"p", erkeğin cinsel kimliği meselesini irdeleyen mizahi bir roman. henüz bir hafta önce piyasaya sürüldü ve yazarının adını gizlemesinden ötürü edebiyat çevresinde bir tartışmayı beraberinde getirdi. tartışma, kitabın takma bir isimle yayınlanmasıyla ve yazarın kendini gizlemesiyle ilgili. enis batur, romanın takma adlı yazarının kendi adını çağrıştırması nedeniyle, şahsına hakaret edildiğini ileri sürdü ve yayınevi sahibi cem mumcu ile arasında yarı gizli-yarı açık bir polemiği başlattı.
evvela, enis batur’un gereksiz bir alınganlık gösterdiğini düşünüyorum. kitabın yazarının o olmadığı her iki tarafın açıklamalarına göre kesinlik kazanmış durumda. enis roman takma ismi, kitabın adını tamamladığı ve zekice bir sözcük oyunu yaratığı için seçilmiş. enis batur, isme takılıp kavgayı başlatmakla biraz acele etmiş kanımca. böyle yapmakla, farkında olmadan kitabın reklamını da yapmış oldu.
bu noktada ikinci mesele de, yazarın takma bir isimle roman yayınlamasının etik olup olmadığı. bu mesele, çeşitli ortamlarda enine boyuna tartışılıyor ama ben hala neden tartışıldığını tam anlayabilmiş değilim. müstear isimle kitap yayınlamak, ülkemizde, öteden beri gelenektir. anlı şanlı büyük yazarlarımız da, çeşitli nedenlerle müstear isimle kitap yayınlamışlardır. takma isimle roman yazdı diye, yazarın eleştirilmesini biraz tuhaf buluyorum.
roman, boyu 32.6 cm olan penise sahip bir adamın başından geçenleri anlatıyor ya. daha ne anlattığı, neyi nasıl anlatıldığı bilinmeden, hemen "cinsel sömürü yapılıyor", "edebiyat magazinleştiriliyor" eleştirilerine de maruz kaldı. bu eleştirinin haksız ve yanlış olduğunu, romanı henüz okuyan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim. takma ismin enis batur’u çağrıştırması nedeniyle yayınevinin işgüzarlığının eleştirilmesinin nisbeten haklı yanları vardır. ancak romanı salt erkeklik organının maceralarını anlatıyor diye "iğrenç", "çiğ", "basit", "ucuz" diye nitelemenin haksız ve iyiniyetten mahrum olduğunu, kitap okunmadan varılan bir önyargının ürünü olduğunu düşünüyorum.
"p", ucuz bir seks romanı değil. "p", içi boş, değersiz, hayata ve insana dair bir şey söylemeyen bir "kaçış edebiyatı" ürünü değil. "p", başından sonuna kadar penisten bahsetse de "iğrenç" bir roman değil. "p" elbette bir şaheser de değil. kendi çapında, insana ait bir meseleyi, önemli bir meseleyi, sadece erkek açısından değil, kadın açısından da önemli bir meseleyi –cinsel kimlik meselesini- ironik bir dille irdeleyen, eğlenceli bir roman. satır araları dikkatle okunduğunda, toplumun değişik katmanlarına sosyal eleştirilerde bulunulduğunu görmek de mümkün. bu bağlamda, "p", dertsiz, tasasız, iddiasız bir roman da değil. kendi içinde tutarlılığı olan, söyleyecek lafı olan bir roman bu. cinsel kimlik meselesi romanın merkezinde yer almakla birlikte; yetmişli, seksenli ve doksanlı yılların, yapmacıksız, içten bir üslupla ve detaya girilmeden eleştirilmesi, insanları tüketime özendiren kapitalist sistemin içyüzünün ortaya konması bu açıdan dikkate değer.
ciddiyetle tebessümü ustaca harmanlayan bir roman "p". üstelik pek mütevazı, sevimli ve şirin. bağırmadan, vaaz vermeden, sindirmeden diyeceğini deyiveriyor okura.
kitabın arka kapağında "erkekler dikkat! bu roman özgüveninizi sarsabilir" notu yazılı. yanlış anlaşılmasın, her açıdan "ortalama" bir insanım. roman bittiğinde özgüvenim sarsılmadığı gibi, kendimi daha çok sevdiğimi ve kendimle daha barışık olduğumu hissettim. sanki, "p" ve "enis" ayrılığının romanın sonunda birleşmesi, "p"nin enis’le bütünleşmesi gibi, roman bittiğinde kendi erkekliğimde (kişiliğimde) bir bütünlenme (=barış) hasıl oldu.
enis roman – " p ", roman, okuyan us yayınları, istanbul, mart 2007, 284 s.
yılmaz erdoğan’ın vatan gazetesinde ve aktüel dergisinde yayınladığı yazılardan derlenen bu kitabı soluk almadan okumuştum. kitapta epeyce bir satırın altını çizmişim. birkaçını buraya almakla yetineceğim: “okurun tuhaf alışkanlıklarından biri de kimi sözlerin altını çizmektir. bu duurm ise yazıyı daha sonra okuyan kişileri depresyona sokar. kimse bir yazıyı ‘salak olma, bu cümlelere dikkat et’ şeklinde bir uyarıyla okumak istemez. bu nedenle altı çizilmeye değer cümleler yazmamaya gayret edeceğim.” “kötüler atak, iyiler pısırıktır.” “onu öyle çok seviyordum ki aşık olmaya yüreğim varmıyordu. sevgiyle sınırlı tutmak istiyordum. aşkın vahşiliğinden sakınmak istiyordum. çünkü aşk, iki sevdalının kötülüğün sınırında tutkuyla buluşmasıydı.” “bazen bir belediye otobüsünde gürültülü kahkahalar atan bir gruba rastlarsınız ve muhtemelen kızarsınız onlara. oysa onlar otobüsün içindeki baharı temsil etmektedir. geri kalanlarda bir kış suskunluğu vardır.” “bazılarımız giden bazılarımız kalan kısımdadır. nereden baksan hüzün familyası…” “insanoğlunun evrim sürecinin devam ettiği kesindir. ama her zaman maymundan bu yana olmayabilir. ben nice adam gördüm kesinlikle öküzden gelmişti.” “bir şeyi seviyor olmak bir marifet değildir. marifet o şeyi sevmeyeni de sevebilmektir.” “insanlar götlerinden mucize uydurmaktan vazgeçtikleri gün gözlerinin önündeki binlerce mucizeyi görecekler.” “dünyadaki tüm devrimcilerin ortak yanı önce kavga çıkarıp ardından sürekli barış istemeye başlamalarıdır.” “yüksek sesle söylenen, içinde hep bir ödleğin tehditlerini barındıran pis bir yalandır hamaset.” “eğer siz karşı takımın attığı o nefis golü, o anda seyretme şansını bulduğumuz için sevinmiyorsanız o maçı seyretmeyin.” yilmaz erdoğan – “hijyenik aşklar”, deneme, sel yayıncılık, istanbul, 2003, 158 s.
“claude gueux”, victor hugo’nun idam cezasını, cezaevli koşullarını ve insanları suça iten etkenleri irdelediği tezli bir öykü kitabı. açıkçası, yazarın irdelediği konular değil de; günümüzde gelişmiş bir ülke konumunda bulunan fransa’nın, yüzelli yıl önce, ne kadar fakir, ne kadar cahil ve kendi insanına karşı ne kadar zalimce davranan bir ülke olduğu dikkatimi daha çok çekti. bunun dışında öykü olarak vasattı, çevirisinden de tat almadım.
victor hugo – “claude gueux”, öykü, (çev: neslihan kırant), bahar yayınevi, istanbul, 2005, 45 s.
victor hugo – “claude gueux”, öykü, (çev: neslihan kırant), bahar yayınevi, istanbul, 2005, 45 s.
ben rüyayı “tabir edilebilir” bir zihinsel olay olarak da görmüyorum. benim birikimlerim, aklım, algılama kapasitem; rüyaların tabir edilebilir değil ancak “analiz edilebilir” bir zihinsel olay olduğunu söylüyor. rüyanın metafiziksel bir olay olduğunu inkâr ediyor değilim. benim karşı olduğum husus, metafiziksel bir olay olan rüyadan “geleceğe dönük, amacı aşan ve geleceği tahmin etme boyutuna varan sonuçlara ulaşılmaya çalışılması”.
gördüğümüz her rüyanın mutlaka bir anlamı vardır. fakat, bu anlam, kanımca, gelecekte değil, geçmişte aranmalıdır. sözgelimi, ben dün akşam hokkabaz filmini izledim. filmden binlerce imge beynimde yer etti. işte bu imgelerdir rüyamı besleyen. iki beyaz güvercin vardı filmde. bu iki beyaz güvercini, rüyamda beyaz bir gelinlik ya da çarşaf olarak göreceğim kim bilir. yine sihirli kutuyu, belki bir tabut; cem yılmaz’ın gözlüklerini, kalın bir pencere biçiminde görürüm. örnekler çoğaltılabilir.
dindar (=inançlı) insanlar arasında sıkça görülen rüya tabir etme geleneğinin; geleceği önceden tahmin etmeyi, yani falı yasaklayan dinimizde sanki meşru bir işmiş gibi kabul görmesine de anlam veremediğimi belirteyim.
gördüğümüz her rüyanın mutlaka bir anlamı vardır. fakat, bu anlam, kanımca, gelecekte değil, geçmişte aranmalıdır. sözgelimi, ben dün akşam hokkabaz filmini izledim. filmden binlerce imge beynimde yer etti. işte bu imgelerdir rüyamı besleyen. iki beyaz güvercin vardı filmde. bu iki beyaz güvercini, rüyamda beyaz bir gelinlik ya da çarşaf olarak göreceğim kim bilir. yine sihirli kutuyu, belki bir tabut; cem yılmaz’ın gözlüklerini, kalın bir pencere biçiminde görürüm. örnekler çoğaltılabilir.
dindar (=inançlı) insanlar arasında sıkça görülen rüya tabir etme geleneğinin; geleceği önceden tahmin etmeyi, yani falı yasaklayan dinimizde sanki meşru bir işmiş gibi kabul görmesine de anlam veremediğimi belirteyim.
ali çolak, hep sevdiğim bir kalem ve bu nedenle sevdiğim bir insan olagelmiştir. üniversite talebesiyken, zaman gazetesinde yayınladığı yazıları severek okurdum. o yıllarda çıkardığı iki deneme kitabını (“mavisini yitirmiş yaşamak” ve “günün ötesi”) da, yüzümde tebessüm eksilmeden ve beğeniyle okumuşumdur.
ali çolak’ın samimi, okuru arkadaş belleyen bir üslubu var. ben, bu hâliyle onu çehov ekolüne ait kabul ediyorum. önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi yapıp da, okura fark ettirmeden çok şey anlatan bir yazar o.
“günlük güneşlik şarkılar”, 1996 yılında yayınlanmış ve aynı yıl ali çolak bu kitap nedeniyle türkiye yazarlar birliği tarafından “yılın deneme yazarı” seçilmiş. kitaptaki her yazı, ayrı bir lezzette. önsözünde, “okuduğunuz denemelerde, yazarının derdinin insana ve eşyaya ‘narin bir bakış’ yöneltmek olduğunu fark edeceksiniz” yazılı. o narin bakışı her yazıda hissetmemek elde değil. her yazı ayrı bir çiçek demeti, ayrı bir maden.
ali çolak, usta bir deneme yazarı. aksiyon dergisi’yle yaptığı bir mülakatta kayda değer şeyler söylemiş. kısmen naklediyorum:
“deneme okuru, aynı zamanda şiir, hikâye ve roman okurudur; ama onu diğer okurlardan ayıran önemli bir fark vardır.” diyen çolak, deneme okurunu ‘ayrıcalıklı’ bir konuma yükselten ayrımı şöyle özetliyor: “deneme okuru, dil ile daha çok haşır neşir olan ve ‘nasıl anlatılmış’a dikkat eden okurdur. çünkü denemede olay örgüsü yoktur ve ‘ne olmuş’a kilitlenen bir polisiye roman okurunun denemeden tat alması kolay değildir.”
ali çolak deneme için, “şiirin yanından akan ırmak gibidir.” diyor; ama bir yanda da denemeyi adı üstünde ‘deneme’ gibi görüp bir yap-boz oyunu sananlar duruyor. çolak, ‘dene-yanıl, bir gün tutturursun’cuları derin bir yanılgı içinde buluyor: “acemi yazarlar, ilk yazılarını deneme olarak adlandırıyorlar. herkesin bildiği konuları herkesin yazdığı gibi yazarsanız ortaya çıkan şey deneme değil deneyiş olur. deneme edebiyatın her türünden hatta tarih ve felsefeden beslenir; ama onların hiçbiri değildir.”
deneme yazarını, ‘kendi kendisiyle söyleşen, insanı ve evreni anlamaya çalışan yazar’ şeklinde tanımlamak mümkün; ama kıldan ince kılıçtan keskin denge tutturulmadığında kişi, ‘kendini anlatan yazar’ sınıfına dahil olabilir. 10 yıl önce yazdığı denemelerle bugünküleri kıyasladığında, bireysel ve duygusal olanı bırakıp evrensel olana ulaştığını fark eden çolak, en çok da ‘kendinden söz eden ve hayatın hep güzel yanlarından bahseden yazar’ olarak anılmaktan korkuyor. “evet, benim yazılarımda hoşluk vardır; ama bir dünya görüşü de vardır. alttan alta, inceden inceye, satır aralarında, hem seçilen konular hem de o konuların işlenişinde kendini gösteren; ama kendini asla okura dayatmayan bir dünya görüşü. bir zaman sonra onu sevmeye başlarsın ya da reddedersin.”
yeri gelmişken hep gümbürtüye giden o güzelim ‘naif’ kelimesinin de itibarını iâde edelim. ‘daha duyarlı ve biraz kırılgan olma hâli’ diye tanımlanabilecek naiflik, çoğunlukla ayakları yere değmeyen, suya sabuna dokunmayan, çiçekten böcekten bahseden yazarlara konduruluyor ki, yazar buna şiddetle karşı çıkıyor: “duyarlı olmak, incelikli olmak bir dünya görüşünden yoksun olmak anlamına gelmiyor. nitekim, gün sarısı’ndaki kimi denemelerim zehir zemberek yazılardır. naiflik, gerçeklerden kaçıp ağaçtan, çiçekten, mevsimlerden söz etmek olarak anlaşılmamalı. deneme yazarı sınırlamadığı için soyut ya da somut her şey yazılabilir. önemli olan onu evrensel bir düzleme taşıyabilmektir.”
hikâye özellikle de roman yazmak ise ona hâlâ uzak duruyor. yazmaya başladığı ilk günden bu yana, ‘niçin öykü ya da roman yazmıyorsunuz.’ sorusuna muhatap olan yazar, “10 yıl önce, ‘kırk yaşıma gelince’ diyordum. şimdi kırkıma geldim, galiba elliye ertelemek zorundayım.” diyor.
ali çolak – “günlük güneşlik şarkılar”, deneme, ötüken yayınları, 4. baskı, istanbul, 2001, 127 s.
ali çolak’ın samimi, okuru arkadaş belleyen bir üslubu var. ben, bu hâliyle onu çehov ekolüne ait kabul ediyorum. önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi yapıp da, okura fark ettirmeden çok şey anlatan bir yazar o.
“günlük güneşlik şarkılar”, 1996 yılında yayınlanmış ve aynı yıl ali çolak bu kitap nedeniyle türkiye yazarlar birliği tarafından “yılın deneme yazarı” seçilmiş. kitaptaki her yazı, ayrı bir lezzette. önsözünde, “okuduğunuz denemelerde, yazarının derdinin insana ve eşyaya ‘narin bir bakış’ yöneltmek olduğunu fark edeceksiniz” yazılı. o narin bakışı her yazıda hissetmemek elde değil. her yazı ayrı bir çiçek demeti, ayrı bir maden.
ali çolak, usta bir deneme yazarı. aksiyon dergisi’yle yaptığı bir mülakatta kayda değer şeyler söylemiş. kısmen naklediyorum:
“deneme okuru, aynı zamanda şiir, hikâye ve roman okurudur; ama onu diğer okurlardan ayıran önemli bir fark vardır.” diyen çolak, deneme okurunu ‘ayrıcalıklı’ bir konuma yükselten ayrımı şöyle özetliyor: “deneme okuru, dil ile daha çok haşır neşir olan ve ‘nasıl anlatılmış’a dikkat eden okurdur. çünkü denemede olay örgüsü yoktur ve ‘ne olmuş’a kilitlenen bir polisiye roman okurunun denemeden tat alması kolay değildir.”
ali çolak deneme için, “şiirin yanından akan ırmak gibidir.” diyor; ama bir yanda da denemeyi adı üstünde ‘deneme’ gibi görüp bir yap-boz oyunu sananlar duruyor. çolak, ‘dene-yanıl, bir gün tutturursun’cuları derin bir yanılgı içinde buluyor: “acemi yazarlar, ilk yazılarını deneme olarak adlandırıyorlar. herkesin bildiği konuları herkesin yazdığı gibi yazarsanız ortaya çıkan şey deneme değil deneyiş olur. deneme edebiyatın her türünden hatta tarih ve felsefeden beslenir; ama onların hiçbiri değildir.”
deneme yazarını, ‘kendi kendisiyle söyleşen, insanı ve evreni anlamaya çalışan yazar’ şeklinde tanımlamak mümkün; ama kıldan ince kılıçtan keskin denge tutturulmadığında kişi, ‘kendini anlatan yazar’ sınıfına dahil olabilir. 10 yıl önce yazdığı denemelerle bugünküleri kıyasladığında, bireysel ve duygusal olanı bırakıp evrensel olana ulaştığını fark eden çolak, en çok da ‘kendinden söz eden ve hayatın hep güzel yanlarından bahseden yazar’ olarak anılmaktan korkuyor. “evet, benim yazılarımda hoşluk vardır; ama bir dünya görüşü de vardır. alttan alta, inceden inceye, satır aralarında, hem seçilen konular hem de o konuların işlenişinde kendini gösteren; ama kendini asla okura dayatmayan bir dünya görüşü. bir zaman sonra onu sevmeye başlarsın ya da reddedersin.”
yeri gelmişken hep gümbürtüye giden o güzelim ‘naif’ kelimesinin de itibarını iâde edelim. ‘daha duyarlı ve biraz kırılgan olma hâli’ diye tanımlanabilecek naiflik, çoğunlukla ayakları yere değmeyen, suya sabuna dokunmayan, çiçekten böcekten bahseden yazarlara konduruluyor ki, yazar buna şiddetle karşı çıkıyor: “duyarlı olmak, incelikli olmak bir dünya görüşünden yoksun olmak anlamına gelmiyor. nitekim, gün sarısı’ndaki kimi denemelerim zehir zemberek yazılardır. naiflik, gerçeklerden kaçıp ağaçtan, çiçekten, mevsimlerden söz etmek olarak anlaşılmamalı. deneme yazarı sınırlamadığı için soyut ya da somut her şey yazılabilir. önemli olan onu evrensel bir düzleme taşıyabilmektir.”
hikâye özellikle de roman yazmak ise ona hâlâ uzak duruyor. yazmaya başladığı ilk günden bu yana, ‘niçin öykü ya da roman yazmıyorsunuz.’ sorusuna muhatap olan yazar, “10 yıl önce, ‘kırk yaşıma gelince’ diyordum. şimdi kırkıma geldim, galiba elliye ertelemek zorundayım.” diyor.
ali çolak – “günlük güneşlik şarkılar”, deneme, ötüken yayınları, 4. baskı, istanbul, 2001, 127 s.
akla ziyan bir roman. okuduğum ikiyüze yakın roman içinde en kötüsüydü diyebilirim. üslup yok. derinlik yok. kurgu baştan savma. türkçe tadı yok. hiçbir şey yok. internet aşkları üzerine dişe dokunur bir şeyler öğrenirim umuduyla aldım ve okudum ama neredeyse bildiğimi de unuttum. aman uzak durun. beşinci sınıf bir “beyaz dizi” romanı kısacası.
tülin akyildiz – “www.seni ariyorum.com”, roman, burgaz yayınları, 2. baskı, istanbul, 2001, 105 s.
tülin akyildiz – “www.seni ariyorum.com”, roman, burgaz yayınları, 2. baskı, istanbul, 2001, 105 s.
- dünyanın en rahat eşyası nedir?
- nedir?
- tavadır.
- o niye?
- bir, karnı daima doludur, acıkmaz. iki, altı daima sıcaktır, üşümez. ve üç, sapını daima bir kadın tutar.
- nedir?
- tavadır.
- o niye?
- bir, karnı daima doludur, acıkmaz. iki, altı daima sıcaktır, üşümez. ve üç, sapını daima bir kadın tutar.
pınar çekirgenin bir kitabı.
pınar çekirge’yi (hayır kadın değil erkek kendisi), ilk 2004 kasım’ında tanımıştım. “fotoğraftaki kadın, fotoğraftaki sır” isimli öykü kitabı, belki edebi açıdan muazzam değildi ama ustaca anlattığı marjinal yaşamlarla hayli ilgimi çekmişti. o kitaptaki öykülerin, otobiyografik arkaplanı da vardı. dün nihayetlendirdiğim “gizli defter” ise, pınar çekirge’nin, bilhassa çocuklu anılarını kaleme aldığı otobiyografik bir eser.
yetişme döneminde annesi ve anneannesi tarafından adeta kuşatılan, psikolojik baskı altında yetiştirilen, sürekli hor görülen, ezilen yazar; geçmişini eşeleyerek, “hayat boyu sürecek dramının” sebeplerini cesurca gün ışığına çıkartıyor bu kitapta. hiç değilse bu gayreti gösterdiğini söylemek mümkün. bu noktadan sonra, yazarın filiz akın hayranlığının hatta cinsel kimliğinin çocukluk travmalarıyla ilgisini kurmak da okura kalıyor.
1960 doğumlu pınar çekirge’nin hayatında şüphesiz en dramatik olay, 13 aralık 1977 günü, cadde ortasında yürürlerken hızla geçen bir arabanın çarpması sonucu annesinin ve anneannesinin ölmesi. hayatına “kasteden” iki kadının, böyle birdenbire “ortadan kalkması”, yazarın psikolojisinin daha da bozulmasına neden oluyor.
kitaptan altını çizdiğim birkaç cümleyi nakletmek istiyorum:
“her şeyi anlatacağım. gizleyip, daha fazla ertelemeden. teşhirci, diyebilirsiniz. umurumda değil.”
“bende kendinizi yaşamak istiyordunuz, büyük bir açgözlülükle. tutkularınızı, bana, hayatıma yansıttınız sürekli.”
“hep kollayan, olmazları olur kılan bir anneanne. sevgisiyle kısıtlayan bir anne. son derece edilgen bir baba… gerçek bir istanbul çelebisi kimliğiyle dede. arenada gladyatör örneği, ölüm kalım savaşına çıkmış gibiydim aranızda. ilk on yedi yılımın kısa özeti diyebilirim : arenada bir gladyatör…”
“dedem, annem, babam, anneannem kimliğimde, kişiliğimde kendilerini yaşıyorlardı çünkü. bedenime sığmaya, onu zaptetmeye çalışan dört kişi…”
“kan bağıyla kurulan ailenin insanın başına gelen bir kaza olduğuna inanmışımdır çoğunlukla. dediğim gibi ilk suistimal hep ailede başlıyor çünkü…”
“1966’dan bugüne yaşadığım, hüzün ve mutluluğun en güzel masalı filiz akın’dı.”
pinar çekirge – “gizli defter – size geçmişim diyebilir miyim”, anı, benseno yayınları, istanbul, 2004, 94 s.
pınar çekirge’yi (hayır kadın değil erkek kendisi), ilk 2004 kasım’ında tanımıştım. “fotoğraftaki kadın, fotoğraftaki sır” isimli öykü kitabı, belki edebi açıdan muazzam değildi ama ustaca anlattığı marjinal yaşamlarla hayli ilgimi çekmişti. o kitaptaki öykülerin, otobiyografik arkaplanı da vardı. dün nihayetlendirdiğim “gizli defter” ise, pınar çekirge’nin, bilhassa çocuklu anılarını kaleme aldığı otobiyografik bir eser.
yetişme döneminde annesi ve anneannesi tarafından adeta kuşatılan, psikolojik baskı altında yetiştirilen, sürekli hor görülen, ezilen yazar; geçmişini eşeleyerek, “hayat boyu sürecek dramının” sebeplerini cesurca gün ışığına çıkartıyor bu kitapta. hiç değilse bu gayreti gösterdiğini söylemek mümkün. bu noktadan sonra, yazarın filiz akın hayranlığının hatta cinsel kimliğinin çocukluk travmalarıyla ilgisini kurmak da okura kalıyor.
1960 doğumlu pınar çekirge’nin hayatında şüphesiz en dramatik olay, 13 aralık 1977 günü, cadde ortasında yürürlerken hızla geçen bir arabanın çarpması sonucu annesinin ve anneannesinin ölmesi. hayatına “kasteden” iki kadının, böyle birdenbire “ortadan kalkması”, yazarın psikolojisinin daha da bozulmasına neden oluyor.
kitaptan altını çizdiğim birkaç cümleyi nakletmek istiyorum:
“her şeyi anlatacağım. gizleyip, daha fazla ertelemeden. teşhirci, diyebilirsiniz. umurumda değil.”
“bende kendinizi yaşamak istiyordunuz, büyük bir açgözlülükle. tutkularınızı, bana, hayatıma yansıttınız sürekli.”
“hep kollayan, olmazları olur kılan bir anneanne. sevgisiyle kısıtlayan bir anne. son derece edilgen bir baba… gerçek bir istanbul çelebisi kimliğiyle dede. arenada gladyatör örneği, ölüm kalım savaşına çıkmış gibiydim aranızda. ilk on yedi yılımın kısa özeti diyebilirim : arenada bir gladyatör…”
“dedem, annem, babam, anneannem kimliğimde, kişiliğimde kendilerini yaşıyorlardı çünkü. bedenime sığmaya, onu zaptetmeye çalışan dört kişi…”
“kan bağıyla kurulan ailenin insanın başına gelen bir kaza olduğuna inanmışımdır çoğunlukla. dediğim gibi ilk suistimal hep ailede başlıyor çünkü…”
“1966’dan bugüne yaşadığım, hüzün ve mutluluğun en güzel masalı filiz akın’dı.”
pinar çekirge – “gizli defter – size geçmişim diyebilir miyim”, anı, benseno yayınları, istanbul, 2004, 94 s.
sanman ki taleb-i devlet ü cah etmeğe geldik
biz aleme bir yâr için ah etmeğe geldik
beytinin sahibi. bilmiyorum bu beyti yazanın şair sayılması için başka bir şiir yazmasına gerek var mı?
(dünyaya gelişimiz ne mevki ne makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için.. biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar...)
biz aleme bir yâr için ah etmeğe geldik
beytinin sahibi. bilmiyorum bu beyti yazanın şair sayılması için başka bir şiir yazmasına gerek var mı?
(dünyaya gelişimiz ne mevki ne makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için.. biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar...)
bu kitabı bir blogcu (ya da blogger) arkadaşım tavsiye etmişti. hatta kitaba adını veren öyküyü arkadaşımın blogunda daha önce okumuştum. bu pazartesi, hürriyet gazetesi ile birlikte bu kitabın verildiğini bayide görünce, bir daha imkanım olmaz düşüncesiyle almamazlık edemedim.
1955 yılında bursa’da doğan haşmet babaoğlu, vatan gazetesi köşe yazarlarından. vatan aldığım günlerde, yazılarını okurdum. saygı duyduğum bir kalem olmasına rağmen, hiçbir zaman, okumayınca eksiklik hissedeceğim biri de olmadı. “rüyalarını ver bana” kitabındaki öyküler, kitaba girmeden önce gazete köşelerinde yayınlanmış. bunların bir kısmına gazetede tesadüf etmiştim ama birini bile baştan sona okuyamamıştım.
“rüyalarını ver bana” kitabını bu akşam okudum. sonuç: pek haz almadım. belki öyküler kaliteli, edebi değeri haiz ama bana göre olmadıkları, benim zevkime hitap etmedikleri kesin. bu akşam şunu anladım ki, “aşk” üzerine öykü, deneme, mektup vs. okumaktan haz almıyorum ben. sadece “aşk şiiri” bana bir derece sevimli geliyor ama diğer türleri pek sathi buluyorum.
siz yine de üstteki paragrafa aldırmayın. kitap hiç de fena değil. j
haşmet babaoğlu – “rüyalarını ver bana”, öykü, ithaki yayınları, istanbul, 2003, 154 s.
1955 yılında bursa’da doğan haşmet babaoğlu, vatan gazetesi köşe yazarlarından. vatan aldığım günlerde, yazılarını okurdum. saygı duyduğum bir kalem olmasına rağmen, hiçbir zaman, okumayınca eksiklik hissedeceğim biri de olmadı. “rüyalarını ver bana” kitabındaki öyküler, kitaba girmeden önce gazete köşelerinde yayınlanmış. bunların bir kısmına gazetede tesadüf etmiştim ama birini bile baştan sona okuyamamıştım.
“rüyalarını ver bana” kitabını bu akşam okudum. sonuç: pek haz almadım. belki öyküler kaliteli, edebi değeri haiz ama bana göre olmadıkları, benim zevkime hitap etmedikleri kesin. bu akşam şunu anladım ki, “aşk” üzerine öykü, deneme, mektup vs. okumaktan haz almıyorum ben. sadece “aşk şiiri” bana bir derece sevimli geliyor ama diğer türleri pek sathi buluyorum.
siz yine de üstteki paragrafa aldırmayın. kitap hiç de fena değil. j
haşmet babaoğlu – “rüyalarını ver bana”, öykü, ithaki yayınları, istanbul, 2003, 154 s.
üstad necip fazıl kısaküreki lise bir talebesiyken tanıdım. suyun bu tarafında olup da onu tanımamak, şiirlerini okumamak ne dereceye kadar mümkün olabilirdi ki!... babamın kitaplığında türk edebiyatı dergisinin 1980-1983 yılları arasındaki sayılarının ciltleri vardı. 83 yılında kaybettiğimiz üstad, hayatının son yıllarında her ay bu dergiye bir şiirini gönderiyor ve bu şiir derginin ilk sayfasında yayınlanıyordu. evim, hasret, dua, sabır, çocuk, aralık kapı, geliyorum ve geçilmez o dönemde dergide okuduğum şiirlerden bazıları.
***
çile isimli, bütün şiirlerini topladığı şiir kitabını, lise sonun yaz tatilinde, henüz ankaraya gitmemişken satın almış ve okumuştum. çok iyi hatırlıyorum: 1992 senesinin temmuz ayı. liseyi bitirmişim, üniversite sınavına girmişim ve sonuçların açıklanmasını beklemekteyim. divriğide büyük ablamın düğünü oluyor. düğün için kiralanan ve iade edilmesi gereken gelinliğin sivasa götürülmesi gerekiyor. bu iş için, divriğiden sivasa geliyorum. gelinliği bıraktıktan sonra kepenek caddesindeki okullar kitabevine gidip kitaplara bakıyorum. o zamana kadar, üstad necip fazıl, şiirlerini kasetlerden sürekli dinlediğim, evimizdeki türk edebiyatı dergilerinin ciltlerinde son şiirlerini defalarca okuduğum, hatta kendi sesimden bu şiirleri kasete aldığım, gençliğe hitabesini odamın duvarlarına astığım ama ne yazık ki bir kitabını baştan sona okumamış olduğum biri.
çileyi ve birkaç başka kitabını okullar kitapevinden işte o gün satın alarak, üstadın külliyatına merhaba demiştim.
***
‘çile, şiir hakkındaki düşüncelerimi tümüyle değiştiren bir kitaptı. artık, örtülü ve estetik mesaj veren şiirleri seviyordum. zaten evde necip fazılın kendi sesinden okuduğu şiirleri bulunan bir kasetim vardı. bu kaseti çok sık dinlerdim. dolayısıyla çiledeki şiirlere kulak aşinalığım vardı. lisedeyken siyah kaplı çizgisiz bir defterim vardı. bu deftere okuduğum kitaplardan notlar alırdım. çile kitabında beğendiğim pek çok şiiri de bu deftere yazmıştım. sakarya türküsü, çile, destan, muhasebe, zindandan mehmede mektup, kaldırımlar başta olmak üzere, ölüler, ona, mezar, inanmaz, aç kapıyı, benim nefsim, işim acele, surda bir gedik açtık, en yakın, o erler ki, onun sanatı, uyumak istiyorum, onun ümmetinden ol, son sığınak ve tabut defterime ve ruhuma yazdığım şiirlerden birkaçı.
***
çileden sonra, saf dini bağlılığın heyecanıyla necip fazılın tüm eserlerini okumaya başladım. kafa kağıdı, cinnet mustatili, başmakalelerim-1, doğru yolun sapık kolları, son devrin din mazlumları, tasavvuf bahçeleri ve reis bey ankaraya gitmeden önce -henüz 17 yaşımdayken- okuduğum diğer kitaplar.
***
üniversite tahsili için ankaraya geldiğimde başka şairlerle tanıştım: sezai karakoç, ismet özel, cahit zarifoğlu, erdem beyazıt, osman sarı, akif inan vs. ama yine de necip fazıla olan sevgim ve ilgim azalmamıştı. çileyi yeniden okudum. peygamber efendimizin hayatını anlattığı esselam isimli 63 şiirden oluşan kitabı hayranlıkla okudum. her biri ayrı tarzda yazılmış, her biri birbirinden güzel 63 şiir... ayrıca, öfke ve hiciv adı verilen, üstadın hayattayken kitaplarına almadığı, gazete ve dergi köşelerinde yazılıp kalmış şiirlerinin derlendiği şiir kitabını da okudum. bu kitaptaki süleymanname, menderes, of aman! varan 1-2-3, halimiz, oy, paşa şiirleri hafızamda iz bırakanlardan.
***
şiir kitaplarından başka üstadın 14 tiyatro eserinden 13ünü yine fakülte dönemimde okudum. üniversitede okuduğum diğer kitapları ise tanrı kulundan dinlediklerim, aynadaki yalan, babıâli, dünya bir inkılap bekliyor ve batı tefekkürü ve islam tasavvufu. üniversite bittikten sonra ise, 13 kitaptan oluşan raporlarını okudum.
***
bu arada üstad hakkında yazılan yazılar ve kitaplar da ilgimi çekiyordu. mustafa miyasoğlunun yazdığı necip fazıl kısakürek, ihsan kurtun yazdığı çiledeki insan necip fazıl, yazarlar birliği ile 100. yıl üniversitesinin birlikte hazırladıkları bütün yönleriyle necip fazıl, kadir mısıroğlunun yazdığı üstad necip fazıla dair ve yalçın turgut balabanın yaşayan necip fazıl, üstad hakkında okuduğum başlıca kitaplar.
ilk üç kitapta üstadın dava ve sanat adamlığı övülüyordu. kadir mısıroğlunun kitabında ise, üstadın insani zaafları üzerinde duruluyor, teşrik-i mesaiden doğan bazı hoş olmayan anılar anlatılarak, üstü kapalı hatta üstü açık bir dille üstad yeriliyordu.
***
üstad necip fazıl kısakürek, en çok kitabını okuduğum ikinci yazardır. (ilki aziz nesin’dir.) toplam 40 kitabını okumuşum. çile elbette bu 40 kitaplık külliyatın zirvesinde bulunuyor. çünkü, necip fazıl benim ruhuma ve kalbime çiledeki şiirleriyle nüfuz etti.
***
necip fazıl kısakürek, benim nazarımda hem büyük bir şair, hem de büyük bir önderdi. gençliğimde, onun kitaplarını, şiirlerini “itaat eder gibi” okur; onun gelmesini arzuladığı gençliğin bir ferdi olabilmek için çabalardım. müthiş bir türkçesi vardı... müthiş bir zekası vardı... zekasını kalemini oynatırken müthiş kullanıyordu. ondan etkilenmemek, ona gıpta etmemek mümkün değildi. ilk yazılarımı ona öykünerek yazmaya çalışmıştım. necip fazıl; adeta beynimin ve kalbimin tam orta yerine bağdaş kurup oturmuştu. hayata tamamen onun kitaplarının penceresinden bakıyordum. tasavvufa sadece o kabul ediyor, seviyor diye ilgi duyuyordum. mevdudiyi, hamidullahı, süleyman ateşi, hayrettin karamanı ve diğerlerini eleştirdiği için, bende onları sevmiyor ve eleştiriyordum. hücrelerime kadar girmişti adeta. onun kitaplarını okumak bana büyük zevk veriyordu. arka arkaya kitaplarını okuyordum.
sonra, dünya görüşüm biraz esnekleşti. bir insan olarak en büyük erdemin dünyaya nizam vermek değil önce kendini adam etmek olduğunu kavradım. bir yazarı çok sevmenin, akıllı bir iş olmadığını da… başka pencereler, başka kapılar olduğunu gördüm. necip fazılın penceresi zengin bir dünyaya açılıyordu ama yine de manzarası asla değişmiyordu. büyüdükçe, yeni manzaralar, yeni yüzler aramaya başladım. necip fazılla bağımı koparmıştım. o artık benim için; saygıyla yad ettiğim, hayırla andığım, okumakla iftihar ettiğim bir gençlik hatırası...
okuduğum bir kitabının sayfa arasına şunları yazmıştım: necip fazıl, insanı düşünmeye değil, boyun eğmeğe zorluyor...
***
söyleyeceğim son söz şudur: üstad necip fazıl, fikir ve ruh binamın inşasında, şahsiyetimin yoğrulmasında büyük emeği olan ancak artık uzaktan baktığım, hayırla andığım bir gençlik hatırasından ibaret büyük bir şahsiyettir.
***
çile isimli, bütün şiirlerini topladığı şiir kitabını, lise sonun yaz tatilinde, henüz ankaraya gitmemişken satın almış ve okumuştum. çok iyi hatırlıyorum: 1992 senesinin temmuz ayı. liseyi bitirmişim, üniversite sınavına girmişim ve sonuçların açıklanmasını beklemekteyim. divriğide büyük ablamın düğünü oluyor. düğün için kiralanan ve iade edilmesi gereken gelinliğin sivasa götürülmesi gerekiyor. bu iş için, divriğiden sivasa geliyorum. gelinliği bıraktıktan sonra kepenek caddesindeki okullar kitabevine gidip kitaplara bakıyorum. o zamana kadar, üstad necip fazıl, şiirlerini kasetlerden sürekli dinlediğim, evimizdeki türk edebiyatı dergilerinin ciltlerinde son şiirlerini defalarca okuduğum, hatta kendi sesimden bu şiirleri kasete aldığım, gençliğe hitabesini odamın duvarlarına astığım ama ne yazık ki bir kitabını baştan sona okumamış olduğum biri.
çileyi ve birkaç başka kitabını okullar kitapevinden işte o gün satın alarak, üstadın külliyatına merhaba demiştim.
***
‘çile, şiir hakkındaki düşüncelerimi tümüyle değiştiren bir kitaptı. artık, örtülü ve estetik mesaj veren şiirleri seviyordum. zaten evde necip fazılın kendi sesinden okuduğu şiirleri bulunan bir kasetim vardı. bu kaseti çok sık dinlerdim. dolayısıyla çiledeki şiirlere kulak aşinalığım vardı. lisedeyken siyah kaplı çizgisiz bir defterim vardı. bu deftere okuduğum kitaplardan notlar alırdım. çile kitabında beğendiğim pek çok şiiri de bu deftere yazmıştım. sakarya türküsü, çile, destan, muhasebe, zindandan mehmede mektup, kaldırımlar başta olmak üzere, ölüler, ona, mezar, inanmaz, aç kapıyı, benim nefsim, işim acele, surda bir gedik açtık, en yakın, o erler ki, onun sanatı, uyumak istiyorum, onun ümmetinden ol, son sığınak ve tabut defterime ve ruhuma yazdığım şiirlerden birkaçı.
***
çileden sonra, saf dini bağlılığın heyecanıyla necip fazılın tüm eserlerini okumaya başladım. kafa kağıdı, cinnet mustatili, başmakalelerim-1, doğru yolun sapık kolları, son devrin din mazlumları, tasavvuf bahçeleri ve reis bey ankaraya gitmeden önce -henüz 17 yaşımdayken- okuduğum diğer kitaplar.
***
üniversite tahsili için ankaraya geldiğimde başka şairlerle tanıştım: sezai karakoç, ismet özel, cahit zarifoğlu, erdem beyazıt, osman sarı, akif inan vs. ama yine de necip fazıla olan sevgim ve ilgim azalmamıştı. çileyi yeniden okudum. peygamber efendimizin hayatını anlattığı esselam isimli 63 şiirden oluşan kitabı hayranlıkla okudum. her biri ayrı tarzda yazılmış, her biri birbirinden güzel 63 şiir... ayrıca, öfke ve hiciv adı verilen, üstadın hayattayken kitaplarına almadığı, gazete ve dergi köşelerinde yazılıp kalmış şiirlerinin derlendiği şiir kitabını da okudum. bu kitaptaki süleymanname, menderes, of aman! varan 1-2-3, halimiz, oy, paşa şiirleri hafızamda iz bırakanlardan.
***
şiir kitaplarından başka üstadın 14 tiyatro eserinden 13ünü yine fakülte dönemimde okudum. üniversitede okuduğum diğer kitapları ise tanrı kulundan dinlediklerim, aynadaki yalan, babıâli, dünya bir inkılap bekliyor ve batı tefekkürü ve islam tasavvufu. üniversite bittikten sonra ise, 13 kitaptan oluşan raporlarını okudum.
***
bu arada üstad hakkında yazılan yazılar ve kitaplar da ilgimi çekiyordu. mustafa miyasoğlunun yazdığı necip fazıl kısakürek, ihsan kurtun yazdığı çiledeki insan necip fazıl, yazarlar birliği ile 100. yıl üniversitesinin birlikte hazırladıkları bütün yönleriyle necip fazıl, kadir mısıroğlunun yazdığı üstad necip fazıla dair ve yalçın turgut balabanın yaşayan necip fazıl, üstad hakkında okuduğum başlıca kitaplar.
ilk üç kitapta üstadın dava ve sanat adamlığı övülüyordu. kadir mısıroğlunun kitabında ise, üstadın insani zaafları üzerinde duruluyor, teşrik-i mesaiden doğan bazı hoş olmayan anılar anlatılarak, üstü kapalı hatta üstü açık bir dille üstad yeriliyordu.
***
üstad necip fazıl kısakürek, en çok kitabını okuduğum ikinci yazardır. (ilki aziz nesin’dir.) toplam 40 kitabını okumuşum. çile elbette bu 40 kitaplık külliyatın zirvesinde bulunuyor. çünkü, necip fazıl benim ruhuma ve kalbime çiledeki şiirleriyle nüfuz etti.
***
necip fazıl kısakürek, benim nazarımda hem büyük bir şair, hem de büyük bir önderdi. gençliğimde, onun kitaplarını, şiirlerini “itaat eder gibi” okur; onun gelmesini arzuladığı gençliğin bir ferdi olabilmek için çabalardım. müthiş bir türkçesi vardı... müthiş bir zekası vardı... zekasını kalemini oynatırken müthiş kullanıyordu. ondan etkilenmemek, ona gıpta etmemek mümkün değildi. ilk yazılarımı ona öykünerek yazmaya çalışmıştım. necip fazıl; adeta beynimin ve kalbimin tam orta yerine bağdaş kurup oturmuştu. hayata tamamen onun kitaplarının penceresinden bakıyordum. tasavvufa sadece o kabul ediyor, seviyor diye ilgi duyuyordum. mevdudiyi, hamidullahı, süleyman ateşi, hayrettin karamanı ve diğerlerini eleştirdiği için, bende onları sevmiyor ve eleştiriyordum. hücrelerime kadar girmişti adeta. onun kitaplarını okumak bana büyük zevk veriyordu. arka arkaya kitaplarını okuyordum.
sonra, dünya görüşüm biraz esnekleşti. bir insan olarak en büyük erdemin dünyaya nizam vermek değil önce kendini adam etmek olduğunu kavradım. bir yazarı çok sevmenin, akıllı bir iş olmadığını da… başka pencereler, başka kapılar olduğunu gördüm. necip fazılın penceresi zengin bir dünyaya açılıyordu ama yine de manzarası asla değişmiyordu. büyüdükçe, yeni manzaralar, yeni yüzler aramaya başladım. necip fazılla bağımı koparmıştım. o artık benim için; saygıyla yad ettiğim, hayırla andığım, okumakla iftihar ettiğim bir gençlik hatırası...
okuduğum bir kitabının sayfa arasına şunları yazmıştım: necip fazıl, insanı düşünmeye değil, boyun eğmeğe zorluyor...
***
söyleyeceğim son söz şudur: üstad necip fazıl, fikir ve ruh binamın inşasında, şahsiyetimin yoğrulmasında büyük emeği olan ancak artık uzaktan baktığım, hayırla andığım bir gençlik hatırasından ibaret büyük bir şahsiyettir.
“şaşkın casuslar”, sonuçta bir chevy chase filmi. eğlencelik, hoş. özellikle, doktorlarla tanışma sahnesi unutulmaz. doktor… doktor… doktor… doktor… vs. vs.
şaşkin casuslar (spies like us)
yönetmen : john landis
oyuncular : chevy chase, dan aykroyd, donna dixon
yapım : 1985-abd
tür : komedi
şaşkin casuslar (spies like us)
yönetmen : john landis
oyuncular : chevy chase, dan aykroyd, donna dixon
yapım : 1985-abd
tür : komedi
bir türk filmi.
kahvaltı yaparken yeşilçam tv’de seyretmiştim. kahvaltı sırasında, çatal, bıçak sesleri arasında izlenecek bir ağırlığı var zaten. ütü yaparken de pekala izlenebilir. meral orhonsay’ın hatırı olmasa katlanacak gibi değildi ama malum hatır için çiğ tavuk bile yenir. bütün gün üzerinden çıkarmadığı fb armalı eşofman filme damgasını vurdu resmen. o eşofman rüyalarıma kesin girer.
sahi nerededir meral orhonsay? epeydir görmüyorum kendisini. gören bilen var mı acaba? bursa’da yaşadığını işitmiştim en son. vaziyeti epey kötüydü. barlarda, gazinolarda şarkıcılığa başlamıştı. şu an nerdedir, ne haldedir çok merak ediyorum.
misafir
yönetmen : uğur duru
oyuncular : meral orhonsay, tarık tarcan, nina soylu
yapım : 1990-türkiye
tür : romantik
kahvaltı yaparken yeşilçam tv’de seyretmiştim. kahvaltı sırasında, çatal, bıçak sesleri arasında izlenecek bir ağırlığı var zaten. ütü yaparken de pekala izlenebilir. meral orhonsay’ın hatırı olmasa katlanacak gibi değildi ama malum hatır için çiğ tavuk bile yenir. bütün gün üzerinden çıkarmadığı fb armalı eşofman filme damgasını vurdu resmen. o eşofman rüyalarıma kesin girer.
sahi nerededir meral orhonsay? epeydir görmüyorum kendisini. gören bilen var mı acaba? bursa’da yaşadığını işitmiştim en son. vaziyeti epey kötüydü. barlarda, gazinolarda şarkıcılığa başlamıştı. şu an nerdedir, ne haldedir çok merak ediyorum.
misafir
yönetmen : uğur duru
oyuncular : meral orhonsay, tarık tarcan, nina soylu
yapım : 1990-türkiye
tür : romantik
on iki saatte yazılan on dört sayfalık bir mektup serisinin, yarım saatte okunması.
faruk nafiz çamlıbelin güzel bir şiiri.
geniş kanatlarım da gösteriyor ki, rabbim,
ben bir dağdan bir dağa konmak için doğmuşum.
hangi uzak yıldızı özlemiş olsa kalbim
ben onu bir pençede avlıyacak bir kuşum.
nasibimdi devirmek her gün başka bir devi,
müjdeledin bir zafer bana her yolculuktan:
gözlerimde gömdüğüm bir güneşin alevi,
ağzımda bir damla kan, dönecektim ufuktan.
hülyamın enginlere açtın da perdesini
kilitledin kalbimi, rabbim, nedense hınca…
başımda kumruların duydum kanat sesini,
kartallar ürperirken gölgeme yaklaşınca.
kuracakken yuvamı bulut ermez bir dağa,
kafeslerde geçirdim bunca yıllık zamanı.
beni göndermemiştin, rabbim, destan yazmağa,
görmekti kasdın beni destanlar kahramanı.
gazaplı gözlerini çevirme gözlerime
huzura vardığı gün, ruh ayrılınca tenden:
bakarak yaprakları düz beyaz defterime
yaşanmamış bir ömrün cürmünü sorma benden
faruk nafiz çamlibel
geniş kanatlarım da gösteriyor ki, rabbim,
ben bir dağdan bir dağa konmak için doğmuşum.
hangi uzak yıldızı özlemiş olsa kalbim
ben onu bir pençede avlıyacak bir kuşum.
nasibimdi devirmek her gün başka bir devi,
müjdeledin bir zafer bana her yolculuktan:
gözlerimde gömdüğüm bir güneşin alevi,
ağzımda bir damla kan, dönecektim ufuktan.
hülyamın enginlere açtın da perdesini
kilitledin kalbimi, rabbim, nedense hınca…
başımda kumruların duydum kanat sesini,
kartallar ürperirken gölgeme yaklaşınca.
kuracakken yuvamı bulut ermez bir dağa,
kafeslerde geçirdim bunca yıllık zamanı.
beni göndermemiştin, rabbim, destan yazmağa,
görmekti kasdın beni destanlar kahramanı.
gazaplı gözlerini çevirme gözlerime
huzura vardığı gün, ruh ayrılınca tenden:
bakarak yaprakları düz beyaz defterime
yaşanmamış bir ömrün cürmünü sorma benden
faruk nafiz çamlibel
chevy chase klasiklerinden biri. 4 kişilik griswold ailesi las vegas’a gider ve olaylar gelişir… (film konusu anlatmayı da hiç sevmiyorum nedense.)
filmi izlerken fark ettim de, bu adam (chevy chase), bush’a ne kadar çok benziyor.
sevimli aile las vegas’ta (vegas vacation)
yönetmen : stephen kessler
oyuncular : chevy chase, beverly d’angelo, randy quaid, ethan embry, marisol niclols
yapım : 1997-abd
tür : komedi
filmi izlerken fark ettim de, bu adam (chevy chase), bush’a ne kadar çok benziyor.
sevimli aile las vegas’ta (vegas vacation)
yönetmen : stephen kessler
oyuncular : chevy chase, beverly d’angelo, randy quaid, ethan embry, marisol niclols
yapım : 1997-abd
tür : komedi
"kelebek etkisi (effect of butterfly)" filmiyle paralel bir içeriği var filmin. tesadüfler ve kader arasındaki ilişkiyi deşen bir niteliğe sahip.
koş lola koş (lola rennt - run lola run)
yönetmen: tom tykwer
oyuncular: franka potente, moritz bleibtreu, herbert knaup, nina petri, armin rohde, joachim krol, ludger pistor, suzanne von borsody, sebastian schipper
yapım : 1998-almanya
tür : drama
koş lola koş (lola rennt - run lola run)
yönetmen: tom tykwer
oyuncular: franka potente, moritz bleibtreu, herbert knaup, nina petri, armin rohde, joachim krol, ludger pistor, suzanne von borsody, sebastian schipper
yapım : 1998-almanya
tür : drama
teşekkür edilecek bir hareket sabahleyin yapılırsa, akabinde söylenecek hafif absürd bir ifade biçimi.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?