confessions

salavin

- Yazar -

  1. toplam entry 609
  2. takipçi 1
  3. puan 23821

waldo sen neden burada değilsin

salavin
“waldo, sen neden burada değilsin” sözü malum kitaptan ötürü ismet özel ismini çağrıştırıyor. bu sözün neye istinaden söylendiğini, özel’in kitabından nakledelim:



: thoreau, abd’nin meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nufüs başına vergiyi "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapis yattı.

kendisinden ondört yaş büyük olan ve bir çok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan raplh waldo emerson, telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:

"- henry, neden buradasın?"


"- waldo, sen neden burada değilsin?"

st pierre dulu

salavin
önce filmin konusunu (tv8’in sitesinden) nakledeyim:

: yıl 1849’dur. kanada’nın newfoundland eyaletinin açıklarındaki küçük balıkçı adası saint pierre’de anlamsız bir cinayet işlenir. olay sırasında çok sarhoş olan katillerden biri de ölür, diğeri yakalanarak yargılanır. işlediği cinayeti bile hatırlamayan neel auguste (emir kusturica), giyotinle idam edilerek ölüme mahkum edilir. ancak adada, ne giyotin ne de cellat vardır. martinik’den st.pierre’e bir giyotin gönderilmesi beklenirken, neel, adanın asayişinden sorumlu küçük askeri birliğin yüzbaşısının gözetimine bırakılır.

oldukça uzun süren bu bekleyiş sırasında beklenmedik ve dokunaklı gelişmeler yaşanır. yaptığından çok pişman olduğu belli olan katil, yüzbaşının karısının başlattığı bir bahçeyi adam eder, bir kadının hayatını kurtarır ve ada halkının yararlı bir üyesi haline gelir. bu durum onu ölüme mahkum eden yargıcı ve ada halkını rahatsız etmeye başlar. ‘’bir katili mahkum ettik, bir iyilikseveri idam edeceğiz...’’ konuşmaları alıp başını gider.

st. pierre dulu, bu öyküyü temel alan fakat bir alt öykü olarak da bir evliliğin içinde yaşanan farklı mevsimleri anlatan güzel ve etkileyici bir film. yüzbaşı (daniel auteuil) ve herkesin madam la diye hitap ettiği güzel karısı, sadece birbirlerine çok aşık bir çift olmakla kalmayan fakat birbirlerini derinden tanıyıp, kabul edebilen bir çift. yüzbaşı, karısının, mahkumla ilgilenmesinin ardında, hafif duygulanmalar olduğunun farkında fakat karısını o kadar seviyor ki, bu durumu anlayışla karşılıyor. film, sadece idam cezasını tartışmaya açmakla kalmıyor, insan psikolojisini de mercek altına alıyor. pek çok hassas izleyicinin farkedeceği gibi, film, senaryonun izin verdiğinin ötesinde bir derinliğe ulaşıyor ve acı verici hislenmeler yaşatıyor.

filmin adı da çok anlamlı. fransızlar, giyotine ‘dul’ diyorlar ve filmin sonunda giyotin bir değil iki dul yaratıyor. katil de, bildiğimiz katillerden farklı. zaten biz de, filmin sonlarına doğru, aynen adalılar gibi, iyi bir adam olarak idam edilecek olan neel’i sevmeye, anlamaya başlıyoruz ve onun için üzülüyoruz.”

bu filmi ilk defa geçen yıl trt2’de izlemiş ve çok beğenmiştim. dün, tv8’de reklamını görünce hemen not aldım ve bu akşam yayın saatinde ekran karşısına geçtim.

ilk izleyişimde, yüzbaşının karısının mahkuma yardım edişinin altında sadece “idealist düşünceler” yattığını düşünmüştüm. madam la, idam cezasına karşı olduğu için mahkuma yardım ediyordu. o’na göre, suç işleyen kişi ile cezaya çarptırılan kişi ayni kişi değildi. ki, filmde de mahkum neel, tutukluluk süresinde epey değişmiş, topluma yararlı bir kişi haline gelmişti.

bu ikinci izleyişimde açıkça anladım ki, madam la’nın mahkuma yardım edişinin altında yatan sebep sadece idam cezasına karşı olması değilmiş. bununla birlikte, madam la, mahkuma “ilgi” duyduğu için yardım etmiş ve idamını engellemeye çalışmış. ilk izleyişimde de bu ihtimal aklıma gelmedi değil ama nedense kocasının taptığı bu güzel ve kişilikli kadına, mahkuma aşık olma ihanetini yakıştıramadım sanırım.

madam la’nın mahkuma aşık olduğu sonucunu şuradan çıkardım. diğer mahkum, tutuklu olarak kalacakları yere gelirken, arabanın devrilmesi sonucunu ölmüştü. acaba, diğer mahkum yerine neel ölseydi madam la aynı mücadeleyi göze alabilir miydi? sanmam. önce ruh güzelliği diyenlere aldırmamak lazım.

st. pierre dulu (la veuve de st. pierre)

yönetmen : patrick leconte
oyuncular : juliette binoche, daniel auteuil, emir kusturica
yapım : 2000-fransa&kanada
tür : dram

hakas cumhuriyeti

salavin
türkistan’da sibirya’nın güneyinde, sayan-altay dağları ve yenisey nehri yanında ve altay cumhuriyeti’nin kuzeyinde yer alan hakasya, 62.400 km2 lik bir yüzölçümü ile rusya federasyonuna bağlı özerk bir cumhuriyettir.hakasya sayan-altay dağlarının bir parçasıdır. üzerinden dünyanın en büyük nehirlerinden biri olan yenisey (kim suyu) ırmağı geçmektedir.
başkenti abakan şehridir. ülkenin üçte ikisi dağlık olup halkın çoğu abakan ve yenisey nehirlerinin kenarında yaşamaktadır.türkçe konuşan hakaslar’ın asıl adı koraylar (hooraylar)’dır. hakaslar, kaçinler (haaş, haas), sogaylar, kızıllar ve koybollar (hoybollar) olmak üzere dört boy olup bu dört grubunu ortak ismi hakastır. hakas dili türk dilinin uygur-oğuz grubuna dahildir. öz diline, öz kültürüne ve geleneklerine bağlı olan hakasya’da üniversite, teknik enstitü, dil, tarih ve edebiyat araştırmaları enstitüleri bulunmaktadır.çeşitli kültür ve sanat kuruluşları, 4 tiyatrosu, kütüphane ve müzeleri ile, müzik ve sanat okulları mevcuttur.

sadi somuncuoğlu

salavin
1940 yılında aksaray’da doğdu. ilk ve ortaokulu aksaray’da, lise ve yüksek öğrenimini ankara’da tamamladı. 1957-58 yıllarından itibaren türk ocaklarında bulundu ve fikri yetişmesi bu yıllarda başladı. çeşitli devlet memuriyetlerinde bulundu. 1965 yılında bab-ı ali’de "sabah" gazetesini çıkardı. türkiye ve ortadoğu amme idaresi enstitüsü’nde organizasyon ve metod ile idarecilik kurs ve eğitimi gördü.
1967’de aktif siyasete atıldı. bu dönemde parti genel idare kurulu tarafından gençlik kolları genel başkanlığı görevine getirildi. 1969 adana kongresi’nde gik’na seçildikten sonra, 12 mart 1971 yılına kadar kısa bir dönem dışında, gençliğin eğitimi ve teşkilatlanması işlerini yürüttü.

1967-69 döneminde türkiye’deki bütün fakülte ve yüksek okullarda ülkü ocağı öğrenci derneklerinin kuruluşu tamamlandı. 1970’de ülkü ocakları birliği kuruldu. yüksek öğrenim dışındaki gençliğin teşkilatı olarak genç ülkücüler derneği kuruldu ve türkiye’nin il ve ilçelerinde şubeler açıldı. böylece türk gençliğinin yüksek öğrenimdeki ve öğrenim dışındaki kesimleri iki ayrı çatı altında toplandı ve eğitimleri bu esasa göre yürütüldü.

1977 yılı seçimlerinde niğde milletvekili olarak parlamentoda yer aldı. demirel kabinesinde devlet bakanı olarak görev yaptı. 1980 darbesiyle birlikte tutuklandı ve mhp davasında idamla yargılanarak, beraat etti. aktif siyasette bulunduğu yıllarda ve sonrasında yeni yetişen genç neslin, inançlı, milli değerlere bağlı, türk-islam kültürü ile yoğrulmuş, insan haklarına ve demokrasiye saygılı, vatanını ve milletini seven, dürüst ve sarsılmaz ahlak yapısına sahip kişiler olarak yetiştirilmesi; öğrenimlerini başarı ile tamamlayıp, iş sahibi olarak ailesine ve topluma yararlı hizmetler verebilmesi için çalıştı. devlet, töre ve bozkurt gibi dergilerin yayınında görev aldı. pek çok yazı ve makalesi yayınlandı. yurt içinde ve dışında birçok konferanslar verdi. milletimizin ileri milletler seviyesine ulaşabilmesi maksadıyla önümüzde duran ciddi meseleleri aşabilmek için ne yapılması gerektiğine dair tutarlı çözümler üretti.

1980-1995 yılları arasında siyasetten ayrıldı. türk ocakları genel merkez heyeti üyesi ve genel başkanlığı görevlerinde bulundu.aksaray’ın yetiştirdiği, iktisatçı, fikir adamı, dürüst ve inançlı kişiliği ile tanındı. 1995 seçimlerinde aksaray milletvekili olarak anap listesinden parlamentoya girdi. 1.5 sene sonra 1997yılında anap’tan ayrılarak, mhp’ye katıldı . mhp genel başkan yardımcılığı görevini yaptı. 1999 seçimlerinde mhp’den aksaray millevekili seçildi. kurulan 57. hükümette emlak bankası, toplu konut idaresi başkanlığı ve arsa ofisi genel müdürlüğü’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yaptı. cumhurbaşkanlığına aday olduğu için mayıs 2000’de görevden alındı

veli küçük

salavin
1944 yılında bilecik ili gölpazarı ilçesi türkmen köyünde, bir çiftçi ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi.
ilk eğitimini doğduğu köyün ilkokulunda tamamladı orta öğrenimini gölpazarında bitirdikten sonra kuleli askeri lisesinin sınavlarının kazanarak 1959 yılında kuleli askeri lisesine girdi.

1963 yılında kuleli’den 1965 yılında kara harp okulu’ndan mezun oldu.

kara harp okulu’ndan mezun olduktan sonra yurdun çeşitli yerlerinde mesleği ile ilgili çeşitli görevlerde 35 sene hizmet verdi.

bu hizmetlerim arasında edirne, van ,eskişehir, ağrı ve kocaeli il jandarma alay komutanlıkları görevlerinde bulundu.

1996 yılında generalliğe terfi etti. general olarak karadeniz’de giresun’da konuşlandırılan giresun bölge komutanlığının kuruluşunu tamamlayarak 2 sene giresun jandarma bölge komutanlığı görevinde bulundu. bilahare çanakkale tugay komutanlığı görevinde iken tugayı bilecik iline naklettirdi.

1966 yılında teğmen olarak göreve başladığı bilecik’ten 2000 yılında general olarak emekli oldu.

evliyim , bir kızı ve bir torun sahibidir.

halen özel bir şirkette yönetici olarak görev çalışmaktadır.

atlantis ten gelen adam

salavin
dallas’daki boby ’nin dizisiydi. bu diziyi bırakıp dallas’a transfer olmuştu. el ve ayak parmaklarının arasında ördek misali perdeler vardı. susuz kalamıyordu. belli bir zaman su ile temas etmezse morarıyordu. mor renkte yakışıyordu hani. dallas’ta da bu geleneği hiç bozmadı jr. tarafından sürekli morartılıyordu. güzel diziydi fakat kısa sürmüştü. hatırlamayanlar olursa normaldir.

esteban

salavin
güneşin oğlu esteban. bana, inka ve maya gibi güney amerika uygarlıklarının mısır’ı ona katladığını gösteren çizgi film. kahramanımız esteban yanında iki arkadaşı ile kayıp altın şehri aramaya çıkar boynundaki yarım altın madalyon ile havasını basardı. güneşin oğlu dedik ya; gözlerini kırpmadan güneşe bakabilirdi. nice türk evladı bu özenti yüzünden ya kör oldu, yada şişe dibi gözlük takıyor şimdi. esteban ve arkadaşları efsanevi altın kuşu bulmuşlar, boynundaki madalyonu kullanarak uçurmayı başarmışlardı. kendim bulmuş gibi sevinmiştim.

küçük ev

salavin
türk halkını derinden etkileyen bir dizidir. hani bir türk filmi vardı. adile naşit ve münir özkul turşucu iki karı kocayı oynuyordu. filmin bir sahnesinde şener şen(ziya), adile naşit televizyon seyrederken içeri giriyor. adile naşit ağlayarak acıklı küçük ev bitsin konuşuruz diyordu. işte o dizi. benim yaşlarımda olanlar en çok laura’yı hatırlar. şöyle bir tekerlemesi vardı.

lora ingıls,meri ingıls, karolin karolin,çars çars çars.

dizinin orjinal adı; little house on the prairie.

swat

salavin
swat, malum klişelerin sıkça kullanıldığı sıradan bir amerikan polisiye-aksiyon filmi. bu tür filmleri pek sevmem ama kardeşim para verip cd’sini kiralamış, yeğenlerle birlikte oturup izledim işte. iki saate yakın bir süre oyalandık sonuçta. swat, özel polis timinin kısaltması. yeni bir özel tim kurulur ve bi dolu maceradan sonra suçluların hakkından gelinir, kısaca film bundan ibaret. üzerinde önemle konuşulacak bir yapım değil.

swat
yönetmen: clark johnson
oyuncular: samuel jackson, colin farrell
yapım: 2003- abd
tür: aksiyon

vurun kahpeye

salavin
halide edip adıvar’ın "vurun kahpeye" romanını dün gece yarısından sonra elime aldım ve balkona çekilerek okumaya koyuldum. balkonun ferah, serin ve sessiz bir ortamında romanla birkaç saat nezih bir gece (!) geçirdik.

vurun kahpeye romanına yabancı değildim. başrolde hale soygazi’nin oynadığı sinema uyarlamasını kısmen izlemiştim. fakat, sinema başka, edebiyat başka... kitabı okurken alınan tatla, filmi izlerken alınan tat çok farklı... biri diğerinden üstün değil ama farklı.

romanı okurken dikkatimi çeken asıl husus şu oldu: yazar, roman kişilerini iki gruba ayırmış. bir tarafta "mutlak iyiler" var: aliye, tosun paşa, ömer efendi... diğer tarafta ise "mutlak kötüler" var: hacı fettah efendi, eşraftan hüseyin ağa, damyanos... insanları mutlak iyiler ve mutlak kötüler biçiminde resmetmek "gerçekçi" değil. hele hele "belgesel roman" iddiasındaki bir roman için açık bir zaaf bu. insanlar mutlak iyi veya mutlak kötü olamazlar. her insanın içinde iyi ve kötü vardır. her insanın iyi ve kötü işleri, iyi ve kötü kişilik özellikleri vardır. hiçkimse ne külliyen iyidir, ne de külliyen kötü. roman, bu gerçeği yakalayamadığı için bence bu yönüyle başarısız.

romanı okutan ana hususlardan biri de üsluptur şüphesiz. yani, yazarın "ifade biçimi". halide edip adıvar’ın ilk defa bir eserini okudum. üslubu ahım şahım değil, en azından çağdaşları içinde ondan çok iyi yazanlar olduğunu söylemek mümkün. fakat, 1900-1950 yılları arasında kaleme alınan üçüncü sınıf romanlarda bile "türkçe tadı", "dil zevki" bulunduğu için; bu romanı da sıkılmadan, zevkle, türkçe’nin tadını bularak okuduğumu itiraf etmeliyim.

halide edip adivar - "vurun kahpeye" - roman, remzi kitabevi, istanbul, 1983, 141 s.

büyük ve küçük yazar farkı

salavin
büyük yazar ile küçük yazar arasında kanımca şu fark vardır: büyük yazarların kişileri (kahramanları) saydam değildir, karışıktır; kolay kategorize edilemez, derinliklidir. küçük yazarlar ise kişileri kabaca iki sınıfa ayırır ve eserini bu iki zıt kutup arasındaki didişme üzerine inşa eder. büyük yazar, ele aldığı kişiyi eserin başından sonuna kadar anlamaya, analiz etmeye, deşmeye çabalar; küçük yazar ise kişisini pek sathi ele alır, belli klişelere oturtarak daha kolaycı bir yol benimser. büyük yazar, öğrenci edalıdır, dikte edilecek doğruları yoktur, okurla birlikte bir şeyleri anlamaya, öğrenmeye heveslidir. küçük yazar ise öğretmen edalıdır, her şeyin doğrusunu bildiğini ve –daha da kötüsü- sadece kendisinin bildiğini sanır, bu yüzden eseri, dünya görüşünü (ideolojisi, dini vs.) tebliğ eden bir araçtan farksızdır.

(ha unutmadan “bütün genellemeler yanlıştır” aforizmasını herkesçe görülecek bir yere not etmek de elzemdir şüphesiz.)

spider

salavin
bu film hakkında aklı başında bir msn sohbeti dökümü :

thelosthighway: bence spider falan izleyen yok hocam
nonself: yemişim, spideri, acıyı diyolar. yok tabi lan, izlese nolcak, adam karısını öldürdü eski fahişeyle evlendi diycekler al başına bela
thelosthighway: aynen boşver sen .ben bazı noktalarda spider yazının zayıf olduğunu düşünüyorum baba. ya da aynı gözle bakmadığımızı
nonself: yaz işte ne bileyim ben
thelosthighway: hımm
nonself: es geçtim ben çoğunu
thelosthighway: bütün gün içimde doldu yazma fikri
nonself: acıyı aldım, acıyı güne çektim, biraz bugüne, psikolojik imge fazlaydı
thelosthighway: evet es geçmişsin. mesela şunu sorgulamanı beklerdim
nonself: nedir?
thelosthighway: dennis hastaneden daha az sıkı önlemleri olan bi yere geliyo. belli ki buraya daha önce de geldi. ama damar soru: daha önce bunu fark etmedi mi? yani annesini zihninde deforme ederek öldürdüğünün farkına varmadı mı?
nonself: gazı mı? gaz yenidir belki lan?
thelosthighway: yani, dennis sürekli notlar, karalamalar tutuyo
nonself: sonra kötüleşmiştir
thelosthighway: tekrar bakıyo onlara
nonself: çünkü iyileşme sürecinde geliyor oraya
thelosthighway: bu, sürekli tekrar ediyo. notları muhtemelen yırtıyo, sonra tekrar. mesela fahişe olarak kafasında tiplediği kadının yurt müdiresi olarak tekrar onda görünmesi ve o sırada elinde çekiç ve kontrol kalemi yatağının başında beklediği an ve orda koptuğu an, yüzündeki ifade, herşeyi anlıyo o sırada, donup kalıyo orda, gerçek patlıyor kafasında. bunu ilk defa orda mı yaşıyo?
nonself: ;ben öldürdümü orda demiyo ki. hayır trenden inişi gördün mü? dennis oraya dolu geliyo?
thelosthighway: evet
nonself: neyse yaa
thelosthighway: elince bavul. bi sorun daha var
nonself: atladım tabi. taş duvarlar, pencereler...
thelosthighway: dennis kafasında neden annesini deforme ihtiyacı hissediyo? neden? annesi ona karşı ilgisiz mi? onu sevmiyo mu?
nonself: hayır, iyiler öldürülmez
thelosthighway: babasını neden zalim ve uçkur düşkünü olarak deforme ediyo?
nonself: hayır ya ne alaka? baba alet olacak bu yüzden
thelosthighway: neden annesini fahişe ile bir tutuyo?
nonself: kendi zihni için bu böyle
thelosthighway: bi dakkkaaaa. babasıyla annesi bi akşam çıkıyolar. dennis evde kalıyo. o sırada babası annesini avluda sıkıştırıyo.
nonself: sevişiyorlar filan
thelosthighway: bir fahişe gibi. annesi de hoşlanıyo bundan
nonself: hocam hocam
thelosthighway: biz muratla bişi tartıştık hatırlıyo musun?
nonself: o çok ekstrem oldu
thelosthighway: ben dedim ki ortada bi sebep yokken adam neden bağırıp çağırıyo karısına
nonself: yok
thelosthighway: adamın karısına bağırtıp çağırdığı yok aslında. dennis öyle kuruyo
nonself: yok tabi lann. yazdık ya bunu
thelosthighway: peki bütün bunları neden yapıyo?
nonself: aynen
thelosthighway: neden deforme ediyo?
nonself: hocam
thelosthighway: can alıcı soru bu bence. iyiler öldürülmez diyosun da annesini neden öldürmek istiyo?
nonself: ben derim ki evet acı çektiğini düşünüyor
thelosthighway: acı çektiğini mi? ne acısı?
nonself: mutsuz olduğunu düşünüyo annesinin
thelosthighway: neden? bana mutlu göründü annesi
nonself: filmde dennisin zihniyle, gerçekliğin ayrımını yapmak imkansız gibi bir şey
thelosthighway: peki o zaman neyin gerçek olduğunu biz anlayamıyoruz öyle mi?
nonself: zihin kurgusu filmin hemen hepsi. filmin sonunda biraz anlıyoruz
thelosthighway: gerçeklik yok mu, gerçekliğe tekabül eden bir şeyler yok mu?
nonself: gerçek olan şu. var. şu var
thelosthighway: peki o zaman neyi deforme ediyor dennis, gerçeklik yoksa?
nonself: baba aslında, bira içmeye gider, baba bara gider. bira filan içer, laklar. dennis ara ara babasını çağırmaya gider, ki bundan hiç haz duymamaktadır. fahişeler gülüşürler, yüksekten. ama aslında yüksekten değil. çocuk zihninde bu durum nasıl şekillenir? biliyor muyuz bunu? çocuk nasıl yetiştirildi? tutucu bir anne mi onunun zihnini şekillendiren? yani baba o kadar da tam ev adamı olmasa da barlarda takılışı
thelosthighway: sen hem gerçekliğin çok az olduğunu söylüyorsun hem de bize hiç gösterilmeyenler üzerinde varsayımlarda bulunuyorsun
nonself: gösterilmeyen ne?
thelosthighway: bak dostum, adamın barlarda takılması meselesi dennisin zihninde kurduğu bir şeyse biz, bize gösterilenden hareketle kestirimlerde bulunuyoruz
nonself: yok lan öyle değil, işte gidiyor diyorum adam barlara
thelosthighway: sen annenin tutuculuğuna falan gittin. bunu da nerden çıkarıyosun? anne tutucu falan değil.
nonself: adam bara gider, barda fahişeer vardır, çocuk orda fahişeyle tanışır
thelosthighway: anne çocuğa bir örümcek hikayesi anlatmış. ve ona örümcek diye hitap ediyor. buraya dikkat edelim.
nonself: bunlar yanlarındaki adamlarla sırnaşırlar. off!!! dinlemiyosun ,neyse sittiret, vaktin olursa yazarsın, ben de yazarım
thelosthighway: dinliyorum, sen devam etsene
nonself: o örümcek hikayesi fos
thelosthighway: fos mu?
nonself: ya da ben çözemedim
thelosthighway: film onun üzerine bina edilmiş, ismi örümcek filmin
nonself: evet fos
thelosthighway: ağlar falan
nonself: abi iyi de anlat filan nedir yani örümcek? ağlar, ip örmeler filan nedir? nasıl bir sonuç edindin sen örümcekle ilgili?
thelosthighway: adam kendini örümcek ağına dolamış, kendini sürekli ağla sarıyo
nonself: ee?
thelosthighway: ya da ağlar örüyor. ben şöyle düşünüyorum: çocuk annesini çok sever, çok etkilenir ondan, tüm sevgisinin kendisine yöneltmesini ister. cronenberg burada batılı bi hastalığı ifşa ediyor aslında. yani ödip kompleksine göndermeler yapıyor ama öldürülen baba değil anne. çocuk tekbaşına anneye sahip olmak ister, babayı düşman görür. babayı değil de anneyi öldürür. babayı karalar zihninde. bence bu film için yazılacak yorumun başlığı acının omuzlanışı olamaz. dennis bir acıyı omuzlamamış, bir çılgınlığı omuzlamış. bence bir kendini kaybedişi omuzlamış. bu bize acı gelir. kat kat gömlekler giymesi, sürekli örümcek ağları örmesi, anlaşılmaz notlar alması, dennisin içine düştüğü hastalık, bu unutkanlık, bu deformasyon süreci. kendi kendine kurduğu bir dünyanın içinde yaşayan bir adamın yaşamıdır söz konusu olan. o bir acıyı omuzladığının bile farkında olamayacak kadar hastadır. o annesini öldürmüştür. o mezarın başına gidip toprağa sarılması ve orda uzun uzun kalması acı vericidir elbette. sevgisiyle ne yapacağını bilememiştir dennis. onu ortadan kaldırarak sevgisini donduracağını, onunla bir olacağını düşünmüştür sadece çocuk aklıyla. sonrasında zaten akıl hastanesine kapatılınca iyice kendi içine gömülmüş ve herşeyi zihninde deformasyona uğratarak hastalığını derinleştirmiştir. orda mısın lan? kızdın mı bana?

şu anda bir titreşim gönderdiniz!

nonself: oğlum biz açıkoturum adabı almış adamız. neyse annesini öldürdüğü yaştan, trenden inen adamın yaşına kadar kaç yıl geçti?
thelosthighway: nerden baksan 40 yıl
nonself: bunu sen söylüyorsun, çılgınlığı, sevgisini dondurduğunu. niye söylüyorsun bunu?
thelosthighway: neyi ben söylüyorum?
nonself: çünkü sen kendini akıllı sanıyorsun? yani karşımızda bir zihin bir akıl bir beyin var
thelosthighway: dennis mi akıllı
nonself: oğlum bi sus beee
thelosthighway: tamam sustum. söz. özür. devam et sen
nonself: hasta diyoruz. çok hasta. ee? bu adam düşünüyor. uyuyor mu? hayır. gülüyor mu? hayır. konuşuyor mu? evet kendisiyle konuşuyor bu adam. notlar niçin alınıyor? yani biz akıllıyız tabi.
karşımızdaki yaz günü palto giymiş adam da çevresine alışılagelmiş reaksiyonlar vermediği için hasta oluyor!! kim hasta!!
thelosthighway: (hocam bak bu adam düşünmüyor. sadece vehmediyor. burayı atlıyorsun sen.)
nonself: offffffffff
thelosthighway: ne yani biz mi hastayız şimdi?
nonself: atlamıyorum. vehmettiren nedir? vehmin kaynağı ne? niye vehmeder o akıl ?hocam dur benim işim var gidecem gece yazarım
thelosthighway: sen normallik ile anormallik arasında bir ilişki kuruyosun ve bazen anormalliklerin aslında normal olandan daha yüce olduğunu ileri sürerek aslında sanki bizim dennisi anlamayarak anormal olduğumuzu ileri sürmeye kalkıyorsun.
nonself: sus. nedir bu son yazdığın yani?
thelosthighway: peki müsade var mı?
nonself: bana mı yazıyorsun bunu?
thelosthighway: açıklayayım
nonself: anormalliklerin aslında normal olandan daha yüce olduğunu ileri sürerek.. nedir bu? geç, tamam, boşver. ben ortada bir zihin, bir akıl, bir kalp var diyorum. ne anlarsanız anlayın
thelosthighway: adamın palto giymesi, 4 kat gömlek giymesi neden seni bu kadar etkiledi anlamadım?
nonself: hocam o bir yansıma ya
thelosthighway: tamam anlıyorum, buna kimse karşı çıkmıyor. ama zihni, aklı, kalbi yanlış çalışıyor onu diyorum.
nonself: palto ilgilendirmiyor beni. sapıtmış diyorum, yanlış çalışıyor tabi. ben başka birşey demiyorum
thelosthighway: sen diyosun ki bu adam çok acı çekiyo, acısından derbeder olmuş
nonself: ben hiç annemi öldürmedim bilmiyorum. neyse ne.
thelosthighway: ama senin yorumundan sanki biz dennisin tarafında olmalıyız gibi birşeyler çıkarıyorum. şunu anlarım: dennis annesini öldürmüş. bu büyük bir acı. bunu göz ardı eden yok. ama şu soru var: biz dennis’e mi acıyalım? dennis kendine mi acısın? dennis annesine mi acısın? neye acıyalım? kim acıyı omuzlamış? bunu anlamak istiyorum. dennis mi? dennis’e bakan sen mi?
thelosthighway: neyse sen böyle davranınca fazla üstelemiş hissettim kendimi. boşa çıktı tüm düşüncelerim. pişşşttt noldu lan? ne sustun?
nonself: iyinin kötünün terazisini kurmadım ki ben. acı çeken bir yüz var, bundan eminim. kaderini yaşıyor, annesine acıyalım, dennise acıyalım. şu son sorunu duymazlıktan geliyorum. dennis mi? dennis’e bakan sen mi? nedir bu?
thelosthighway: duymazlıktan mı geliyosun? dennis acıyı omuzlamış diyosun yani. evet öyle diyosun ben de öyle görmediğimi söylüyorum. sadece acı çekmek başka, acıyı omuzlamak başka. acıyı omuzlamak bilinçli bir eylemdir, bilerek altına girdiğin bir şeydir. acıyı omuzlamakta aktif olan sensin, acı çekmekte sen ancak pasif olabilirsin. neyse.
nonself: hocam kelime oyununu bırak ya
thelosthighway: kelime oyunu mu? ben sadece basit bir şey söylüyorum: dennis acıyı omuzlamış değil. dennis acı çekiyor, nedamet içinde. bunu görmezden gelmeye, annesini öldürdüğü gerçeğinden kaçmaya çalışıyor. acısı hem onu öldürmesi, hem de onu öldürdüğünü bildiği için ve bu acıya katlanamadığı, nedamet içinde olduğu için bu gerçeği ters yüz etme çabası ve bunu beceremeyişi. dennisin acısı bu . asıl kavram nedamettir üstad, nedamet. acı değil. sanırım bu son 3-4 cümle ile ne demek istediğimi tam olarak anlatabildim.
nonself: nedametin bi surattaki aksi nedir ki başka? ben gördüğümü söyledim, bunu gördüm. asıl kavram olmayabilir bu, haklı olabilirsin. ben acının peşindeyim
thelosthighway: anladım
nonself: asıl imgeyi açığa kavuşturma peşinde değilim.
thelosthighway: o zaman şöyle diyelim bitsin olur mu: "spider’da nedametin dennis’in yüzünde bıraktığı acıyı görebiliriz."
nonself: ona da gerek yok. dediğin gibi adam hasta zaten. ne nedameti?
thelosthighway: peki. adam hasta. tamam.
nonself: bu adam, sonradan intihar etmemişse eğer, acısını omuzlamamış da başka ne yapmıştır.?


http://www.blogcu.com/mirzabey/901458/

spider

salavin
bir david cronenberg filmi.

"örümcek” filminin, oyunculuk ve senaryo açısından kayda değer bir yapım olduğunu söylemek mümkün. finalden anladığım kadarıyla, çocukken annesinin ölümüne sebep olduğu için, daha doğru bir ifadeyle annesini öldürdüğü için, travma yaşayan ve bu travmanın etkisiyle akli dengesini kaybeden bir adamın içinde bulunduğu dram, çocukluğuna yapılan geri-dönüşlerle (flash-back) anlatılıyor filmde.

filmin (tagline)ı : "the only thing worse than losing your mind... is finding it again." tercümeye gerek yok sanırım. gayet açık.

örümcek (spider)
yönetmen: david cronenberg
oyuncular: ralph fiennes, miranda richardson, gabriel byrne
yapım: 2002-kanada&ingiltere
tür: dram

eylül

salavin
“eylül”, yasak aşkı konu alan bir roman. fakat, konusunun klasik oluşuna aldanarak, bu romanı “beyaz dizi” serisi içine sokmak ve bu bağlamda hafifsemek, küçümsemek vahim bir yanlış olur. “eylül” hem çok güzel bir roman, hem de çok önemli bir roman.

mehmet rauf – “eylül”, (haz: hüsamettin aydın), roman, bordo-siyah yayınları, istanbul, 2004, 376 s.

çocuklar çiçektir

salavin
tarık akan’ın e güzel filmlerinden biri. yine kaç defa doluktum (ağlayayazdım) filmi izlerken. hele ağanın oğlunun kudurma sahnesine bakamadım bile.

çocuklar çiçektir
yönetmen : yaşar seriner
oyuncular : tarık akan, necla nazır, hayati hamzaoğlu, suna selen, tuncer necmioğlu, mesut çakarlı
yapım : 1983-türkiye
tür : dram

beyhude omrum

salavin
teslimiyetin romanı.

teslimiyet, evet, ama kuru bir kadercilik anlamında değil. dünyayı gerçekten gurbet diye bellemenin verdiği teslimiyet.

ve bu teslimiyetin sonucu : güzel bir bahçeye kavuşmak için uğraş vermek.

teslimiyet ve yılgınlık değil; "teslimiyet ve çaba".

mustafa kutlu - "beyhude ömrüm", hikaye (roman), dergah yayınları, 8. baskı, istanbul, 2005, 212 s.



terör

salavin
meşhur ve çok doğru bir sözdür: “kimin söylediğine değil, ne söylendiğine önem vermek gerekir.” fakat, insanız, eksiğiz sonuçta. bazen, ne söylendiğine değil, kimin söylediğine önem veriyoruz.
***
engin ardıç’ı severim ve önemserim. kendimi bildim bileli köşe yazılarını takip ederim. epeyce kitabını okumuşluğum da vardır. elbette her görüşünü paylaştığımı ileri sürecek değilim. ama yine de ne yazarsa yazsın önemli bulurum. çünkü, belli bir kültür birikimi üzerinde ve gerçekten ilgi çekici bir üslupla yazılarını kotardığını bilirim.

engin ardıç, birkaç gün önce israil’in lübnan’a saldırısı hakkında görüşlerini aktardı köşesinde. itiraf edeyim ben yazının tamamını okumadım. sadece, vakit gazetesinin, ardıç’ın yazısından aldığı küçük bir bölümü okudum. vakit, her zamanki “çocuk aşırılığıyla” ardıç’ı, “israil’in istediği aydın tipi” olmakla itham ediyordu. ardıç’ın yazıda savunduğu görüş, çok genel hatlarıyla şöyle özetlenebilirdi: “israil, masum sivilleri öldürmekte haksızdır ama hizbullah da hepten günahsız değildir.”

ortadoğu uzmanı değilim. lübnan’daki karmaşık siyasi yapı hakkında da itiraf etmeliyim pek cahilim. daha genel anlamda “neyin terör, neyin terör olmadığı; kimin terörist, kimin direnişçi olduğu” sorularına da, çok net cevaplar bulabilmiş değilim. yani, bu konularda zihin selametine ulaştığım söylenemez. hizbullah, terör örgütü müdür, yoksa direniş örgütü müdür? bu soruyu her türlü tarafgirlikten sıyrılarak, sadece aklı ve evrensel vicdanı esas alarak cevaplayabilecek donanımdan mahrumum. bu donanıma sahip insanların da çok olmadığını görmekteyim. büyük bir kesim, meseleye mensup olduğu ideoloji ya da din çerçevesinden baktığı için tarafgirane yorum yapmakta.

engin ardıç, hiç değilse “kesin inançlı” diye tabir olunan, belli bir ideoloji ya da din bağımlısı bir yazar değildir. bu yüzden onun görüşlerini nisbeten objektif bulurum ve belki de asıl bu yüzden onun yazılarını önemserim. işte, “israil, masum sivilleri öldürmekte haksızdır ama hizbullah da hepten günahsız değildir.” diye özetlenebilecek yargısını okurken, vakit gazetesi gibi düşünmedim ve engin ardıç’ın en azından haklı olabileceğine kanaat getirdim.
***
yine birkaç gün önce, bir internet sitesinde yazılarını niyeyse takip ettiğim ve kendisinden hiç hazzetmediğim bir yazarcığın, bu konuda kalem oynattığına şahit oldum. (yazarcığın ismini anmayacağım, çünkü buranın cenabet olmasını istemiyorum.) neyse efendim, bu yazar müsveddesi, engin ardıç’ın yukarıda özetlediğim görüşlerini aşağı yukarı tekrarlıyordu. fakat, engin ardıç’a gösterdiğim müsamahayı ondan esirgedim ve yazısını içimden küfrederek okudum.

içine düştüğüm çelişkinin farkına sonradan vardım. hani, “kimin söylediğine değil, ne söylendiğine bakmak icap ederdi?” nerde kaldı prensipler, ilkeler?

çelişkimi kendi kendime izah etmekte zorlandım. fakat, meseleyi biraz daha aralayınca engin ardıç’ın tavrıyla, nazarımda kullanılmış molped kada değeri olmayan malum yazar bozuntusunun tavrı arasında uzlaşmaz bir fark olduğunu keşfettim.

malum yazar bozuntusu hizbullah’a karşıydı. neden? sadece, hizbullah, dini bir kimliğe sahip olduğu için. hizbullah’ın yerinde sözgelimi sosyalist bir direniş örgütü olsaydı, salyasını akıta akıta yalamaya kalkacaktı. adamın derdi, terör falan değil, sadece din ve dinine bağlı insan. etrafında müslüman kılıklı birini görse, işeyecek cami duvarı arıyor.

engin ardıç da hizbullah’a karşı. fakat o meseleye sadece “terör” açısından yaklaşıyor. israil’in barbarca saldırılarının benzerini, daha evvel hizbullah’ın da yapmış olduğunu ifade ediyor ve bu nedenle hizbullah’ı terör örgütü sayıyor.

engin ardıç’ın görüşlerine, konu hakkında yeterince bilgim olmamakla birlikte, kendi içinde sağlam ve tutarlı bir çizgiye sahip olduğu için saygı duyuyorum. diğer yağlı yazar torbasına ise “sanal çöplüğünde debelen dur bakalım” diyorum.

nesillerin ruhu

salavin
mehmet kaplan, türkiye’de isim yapmış edebiyat profesörlerinden biri. lisedeki edebiyat hocam, o’nun öğrencisi olduğunu gururla anlatırdı derste. mehmet kaplan’ın öğrencisinin öğrencisi olduğuma göre, bana da, azcık da olsa gururlanma payı kalıyor.

"nesillerin ruhu" kaplan hoca’nın ellili yıllarda milliyetçilik, tarih, coğrafya, türkçe, dil, komünizm, evrenselcilik, din, medeniyet, kültür ve siyaset konularında yazmış olduğu makalelerin derlenmesiyle oluşan bir kitap. kimi makaleler artık "tarihi" bir öneme sahip olsa da, kimi makaleler hala büyük önem taşıyor. özellikle, kavram kargaşasının bitmek yerine daha da arttığı günümüzde, kavramları yerli yerine oturtmak için, kaplan hoca’nın makaleleri anahtar niteliğinde.

kitabı üç güne yayarak ve hayli karışık bir sıra takip ederek okudum. önemli gördüğüm cümleleri alıntı yapmayı tasarlıyordum ama epey zahmetli olacağını düşünerek bundan vazgeçtim. sadece, "bende anısı olan" tek bir cümle almak istiyorum kitaptan:

: muvazene bozulduğu için tahakküm mücadelesi başlar.

mehmet kaplan - "nesillerin ruhu", fikir, dergah yayınları, 6. baskı, istanbul, 1997 (ilk baskı 1967), 285 s.

kore savaşı

salavin
mehmet kaplan’ın “nesillerin ruhu” kitabının bir yerinde, kore’ye asker gönderme bahsini okurken, aklıma yıllar önce istemeden tanık olduğum bir konuşma geldi. bu konuşmayı nakledeceğim ama az sonra… biraz gevezelik yapayım da…

mehmet kaplan, makalesinde kore’ye asker gönderilmesini “doğru” ve “haklı” buluyor. milliyetçi ve anti-komünist bir ilim adamının bu görüşü savunmasında şaşılacak bir şey yok. kore’ye asker gönderilmesini, herkes, mensup olduğu ideolojiye ya da dünya görüşüne göre, yani dünyadaki fikri duruşuna doğru ya da yanlış bulabilir. her görüş, mantıklı bir temel dayandığı müddetçe değerlidir de.

ikinci dünya savaşı’ndan sonra türkiye’nin önünde üç seçenek vardı. ya, batının liberal (ve kapitalist) dünya görüşüne bağlı bir devlet olacaktık. ya, sovyet rusya’nın güdümünde sosyalist bir devlet olacaktık. ya da iki dünyayı da kabul etmeyip, kendi içine kapalı, barışçı ama iddiasız ve pasif bir üçüncü dünya ülkesi olacaktık.

devlet olarak birinci yolu tercih ettik. tekrar edeyim bu tercihi devlet politikasının gereği olarak yaptık. tercihimizin olumlu ve olumsuz yönlerinin sadece dp iktidarına yıkılması, sonuçta sadece dp’nin övülmesi veya yerilmesi haksızlıktır. çok partili siyasi hayata geçiş bile bu tercihin sonucudur ve bu politika 1950’de değil, 1945’te başlamıştır, yani dp’nin henüz ortada olmadığı dönemde. 1950 yılında dp ve menderes iktidara gelmeseydi bile, liberal ve kapitalist batı yanlısı politikalar chp tarafından uygulanmaya devam edecekti. sözün kısası, 50 seçimleriyle karşı-devrim falan başlamış değildir. bu iddiamın dayanağı, 1946-1950 arasındaki chp politikalarıdır. 50-60 arasında yapılanlar, 46-50 arasında yapılanların uzantısıdır.

bu noktada bir “düşünme arası” vererek hep aklımda olan ve hiçbir zaman cevabını bulamayacağım bir soruyu nakledeyim. atatürk, ikinci dünya savaşı’nda başımızda olsaydı, muhtemelen inönü politikasının benzerini uygulayacak ve türkiye’yi savaş dışında tutmaya çabalayacaktı. bu hususta fazla bir şüphem yok. peki ya sonra? savaştan sonra, dünyanın iki kutba ayrıldığını gördüğünde, yukarıda bahsettiğim üç seçenekten hangisini seçerdi? kafamızdaki bağımsızlık düşkünü atatürk portresine en uygun seçeneğin “üçüncü yol” olduğu görünüyor. ben de, üçüncü yolu kabule şayan görmekle beraber, birinci ve ikinci yolu da hepten ihtimal dışı görmüyorum. elbette bunlar “teyzemin bıyıkları olsaydı dayım olurdu” kabilinden, yararsız gibi gözüken “düşünce egzersizleridir”. fakat, ihtimalleri hesaba katmadan gerçekleri anlamak kabil değil.

şimdi, yazımın başında zikrettiğim konuşmayı nakledebilirim.

iki yıl kadar önce, banliyö trenine binmiş, cebeci’den eve doğru gelmekteydim. karşı tarafımda ve iki sıra kadar önümde, yaşları yetmişi aştığı belli olan iki ihtiyar konuşmaktaydı. istemeden konuşmalarına tanık oldum. ismet paşa’dan, menderes’ten bahsettiklerini işitince daha bir can kulağıyla dinlemeye başladım. ateşli konuşmalarının bir yerinde, ihtiyarlardan biri bastonunu sertçe yere vurarak “kore’ye asker gönderilmesine ne gerek vardı? bize ne kore’den?” diye yüksek sesle bağırdı. diğer ihtiyar pek bir şey demedi ve ilk durakta banliyöden indi. fikri bir zafer kazanmış gibi gururlanan diğer ihtiyar da, derin düşüncelere dalmış devlet adamı ciddiyetiyle camdan dışarı gecekondulara baktı ve sonraki istasyon da banliyöden o da indi.

benim tuhafıma giden, ihtiyarların kore’ye asker gönderilmesini doğru ya da yanlış bulmaları değildi. önceden yazdığım gibi, herkes, dünya görüşüne göre, bu hususta bir şeyler söyleyebilir. burada bir fevkaladelik yok.

benim asıl tuhafıma giden, sanki dünkü olay hakkında yorum yapar gibi, çok taze bir olaymış gibi, elli küsur sene önce devletin yaptığı bir insiyatif hakkında, iki ihtiyarın ateşli ateşli tartışmalarıydı. ihtiyarlar arasında fikri münazaralara hele hele siyasi münazaralara pek tanık olmadığım için, halleri o gün bana pek acaip görünmüştü.

gençler

salavin
herşey daha mı kötüye gidiyor yoksa olan biten herşey normal de, bizim bakış açımız mı gerçeği idrak edemiyor? işte asıl ikilem bu. ben karamsar düşünmemeye çaba gösteriyorum. evet, gençler biraz hoyrat ama hangi gençlik, hangi zamanda hoyrat olmamış ki, bu internet ve cep telefonuyla büyüyen tıfıllar olabilsin.

bir yerde okumuştum. ikibin senelik tabletlerde şu yazılıymış: "gençlerin ahlakı çok bozuldu. hiç söz dinlemiyorlar. ahir zaman geldi."

ahir zaman daha çok gelecek gibi.

bir de marks’ın meşhur sözünü unutmamak lazım. "tarihte her şey, öyle olması gerektiği için olmuştur."

çetin altan’ın dediği gibi "enseyi karartmayalım". tabi, çocuklarımızı adam gibi yetiştirmeyi ihmal etmeden ama ne yaparsak yapalım onların genç olduklarını unutmadan.

5 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol