yetkilerinin büyük bir kısmı elinden alınmış padişah ya da kral...
sahi ne iş yapar cumhurbaşkanı? göstermelik bir "ordu komutanlığı" mıdır o makam? ya da milletin seçtiği yüzlerce vekilin aklını bir kenara itip "en akıllı benim" diyerek yasalara olur verme ya da vermeme makamı mıdır? en akıllı o mudur?
konumuz "abdullah gül" değil! sayın abdullah gülün beyefendiliğine, işinin hakkını vermeye çalışan görüntüsüne, müktesebatına ve birikimine diyecek yok... fakat "cumhurbaşkanlığı" makamı konusunda denecek çok şey var... hem de çok şey!
görsellik, bilgi ve iletişim çağının vazgeçilmez aracı; din ve dindarlık ise insanlık tarihinin yadsınamaz bir gerçeğidir. bu iki argümanın bir gün, el ele vermesi ve birbirlerini beslemeleri elbette kaçınılmazdı ve bu gün yaşamın her anında bu kaçınılmaz olayın gerçekleştiğine şahit olmaktayız.
görselliğin çekiciliği; keyfine ve rahatına her dönemden daha fazla düşkün olan zamane insanları için maalesef hem sözden, hem de tecrübeden daha fazla. her zaman kolay olanı tercih eden insanlık ailesi; emek vermeden ve yorulmadan elde ettiği şeyleri maalesef daha cazip buluyor ve ne gariptir ki, bunları her şeyden daha çok sahipleniyor. sözün ve tecrübenin yaşamına kattığı doyumluk değere değil; görüntünün âna kattığı tadımlık değere önem veriyor. görselliği cazip bulma, onu sahiplenme ve ona fazladan değer yükleme işine, belki insanî bir hata gözüyle bakılabilir ancak; dini ve dindarlığı görsele havale etmenin, görüntüyü bir seccade hatta kıble haline getirmenin; dini, yaşam yerine fotoğraf karelerine yansıtmanın ve gerçekte olmayan bir dindarlığı, görselin cazibesini kullanarak lanse etmenin hiç bir masum yönü bulunmamaktadır. tüm bunlar, bir dönemin meşhur klişesi olan "benim kalbim temiz" mottosunun, görsele yansıtılmış sahtekar halinden başka bir şey değildir.
farkındayım, kafanız karışmış olabilir... öyleyse biraz daha basitleştirerek konuyu açayım:
yaşamı boyunca, islamın içini ve içeriğini oluşturan ibadetlerden uzak yaşamış -dilde müslüman- insanların, yoğun bir şekilde kabe ve ravza fotoğraflarını, çakma keramet videolarını, çeşitli sloganlarla bezenmiş islamî cihat görsellerini mütemadiyen yayarak ve paylaşarak "görsel dindarlığa" teşne olmaları, dinin ve dindarlığın hızla kaydığı çirkin mecrayı sinsi bir şekilde beslemektedir.
"sözde dindarlık" konusunda yazdığım zaman da çok garip tepkiler almıştım... bu konuda da aynı gariplikte tepkiler alacağımı biliyorum... biliyorum, çünkü şeytanın kullandığı en büyük silahın "allahsız merhamet duyguları" olduğunun farkındayım... ne demek allahsız merhamet..?
allahsız merhamet; sınırlarını allahın çizmediği merhamettir... merhamet duygularının, şeytana hizmetkar olarak verildiği merhamet halidir. allahın affetmeyeceğine bol keseden af dağıtmak... allahın yüzüne bakmayacağı tiplerin sırtlarını sıvazlamaktır... sözde müslümanların, dil müslümanlarının savunuculuğunu yapan ve bunu yaparken de: " en azından islama muhalif değiller" diyerek onları savunan ve bu savunmasıyla; muhalif olmanın, zarar vermenin ne demek olduğunu bilmediğini gösteren arkadaşların, ivedilikle öğrenmeleri gerekenler var.
her şeyden önce; "kalbim temiz" mottosunun önünde secdeye varan dil müslümanlarının ve görsellerden oluşan sahte kâbelerde lerzeye gelen çakma abidlerin hangi bataklığa doğru kaydıklarını iyi görmek gerekmektedir. islamı bir hayal olarak algılayan ve bu algı üzerinden nemalanan "kalp temizliği" ve "görsel dindarlık" yanılgıları ile yetinen zavallılara; "kabir azabının", "mahşer gününün", "mizandaki hesabın" ve "sırat köprüsünün", yaşama aksetmeyen "kalp temizliği" iddiasıyla ve "görsel dindarlığın" sahte ibadetleriyle aşılamayacağını birilerinin güzellikle anlatması lazım!
"aman canım, en azından islama muhalif değiller" sözüyle o insanlara iyilik mi edilmektedir, yoksa kötülük mü yapılmaktadır? gittikleri yolun "yanlış" olduğunu söyleyenlere hınçla kabaran yüreklerin, biraz olsun neyi savunduklarını düşünmeleri gerek.
görsel dindarlığın, sadık müntesiplerine verdiği zararı görmek ve onlara güzel bir şekilde göstermek şarttır.
görselliğin çekiciliği; keyfine ve rahatına her dönemden daha fazla düşkün olan zamane insanları için maalesef hem sözden, hem de tecrübeden daha fazla. her zaman kolay olanı tercih eden insanlık ailesi; emek vermeden ve yorulmadan elde ettiği şeyleri maalesef daha cazip buluyor ve ne gariptir ki, bunları her şeyden daha çok sahipleniyor. sözün ve tecrübenin yaşamına kattığı doyumluk değere değil; görüntünün âna kattığı tadımlık değere önem veriyor. görselliği cazip bulma, onu sahiplenme ve ona fazladan değer yükleme işine, belki insanî bir hata gözüyle bakılabilir ancak; dini ve dindarlığı görsele havale etmenin, görüntüyü bir seccade hatta kıble haline getirmenin; dini, yaşam yerine fotoğraf karelerine yansıtmanın ve gerçekte olmayan bir dindarlığı, görselin cazibesini kullanarak lanse etmenin hiç bir masum yönü bulunmamaktadır. tüm bunlar, bir dönemin meşhur klişesi olan "benim kalbim temiz" mottosunun, görsele yansıtılmış sahtekar halinden başka bir şey değildir.
farkındayım, kafanız karışmış olabilir... öyleyse biraz daha basitleştirerek konuyu açayım:
yaşamı boyunca, islamın içini ve içeriğini oluşturan ibadetlerden uzak yaşamış -dilde müslüman- insanların, yoğun bir şekilde kabe ve ravza fotoğraflarını, çakma keramet videolarını, çeşitli sloganlarla bezenmiş islamî cihat görsellerini mütemadiyen yayarak ve paylaşarak "görsel dindarlığa" teşne olmaları, dinin ve dindarlığın hızla kaydığı çirkin mecrayı sinsi bir şekilde beslemektedir.
"sözde dindarlık" konusunda yazdığım zaman da çok garip tepkiler almıştım... bu konuda da aynı gariplikte tepkiler alacağımı biliyorum... biliyorum, çünkü şeytanın kullandığı en büyük silahın "allahsız merhamet duyguları" olduğunun farkındayım... ne demek allahsız merhamet..?
allahsız merhamet; sınırlarını allahın çizmediği merhamettir... merhamet duygularının, şeytana hizmetkar olarak verildiği merhamet halidir. allahın affetmeyeceğine bol keseden af dağıtmak... allahın yüzüne bakmayacağı tiplerin sırtlarını sıvazlamaktır... sözde müslümanların, dil müslümanlarının savunuculuğunu yapan ve bunu yaparken de: " en azından islama muhalif değiller" diyerek onları savunan ve bu savunmasıyla; muhalif olmanın, zarar vermenin ne demek olduğunu bilmediğini gösteren arkadaşların, ivedilikle öğrenmeleri gerekenler var.
her şeyden önce; "kalbim temiz" mottosunun önünde secdeye varan dil müslümanlarının ve görsellerden oluşan sahte kâbelerde lerzeye gelen çakma abidlerin hangi bataklığa doğru kaydıklarını iyi görmek gerekmektedir. islamı bir hayal olarak algılayan ve bu algı üzerinden nemalanan "kalp temizliği" ve "görsel dindarlık" yanılgıları ile yetinen zavallılara; "kabir azabının", "mahşer gününün", "mizandaki hesabın" ve "sırat köprüsünün", yaşama aksetmeyen "kalp temizliği" iddiasıyla ve "görsel dindarlığın" sahte ibadetleriyle aşılamayacağını birilerinin güzellikle anlatması lazım!
"aman canım, en azından islama muhalif değiller" sözüyle o insanlara iyilik mi edilmektedir, yoksa kötülük mü yapılmaktadır? gittikleri yolun "yanlış" olduğunu söyleyenlere hınçla kabaran yüreklerin, biraz olsun neyi savunduklarını düşünmeleri gerek.
görsel dindarlığın, sadık müntesiplerine verdiği zararı görmek ve onlara güzel bir şekilde göstermek şarttır.
eğitim ve öğretim kavramları arasındaki en önemli fark "farkındalık" faktörüdür. eğitim sürecinde, çoğu zaman birey farkında olmadan istenilen kalıba girer. öğretim sürecinde ise birey daha aktiftir ve düşünce dünyasında oluşan değişimlerin farkındadır. eğitim, daha çok yaşamı kapsarken; öğretim, zihni ve hafızayı kapsar. gerek eğitimde, gerekse öğretim sürecinde planlama ve proğramlama hayatî bir öneme sahiptir. bu plan ve proğram "öğrenci odaklı" olmadığı sürece, eğitimin ve öğretimin sonucunda istenilen başarının elde edilemeyeceği inkar edilemeyen bir gerçektir.
bugün türkiyede uygulanmaya çalışılan eğitim ve öğretim sistemi hızla "öğrenci odaklı" bir noktaya kaymaktadır ancak "öğrenci odaklı" eğitim ve öğretim sistemi, henüz yalnızca ders konuları ve bu konuların işlenişi ile sınırlı kaldığından, beklenilen başarının kısa zamanda elde edilmesi zor gibi görünmektedir. özellikle uygulanan ders proğramlarının "öğrenci odaklı" olmaması, başarının önündeki en büyük engellerden biridir.
şu bilinen bir gerçektir ki, gün içersinde öğleden önceki ilk saatler ve yine öğleden sonraki ilk saatler öğrencilerin zihinlerinin dinç ve aktif oldukları saatlerdir. bununla beraber öğleden önceki son saatler ve öğleden sonraki son saatler ise öğrencilerin özellikle zihnen yorgun oldukları saatlerdir. matematik, sosyal bilgiler ve fen bilgisi gibi derslerin öğrencinin aktif ve zinde olduğu saatlere; resim, müzik, beden eğitimi ve teknoloji derslerinin ise son ders saatlerine yerleştirilmesi başarı için çok önemlidir.
bugün türkiyede uygulanmaya çalışılan eğitim ve öğretim sistemi hızla "öğrenci odaklı" bir noktaya kaymaktadır ancak "öğrenci odaklı" eğitim ve öğretim sistemi, henüz yalnızca ders konuları ve bu konuların işlenişi ile sınırlı kaldığından, beklenilen başarının kısa zamanda elde edilmesi zor gibi görünmektedir. özellikle uygulanan ders proğramlarının "öğrenci odaklı" olmaması, başarının önündeki en büyük engellerden biridir.
şu bilinen bir gerçektir ki, gün içersinde öğleden önceki ilk saatler ve yine öğleden sonraki ilk saatler öğrencilerin zihinlerinin dinç ve aktif oldukları saatlerdir. bununla beraber öğleden önceki son saatler ve öğleden sonraki son saatler ise öğrencilerin özellikle zihnen yorgun oldukları saatlerdir. matematik, sosyal bilgiler ve fen bilgisi gibi derslerin öğrencinin aktif ve zinde olduğu saatlere; resim, müzik, beden eğitimi ve teknoloji derslerinin ise son ders saatlerine yerleştirilmesi başarı için çok önemlidir.
kuran-ı kerim, tarih boyunca çeşitli itham ve iddiaların odağında olmuş bir kitaptır. allah tarafından gönderilmiş olduğu için "kutsal" olarak kabul edilen ve "son" kutsal kitap olduğu söylenen kuran-ı kerimin, çeşitli itham ve iddiaların odağında olması çok normaldir. bu iddialara karşı, tutarlı ve sağlam kanıtlara sahip cevaplar vermek ise; kuran-ı kerimin bağlılarının üzerine düşen bir vazifedir.
kuran-ı kerimi savunma ve hakkındaki itham ve iddiaları çürütme adına; itham ve iddia sahiplerini aşağılamak, onlara hakaret etmek, kuran-ı kerimin müntesiplerine yakışmayacak bir durumdur. bilgisi ve belgesi elinde olan, bunları en güzel tarzda ortaya koymalı ve islamın benliğine kattığı edep ve terbiyeden hiçbir surette ödün vermemelidir.
itham ve iddia sahipleri hakaret ediyor, aşağılıyor ya da alay ediyor olabilir. bu durum hiçbir zaman, bir müslümanın aynı yollarla cevap vermesini meşrulaştırmaz. unutulmaması gereken şudur ki; iddia ve itham sahiplerinin hakaretleri, alayları ve aşağılamaları kuran-ı kerime hiçbir surette zarar vermez; ancak müslümanların, seviyelerini koruyamayarak muhataplarının ağzı ve tarzıyla iddialara ve ithamlara karşılık vermeleri, doğrudan doğruya islama ve dolayısıyla kuran-ı kerime atfedileceğinden; kuran-ı kerim zarar görmüş olacaktır. unutmayalım ki bir müslümanı "müslüman" yapan kuran-ı kerimden aldığı edep ve terbiyedir. müslümanın, diğer insanlardan farkı; kuran-ı kerimin nuruyla şekillenmiş olan karakteri ve kişiliğidir. bu karakteri ve kişiliği her zaman, her yerde ve her şartta ortaya koymak ise islamın kendi müntesiplerinden haklı bir beklentisidir.
meşhur olan, hiç ummadığı ve tanımadığı ağızlarla muhatap olmaya hazır olmalıdır. kendisi herkesi tanımayabilir ancak herkes onu tanımaktadır ve her insan kendi değerlerine göre, onun hakkında bir değerlendirme ortaya koyacaktır. buradan hareketle, kuran-ı kerimde meşhurdur ve kuran-ı kerimin müntesipleri bu şöhretin getirilerine ve götürülerine hazırlıklı olmalıdırlar. en güzel hazırlık ise; "kuran-ı kerim" ile alakalı her konuda bilgili olmaktır. bu yönüyle, kuran-ı kerimi orijinal dilinde okuyabilmek, mümkünse orijinal dilini öğrenebilmek değilse sağlıklı tercümelerini devamlı okumak ve incelemek ve en önemlisi kuran hakkındaki itham ve iddialar konusunda yeterli araştırmayı yaparak, mevcut itham ve iddiaları islama en çok yakışan tarzda cevaplamak olmalıdır. bunun dışında bir yol aramanın, islama ve kuran-ı kerime bir fayda sağlamadığı ve tam tersine zarar verdiği tecrübelerle sabittir.
allaha ve islama bilinçli bir şekilde savaş ilan edenlerle; allah ve islam hakkında bilinçsizce ithamlarda ve iddialarda bulunanları ayırmak konumuzun kırılma noktasını oluşturmaktadır.
kalem çekene, kılıç çekmek müslümana yakışmaz.
kuran-ı kerimi savunma ve hakkındaki itham ve iddiaları çürütme adına; itham ve iddia sahiplerini aşağılamak, onlara hakaret etmek, kuran-ı kerimin müntesiplerine yakışmayacak bir durumdur. bilgisi ve belgesi elinde olan, bunları en güzel tarzda ortaya koymalı ve islamın benliğine kattığı edep ve terbiyeden hiçbir surette ödün vermemelidir.
itham ve iddia sahipleri hakaret ediyor, aşağılıyor ya da alay ediyor olabilir. bu durum hiçbir zaman, bir müslümanın aynı yollarla cevap vermesini meşrulaştırmaz. unutulmaması gereken şudur ki; iddia ve itham sahiplerinin hakaretleri, alayları ve aşağılamaları kuran-ı kerime hiçbir surette zarar vermez; ancak müslümanların, seviyelerini koruyamayarak muhataplarının ağzı ve tarzıyla iddialara ve ithamlara karşılık vermeleri, doğrudan doğruya islama ve dolayısıyla kuran-ı kerime atfedileceğinden; kuran-ı kerim zarar görmüş olacaktır. unutmayalım ki bir müslümanı "müslüman" yapan kuran-ı kerimden aldığı edep ve terbiyedir. müslümanın, diğer insanlardan farkı; kuran-ı kerimin nuruyla şekillenmiş olan karakteri ve kişiliğidir. bu karakteri ve kişiliği her zaman, her yerde ve her şartta ortaya koymak ise islamın kendi müntesiplerinden haklı bir beklentisidir.
meşhur olan, hiç ummadığı ve tanımadığı ağızlarla muhatap olmaya hazır olmalıdır. kendisi herkesi tanımayabilir ancak herkes onu tanımaktadır ve her insan kendi değerlerine göre, onun hakkında bir değerlendirme ortaya koyacaktır. buradan hareketle, kuran-ı kerimde meşhurdur ve kuran-ı kerimin müntesipleri bu şöhretin getirilerine ve götürülerine hazırlıklı olmalıdırlar. en güzel hazırlık ise; "kuran-ı kerim" ile alakalı her konuda bilgili olmaktır. bu yönüyle, kuran-ı kerimi orijinal dilinde okuyabilmek, mümkünse orijinal dilini öğrenebilmek değilse sağlıklı tercümelerini devamlı okumak ve incelemek ve en önemlisi kuran hakkındaki itham ve iddialar konusunda yeterli araştırmayı yaparak, mevcut itham ve iddiaları islama en çok yakışan tarzda cevaplamak olmalıdır. bunun dışında bir yol aramanın, islama ve kuran-ı kerime bir fayda sağlamadığı ve tam tersine zarar verdiği tecrübelerle sabittir.
allaha ve islama bilinçli bir şekilde savaş ilan edenlerle; allah ve islam hakkında bilinçsizce ithamlarda ve iddialarda bulunanları ayırmak konumuzun kırılma noktasını oluşturmaktadır.
kalem çekene, kılıç çekmek müslümana yakışmaz.
"rabbinize karşı takvalı olun" anlamına gelen kurânî ibare.
nisa suresi 1. ayette geçen "ey insanlar!" hitabının hemen yanında yer alan "ettekû rabbekum" yani "rabbinize karşı takvalı olun" cümlesini anlayabilmek için "rab" ve "takva" kavramlarını iyi bilmek gerekmektedir.
rab; maddi ve manevi terbiyeye tâbi tutan, yol gösterip rehberlik eden, başıboş bırakmayan, sahip çıkan anlamındadır. takva ise: doğruyu - yanlıştan ayırabilen, aklını şuurunu kullanabilen, sorumluluk almaya hazır olan, kendisini doğru olana yöneltebilen anlamında kullanıldığını; kuranda, takva ve takvalı/müttakî kelimesinin kullanıldığı ayetler incelendiğinde anlamaktayız.
buradan yola çıkarak, "ettekû rabbekum / rabbinize karşı takvalı olun" sözüyle: "doğruyu yanlıştan ayırarak ve doğru olanı seçerek, sorumluluğunuzun bilincine varın ve böylece sizi terbiye edene zâta terbiyenizi gösterin!" denildiği anlaşılmaktadır.
nisa suresi 1. ayette geçen "ey insanlar!" hitabının hemen yanında yer alan "ettekû rabbekum" yani "rabbinize karşı takvalı olun" cümlesini anlayabilmek için "rab" ve "takva" kavramlarını iyi bilmek gerekmektedir.
rab; maddi ve manevi terbiyeye tâbi tutan, yol gösterip rehberlik eden, başıboş bırakmayan, sahip çıkan anlamındadır. takva ise: doğruyu - yanlıştan ayırabilen, aklını şuurunu kullanabilen, sorumluluk almaya hazır olan, kendisini doğru olana yöneltebilen anlamında kullanıldığını; kuranda, takva ve takvalı/müttakî kelimesinin kullanıldığı ayetler incelendiğinde anlamaktayız.
buradan yola çıkarak, "ettekû rabbekum / rabbinize karşı takvalı olun" sözüyle: "doğruyu yanlıştan ayırarak ve doğru olanı seçerek, sorumluluğunuzun bilincine varın ve böylece sizi terbiye edene zâta terbiyenizi gösterin!" denildiği anlaşılmaktadır.
tarz ve biçim kelimeleri ile de karşılanabilecek olan bu kavramın doğru yazılış şekli "üslûp"tur. etkinin ve tepkinin ortaya konuş biçimini, tarzını, yol ve yöntemini ifade eden cümlelerde sıklıkla kullanılır. sağlıklı bir ruh yapısına sahip her insanın, muhataplarına kendisini ve yaşamını yansıtışında mutlaka kendine has bir üslûbu vardır. ve unutulmamalıdır ki üslûp; bir kimsenin karakter, kişilik ve ahlak düzeyine ortaya koyan açık bir kimliktir.
kuran-ı kerimi en doğru şekilde anlayabilmek ve haliyle kuran-ı kerime göre yaşamı kurgulayabilmek için; kuran-ı kerimde yer alan kavramları çok iyi anlamak ve tanımlamak gerekmektedir.
bu kavram tanımlama işini ise, dört esası gözden kaçırmadan yapmak gerekir:
1. ilk olarak hedeflenen kavram; kuran-ı kerimin tamamında, hangi anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır? işte bunun çok iyi araştırılması ve kağıda dökülerek incelenmesi gerekmektedir.
2. hedeflenen kavram, tarihsel süreçte hangi anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır? kavramın, eskiden yeniye doğru hangi değişimlere uğradığını anlamak, onu doğru şekilde tanımlayabilmek ve kuran-ı kerimdeki yerine oturtabilmek için çok önemlidir.
3. hedeflenen kavram günümüzde hangi anlamlarda kullanılmaktadır? incelenen eserin, kavramı kullanış amacıyla, aynı kavramın günümüzde kullanılış amacı aynı mıdır? değilse, kavram hangi sebeplerden ötürü anlam sapmasına ya da kaymasına uğramıştır? bu anlam değişimleri esere yansıtılmış mıdır?
4. hedef kavramın geçtiği ayetin - ayetlerin, öncesinde ve sonrasında sürdürülen konu içeriği de, kavramları tanımlama işleminin vazgeçilmez unsurlarındandır. hedeflenen kavramın geçtiği ayet hangi konuyu işlemektedir? ayetin öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerde işlenen konular nelerdir? çevrilen kavram, o konular ile ilişkilendirilerek çevrilmiş midir? kavram, konunun ve anlatımın akışına uygun mudur ve kullanılan diğer kavramlarla uyumlu mudur?
yukarıda sıraladığımız kavram tanımlama işlemleri titizlikle yapılmadığı sürece, kuran-ı kerim;in en doğru şekilde anlaşılması imkansızdır.
bu açıklamamızdan sonra, türkiyede piyasaya sürülen tefsir ve meallerin ne derece yeterli olduklarını iyi düşünmek gerekmektedir. tabi bunu düşünebilmek için öncelikle, kuran-ı kerimin türkçeye çevrilişinin tarihsel sürecini bilmek gerekmektedir. hiç merak ettiniz mi, evlerinizin baş köşesini süsleyen tefsir ve meallerin, hangi süreçlerden geçerek türkçeye kazandırıldığını? dilerseniz bu konu üzerine, beraber bir yolculuğa çıkalım:
kuran-ı kerimin türkçeye çevrilme sürecini, farsçaya çevrilme süreci ile başlatmak gerekmektedir. zirâ türklerin çeviri işleminde örnek aldıkları ilk çeviri; bir nüshası seymaniye diğer bir nüshası ise dresden kütüphanelerinde kayıtlı olan ve samani hükümdarı mansûr bin nuhun emriyle hazırlanan kuran-ı kerim tercümesidir. bu çeviriyi hazırlayanlar, içlerinde türk asıllı alimlerin de bulunduğu, horasan ve mâverâünnehirli âlimlerden oluşan bir heyettir. başta da belirttiğimiz gibi bu farsça çeviri çalışması, sonradan yapılacak olan türkçe çeviri çalışmaları için örnek bir çalışma olmuştur.
selçuklular devrinde arapçanın ilim dili olarak kullanılması, en başta kuran-ı kerim olmak üzere diğer tüm dinî eserlerin türkçeye çevrilmesini -ister istemez- engellemiştir.
osmanlı devleti zamanında ise, kurân-ı kerîmin yâsîn, mülk, fatiha ve ihlâs gibi halk arasında bilinen ve ibadetlerde sıklıkla kullanılan sûreleri osmanlı türkçesine çevrilmiştir.
yine osmanlı türkçesiyle yazılmış olan, giritli sırrı paşanın kaleme aldığı ve o dönemin ağır ve sanatlı dilini fazlasıyla içinde barındıran "sırr-u furkan" isimli iki ciltlik bir tefsir, ilk tercüme örnekleri arasında gösterilebilir. bunun yanında, şeyhülislâm musa kâzım efendinin küçük bir ciltten ibaret olan "safvetül-beyân" adında tamamlanmamış bir tercüme ve tefsiri de mevcuttur. bu tercümelerde osmanlı türkçesi kullanılmış olup, dilleri fazlasıyla ağır ve günümüzde kullandığımız türkçeye yeniden çevrilmesi, sadeleştirilmesi gereken eserlerdir.
cumhuriyetin ilânından sonra da tercüme işlemleri devam etmiş ve kısa bir süre içinde birkaç tercüme yayınlanmıştır. ancak üzülerek belirtmek gerekir ki, bu tercüme çalışmalarının çoğu, arapçaya vâkıf olmayan ve yeterli derecede dinî bilgisi bulunmayan kişilerce yapılmış, ciddi olmayan çalışmalardır. bu çalışmaların halk nezdinde tepki alması üzerine türkiye büyük millet meclisinin de isteğiyle, diyanet işleri reisliği tarafından kaliteli bir tercüme hazırlanması için çalışmalar başlatılmıştır.
diyanet işleri reisliği tercüme görevini ilk olarak mehmet akif ersoya vermiştir. gerek osmanlı türkçesine, gerekse arapça ve farsçaya olan hakimiyetiyle ünlü olan mehmet akif, özenle hazırladığı tercümenin, ibadetlerde kuran-ı kerimin aslı yerine okutulmak için, yönetim tarafından özellikle hazırlatıldığını öğrenince; hazırladığı tercümeyi teslim etmemiştir. ibadetlerde tercümelerin kullanılmasının planlandığına dair, kazım karabekir paşanın hatıralarında da kayıtlar bulunmaktadır. karabekir paşa bu hatıratında, "böyle bir planının olduğunu bizzat mustafa kemal paşanın ağzından işittim" demiş ve işittiklerini hatıralarında yayınlamıştır.
mehmet akif ersoyun, hazırladığı tercümeyi teslim etmemesi üzerine, yeni kuran mütercimi olarak, daha önce kuran tefsiri yazmakla görevlendirilen elmalılı muhammed hamdi yazır görevlendirilmiştir. yazırın üzerinde çalışıp tamamladığı çalışma, "hak dini kuran dili" adıyla basılarak yayınlanmıştır.
o dönemde, elmalılı hamdi yazırın hazırladığı tercüme dışında, şahsi gayretlerle farklı kişiler tarafından da tercümeler yapılmıştır. bunlardan bir kısmı şunlardır: izmirli ismail hakkı tarafından hazırlanan "meânî-yi kuran", hasan basri çantay"ın hazırladığı "kuran-ı hakim ve meâl-i kerîm"; ömer nasuhi bilmenin hazırladığı "kurân-ı kerîmin türkçe meâl-i âlîsi ve tefsiri" ve abdulbaki gölpınarlının hazırladığı "kuran-ı kerim meali" günümüzde de bilinen ve okunan mealler arasındadır.
ayrıca, kuran-ı kerimi aynen arapçasında olduğu gibi, manzum yani şiirsel bir biçimde tercüme etme çalışmaları olmuşsa da, maalesef bunlar başarıya ulaşamamış, insanlar tarafından tercih edilmemişlerdir.
evlerimizde kullandığımız kuran-ı kerim mealleri ve tefsirleri, yukarıda kısaca bahsettiğimiz tercüme çalışmaları sonucunda ortaya çıkan ürünlerin, bir de günümüz türkçesine sadeleştirilmiş halleridir. özellikle, halk arasında pek meşhur olan elmalılı hamdi yazırın orijinal mealini anlamak neredeyse imkansız olduğu için ve birazda ticarî kaygıyla onlarca yazar tarafından sadeleştirilerek piyasaya sürülmüştür.
cumhuriyetin ilk yıllarında, latin alfabesi kullanılarak ve ancak osmanlıca kelime ve kavramlarla tercüme edilebilmiş kuran meal ve tefsirleri; o dönemin şartları da göz önüne alınacak olursa; maalesef bürokratik kaygılardan tam olarak arınamamış, yeterli bir ilmi heyet tarafından tetkik edilememiş ve haliyle profesyonellikten uzak çalışmalardır. bahsettiğimiz tefsir ve mealleri hazırlayanların samimiyetinden şüphemiz olmadığı gibi, tek başına samimiyetin, kuran-ı kerim gibi bir eseri tercüme etme işinde başarı sağlamasını da beklemiyoruz. o dönemin şartları içerisinde, bu samimi çalışmaların yapılmış olmasını takdir ediyor; ancak ilmî yönden yetersiz olduklarını - olabileceklerini ifade ederek, bu eserlerin kuran-ı kerimi tam olarak tercüme ettiği yanılgısına düşülmemesini ifade etmek istiyoruz.
ikinci bir mesele ise, günümüzde piyasa sürülen meal ve tefsirlerle alakalıdır. cumhuriyetin ilk yıllarında hazırlanan meal ve tefsirlerle alakalı dile getirdiğimiz çekincelerimiz, bu gün hazırlanan tercümeler içinde geçerlidir. ayrıca, temin ettiğiniz meal ve tefsirlere; yazarı, kaynağı ve geçirdiği tarihi süreci ile ilgili bilgileri kontrol etmeden güvenmemenizi tavsiye ediyoruz. özellikle elmalılı hamdi yazır tarafından hazırlanmış olan tefsir ve mealin günümüzde onlarca farklı sadeleştirmesi mevcuttur. sadeleştirmeler arasında da -doğal olarak- farklar görülmektedir.
bir başka dikkat edilmesi gereken husus ise; arapçadan, ingilizce ve fransızca gibi dillere tercüme edilmiş olan meal ve tefsirlerin, ingilizce ve fransızcadan türkçeye çevrilerek piyasaya sürülme garabetidir. burada, doğrudan arapça dilinden türkçeye çevirmek yerine, fransızcaya ve ingilizceye çevrilmiş olan tercümeler türkçeye çevrilmektedir. bir dilden başka bir dile çevrilen eserin -ister istemez- özünden ve ayrıntılarından mutlaka kaybedeceği bilinen bir gerçektir. bu durumda; arapçadan fransızcaya - ingilizceye, oradan da türkçeye çevrilen bir kuran-ı kerimden ne derece istifade edebileceğinin kararını, anlayışlarınıza havale ediyorum.
bu bilgilerden hareketle, kısaca şu uyarıda bulunmak istiyorum: kuran-ı kerimin orijinal dili arapçadır ve bir dilin başka bir dile tam olarak çevrilmesi ancak profesyonel bir çalışma ve profesyonel bir kadro ile mümkün olabilir. din gibi önemli ve hayati bir meselede ve insanların bir çoğunun itibar ettiği bir esere; basit bir kitap gibi yaklaşmak ve onu tek bir mürtercimin - müfessirin insafına bırakmak ne derece doğrudur? bununla beraber, insan yaşamını ele alan ve ona kılavuzluk yapma iddiasında olan bir kitabı, tek bir aklın ukdesine mahkum etmek akıllıca bir hareket midir? hem, içeriğinde insana dair her konuyu ele alan; astronomiden - tıp ilmine ve biyolojiye kadar; hukuktan, tarihe ve sosyolojiye kadar tüm ilimleri temel alarak çeşitli konularda bahisler açan bir eseri; yalnızca tek bir alanda uzmanlaşmış bir insanın ellerine bırakmak, böyle bir esere haksızlık değil midir?
kabul edelim ya da etmeyelim, kuran-ı kerim milyonlarca insanın yaşamını etkileyen tesiri kuvvetli bir kitaptır. o, din olarak islamı seçenler için, yaşamın ta kendisidir. işte tam da burada, islamın müntesipleri "kutsal" olarak kabul ettikleri kuran-ı kerime derhal sahip çıkmalı, kendi içlerinden farklı dallarda uzmanlaşmış ilim ve bilim adamlarından oluşan bir kadro ile ve hatta yahudi - hıristiyan ve sair dinlerin din adamlarından, kendi dinleri ve tarihleri konusunda uzman olan kişileri de bu kadroya dahil ederek, allahın kitabı kuran-ı kerimi en başta türkçeye ve tüm dünya dillerine tercüme etmelidirler.
sanırım bu mukaddes iş için, ne kadar para ve emek harcansa azdır. ve yine sanırım allahın kitabı bu ilgi ve ihtimamı hak etmektedir.
bu kavram tanımlama işini ise, dört esası gözden kaçırmadan yapmak gerekir:
1. ilk olarak hedeflenen kavram; kuran-ı kerimin tamamında, hangi anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır? işte bunun çok iyi araştırılması ve kağıda dökülerek incelenmesi gerekmektedir.
2. hedeflenen kavram, tarihsel süreçte hangi anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır? kavramın, eskiden yeniye doğru hangi değişimlere uğradığını anlamak, onu doğru şekilde tanımlayabilmek ve kuran-ı kerimdeki yerine oturtabilmek için çok önemlidir.
3. hedeflenen kavram günümüzde hangi anlamlarda kullanılmaktadır? incelenen eserin, kavramı kullanış amacıyla, aynı kavramın günümüzde kullanılış amacı aynı mıdır? değilse, kavram hangi sebeplerden ötürü anlam sapmasına ya da kaymasına uğramıştır? bu anlam değişimleri esere yansıtılmış mıdır?
4. hedef kavramın geçtiği ayetin - ayetlerin, öncesinde ve sonrasında sürdürülen konu içeriği de, kavramları tanımlama işleminin vazgeçilmez unsurlarındandır. hedeflenen kavramın geçtiği ayet hangi konuyu işlemektedir? ayetin öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerde işlenen konular nelerdir? çevrilen kavram, o konular ile ilişkilendirilerek çevrilmiş midir? kavram, konunun ve anlatımın akışına uygun mudur ve kullanılan diğer kavramlarla uyumlu mudur?
yukarıda sıraladığımız kavram tanımlama işlemleri titizlikle yapılmadığı sürece, kuran-ı kerim;in en doğru şekilde anlaşılması imkansızdır.
bu açıklamamızdan sonra, türkiyede piyasaya sürülen tefsir ve meallerin ne derece yeterli olduklarını iyi düşünmek gerekmektedir. tabi bunu düşünebilmek için öncelikle, kuran-ı kerimin türkçeye çevrilişinin tarihsel sürecini bilmek gerekmektedir. hiç merak ettiniz mi, evlerinizin baş köşesini süsleyen tefsir ve meallerin, hangi süreçlerden geçerek türkçeye kazandırıldığını? dilerseniz bu konu üzerine, beraber bir yolculuğa çıkalım:
kuran-ı kerimin türkçeye çevrilme sürecini, farsçaya çevrilme süreci ile başlatmak gerekmektedir. zirâ türklerin çeviri işleminde örnek aldıkları ilk çeviri; bir nüshası seymaniye diğer bir nüshası ise dresden kütüphanelerinde kayıtlı olan ve samani hükümdarı mansûr bin nuhun emriyle hazırlanan kuran-ı kerim tercümesidir. bu çeviriyi hazırlayanlar, içlerinde türk asıllı alimlerin de bulunduğu, horasan ve mâverâünnehirli âlimlerden oluşan bir heyettir. başta da belirttiğimiz gibi bu farsça çeviri çalışması, sonradan yapılacak olan türkçe çeviri çalışmaları için örnek bir çalışma olmuştur.
selçuklular devrinde arapçanın ilim dili olarak kullanılması, en başta kuran-ı kerim olmak üzere diğer tüm dinî eserlerin türkçeye çevrilmesini -ister istemez- engellemiştir.
osmanlı devleti zamanında ise, kurân-ı kerîmin yâsîn, mülk, fatiha ve ihlâs gibi halk arasında bilinen ve ibadetlerde sıklıkla kullanılan sûreleri osmanlı türkçesine çevrilmiştir.
yine osmanlı türkçesiyle yazılmış olan, giritli sırrı paşanın kaleme aldığı ve o dönemin ağır ve sanatlı dilini fazlasıyla içinde barındıran "sırr-u furkan" isimli iki ciltlik bir tefsir, ilk tercüme örnekleri arasında gösterilebilir. bunun yanında, şeyhülislâm musa kâzım efendinin küçük bir ciltten ibaret olan "safvetül-beyân" adında tamamlanmamış bir tercüme ve tefsiri de mevcuttur. bu tercümelerde osmanlı türkçesi kullanılmış olup, dilleri fazlasıyla ağır ve günümüzde kullandığımız türkçeye yeniden çevrilmesi, sadeleştirilmesi gereken eserlerdir.
cumhuriyetin ilânından sonra da tercüme işlemleri devam etmiş ve kısa bir süre içinde birkaç tercüme yayınlanmıştır. ancak üzülerek belirtmek gerekir ki, bu tercüme çalışmalarının çoğu, arapçaya vâkıf olmayan ve yeterli derecede dinî bilgisi bulunmayan kişilerce yapılmış, ciddi olmayan çalışmalardır. bu çalışmaların halk nezdinde tepki alması üzerine türkiye büyük millet meclisinin de isteğiyle, diyanet işleri reisliği tarafından kaliteli bir tercüme hazırlanması için çalışmalar başlatılmıştır.
diyanet işleri reisliği tercüme görevini ilk olarak mehmet akif ersoya vermiştir. gerek osmanlı türkçesine, gerekse arapça ve farsçaya olan hakimiyetiyle ünlü olan mehmet akif, özenle hazırladığı tercümenin, ibadetlerde kuran-ı kerimin aslı yerine okutulmak için, yönetim tarafından özellikle hazırlatıldığını öğrenince; hazırladığı tercümeyi teslim etmemiştir. ibadetlerde tercümelerin kullanılmasının planlandığına dair, kazım karabekir paşanın hatıralarında da kayıtlar bulunmaktadır. karabekir paşa bu hatıratında, "böyle bir planının olduğunu bizzat mustafa kemal paşanın ağzından işittim" demiş ve işittiklerini hatıralarında yayınlamıştır.
mehmet akif ersoyun, hazırladığı tercümeyi teslim etmemesi üzerine, yeni kuran mütercimi olarak, daha önce kuran tefsiri yazmakla görevlendirilen elmalılı muhammed hamdi yazır görevlendirilmiştir. yazırın üzerinde çalışıp tamamladığı çalışma, "hak dini kuran dili" adıyla basılarak yayınlanmıştır.
o dönemde, elmalılı hamdi yazırın hazırladığı tercüme dışında, şahsi gayretlerle farklı kişiler tarafından da tercümeler yapılmıştır. bunlardan bir kısmı şunlardır: izmirli ismail hakkı tarafından hazırlanan "meânî-yi kuran", hasan basri çantay"ın hazırladığı "kuran-ı hakim ve meâl-i kerîm"; ömer nasuhi bilmenin hazırladığı "kurân-ı kerîmin türkçe meâl-i âlîsi ve tefsiri" ve abdulbaki gölpınarlının hazırladığı "kuran-ı kerim meali" günümüzde de bilinen ve okunan mealler arasındadır.
ayrıca, kuran-ı kerimi aynen arapçasında olduğu gibi, manzum yani şiirsel bir biçimde tercüme etme çalışmaları olmuşsa da, maalesef bunlar başarıya ulaşamamış, insanlar tarafından tercih edilmemişlerdir.
evlerimizde kullandığımız kuran-ı kerim mealleri ve tefsirleri, yukarıda kısaca bahsettiğimiz tercüme çalışmaları sonucunda ortaya çıkan ürünlerin, bir de günümüz türkçesine sadeleştirilmiş halleridir. özellikle, halk arasında pek meşhur olan elmalılı hamdi yazırın orijinal mealini anlamak neredeyse imkansız olduğu için ve birazda ticarî kaygıyla onlarca yazar tarafından sadeleştirilerek piyasaya sürülmüştür.
cumhuriyetin ilk yıllarında, latin alfabesi kullanılarak ve ancak osmanlıca kelime ve kavramlarla tercüme edilebilmiş kuran meal ve tefsirleri; o dönemin şartları da göz önüne alınacak olursa; maalesef bürokratik kaygılardan tam olarak arınamamış, yeterli bir ilmi heyet tarafından tetkik edilememiş ve haliyle profesyonellikten uzak çalışmalardır. bahsettiğimiz tefsir ve mealleri hazırlayanların samimiyetinden şüphemiz olmadığı gibi, tek başına samimiyetin, kuran-ı kerim gibi bir eseri tercüme etme işinde başarı sağlamasını da beklemiyoruz. o dönemin şartları içerisinde, bu samimi çalışmaların yapılmış olmasını takdir ediyor; ancak ilmî yönden yetersiz olduklarını - olabileceklerini ifade ederek, bu eserlerin kuran-ı kerimi tam olarak tercüme ettiği yanılgısına düşülmemesini ifade etmek istiyoruz.
ikinci bir mesele ise, günümüzde piyasa sürülen meal ve tefsirlerle alakalıdır. cumhuriyetin ilk yıllarında hazırlanan meal ve tefsirlerle alakalı dile getirdiğimiz çekincelerimiz, bu gün hazırlanan tercümeler içinde geçerlidir. ayrıca, temin ettiğiniz meal ve tefsirlere; yazarı, kaynağı ve geçirdiği tarihi süreci ile ilgili bilgileri kontrol etmeden güvenmemenizi tavsiye ediyoruz. özellikle elmalılı hamdi yazır tarafından hazırlanmış olan tefsir ve mealin günümüzde onlarca farklı sadeleştirmesi mevcuttur. sadeleştirmeler arasında da -doğal olarak- farklar görülmektedir.
bir başka dikkat edilmesi gereken husus ise; arapçadan, ingilizce ve fransızca gibi dillere tercüme edilmiş olan meal ve tefsirlerin, ingilizce ve fransızcadan türkçeye çevrilerek piyasaya sürülme garabetidir. burada, doğrudan arapça dilinden türkçeye çevirmek yerine, fransızcaya ve ingilizceye çevrilmiş olan tercümeler türkçeye çevrilmektedir. bir dilden başka bir dile çevrilen eserin -ister istemez- özünden ve ayrıntılarından mutlaka kaybedeceği bilinen bir gerçektir. bu durumda; arapçadan fransızcaya - ingilizceye, oradan da türkçeye çevrilen bir kuran-ı kerimden ne derece istifade edebileceğinin kararını, anlayışlarınıza havale ediyorum.
bu bilgilerden hareketle, kısaca şu uyarıda bulunmak istiyorum: kuran-ı kerimin orijinal dili arapçadır ve bir dilin başka bir dile tam olarak çevrilmesi ancak profesyonel bir çalışma ve profesyonel bir kadro ile mümkün olabilir. din gibi önemli ve hayati bir meselede ve insanların bir çoğunun itibar ettiği bir esere; basit bir kitap gibi yaklaşmak ve onu tek bir mürtercimin - müfessirin insafına bırakmak ne derece doğrudur? bununla beraber, insan yaşamını ele alan ve ona kılavuzluk yapma iddiasında olan bir kitabı, tek bir aklın ukdesine mahkum etmek akıllıca bir hareket midir? hem, içeriğinde insana dair her konuyu ele alan; astronomiden - tıp ilmine ve biyolojiye kadar; hukuktan, tarihe ve sosyolojiye kadar tüm ilimleri temel alarak çeşitli konularda bahisler açan bir eseri; yalnızca tek bir alanda uzmanlaşmış bir insanın ellerine bırakmak, böyle bir esere haksızlık değil midir?
kabul edelim ya da etmeyelim, kuran-ı kerim milyonlarca insanın yaşamını etkileyen tesiri kuvvetli bir kitaptır. o, din olarak islamı seçenler için, yaşamın ta kendisidir. işte tam da burada, islamın müntesipleri "kutsal" olarak kabul ettikleri kuran-ı kerime derhal sahip çıkmalı, kendi içlerinden farklı dallarda uzmanlaşmış ilim ve bilim adamlarından oluşan bir kadro ile ve hatta yahudi - hıristiyan ve sair dinlerin din adamlarından, kendi dinleri ve tarihleri konusunda uzman olan kişileri de bu kadroya dahil ederek, allahın kitabı kuran-ı kerimi en başta türkçeye ve tüm dünya dillerine tercüme etmelidirler.
sanırım bu mukaddes iş için, ne kadar para ve emek harcansa azdır. ve yine sanırım allahın kitabı bu ilgi ve ihtimamı hak etmektedir.
türkiyenin ihtiyacı olan yeni bir sistem değildir. türkiyenin ihtiyacı devletin tüm erklerinin; halk tarafından denetlenebilir ve halka hesap verebilir olmasıdır.
her şeyden önce "devlet baba" zihniyeti yıkılmalı "hizmet eden devlet" zihniyeti oluşturulmalıdır. "hesap soran" devlet anlayışından "hesap veren" devlet anlayışına geçiş yapılmalıdır. ülke içinde siyasi - sosyal ve ekonomik hiç bir konu tartışma ve eleştiri üstü tutulmamalıdır.
türkiyenin ihtiyacı olan yeni bir sistem değil, yeni bir anlayıştır. ülke topraklarını paylaşan her fikirden insanda "beraber yaşama" arzusu oluşturabilecek "rahat ve kaygısız bir yaşam" sunulabilecek atılım ve yatırımlardır.
türkiyenin sorunu, her alana sirayet etmiş olan "üretimsizlik" sorunudur. fikir üretemeyen, devletin belirli kesimlerinden korkan - korkutulan halk yığınları; devleti ve devlet işleyişini sorgulayabilen, geçmişteki hataları irdeleyebilen, özgür bir şekilde ne düşünüyorsa ifade edebilen "birey" konumuna yükseltilmelidir.
elbette, bu konum artışını sağlayacak olan öncelikli iki mesele "eğitim" ve "ekonomi" dir. eğitim, devlet ve siyaset üstü bir konuma getirilmeli; öğrenciler, devletin ve siyasetin bekasını sağlayan birer araç olmaktan kurtarılmalıdır. "devleti yaşat ki, insan yaşasın" çarpıklığından "insanı yaşat ki, devlet yaşasın" mantalitesine yükseltilmelidir.
her şeyden önce "devlet baba" zihniyeti yıkılmalı "hizmet eden devlet" zihniyeti oluşturulmalıdır. "hesap soran" devlet anlayışından "hesap veren" devlet anlayışına geçiş yapılmalıdır. ülke içinde siyasi - sosyal ve ekonomik hiç bir konu tartışma ve eleştiri üstü tutulmamalıdır.
türkiyenin ihtiyacı olan yeni bir sistem değil, yeni bir anlayıştır. ülke topraklarını paylaşan her fikirden insanda "beraber yaşama" arzusu oluşturabilecek "rahat ve kaygısız bir yaşam" sunulabilecek atılım ve yatırımlardır.
türkiyenin sorunu, her alana sirayet etmiş olan "üretimsizlik" sorunudur. fikir üretemeyen, devletin belirli kesimlerinden korkan - korkutulan halk yığınları; devleti ve devlet işleyişini sorgulayabilen, geçmişteki hataları irdeleyebilen, özgür bir şekilde ne düşünüyorsa ifade edebilen "birey" konumuna yükseltilmelidir.
elbette, bu konum artışını sağlayacak olan öncelikli iki mesele "eğitim" ve "ekonomi" dir. eğitim, devlet ve siyaset üstü bir konuma getirilmeli; öğrenciler, devletin ve siyasetin bekasını sağlayan birer araç olmaktan kurtarılmalıdır. "devleti yaşat ki, insan yaşasın" çarpıklığından "insanı yaşat ki, devlet yaşasın" mantalitesine yükseltilmelidir.
başbakan recep tayyip erdoğan ile yapılan bazı röportajlardan sonra sıklıkla gündeme gelmeye başlayan bir konu başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi.
şahsı ve grubu ilahlaştıran bir tavırla "ne derse - ne yaparsa doğrudur" mantığı ile hareket etmek yanlış olduğu gibi; şahsı ve grubu kökten reddeden bir tavırla "bu ve bunlar ne yaparsa yanlıştır" mantığı da yanlıştır. doğru olan; türkiye için artık ciddi ciddi konuşulmaya başlanmış olan bu meseleyi, eğrisi ve doğrusuyla masaya yatırıp değerlendirmek ve ülkemiz için uygun olup olmadığına karar vererek, anadolu insanını bu konuda bilinçlendirmektir.
j.j. rousseaunun güzel bir sözü ile açılış yapalım. diyor ki rousseau: " -en iyi yönetim hangisidir?- sorusuna belki kesin cevap verilemez ama - bir ulus; iyi mi, kötü mü yönetiliyor?- sorusuna cevap bulmak mümkündür."
buradan hareketle, şu an başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistemleri kullanan devletler incelenerek ve bu devletlerin mevcut siyasi - sosyal ve ekonomik durumları mercek altına alınarak türkiye için en uygun yönetim sistemi seçilebilir. bu bir yol ancak benim şahsen farklı bir teklifim olacak. o da: "kendi sistemimizi oluşturmamız!"
türkiye, ne abdye benzemektedir, ne de rusyaya... ne kazakistan ile denktir, ne de iran ile. türkiye; gerek nüfusu, gerekse kültür çeşitliliği bakımından diğer ülkelerden farklı olduğu gibi; devlet geleneği de en eski ülkelerin başında gelmektedir.
bu durum göz önünde bulundurularak, türkiyenin hali hazırda kullandığı parlamenter sistemin tıkanıkları tespit edilip, bu tıkanıklıkları giderecek yeni düzenlemeler yapılabilir diye düşünüyorum.
başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini kullanan ülkeleri mercek altına aldığımda, bu fikrim daha da sabitleniyor.
şahsı ve grubu ilahlaştıran bir tavırla "ne derse - ne yaparsa doğrudur" mantığı ile hareket etmek yanlış olduğu gibi; şahsı ve grubu kökten reddeden bir tavırla "bu ve bunlar ne yaparsa yanlıştır" mantığı da yanlıştır. doğru olan; türkiye için artık ciddi ciddi konuşulmaya başlanmış olan bu meseleyi, eğrisi ve doğrusuyla masaya yatırıp değerlendirmek ve ülkemiz için uygun olup olmadığına karar vererek, anadolu insanını bu konuda bilinçlendirmektir.
j.j. rousseaunun güzel bir sözü ile açılış yapalım. diyor ki rousseau: " -en iyi yönetim hangisidir?- sorusuna belki kesin cevap verilemez ama - bir ulus; iyi mi, kötü mü yönetiliyor?- sorusuna cevap bulmak mümkündür."
buradan hareketle, şu an başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistemleri kullanan devletler incelenerek ve bu devletlerin mevcut siyasi - sosyal ve ekonomik durumları mercek altına alınarak türkiye için en uygun yönetim sistemi seçilebilir. bu bir yol ancak benim şahsen farklı bir teklifim olacak. o da: "kendi sistemimizi oluşturmamız!"
türkiye, ne abdye benzemektedir, ne de rusyaya... ne kazakistan ile denktir, ne de iran ile. türkiye; gerek nüfusu, gerekse kültür çeşitliliği bakımından diğer ülkelerden farklı olduğu gibi; devlet geleneği de en eski ülkelerin başında gelmektedir.
bu durum göz önünde bulundurularak, türkiyenin hali hazırda kullandığı parlamenter sistemin tıkanıkları tespit edilip, bu tıkanıklıkları giderecek yeni düzenlemeler yapılabilir diye düşünüyorum.
başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini kullanan ülkeleri mercek altına aldığımda, bu fikrim daha da sabitleniyor.
hedefe yerleştirilen bir varlığın, belirli kriterlere uyup uymadığını ölçme, ölçümleme.
olabildiğince adaletli olmalıdır!
şöyle ki,
bir bilgeye sormuşlar:
"efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"terzimi severim," diye cevap vermiş.
soruyu soranlar şaşırmışlar:
"aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken; terzi de kim oluyor? o da nereden çıktı? neden terzi?"
bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"dostlarım, evet ben terzimi severim! çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır."
olabildiğince adaletli olmalıdır!
şöyle ki,
bir bilgeye sormuşlar:
"efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"terzimi severim," diye cevap vermiş.
soruyu soranlar şaşırmışlar:
"aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken; terzi de kim oluyor? o da nereden çıktı? neden terzi?"
bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"dostlarım, evet ben terzimi severim! çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır."
cehaletin, benliklerini sarıp sarmaladığı insanların ezikliğinden öte bir durum değildir. acırım onlara... yaratandan korkmazlar, yaratılmıştan korktukları kadar.
kur an-ı kerim de "cin suresi"nin olduğunu ve allahın kur an-ı kerim de onlarca ayette "cin"lerden bahsettiğini ve haliyle kur an-ı kerime muhatap olanların "cin" kelimesini defaatle okuduklarını bilemeyecek kadar cehalet bataklığına saplanmış olanların: "aman o kelimeyi söyleme, onun yerine -üç harfliler- de..." gibi sefilce duruma düşmeleri, başka ne ile açıklanabilir ki?
kur an-ı kerim de "cin suresi"nin olduğunu ve allahın kur an-ı kerim de onlarca ayette "cin"lerden bahsettiğini ve haliyle kur an-ı kerime muhatap olanların "cin" kelimesini defaatle okuduklarını bilemeyecek kadar cehalet bataklığına saplanmış olanların: "aman o kelimeyi söyleme, onun yerine -üç harfliler- de..." gibi sefilce duruma düşmeleri, başka ne ile açıklanabilir ki?
islamın tek ve güvenilir kaynağı kuran-ı kerimdir. şayet islam ile alakalı bir konu ele alınacak ise kuran-ı kerimden kaynağını alacak bir cevap vermek daha doğrudur. bunun dışındaki cevaplar ise şahsi yorumlardan ve uydurmalardan ibaret olacaktır.
bakalım, allahın yarattıklarına elçi göndermesi ile ilgili kuran-ı kerimde ne deniliyor?
mümin suresi 78. ayet: "gerçek şu ki; senden önce de elçiler göndermiştik. onların kiminden sana bahsettik, kimi hakkında da sana bir bilgi vermedik..."
nahl suresi 36. ayet: "gerçek şu ki, biz her toplumun içinden, "allaha kulluk edin, şer güçlerden kaçının!" mesajıyla gönderdiğimiz bir elçi çıkardık..." (benzer ayetler için: hicr suresi 10, enam suresi 42, yunus suresi 74)
rad suresi 38. ayet: "hiç şüphesiz, senden önce de elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik..."
mümin suresi 78. ayet ve nahl suresi 36. ayet birlikte okunduğunda şu sonuca ulaşılmaktadır.
1. allah tüm insan topluluklarına elçiler - peygamberler göndermiştir.
2. gönderdiği peygamberlerin bir kısmı kuran-ı kerimde bildirilmiş, büyük bir kısmı ise bildirilmemiştir.
3. ilk iki şıkka göre, aynen amozonlar gibi yalnızca kadınlardan oluşan ya da kadınların baskın olduğu toplumlara, kendi içlerinden peygamberler gönderilmiş olma ihtimali her zaman mevcuttur.
4. kadına peygamberlik verilmediği iddiası bu yönüyle boş bir iddiadır.
bakalım, allahın yarattıklarına elçi göndermesi ile ilgili kuran-ı kerimde ne deniliyor?
mümin suresi 78. ayet: "gerçek şu ki; senden önce de elçiler göndermiştik. onların kiminden sana bahsettik, kimi hakkında da sana bir bilgi vermedik..."
nahl suresi 36. ayet: "gerçek şu ki, biz her toplumun içinden, "allaha kulluk edin, şer güçlerden kaçının!" mesajıyla gönderdiğimiz bir elçi çıkardık..." (benzer ayetler için: hicr suresi 10, enam suresi 42, yunus suresi 74)
rad suresi 38. ayet: "hiç şüphesiz, senden önce de elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik..."
mümin suresi 78. ayet ve nahl suresi 36. ayet birlikte okunduğunda şu sonuca ulaşılmaktadır.
1. allah tüm insan topluluklarına elçiler - peygamberler göndermiştir.
2. gönderdiği peygamberlerin bir kısmı kuran-ı kerimde bildirilmiş, büyük bir kısmı ise bildirilmemiştir.
3. ilk iki şıkka göre, aynen amozonlar gibi yalnızca kadınlardan oluşan ya da kadınların baskın olduğu toplumlara, kendi içlerinden peygamberler gönderilmiş olma ihtimali her zaman mevcuttur.
4. kadına peygamberlik verilmediği iddiası bu yönüyle boş bir iddiadır.
hurafelerin, dinin kendisi olarak algılandığı ve sahip çıkıldığı islam telakkisidir. kuranî islamın tam tersi bir ruh ve bedene sahiptir. kuranî islam ne derece fıtrî ise, hurafî islam o derece yapaydır; kurani islam ne derece anlaşılır ise, hurafî islam o derece anlaşılmaya kapalıdır.
islamın tek güvenilir ve sağlam kaynağı kuran-ı kerimdir. kuran-ı kerim yani kurani islam, insan yaşamının her anına müdahale etmez zira insana akıl verilmiştir. kuran kendisine intisap edene genel ve geniş sınırlar çizer ve yaşamı bu genel ve geniş sınırlara uygun kurgulamamızı bekler. toplum yaşamını çürütecek meselelerde katı kurallar koyar ancak ibadete yönelik konularda teşvik edici bir tutum takınır.
hurafî islamın tek kaynağı mesnetsiz hurafelerdir. aklın reddettiği, insan onuruyla bağdaşmayan, ruhu körelten ve insanı tek düze bir yaşama mahkûm eden hurafeler insan yaşamının her anına müdahale eder. insanı bir robot, şekil verilmesi gereken bir kereste olarak görür. hurafeler kendisine intisap edene özel ve dar sınırlar çizer ve yaşamı bu sınırlar içinde oynamanı bekler. bireyi yaşamdan soyutlayan, sağlıklı bir toplumun oluşmaması için her türlü akıl dışılığı dayatan, insanları korkularıyla yöneten bir tutum takınır.
islam tarihinin çok geniş dönemlerinde hurafî islam anlayışı ön plana çıkmış, "siz kuran-ı kerimi anlayamazsınız, biz anlatalım siz dinleyin" diyen din bezirgânlarının yalanlarını toplumlara yutturanlar sayesinde, müslümanların yaşamı kuranilikten kopmuş ve maalesef dünya insanları islamı "hurafî islamdan ibaret zanneder olmuştur.
bugün, islamı eleştiren dinî ve din dışı unsurların hemen tamamı kuran-ı kerimden kaynağını almayan islam anlayışını -haklı olarak- yerden yere vurmaktadırlar. işin daha vahim tarafı, bu sert eleştiriler karşısında hurafî islam anlayışının bağlıları, gittikleri kuran dışı yolu daha tutucu bir şekilde savunmaya başlamışlardır.
burada hurafî islam anlayışı ile ilgili genel sınırlar çizerek özel örnekler vermedik. bunun en temel sebebi; hurafî islam anlayışının, yaşamın tüm hücrelerine kadar nüfuz eden işgalci - yayılmacı tavrı sonucu, mevcut örneklerin sayılamayacak kadar çok olmasıdır. örnekleri sıralamak yerine çok basit bir formül vererek, her bireyin kendi yaşamına nüfuz etmiş hurafî islam anlayışının inanış ve ritüellerini ayıklamasını sağlayabileceğimizi düşündüm.
formülümüz şudur: "kaynağını kuran-ı kerimden almayan, kuran-ı kerimin tarzına ve tavrına yani ruhuna uymayan her inanış ve ritüel islam dışıdır, hurafedir."
islamın tek güvenilir ve sağlam kaynağı kuran-ı kerimdir. kuran-ı kerim yani kurani islam, insan yaşamının her anına müdahale etmez zira insana akıl verilmiştir. kuran kendisine intisap edene genel ve geniş sınırlar çizer ve yaşamı bu genel ve geniş sınırlara uygun kurgulamamızı bekler. toplum yaşamını çürütecek meselelerde katı kurallar koyar ancak ibadete yönelik konularda teşvik edici bir tutum takınır.
hurafî islamın tek kaynağı mesnetsiz hurafelerdir. aklın reddettiği, insan onuruyla bağdaşmayan, ruhu körelten ve insanı tek düze bir yaşama mahkûm eden hurafeler insan yaşamının her anına müdahale eder. insanı bir robot, şekil verilmesi gereken bir kereste olarak görür. hurafeler kendisine intisap edene özel ve dar sınırlar çizer ve yaşamı bu sınırlar içinde oynamanı bekler. bireyi yaşamdan soyutlayan, sağlıklı bir toplumun oluşmaması için her türlü akıl dışılığı dayatan, insanları korkularıyla yöneten bir tutum takınır.
islam tarihinin çok geniş dönemlerinde hurafî islam anlayışı ön plana çıkmış, "siz kuran-ı kerimi anlayamazsınız, biz anlatalım siz dinleyin" diyen din bezirgânlarının yalanlarını toplumlara yutturanlar sayesinde, müslümanların yaşamı kuranilikten kopmuş ve maalesef dünya insanları islamı "hurafî islamdan ibaret zanneder olmuştur.
bugün, islamı eleştiren dinî ve din dışı unsurların hemen tamamı kuran-ı kerimden kaynağını almayan islam anlayışını -haklı olarak- yerden yere vurmaktadırlar. işin daha vahim tarafı, bu sert eleştiriler karşısında hurafî islam anlayışının bağlıları, gittikleri kuran dışı yolu daha tutucu bir şekilde savunmaya başlamışlardır.
burada hurafî islam anlayışı ile ilgili genel sınırlar çizerek özel örnekler vermedik. bunun en temel sebebi; hurafî islam anlayışının, yaşamın tüm hücrelerine kadar nüfuz eden işgalci - yayılmacı tavrı sonucu, mevcut örneklerin sayılamayacak kadar çok olmasıdır. örnekleri sıralamak yerine çok basit bir formül vererek, her bireyin kendi yaşamına nüfuz etmiş hurafî islam anlayışının inanış ve ritüellerini ayıklamasını sağlayabileceğimizi düşündüm.
formülümüz şudur: "kaynağını kuran-ı kerimden almayan, kuran-ı kerimin tarzına ve tavrına yani ruhuna uymayan her inanış ve ritüel islam dışıdır, hurafedir."
mevcut halinden bîhaber olunan kurum.
"mevcut anayasa değişiklik paketini okuyup inceledik mi?" diye sormak istiyorum. çünkü şayet okuyup incelenseydi şunlar görülecekti:
1. mevcut sistemde adalet bakanı ve müsteşar azınlıkta kalmakla birlikte daha etkin iken ve hsyk üyelerinin devamlı şikayet ettikleri "müsteşar katılmadığında toplantılar yapılamıyor" durumu varken, değişiklik ile birlikte adalet bakanı, oluşturulan üç daireden hiçbirine katılmıyor. müsteşar ise, kurulun tabii üyesi olarak üç daireden birisinde toplantılara katılıyor.
hsyknın bağımsız olmasını, hsykdan bakan ve müsteşarın çıkarılması veya etkinliğinin azaltılması olarak düşünenler; hangi sistemi tercih etmelidir? yeni hsyk, dile getirdikleri bağımsız hsykya daha yakın değil mi?
2. hsyknın kendine ait bir binasının, ayrı bir bütçesinin ve sekretaryasının olmaması; türkiyenin konu hakkında bilgili kesimleri tarafından her daim eleştirilmiştir. değişiklik paketiyle birlikte hsyk, kendisine ait bir bütçeye, kendine ait bir binaya ve kendilerinin emrinde bir sekretaryaya kavuşuyor! bu getirilenler, hem rahat çalışabilmenin, hem de bağımsız karar verebilmenin imkanını sağlamıyor mu?
3. yeni paket ile, müfettişlerin doğrudan hsykya bağlı olarak teftiş yapmaları, adalet bakanlığı ile bağlarının kalmaması, yani teftiş sisteminin daha bağımsız bir yapıya kavuşturulmasının önü açılıyor. yani, tam da şikayet edilen ciddi bir sorun giderilmiş oluyor. adalet bakanlığının müfettişleri ise yalnızca adalet bakanlığının idari personelini ve cumhuriyet savcılarının idari denetimlerini denetleyecek. dolayısıyla adalet bakanlığı müfettişlerinin doğrudan yargı ile ilişkili olmadığı ortada. buna rağmen adalet müfettişlerinin varlığını eleştirmek ya cehaletle ya da kötü niyetle açıklanabilir. her bakanlığın bir teftiş kurulu ve müfettişleri olduğu gibi adalet bakanlığının da müfettişleri elbette olacaktır. önemli olan bu müfettişlerin, hâkim ve savcıları yargısal işlemleri açısından denetleyememesidir.
4. hsyk üyelerinin seçiminde, ilk derece mahkemelerde görevli hâkim ve savcıların oylarıyla tam 10 üye seçiliyor. yüksek mahkeme üyesi olmayan hâkim ve savcılar, kendi varlıklarının hatırlanması ve değer verilmesinden son derece memnun. yargıtay ve danıştayın önerdiği adaylar arasından cumhurbaşkanı tarafından atama işlemi kaldırılıyor ve doğrudan seçim benimseniyor.
5. hatırlayacak olursanız artık cumhurbaşkanlarını halk seçecek ve halkın seçtiği cumhurbaşkanı da 22 üyeden sadece 4ünü seçecek. doğrudan halkın seçeceği cumhurbaşkanı tarafından sadece 4 üyenin seçilmesi hem demokratik meşruiyet, hem bağımsızlık hem de tarafsızlık açısından son derece isabetli bir tercih değil midir?
evet, 12 eylül 2010 tarihi hızla yaklaşıyor ve 13 eylül 2010 tarihinde üzüleceğim tek bir şer olacak... anayasa değişiklik paketini okumadan, incelemeden ve anlamadan; kulaktan dolma bilgi, iftira ve yalanlarla hayır oyu verecek olanlar... evet, onların bu haline üzüleceğim.
"mevcut anayasa değişiklik paketini okuyup inceledik mi?" diye sormak istiyorum. çünkü şayet okuyup incelenseydi şunlar görülecekti:
1. mevcut sistemde adalet bakanı ve müsteşar azınlıkta kalmakla birlikte daha etkin iken ve hsyk üyelerinin devamlı şikayet ettikleri "müsteşar katılmadığında toplantılar yapılamıyor" durumu varken, değişiklik ile birlikte adalet bakanı, oluşturulan üç daireden hiçbirine katılmıyor. müsteşar ise, kurulun tabii üyesi olarak üç daireden birisinde toplantılara katılıyor.
hsyknın bağımsız olmasını, hsykdan bakan ve müsteşarın çıkarılması veya etkinliğinin azaltılması olarak düşünenler; hangi sistemi tercih etmelidir? yeni hsyk, dile getirdikleri bağımsız hsykya daha yakın değil mi?
2. hsyknın kendine ait bir binasının, ayrı bir bütçesinin ve sekretaryasının olmaması; türkiyenin konu hakkında bilgili kesimleri tarafından her daim eleştirilmiştir. değişiklik paketiyle birlikte hsyk, kendisine ait bir bütçeye, kendine ait bir binaya ve kendilerinin emrinde bir sekretaryaya kavuşuyor! bu getirilenler, hem rahat çalışabilmenin, hem de bağımsız karar verebilmenin imkanını sağlamıyor mu?
3. yeni paket ile, müfettişlerin doğrudan hsykya bağlı olarak teftiş yapmaları, adalet bakanlığı ile bağlarının kalmaması, yani teftiş sisteminin daha bağımsız bir yapıya kavuşturulmasının önü açılıyor. yani, tam da şikayet edilen ciddi bir sorun giderilmiş oluyor. adalet bakanlığının müfettişleri ise yalnızca adalet bakanlığının idari personelini ve cumhuriyet savcılarının idari denetimlerini denetleyecek. dolayısıyla adalet bakanlığı müfettişlerinin doğrudan yargı ile ilişkili olmadığı ortada. buna rağmen adalet müfettişlerinin varlığını eleştirmek ya cehaletle ya da kötü niyetle açıklanabilir. her bakanlığın bir teftiş kurulu ve müfettişleri olduğu gibi adalet bakanlığının da müfettişleri elbette olacaktır. önemli olan bu müfettişlerin, hâkim ve savcıları yargısal işlemleri açısından denetleyememesidir.
4. hsyk üyelerinin seçiminde, ilk derece mahkemelerde görevli hâkim ve savcıların oylarıyla tam 10 üye seçiliyor. yüksek mahkeme üyesi olmayan hâkim ve savcılar, kendi varlıklarının hatırlanması ve değer verilmesinden son derece memnun. yargıtay ve danıştayın önerdiği adaylar arasından cumhurbaşkanı tarafından atama işlemi kaldırılıyor ve doğrudan seçim benimseniyor.
5. hatırlayacak olursanız artık cumhurbaşkanlarını halk seçecek ve halkın seçtiği cumhurbaşkanı da 22 üyeden sadece 4ünü seçecek. doğrudan halkın seçeceği cumhurbaşkanı tarafından sadece 4 üyenin seçilmesi hem demokratik meşruiyet, hem bağımsızlık hem de tarafsızlık açısından son derece isabetli bir tercih değil midir?
evet, 12 eylül 2010 tarihi hızla yaklaşıyor ve 13 eylül 2010 tarihinde üzüleceğim tek bir şer olacak... anayasa değişiklik paketini okumadan, incelemeden ve anlamadan; kulaktan dolma bilgi, iftira ve yalanlarla hayır oyu verecek olanlar... evet, onların bu haline üzüleceğim.
fakir edebiyatının baş yapıtlarındandır.
ne tutumluluğu gösterir, ne de makul bir harekettir. bir sene boyunca üzerine büyük gelecek ve dolayısıyla rahatsızlık verecek bir kıyafeti ya da ayakkabıyı bir çocuğa - insana kullandırtmak tek kelimeyle zulümdür. arkadaş ortamında alay konusu olması da çabasıdır.
peki olması gereken nedir?
ya, ekonomik gücün kadar çocuk yapacaksın! ya da ne yapıp edip o çocuğun ihtiyaçlarını -en azından gerekli olanları- olması gerektiği gibi karşılayacaksın.
hiç düşündünüz mü, neden bir ya da iki çocuk sahibi olanlar maddi yönden durumu iyi olanlardır? üç çocuk üzeri olanlar da, neden kıt kanaat geçinenlerdir? kader mi bu? yapma lütfen! allah akıl vermiş kullan diye... akıl diyorum akıl!
ne tutumluluğu gösterir, ne de makul bir harekettir. bir sene boyunca üzerine büyük gelecek ve dolayısıyla rahatsızlık verecek bir kıyafeti ya da ayakkabıyı bir çocuğa - insana kullandırtmak tek kelimeyle zulümdür. arkadaş ortamında alay konusu olması da çabasıdır.
peki olması gereken nedir?
ya, ekonomik gücün kadar çocuk yapacaksın! ya da ne yapıp edip o çocuğun ihtiyaçlarını -en azından gerekli olanları- olması gerektiği gibi karşılayacaksın.
hiç düşündünüz mü, neden bir ya da iki çocuk sahibi olanlar maddi yönden durumu iyi olanlardır? üç çocuk üzeri olanlar da, neden kıt kanaat geçinenlerdir? kader mi bu? yapma lütfen! allah akıl vermiş kullan diye... akıl diyorum akıl!
kendi aklından korkması kendisine öğretilmiş bünyelerin sahip olduğu psikolojidir.
örneğin, kur an-ı kerim devamlı olarak tekvinî ayetleri gözler önüne sererek evreni ve yaşamı sorgulatırken bizlere, bizler korkularımızın zebunu olmuş durumdayız.
"aman dinden çıkarım" korkusuyla, düşünmeyi kendimize yasak etmişiz. hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz ve sırf birileri: "alimdir, büyüktür" dediği ve bir kaç efsanevî halini hikayeleştirip bizlere anlattığı için sevdiğimiz -ya da sevdiğimizi zannettiğimiz- insanların, hangi cesaretle düşündüklerini ve yorumlar yaptıklarını, yaptıkları yorumlar sonucunda neden dinden çıkmadıklarını, hiç hesap etmeyiz. işte budur sürü psikolojisi.
bilim, fen, teknoloji gelişmiş olsa da bu bizi bağlamaz... hâlâ "kokusu kötüdür, o halde sarmusak hükmündedir, öyleyse hükmen mekruhtur" tarzı hükümlere iman eder -birazda işimize geldiği için- "âlimlik eskidenmiş, şimdikiler güvenilir değil" diyerek sürü psikolojisinden çıkmamak için elimizden geleni yaparız.
kur an-ı kerim önümüzdedir. onlarca tefsiri ve binlerce meali elimizin altındadır. üç beş otoritenin çevirilerini seçip de -korkumuzdan dolayı- okuyamayız... cesaret edip okuyanların ve "öğretilen ile kur an-ı kerim de yer alanın farklı olduğunu keşfedenlerin" sesini kesmek için ise, onları derhal "merdud" ilan ederiz. işte budur sürü psikolojisi.
sürüleştirilmiş, üretmeyi, düşünmeyi, icat etmeyi çoktan terk etmiş olan müslümanların halidir sürü psikolojisi...
allah aşkına söyler misiniz, afrika da milyonlarca dolarlık elmasların üzerinde yaşayıp da, açlıktan ölen afrikalılardan ne farkımız var?
edit: son cümleyi alakasız gibi görenlere şöyle bir hatırlatmada bulunayım; elimizde kuran-ı kerim gibi bir elmas var, ancak bundan istifade edemeyerek hâlâ kısır tartışmaların içinde boğuluyoruz. (örn: tavuktan kurban olur mu, okeyde çifte gitsem haram mı? gibi...)
örneğin, kur an-ı kerim devamlı olarak tekvinî ayetleri gözler önüne sererek evreni ve yaşamı sorgulatırken bizlere, bizler korkularımızın zebunu olmuş durumdayız.
"aman dinden çıkarım" korkusuyla, düşünmeyi kendimize yasak etmişiz. hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz ve sırf birileri: "alimdir, büyüktür" dediği ve bir kaç efsanevî halini hikayeleştirip bizlere anlattığı için sevdiğimiz -ya da sevdiğimizi zannettiğimiz- insanların, hangi cesaretle düşündüklerini ve yorumlar yaptıklarını, yaptıkları yorumlar sonucunda neden dinden çıkmadıklarını, hiç hesap etmeyiz. işte budur sürü psikolojisi.
bilim, fen, teknoloji gelişmiş olsa da bu bizi bağlamaz... hâlâ "kokusu kötüdür, o halde sarmusak hükmündedir, öyleyse hükmen mekruhtur" tarzı hükümlere iman eder -birazda işimize geldiği için- "âlimlik eskidenmiş, şimdikiler güvenilir değil" diyerek sürü psikolojisinden çıkmamak için elimizden geleni yaparız.
kur an-ı kerim önümüzdedir. onlarca tefsiri ve binlerce meali elimizin altındadır. üç beş otoritenin çevirilerini seçip de -korkumuzdan dolayı- okuyamayız... cesaret edip okuyanların ve "öğretilen ile kur an-ı kerim de yer alanın farklı olduğunu keşfedenlerin" sesini kesmek için ise, onları derhal "merdud" ilan ederiz. işte budur sürü psikolojisi.
sürüleştirilmiş, üretmeyi, düşünmeyi, icat etmeyi çoktan terk etmiş olan müslümanların halidir sürü psikolojisi...
allah aşkına söyler misiniz, afrika da milyonlarca dolarlık elmasların üzerinde yaşayıp da, açlıktan ölen afrikalılardan ne farkımız var?
edit: son cümleyi alakasız gibi görenlere şöyle bir hatırlatmada bulunayım; elimizde kuran-ı kerim gibi bir elmas var, ancak bundan istifade edemeyerek hâlâ kısır tartışmaların içinde boğuluyoruz. (örn: tavuktan kurban olur mu, okeyde çifte gitsem haram mı? gibi...)
yaşamın can damarlarında dolanıp duran kadın, ister anne olsun ister eş... her daim bakımlı olmaya özen göstermelidir.
"bakımlı olmak" konusunu çağdaşlık ve modernite olarak algılamak, kişinin kavram ve tanım dünyasının sığlığını gösterir. zirâ bakımlı olmak ne dişiliği ortaya dökecek şekilde açılıp saçılmaktır, ne de rengarenk boyalar ve çeşitli kozmetik ürünleriyle sahteliğin ve maskelerin ardına gizlenmektir.
bakımlı olmak; en başta temiz bir beden, kötü kokulardan her daim arınmış bir ten ve edebe uygun, tertipli bir giyimden başkası değildir. bakımlı kadın dikkat edeceği bu üç unsur ile evlatlarının göz bebeği; eşinin ise baş tacıdır.
"bakımlı olmak" konusunu çağdaşlık ve modernite olarak algılamak, kişinin kavram ve tanım dünyasının sığlığını gösterir. zirâ bakımlı olmak ne dişiliği ortaya dökecek şekilde açılıp saçılmaktır, ne de rengarenk boyalar ve çeşitli kozmetik ürünleriyle sahteliğin ve maskelerin ardına gizlenmektir.
bakımlı olmak; en başta temiz bir beden, kötü kokulardan her daim arınmış bir ten ve edebe uygun, tertipli bir giyimden başkası değildir. bakımlı kadın dikkat edeceği bu üç unsur ile evlatlarının göz bebeği; eşinin ise baş tacıdır.
birazdan beraberce inceleyeceğimiz ayetlerden de anlayacağınız üzere "kun feyekun" yani "ol der oluverir" tabiri kuran-ı kerimde yalnızca "bir anda oluşlar" için kullanılmamış, belirli aşamaların ardından gerçekleşen oluşlar - yaratışlar için de kullanılmıştır.
aşağıda vereceğimiz ayetlerden özellikle ikisi, konuyu en güzel şekilde açıklar ve özetler mahiyettedir. öncelikle, ali imran suresi 59. ayet incelendiği vakit, burada hz. ademin topraktan var edilme süreci anlatılır ve sonrasında iş "hayat verme" konusuna geldiğinde "ol dedik oluverdi" denilir.
yine meryem suresi 35. ayet incelendiğinde, hıristiyanların ve yahudilerin allaha "oğul" isnat etmesine karşı çıkış, "allah, ol der o da oluverir" sözü üzerinden yapılmaktadır.
bu iki ayetten anlaşılan şudur:
allah, şahsının ve makamının gereği, bir işi bizzat kendisi yapmak zorunda değildir. hizmetkar olarak yarattığı meleklerine (ademin topraktan şekillendirilme süreci) ya da cansız varlıklara (fussilet suresi 11) emretmesi yeterlidir. ancak meleklerin ve diğer yaratılmışların haddini aşan ve ancak allahın hükümranlığında olan konularda, örneğin "hayat verme" konusunda, işi bizzat allah yapmaktadır. allahın bu işi yapması ise sadece: "ol der oluverir" kolaylığındadır. allah için yorulmak, zorluk, meşakkat yoktur.
şimdi ayetler:
bakara suresi 117. ayet: "göklerin ve yerin yaratıcısı odur. bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "ol!" der -ve o şey hemen oluverir."
ali imran suresi 47. ayet: "meryem, -ey rabbim!- dedi, -bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl oğul sahibi olabilirim?- melek cevap verdi: -işte öyle! allah dilediğini yaratır; bir şeyin olmasını istediğinde sadece "ol!" der -ve o (şey hemen) oluverir.-"
ali imran suresi 59. ayet: "allah katında isanın durumu âdemin durumu gibidir ki, allah onu topraktan yarattı ve sonra "ol!" dedi; insanoğlu böylece oluverdi."
enam suresi 73. ayet: "odur gökleri ve yeri derunî bir hakikate göre yaratmış olan. o ne zaman "ol!" dese emri derhal yerine gelir ve mahşer borusu çalındığı gün hükümranlık yine onun olacaktır. o, yaratılmışların idraklerini aşan şeyleri de, onların duyuları veya akılları ile kavrayabileceklerini de bilir. yalnızca odur gerçek hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan."
nahl suresi 40. ayet: "biz, ne zaman bir şeyin olmasını istesek, ona sadece "ol!" deriz -ve o şey hemen oluverir."
meryem suresi 35. ayet: "bir oğul edinmek allaha asla yakıştırılamaz; sınırsız yüceliğiyle o böyle bir şeyin üstünde, ötesindedir! o bir şeyin olmasına hükmettiği zaman, ona yalnızca "ol!" der -ve o şey hemen oluverir!"
yasin suresi 82. ayet: "bir şeyi dilediğinde onun buyruğu, sadece "ol!" demektir, hemen oluverir..."
mümin suresi 68. ayet: "hayat veren ve ölüm dağıtan odur; bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "ol!" der -ve o şey hemen oluverir."
aşağıda vereceğimiz ayetlerden özellikle ikisi, konuyu en güzel şekilde açıklar ve özetler mahiyettedir. öncelikle, ali imran suresi 59. ayet incelendiği vakit, burada hz. ademin topraktan var edilme süreci anlatılır ve sonrasında iş "hayat verme" konusuna geldiğinde "ol dedik oluverdi" denilir.
yine meryem suresi 35. ayet incelendiğinde, hıristiyanların ve yahudilerin allaha "oğul" isnat etmesine karşı çıkış, "allah, ol der o da oluverir" sözü üzerinden yapılmaktadır.
bu iki ayetten anlaşılan şudur:
allah, şahsının ve makamının gereği, bir işi bizzat kendisi yapmak zorunda değildir. hizmetkar olarak yarattığı meleklerine (ademin topraktan şekillendirilme süreci) ya da cansız varlıklara (fussilet suresi 11) emretmesi yeterlidir. ancak meleklerin ve diğer yaratılmışların haddini aşan ve ancak allahın hükümranlığında olan konularda, örneğin "hayat verme" konusunda, işi bizzat allah yapmaktadır. allahın bu işi yapması ise sadece: "ol der oluverir" kolaylığındadır. allah için yorulmak, zorluk, meşakkat yoktur.
şimdi ayetler:
bakara suresi 117. ayet: "göklerin ve yerin yaratıcısı odur. bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "ol!" der -ve o şey hemen oluverir."
ali imran suresi 47. ayet: "meryem, -ey rabbim!- dedi, -bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl oğul sahibi olabilirim?- melek cevap verdi: -işte öyle! allah dilediğini yaratır; bir şeyin olmasını istediğinde sadece "ol!" der -ve o (şey hemen) oluverir.-"
ali imran suresi 59. ayet: "allah katında isanın durumu âdemin durumu gibidir ki, allah onu topraktan yarattı ve sonra "ol!" dedi; insanoğlu böylece oluverdi."
enam suresi 73. ayet: "odur gökleri ve yeri derunî bir hakikate göre yaratmış olan. o ne zaman "ol!" dese emri derhal yerine gelir ve mahşer borusu çalındığı gün hükümranlık yine onun olacaktır. o, yaratılmışların idraklerini aşan şeyleri de, onların duyuları veya akılları ile kavrayabileceklerini de bilir. yalnızca odur gerçek hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan."
nahl suresi 40. ayet: "biz, ne zaman bir şeyin olmasını istesek, ona sadece "ol!" deriz -ve o şey hemen oluverir."
meryem suresi 35. ayet: "bir oğul edinmek allaha asla yakıştırılamaz; sınırsız yüceliğiyle o böyle bir şeyin üstünde, ötesindedir! o bir şeyin olmasına hükmettiği zaman, ona yalnızca "ol!" der -ve o şey hemen oluverir!"
yasin suresi 82. ayet: "bir şeyi dilediğinde onun buyruğu, sadece "ol!" demektir, hemen oluverir..."
mümin suresi 68. ayet: "hayat veren ve ölüm dağıtan odur; bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "ol!" der -ve o şey hemen oluverir."
gerek ülke sınırları içinde, gerekse yurt dışında yaşayan türklerin; zihin dağınıklıklarından ve hedef belirsizliklerinden ötürü ortaya çıkan sorundur ve bu yönüyle aslında "kürt sorunu"ndan çok da farklı değildir "türk sorunu"... zirâ her iki sorunlu kesim de, çözümsüzlüğü körükleme konusunda yarışmaktadırlar.
pekî nedir türk sorunu?
türkiyeyi kendi öz vatanı kabul edip, benimseyip; kürtleri ise bu ülkenin misafirleri, sığıntıları olarak görmektir türk sorunu...
türküyle, kürdüyle ve diğer ırklarıyla tüm anadolu insanını bir bütün olarak görememektir türk sorunu...
kürtleri, "bu adamlara rahat batıyor" cümlesiyle değerlendirip, yaşadıkları zorlu ve sıkıntılı yaşamı görmezden gelip, onları kaderleriyle başbaşa bırakmaktır türk sorunu...
taşeron örgüt pkk ile, tüm kürtleri yargılamaktır türk sorunu...
ilkokula kadar girmiş olan ingilizceye duyarsız kalmak, ancak kürtçeyi duyduğunda tüyleri diken diken olmaktır türk sorunu.
yabancı dil ile eğitim yapan üniversiteleri görmezden gelmek, ancak anadilde eğitim yapmak isteyen kürtleri hain ilan etmektir türk sorunu...
"çanakkale cephesinde ve istiklal savaşının diğer cephelerinde türk - kürt omuz omuza savaştık" demekle iş bitmiyor! bu söylemi, dilden fiile geçirmek lazım..! "kürt sorunu" derken birazda bunları düşünün lütfen...
yaftalama heveslisi olanlara peşinen küçük bir not:
ne kürdüm, ne türküm, ne çerkezim ne de başka bir ırktanım! ırkçılık güden zavallıların oyununa kapılmayacak kadar -çok şükür- akıl sahibiyim.
atam hz. adem, o hangi ırktan ise ben de o ırktanım... o kadar.
kendimin seçemediği bir özellik için (türk, kürt, çerkez, laz) ne sevinirim, ne de üzülürüm..
pekî nedir türk sorunu?
türkiyeyi kendi öz vatanı kabul edip, benimseyip; kürtleri ise bu ülkenin misafirleri, sığıntıları olarak görmektir türk sorunu...
türküyle, kürdüyle ve diğer ırklarıyla tüm anadolu insanını bir bütün olarak görememektir türk sorunu...
kürtleri, "bu adamlara rahat batıyor" cümlesiyle değerlendirip, yaşadıkları zorlu ve sıkıntılı yaşamı görmezden gelip, onları kaderleriyle başbaşa bırakmaktır türk sorunu...
taşeron örgüt pkk ile, tüm kürtleri yargılamaktır türk sorunu...
ilkokula kadar girmiş olan ingilizceye duyarsız kalmak, ancak kürtçeyi duyduğunda tüyleri diken diken olmaktır türk sorunu.
yabancı dil ile eğitim yapan üniversiteleri görmezden gelmek, ancak anadilde eğitim yapmak isteyen kürtleri hain ilan etmektir türk sorunu...
"çanakkale cephesinde ve istiklal savaşının diğer cephelerinde türk - kürt omuz omuza savaştık" demekle iş bitmiyor! bu söylemi, dilden fiile geçirmek lazım..! "kürt sorunu" derken birazda bunları düşünün lütfen...
yaftalama heveslisi olanlara peşinen küçük bir not:
ne kürdüm, ne türküm, ne çerkezim ne de başka bir ırktanım! ırkçılık güden zavallıların oyununa kapılmayacak kadar -çok şükür- akıl sahibiyim.
atam hz. adem, o hangi ırktan ise ben de o ırktanım... o kadar.
kendimin seçemediği bir özellik için (türk, kürt, çerkez, laz) ne sevinirim, ne de üzülürüm..
erdemdir, fazilettir; kuran-ı kerimin özüne ve müslümana yakışan bir tavırdır.
kuran-ı kerimin "ibadetler" konusuna nasıl yaklaştığına dikkat etmek burada çok önemlidir. allah, inkâr ve şirk gibi ciddi haksızlıklar karşısında sert ve net bir duruş sergilerken; ibadetler konusunda genel itibariyle teşvik edici ve özendirici bir duruş sergilemektedir. her şeyden önce kuran-ı kerimde izlenilen bu yöntem müslümanlar tarafından iyi anlaşılmalıdır.
meselenin bu kuranî yönüyle beraber, bir de insanî yönü vardır.
bugün islam âleminin, gerek içten gerekse dıştan çok ciddi bir tahribe maruz kaldığı ortadadır. bu tahrip yalnızca var olanların bozulmaya çalışılması ile değil, aynı zamanda var olanın sağlıklı bir biçimde öğretilmemesiyle de gerçekleşmektedir.
orucun gerçek anlamını ve değerini sağlıklı bir şekilde anlatamadığımız ve öğretemediğimiz müslüman bir gençlik var karşımızda... bırakınız orucu, sağlıklı bir allah inancının verilip verilemediği bile şüpheli.
durum buyken, ibadetler konusunda gerek kuran-ı kerimin ortaya koyduğu yumuşak ve teşvik edici tavırdan ders alarak; gerekse önceki nesillerin gerekli islamî eğitimi verememeleri göz önünde bulundurularak; oruç tutmayan müslümanlara karşı daha yumuşak, daha teşvik edici ve daha merhametli olmalıyız.
içimizde kudurup duran din bezirganlığını gemlemeli ve oruç tutmayan müslümanlara kin ve nefret nazarlarıyla bakmamalıyız.
kuran-ı kerimin "ibadetler" konusuna nasıl yaklaştığına dikkat etmek burada çok önemlidir. allah, inkâr ve şirk gibi ciddi haksızlıklar karşısında sert ve net bir duruş sergilerken; ibadetler konusunda genel itibariyle teşvik edici ve özendirici bir duruş sergilemektedir. her şeyden önce kuran-ı kerimde izlenilen bu yöntem müslümanlar tarafından iyi anlaşılmalıdır.
meselenin bu kuranî yönüyle beraber, bir de insanî yönü vardır.
bugün islam âleminin, gerek içten gerekse dıştan çok ciddi bir tahribe maruz kaldığı ortadadır. bu tahrip yalnızca var olanların bozulmaya çalışılması ile değil, aynı zamanda var olanın sağlıklı bir biçimde öğretilmemesiyle de gerçekleşmektedir.
orucun gerçek anlamını ve değerini sağlıklı bir şekilde anlatamadığımız ve öğretemediğimiz müslüman bir gençlik var karşımızda... bırakınız orucu, sağlıklı bir allah inancının verilip verilemediği bile şüpheli.
durum buyken, ibadetler konusunda gerek kuran-ı kerimin ortaya koyduğu yumuşak ve teşvik edici tavırdan ders alarak; gerekse önceki nesillerin gerekli islamî eğitimi verememeleri göz önünde bulundurularak; oruç tutmayan müslümanlara karşı daha yumuşak, daha teşvik edici ve daha merhametli olmalıyız.
içimizde kudurup duran din bezirganlığını gemlemeli ve oruç tutmayan müslümanlara kin ve nefret nazarlarıyla bakmamalıyız.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?