kazanacak ama şimdilik bu mümkün görünmüyor. her ideolojik kesim gibi islamcı kesim de, özeleştiri yapmaktan çok, kendisini eleştirene saldırmayı tercih ediyor ve ezber bozan her düşünceye karşı tavır alıyor.

ben, kendi adıma ahmet hakan’ların çoğalmasını istiyorum. sözgelimi, atatürkçülerin de bir ahmet hakan’ı olmalı. atatürk’ü putlaştırdık, donuklaştırdık, zorla sevdirmeye kalktık, bu yanlış demeli. milliyetçilerin de ahmet hakan’ı olmalı. terörist öldürmekle terör bitmez demeli, diyebilmeli. sosyal demokratların da ahmet hakan’ı olmalı. biz, sosyal demokrasiyi değil, militarist-devletçi sistemi savunmuşuz, aklımıza başımıza alalım, yoksa bu millet bizi sittin sene iktidara getirmez demeli. sosyalistlerin de… af edersiniz onlar da ahmet hakan bol. hepsi senden benden daha liberal.

atilla yayla

salavin
kemalizm aleyhtarı fikirlerine fikirle karşılık verilmesi gerekirken lince maruz kalan ve üniversitedeki görevinden uzaklaştırılan bilim adamı.

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=458286

bu ülke

salavin
cemil meriç’in bir kitabı.

kitaptan bazı cümleler:

"12 aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış; düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. daima başka, daima yabancı... hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh..."

"düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım..."

"hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor... yabancıydı... oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı..."

"ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim..."

"kitap bir limandı benim için. kitaplarda yaşadım. ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. kitap benim has bahçemdi. hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı..."

"ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki tanrı çekiyor beni..."

"bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. sevdiklerim yabancılaşıyor. kitaplar tuğla oluyor birden. dostlarımın sesini tanımıyorum. varlığım bir tele asılıyor. bir kabus bu, bir hastalık. gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... istediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz... acıları da aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... aczime tahammül edemiyorum... bugün işimden kovulabilirim. ve hiçbir iş yapamam. bu, hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu."

"kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkum..."

"daniel de foe’den: hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. bir adamın ’benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın..."

"büyük nazımların çoğu, nesirde de büyüktürler. genç nasirler, nazmın tezhibinden geçseler şüphesiz ki, üslupları daha derli toplu, daha tannan, daha ölçülü olurdu."

"izmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleri. itibarları menşe’lerinden geliyor. hepsi avrupalı."

"bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek, işte, en doğru yol."

"vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır."

"kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki ’an’ın kendisi... kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. gazete okununca biter..."

"derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır."

"okumak, iki ruh arasında aşıkane bir mülakattır."

"kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. hangimizin irfanı, o sonsuz ’belki’yle boy ölçüşebilir?"

"nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz. ideolojilere ve kelimelere..."

yaşamak

salavin
cahit zarifoğlu’nuın anı-günce kitabının ismi.

kitaptan bazı cümleler:

’ruhumuz dar bir şeridin içinden sızılarla geçiyor.’

’ve o zaman daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmediğimi düşündüm: yalnızlığın.’

’ve anlıyorum ki durmuştur. ruh akmamaktadır bu koca medeniyetin içinde.’

’bizi bilmediğimiz bir nedenle bırakıp gitmiş olan babamızın anamızın dilinde, ’yine de babanızdır nerede bulsanız sarılın ellerine’ diye yankılanışı’

’bütün bir alman ulusu bira taşıyan devasa bir arabanın kadanaları gibi şişmiş gerilmiş patlamak üzere.’

’bindokuz yüz yetmiş yılında ben nerdeyim.’

’pencereden bakınca toprak ve ağaç görünmeli.’

’bir kalbiniz vardır, onu tanıyınız.’

’şimdi kildiğin bütün namazlari yeniden kilmak istiyorsun.’

’diyorum ki herşeye rağmen insan mühimdir.’

’görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum.’

’işte yine aynı hayretin elindeyim. o demir kütle pistte hızlanınca bende de birşeyler ağırlaşmaya başlıyor, o hayret ağırlaşmaya başlıyor. hızlanıyor, ve hızlanıyor, gövdenin ucu yekinip, arka tekerlekler üzerinde gidilen birkaç saniyelik görünüş ve nihayet onların da yerden kesildiği ve koca gövdenin yerden sadece bir iki parmak havalandığı an, yüzlerce tecrübeme rağmen, ’işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor’ diye içimin inleyen cümlesini o kısa zaman içinde felaket bir süratle tekrarlayarak içimin hayretini, onun dalgalanışını yatıştırmaya çalışıyorum’.

’çalışmayı sevmiyorum. serbest bir böcek olmak, kırlarda diğer böceklerle gezinirken doymak, barınmak ve giyinmek istiyorum.’

’bilmediğim bir şey sarıyor beni. içimden başka bir insan çıkıyor. bana yayılıyor.’

’ama kişi kendi duygularının çeperlerine kadar doldurduğu bir dolabın içinde ne yana kaçabilir.’

’dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.’

’ankaralılar, esintisiz adamlar, geceleri terlerini soyunup, sabahları terlerini sırtlarına geçiren, ölü, şiş, sarı ve sanki murdar ankara.’

’ve gördük ki mekan değildir zamandır önemli olan ve lakin o da değildir eylemdir önemli olan ve o dahi değildir kalb olmadıkça.’

’yararsız bir bez parçasını bütün gün boynumuza asıp niçin gezdiriyoruz.’

’ve yavuz sultan selim’in bıraktığı gibi duran müslümanlar.’

kahrolsun komunizm diye diye globallesme

salavin
çetin altan’ın iki farklı dönemde (ve döneminde) yazdığı yazıların derlenmesiyle oluşan bir kitap bu. “kahrolsun komünizm diye diye” başlıklı yazılar yetmişli yılların ortasında kaleme alınmış. altan’ın sosyalist kimliğe sahip olduğu ve hayatı bu kimlikle yorumladığı yıllar. “soğuk savaş” sertliğinin kısmen kırıldığı, “detant” esnekliğinin yaşandığı yıllar. “globalleşme” başlığı altındaki yazılar ise, doksanlı yılların sonunda kaleme alınmış. yani, reel sosyalizmin uygulama alanından çekildiği, dünyanın tek kutuplu bir hale döndüğü, globalleşme gerçeğinin yaşandığı yıllar.



dünyayla birlikte çetin altan da değişmiş. katıksız sosyalist bakış açısı, haliyle kırılmış ve liberalizm düşünce dünyasına epeyce sızmış. çetin altan’ın şu anki ideolojik duruşunu nasıl ifade edebiliriz? hala sosyalist mi, tamamen liberalist mi, yoksa iki ideolojinin arasında bir yerde mi duruyor? sanırım, üçüncü seçenek, hayli muğlak ve kafa karıştırıcı da olsa, çetin altan’ın halihazırdaki fikri duruşunu kabaca ifade ediyor. sosyalizmin verilerini inkar etmiyor ve küçümsemiyor ama sosyalizmin 21. asır insanının çıkış kapısı olmadığının da farkında. peki ya liberal iktisadi düzen yani kapitalizm? onu da yekten kabullenir görünmüyor. bu iki ana ideoloji arasında, ikisinin de verilerini kullanarak, ara bir yol bulmaya gayret ediyor. (sol liberal dedikleri bu mu acaba?)



çetin altan, aslında yazılarında “tarih felsefesi” yapıyor. marks’tan öğrendiği bilgilerle, 21. asrın hangi çizgide devam edebileceğinin analizini yapıyor. bu açıdan, çoğu gazete yazısı olmasına rağmen, yazılarda okuru zorlayan fikri bir ağırlık görülüyor. bazı kavramlara aşinalığınız yoksa, altan’ın ne dediğini anlamanın imkanı yok.



bu kitapta çokça satırın altını çizdim. çetin altan’ın bakış açısı, 21. asrı anlamaya ve doğru yorumlamaya çalışanlar için, zengin ve doyurucu anahtarlar sunuyor.



çetin altan – “kahrolsun komünizm diye diye globalleşme”, mag ntv magazin dergisi yayını, istanbul, 2001, 150 s.

http://www.blogcu.com/butterflyvalley


ikindi namazınin sünneti

salavin
görmesem de pekala olur seni. görüşmesek... konuşmasak… öyle ya ne eksilir ki hayatımdan? hiç. okumasam yazdıklarını. birikimine, biriktirdiklerine tanık olmasam… bilmesem yaptıklarını… acılarını öğrenmesem, hayallerini, takıntılarını, açmazlarını, tuhaflıklarını… zararım ne olur ki? hiç. takip etmesem seni… nerdesin, ne yapmaktasın, ne okumaktasın, ne yazmaktasın, ne dinlemektesin, ne düşünmektesin bilmesem, bildirmesen. ne değişir hayatımda? hiç.



ama olmuyor. görüşmesek de, konuşmasak da, yazışmasak da; sen hep aklımdasın işte. hep, “nasipse yarın” diye kandırarak kendimi.



ne unutulan, ne unutulmak istenilen, ne de kavuşulabilen.

http://www.blogcu.com/butterflyvalley/1022463/

bir ozan bir devlet adamını sorgülüyor

salavin
yıldızlı bir gecede
göğe bakmıyalı
kaç ay geçti
anımsar mısın

yıldızlı bir gecede
ya da güpegündüz
canevinde duymadan
sonsuzluğunu göğün

ya da bir sabah
çiçek açtığını ansızın
farketmeden
bahçendeki ağacın

hele bir de işitmeden
işine giderken
bilmeden ezdiğin
karıncanın sesini

nasıl bilesin
evrendeki yerini de
nasıl yönetesin
ülkeni


bülent ecevit

ben ruhi bey nasılim

salavin
- nereye getirdin beni böyle? neresi burası?

- kelebek vadisi. hep anlatırdım ya. benim asıl mekan burası. nasıl güzel mi?

- evet çok güzel. iki sırdaş dağın arasına kucak açmış bir koy. nedir sende buranın karşılığı söylesene.

- burada dağlar “kocaman”, deniz “engin”, kelebekler “rengarenk”. ve tüm bunların insandaki karşılığı özgürlük. baksana şu dağlara. nasıl da müşfik ve koruyucular. insana nasıl da güven veriyorlar. adı bile babadağ…. ya şu denize ne demeli. sana doğru koşuyor adeta. tüm gizini açmış adeta seni davet ediyor kendine. doris day’in gülümsemesi gibi. ya bu kelebekler!.. rengarenk, canlı ve mütebessim. işte hepsi bu.

- peki, bu kadar övgü yeter. herhalde buraya beni kelebek vadisi’nin reklamını yapmak için getirmedin. asıl konuya geliver.

- asıl konu ruhi bey.

- a okudun demek. ne çabuk.

- irmak şiir diyorlar ama nil değil anlaşılan, olsa olsa göksu. pek vaktimi almadı. dün gece bir siteden buldum ve sabaha doğru okudum işte.

- eee… nasıl buldun ruhi bey’i? iyi miymiş?

- yok, benden klasik cevaplar bekleme. iyi mi, kötü mü bilmem ama sonuçta o bir insan ve dolayısıyla da bir alem. keşfedilmeyi, çözümlenmeyi, anlaşılmayı bekleyen ademciklerden biri işte. her yanından muamma ve bilmece akıyor.

- bu doğru. muamma ve bilmece. peki çözebildin mi bu ruhi bey denen bilmeceyi?

- kısmen.

- anlat öyleyse avucundakileri.

- öncelikle eserin tekniğinden başlamak lazım. bu türde bir şiiri ilk defa okuduğumu söylemem lazım. türk edebiyatında başka bir örneği var mı onu da bilmiyorum doğrusu. şiirin merkezinde bir “adam” var. bu adam, çocukluğuna, geçmişine dönüyor; daha doğrusu bilinçaltını eşeliyor ve bulabildiklerini, çıkarabildiklerini, hatırlayabildiklerini aktarıyor. bir yandan da, bu gizemli adamla bir şekilde vakit geçirmiş olanlar (çiçek sergicisi, meyhane patronu, garsonu, otel katibi, terzi yorgo, bir defa ilişkiye girdiği genelev kadını ve cenaze kaldırıcısı), kendi bakış açılarında anlayabildikleri, algılayabildikleri ölçüde anlatıyorlar adamımızı. böylece, hem içeriden, hem dışarıdan tanımaya başlıyoruz bu “tuhaf” kahramanı.

- evet, hem tuhaf, hem acınası, hem de sevimli değil mi?

- acıdığın için sevimli buluyorsun sen. neyse, ben kaldığım yerden devam edeyim. unutturma bana söyleyeceklerimi.

- tamam sustum, devam et.

- bu teknikle yazılan başka bir şiir bilmediğimi söylemiştim. ama bu teknikle yazılan birkaç roman okudum. mesela, abdülhak şinasi hisar’ın “fahim bey ve biz” romanı. bu romanda da, merkezdeki kişi o’nu tanıyanların dilinden nakledilir. böylece farklı açılarla ve deneyimlerle şekillenen dağınık bir portre geçer elimize. elimizdeki dağınık parçaları birleştirme işini de yazar biz okurlarına bırakıyor.

- bir nevi puzzle gibi.

- evet, aynen öyle. puzzle gibi. şunu ekleyeyim unutmadan: fahim bey, sıra dışı bir tiptir fakat bu sıra dışılıkta “toplumsal bir muhalefet bilinci” yoktur.

- ruhi bey’de bu bilinç var mı?

- elbette var. ruhi bey’in kendini toplumdan soyutlaması, adeta yaşamıyor gibi yaşaması, hep bir bilincin ürünü. bilerek yapılan bir tercih ruhi bey’inki. bir nevi isyan. ben bu hayatı kabul etmiyorum ve kabul etmediğim hayatta rol almak istemiyorum diyor adamcağız tüm varlığıyla. toplumun tüm kurallarına tek başına ve hayatını ortaya koyarak karşı duruyor. bir yönüyle idealist, bir yönüyle nihilist, bir yönüyle de anarşist bir tutum onunki.

- ya fahim bey?

- fahim bey sadece hayalperest. sevimli bir oyuncak sadece o. bu dünyada böylesi insanlar da varmış diyeceğiniz türden zavallı bir kişi. ama o da bir “loser” sonuçta ruhi bey gibi.

- ruhi bey’in ki bile bile lades durumu galiba. fahim bey ise daha bir “çocuksu”. ne yaptığının farkında olmayan bir çocuk.

- çok doğru bir tesbit. dinleyen anlatandan arif olsa gerek derler.

- peki başka roman var mı bu teknikle yazılan?

- aklıma bundan başka aziz nesin’in “tatlı betüş” geliyor. teknik olarak benzeşmelerinden ziyade içerik olarak da iki tip arasında yakınlıklar vardır. tatlı betüş, küçük yaşta bir yakınının tecavüzüne uğramıştır ve bu onda, hayatı boyunca erkeklere ve insanlara karşı hiç bitmeyen bir kin tohumunun yerleşmesine neden olur. bu açıdan, tatlı betüş’e ruhi bey’in kadın versiyonu diyebiliriz. ruhi bey’de, sen de biliyorsun ya, üvey annesinin cinsel tacizine uğrar limonlukta.

- peki, bu olayın ruhi bey’in ruhi bey oluşundaki etkisi ne sence? her şeyin düğüm noktası o limonlukta yaşananlar mı?

- hayır. bence değil. üvey annesinin cinsel tacizine uğraması, ruhi bey’in trajedisinin ana faktörü değil ama kuvvetli bir tetikleyicisi. üvey annesi ona o “kötülüğü” yapmasaydı bile, ruhi bey, burjuva hayatına karşı yine tavır takınacak ve yine şiir boyunca tanımaya çalıştığımız ruhi bey olacaktı.

- şunu bir özetleyelim. kim bu ruhi bey kısaca?

- ruhi bey, toplumdan kendini bile bile dışlayan insan. özgürlüğünü kendini toplumdan soyutlamakta bulan bir tip. geçmişinde yaşadıkları (=cebindeki ölüler) o’nun bütün hayatını etkilemiş. bir ayağı geçmişinde olduğu için, bugününü mahvetmiş ve yarını da olmayan biri.

- var mı bir örneğin? ama romanlardan değil, gerçek hayattan…

- hani bir sanat müziği sanatçısı vardı ya… adam, eşsiz besteler yaptıktan sonra, üç-dört metrekarelik bir çöp evde tek başına yaşamaya başlamıştı. saçı sakalı birbirine karışmış, pislik içinde. paparazziler her yıl hacca gider gibi bu adamın yanına gidiyorlar, bi dolu malzemeyle dönüyorlardı. “dön eski hayatına, seni sevenler var, yeniden besteler yap falan” diyorlardı. adamcağız en sonunda ikna oldu ve yeniden eski hayatına döndü. saçını sakalını kesti, temiz giysiler giyindi. sonra ne oldu bilmem. belki paparazziler kendilerine kızıyorlardır. amma salak adamlarız iyi kötü bir malzememiz vardı, onu da kendi elimizde yok ettik diye.

- ruhi bey’in topluma yabancılaşması ile bu adam arasında benzerlik mi kuruyorsun?

- evet, çok benziyor. ruhi bey vakası “burjuva hayatından tiksinmesinin” sonucu. sözünü ettiğim ve adını hatırlayamadığım sanat müziği sanatçısının ana meselesi de bu zaten. mücadele etmiyorlar ama kaçıyorlar. bu da bir tür kabullenmeme biçimi.

- peki ya ruhi bey’in edip cansever’le ilintisi?

- bilinemez ki bu sorunun cevabı. edip cansever, sadece kendi hayatından, kendi bilinçaltından damıttıklarıyla mı bu şiiri kotarmış, yoksa başlı başına kurgusal bir kahraman mı yaratmış, bilemeyiz.

- bir de bu şiirin oyunu oynanmış galiba.

- ya, hiç sorma. acıma parmak bastın. uğur polat’ın (ki kendisini ne çok takdir ederim) ruhi bey’i canlandırdığı oyunu seyretmediğime ne kadar yandım bilemezsin. bu oyunları da kaçırırsak büyük şehirde hele başkentte yaşamanın ne anlamı kalır ki! şu tiyatroya gitmeyi bir huy edinemedim kendime. oysa ben tiyatro oyunu okumayı ne çok severim. sanki gereksiz tasvirlerden arındırılmış sadece diyaloglarla sınırlandırılmış roman gibi. “romanın kılçıksız halidir tiyatro oyunları” bence.

- romanın kılçıksız hali. ay, ben bunu not alayım. kendimin diye satarım arkadaşlar arasında. havam olur.

- işine yarayacaksa ben de çok laf var. ama ucuza vermem bilesin.

- bak sen. anjel’e bakan ruhi bey gibisin şu an. burası çok ıssız zaten. içimi ürküntü bastı.

- yok daha neler.

- bırak şimdi. bütün erkekler aynı değil mi sonuçta.

- belki ben değilimdir.

- bir deneyelim istersen.

- pekala dene.

- bu şiirde en çok aklında yer eden üç mısrayı düşün. düşündün mü?

- evet, düşündüm.

- şimdi bana dürüstçe cevap ver. bu üç mısradan biri, meyhane patronunun kadınlar için söylediği sözler değil mi?

- evet haklısın ama orası şiirin en komik yeri. akılda kalmayacak gibi de değil hani. dinlesene şu mısraları:



kim ne derse desin kadınlara düşkünüm
ne yapayım öyleyim
kadın dendi mi sanki ben
vişneli bir dondurmayı durmaksızın yalarım.



- neyse bahsi ben kazandım bak. sonuçta siz erkekler hep aynısınız. şiire bile şeyinizi sokmadan edemezsiniz.

- bu yargı ağır oldu ama neyse misafirimsin sonuçta. sana “da” kızacak değilim ya. neyse şiirden başka bölümler de okuyalım istersen birlikte. vadide şiir okumak, o sokakta şiir okumaya benzemez. buranın havasında bile şiir fonu var baksana.

- öyle haklısın. oku bakalım.

- direk ruhi bey’i tanımlayan mısraları okuyacağım. böylesi daha iyi sanırım.



bütünüyle bir semte benziyor ruhi bey
binlerce, onbinlerce kedinin hep birden kımıldandığı
kedilerle örülmüs bir semte
ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
her şeyin ama her şeyin çok dıştan fark edildiği
eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
belki de genç bir sairden ödünç alınan.



yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor ruhi bey
düşünmesi mi daha sonra koyuluyor yola
nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi.
boş vermiş de sanki oyunun kurallarına
üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
azıcık vakit kalmış
ya da vakit var daha ama ne çıkar
gövdenin yazgıya baş kaldırması mı
ruhi beyin başkaldırması mı yoksa



- çok güzel. meyhane patronunun tanımlaması da hoş. onu da ben okuyayım.

- lütfen.

- pekala.



bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim
doğrusu ruhi bey gibisini hiç görmedim
mısırçarşısı’nda baharatçı dükkanları vardır, bilirsiniz
ruhi beyi ben o dükkanlara benzetirim
binlerce şeydir çünkü ruhi bey
nanedir, ada çayıdır, zencefildir
bu çevrede herkes onu tanır
bana sorarsanız tanımaz
şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar
şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar
gülmesi hüznüne
konuşması susmasına batar.



- vadide hava iyice soğudu. bırakalım istersen. uykum geldi. hem senin de sabah işin var biliyorum.

- pekala. fakat şunu söylememe izin ver. iyi ki bu şiiri okumama sebep oldun. sen olmasan hiç tanımayacaktım ruhi bey’i.

- eh peki, en başta sordum söylemedin, şimdi söyle bari. ruhi bey nasılmış?

- iyiymiş, hem de çok iyi!..



edip cansever – “ben ruhi bey nasılım?”, şiir, istanbul, 1976.



not : edip cansever’in "ben ruhi bey nasılım" isimli şiir kitabı, halen piyasada "şairin seyir defteri" isimli şiir kitabının içinde yer almaktadır. bu güzel şiiri okumaya heveslendirdiklerim varsa ve güzelim paracıklarına kıyıp şiir kitabı alamıyorlar veya almak istemiyorlarsa, bu şiirin tamamını şu linkten okuyabilirler:http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=17.



ben de öyle yaptım netekim!


http://www.blogcu.com/butterflyvalley/1027109/

bilgisayar da bilgisayarmis ha

salavin
halil pazarlı’nın bir şiiri.

adam internet sevinci içinde
bilgisayara programlarını koydu
belgelerim klasörüne resimlerini koydu
wordünü excelini koydu
monitörden sızan ışığı koydu
modem sesini disket sesini
jpg.nin gif.in hafifliğini koydu
adam bilgisayara
aklında olan bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi chatleşiyordu kimi icqlaşıyordu
adam onları da koydu bilgisayara
superonline eşiittir 9 dolardı
adam koydu bilgisayara 9 doları
klavye yanındaydı mause yanında
uzandı bilgisayara 24 bit çözünürlüğü koydu
bir web sayfası yapmak istiyordu kaç gündür
bilgisayara sayfanın süzülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanık saatlerini koydu
açlığını koydu tokluğunu koydu

bilgisayar da bilgisayarmış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki kilitlendi durdu
adam ha babam koyuyordu

unutulmaz film replikleri

salavin
‘senelerce denizin kahrını çekmiş, sıhhati bozulduktan sonra denize çıkamayıp hayatını, rıhtımda çalışarak, namusuyla kazanan’ kemal ile ‘5 yıl önce barlardan çekip aldığı’ zehra’nın konuşmaları :

kemal – “iyi insansın. geçmişi düşündüm bir an. geçmişi, beraber geçirdiğimiz günleri. hep iyi olarak hatırladım seni. iyi ve güzel… seni düşünürken kendime sorarım, ‘oğlum kemal, sen kimsin? gençliğini denizlerde tüketmiş garip bir adem. üstüne üstelik de akşamları kafayı çekersin... hani elini cüzdanına atınca binlik çıksa neyse o da yok.’ (aynaya bir göz atarak) bu suratın ne mal olduğunu da bilirim. sen benim neyime tav olursun be kızım? benim kahrımı neden çekersin? çeksen de ne kadar sürer bu?”

zehra – “bunca senedir kendini tanıyamamışsın sen. benim tanıdığım kemal hayatın çilesi ile olgunlaşmış, mert, dürüst, iyi kalplidir. benim tanıdığım kemal iyilerin en iyisi, mertlerin en merdidir.”

yumruk yumruğa

yönetmen : semih evin

oyuncular : eşref kolçak, gülgün ok, neriman köksal, hüseyin baradan, faik coşkun, yavuz caner, kemal ergüvenç, mürüvvet sim, necdet tosun

yapım : 1965-türkiye

tür : macera
4 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol