confessions
  1. toplam entry 1268
  2. takipçi 1
  3. puan 41956

sessizliğe bir bilet

mademoiselle carole
+istanbul’ da, yeşilköy’ de oturuyorum. annem oralı benim, anneannem de. ayastefanos kalesi içindeki gecekondularda doğmuş annem. babam da yeşilköy’ de çınar otel’ de çalışırken bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmışlar, evlenmişler 45 sene önce. sonra ben, sonra kız kardeşim, sonra bir erkek kardeş daha. babam öldü, annem..

duraklıyor. gözlerine bakıyorum, kahverengi gözlerinin etrafı kan çanağı gibi olmuş.

-boşver! diyorum.
+sen nerede oturuyorsun b.?
-kadıköy’ de. hiiii!!!
+ne oldu b.?
-koooş levent! otobüs kaçacak. 5 dakikası var.

o kısa saçları kirpi gibi dikiliyor levent’in. başlıyoruz koşmaya. sırt çantamı o alıyor, kendi çantasıyla birlikte koşuyor.

+inşallah yetişiriz b. inşallah bizi almadan kalkmaz.

*
gene tütün kolonyası döküyor muavin. bu sefer almıyorum. yolculardan kimileri inmiş ankara’ da. yerlerine yeni bağırışlar, telaşlar gelmiş.

-ne soracaktın bana dün levent? o konaklama tesisinde, otobüste devam ederiz demiştin ama, sonra uyuyakalmıştın hani.
+(gülümsüyor) bu yaşında nereye gidiyorsun böyle, sessizlik niye diye soracaktım. kaç yaşındasın b. sen?
-19 yaşındayım. ya da öyle sanıyorum. geçmişimden bıktım.. arkadaşlarımdan, istanbul’ dan, kalabalıktan… ve tesadüfe bak ki levent; seninle tanıştım. ve ben de yozgat’ a gidiyormuşum. ne bildiği varsa, bana yozgat bileti vermiş adam.
+baktın demek dayanamayıp!
-yok, bakmadım! dün gece muavin “yozgat yolcusu kalmasın” deyince duydum nereye gittiğimi.
+ama bu otobüs kayseri’ ye kadar gidiyor. ne biliyosun biletinin yozgat’ a olduğunu?
-bir tek ben vardım içeride. suratıma bakarak dedi çocuk zaten.
+desene, aynı yolun yolcusuyuz diye.(gülümsüyor)

güneş tam karşıdan vuruyor yüzlerimize. “ne alırsınız? çay, neskafe, cola, sarı kola?”
diye soruyor muavin.

-çay diyorum.
+çay diyor.

plastik bardakların ikisini de tek eliyle tutarak, diğer eliyle ısıtıcıdan dolduruyor çay suyunu muavin. hafif bir rampadan yukarı çıkıyoruz. nasıl beceriyor bunu anlamıyorum. bir yandan otobüs tıs tıs diye sallanırken, o’ nun da sanki süspansiyonu varmış gibi, hiç kımıldamadan yapıyor işini.

-yeşilköylüsün demek. üç dört kez gitmişliğim vardır oraya. çok yeşillik bir yer; adı üstünde zaten, di mi?
+evet! güzel semttir yeşilköy. yazları pek gidilecek yer değil artık. bir sürü it kopuk geliyor.. özellikle hafta sonları. bütün meyve ağaçlarının dallarını kırıyorlar. belki bin kere demişimdir çocuklara..”oğlum meyvelerini alın sadece” diye, yok; ben söylememişim gibi, ille de dalı koparıp kaçacaklar eşşoğluları. çok arkadaşım var orada b.! çocukluk arkadaşlarım çoğu. sahilde takılırlar şimdilerde. hepsi de esrar, hap içiyorlar. gidip saatlerce oturur, rakı içeriz her akşam. ben içmem ama onların içtiklerinden. dün son def..

susuyor! veda ettiğini anlıyorum. dışarıya bakıp dalıyor, upuzun bir bakışı var. dağların arkasını görebiliyor sanki.

+bak b.! hoca şerefeye çıkmış ezan okuyor. ben bu yaşıma geldim, yeşilköy’ de bir kere sezai hocayı görmedim şerefede ya da hafızı. hep mikrofonla aşağıdan okurlar. medeniyet insanları camide bile yakalamış, ısırıyor tek dişiyle. (gülümsüyor)

*
yozgat sınırındayız. her iki tarafta da anızlar var. tek tük ağaçlar serpilmiş tarlalarin içine. yaz günlerinde marabalara yarenlik etsinler diye.

-ne kadar daha var yerköy’ e levent? yaklaştık mı? ben de seninle geleyim mi; tabii bir sakıncası yoksa!? akşama da geçerim yozgat’a bir şeye binip, ha?
+yoo.. yok bi sakıncası. yarım saatlik bir yolumuz kaldı. ilk önce saray, sonra yerköy. yol üzerinde değil ama yerköy. kavşakta inip, minibüsle gideceğiz oraya, 10 dakika da o tutar.
-(çocukça gülümsüyorum içimden) tamam, harika o zaman.

utanmasam, öpeceğim bu kalabalıkta o’ nu sevinçten.
saray’ ı jet hızıyla geçiyor otobüs. solda jandarma karakolu, sağda bir ilkokul var belirgin bir şekilde. hafif bir yokuş üzerinde kurulu bu belde. geçip gidiyoruz öylece, tozu dumana katarak.

bukalemun

mademoiselle carole
cahilikler kitabi’ na gore;

hic de sanildigi gibi bulunduklari ortama gore renk degistirmezlermis bu hayvanlar.

hatta bi de ekliyor;
"bunu hic yapmamislardir;
hicbir zaman da yapmayacaklardir.
bu tamamen bir mittir.
tumuyle uydurmadir.
koca bir yalandir" diye...

degisik duygular (korku, tehlike atlatmak, ya da bir kacga gibi) haller sonucunda renk degistirirlermis. eger ortama uygunsa bu renk degisimi, tamamen bir rastlanti imis. biline!

kafasi olmayan piliç

mademoiselle carole
cahillikler kitabi’ na gore;
yaklasik 2 sene yasayabilen bir mahlukat cesidi.

10 aralik 1945’ te colorado’ nun fruita sehrinde kafasi kesilen bir horoz sahdamarinin iskalanmasi sonucu ( koparamamis keriz) beyin sapinin yasamasi ve hatta buyumesi yetecek kadar kisminin boynunda kalmasi sonucu yasamina devam etmis.

bununla da kalmamis;
herif horozu teshirden kisi basina 25 cent para da almis.


sessizliğe bir bilet

mademoiselle carole
*

karmaşıklaşan bir hal alıyor benliğim. bir kaç saat öncesine kadar horultusundan omuz attığım adamla şimdi konuşuyorum. yolculuk da böyle getirileri olan bir etkileşim işte. ilk bindiğinizde sadece koltuk numaralarından, birkaç bağırma ve telaş barındıran varlıklarken; yol aldıkça insanlaşıyorlar insanlar.

çayımı içmeye koyuluyorum. ilginç biri levent.

-bir çay daha verir misiniz?
+sadece bi çay hakkın var abla!
-para geçmiyo mu burda?
+haa tamam o zaman.

temiz bir gömlek giymiş ama, yakaları yıpranmış boyun kısmından. haki renkli düz bir gömlek. boynunda bir muskası, kısa ve sağdan ayrılarak taralı yanları aklaşmış saçları, hafif kirli sakalı, fok balığını andıran (eskilerin devrimcileri gibi) sararmış bıyıkları var. pantolonu ha düştü ha düşecek cinsten lacivert kumaş bir pantolon. çamur yok ama tozlu bir de ayakkabıları var siyah renkli. kırklı yaşlarda. 1.80 boylarında. omuzları dimdik, kafası da. sağ kolunu hiç kıpırdatmadan yürüyor ve eski, kahverengi deri evrak çantasını da yanından hiç eksik etmiyor.

"kalkıyoruz! yozgat yolcusu kalmasın!"

bu sihirli cümleyi duyunca anladım nereye gittiğimizi.
yozgat!
yerköy!
levent!
inanılmaz bir serinlik düşüyor içime sonra. koşarak gidiyorum otobüse. uyumuş. hafifçe geçiyorum önünden ve oturuyorum yanına. gene horluyor. daha doğrusu gene horlayamıyor. kafasını elimle düzeltiyorum, kesiliyor. muavin anında kolonya servisine başlıyor. tütün kolonyası bu da. çok ağır geliyor kokusu ama, üreten o güzel ellerin hatırına, alıyorum ben de.

adını bilmediğim bir türküyü, adını bilmediğim bir türkücü kadın okuyor içli içli. gözlerim kapanıyor, dalıyorum.
*
sabah
ankara terminal

-günaydın levent!
+günaydın.
-uyandırmak istemedim, çok derin uyuyordun.
+(telaşlı)konuştum mu uykumda? konuştum mu hiç?
-yoo.. yalnız!
+yalnız ne? (suratı asık) ne yalnız b.?
-sadece horluyorsun demek istemiştim, o kadar.
+(rahatlayarak) haa evet. düzensiz di mi? karım da hep öyle derdi. uyandırırmışım o’ nu da.(gülümsüyor)

gülümsüyorum. dışarı çıkıyoruz otobüsten. su satıcıları, gazeteciler, otobüs firmalarının çığırtkanları.. hepsi ayrı telden bağırıyorlar. iki inzibat, bir genci kelepçelemişler; hızlı adımlarla tam karşımızdan geçerken, levent suratını kapatmaya çalışıyor çantasıyla. inzibatlarla o’ nun arasına girip sarılıyorum boynuna ve bir veda öpücüğü konduruyorum yanağına. geçip gidiyor askerler.

+niye böyl..
-gerek yok! konuşmayalım. gel biraz yürüyelim, daha yarım saat var otobüsün kalkmasına.
+hadi!

eskisinin yerine yaptıkları bu beton yığınının dışına çıkıyoruz. ben de o da birer sigara yakıp yürüyoruz. terminalin önündeki mevlana bulvarı’ na çıktıktan sonra, sağa biraz yürüyerek bosna hersek caddesine giriyoruz. sabahın bu saatinde çocuklar var sokaklarda. maç yapıyorlar. koşuşturmaca, çocukça küfürler gırla. bir ara top bize doğru geliyor, levent tam vuracakmış gibi yapıp üstüne basarak tutuyor topu. peşinden koşan çocuk, yüzünü kapatayım derken, o hızla, yerdeki tozdan ayağı kayıyor ve düşüyor, başlıyor ağlamaya. 9-10 yaşlarında bir velet. ’bir çocuktan bu kadar ses çıkamaz’ diyorum kendi kendime. levent koşarak gidiyor yanına..

-bir şeyin yok be oğluuum! hiç mi maçta düşmedin sen. say ki çalım attın, adam da seni düşürdü, ne bağırıyosun böyle?

kulağına bir şey söyluyor levent’ in..

-haa. tamam tamam. kalk bakalım.

hiç bir şey olmamış gibi kalkıyor velet. topu alıyor, devam ediyorlar maçlarına.

-nerelisin levent? ya da nerede oturuyorsun?

barin en tempolu anında satranç oynayan hanzolar

mademoiselle carole
sarkilarin tavan yaptigi, herkesin danstan kirildigi anda,
satranc oynamak gibi bir gafletin icine dusmus resmî budalalardir.

sozde;
"iste biz satranc oynuyoruz, goruyosunuz di mi, ne kadar entelektueliz" gibisinden bir mesaj vermeye calisiyorlarsa da.. kiroluklarinin satranc oynamakla tavan yaptiginin farkina, yanlarina giden kizin "allah’ in hanzolari, kac kisisiniz oolum siz?" dedigi zaman varacaklardir.

sokakta reverans yapan adam

mademoiselle carole
hakki, oglum!

adam ol ve evine geri don oglum.
bak, beni de babani da perisan ettin.
komsular yuzumuze bakmaz oldu. bakkaldan veresiye alamiyoruz.
disari ancak aksamlari cikip, taa 6 sokak otedeki bakkaldan alısveris yapiyoruz. babana inme indi. oglum oldu diye sevinmistim diye sayikliyo durmadan. kardesin ali’ yi okuldan aldik. baska bir okula yazilacak. herkes bize bakip, bi seyler konusuyo arkamizdan.
ne yaptin oolum sen? neden boyle yaptin yavrum. rezil ettin oolum bizi.
nisanlin geldi gecen gun, yuzugu firlatti kapidan, cekip gitti.
yapma evladim, etme evladim. evine geri don hakkim.

annen

sevgiliyi porno izlerken yakalamak

mademoiselle carole
sekli, pozisyonu ve kontrataklari farkli olur bu durumun galiba.

erkek kizi yakalarsa..
kiz erkegi yakalarsa..
erkek erkegi yakalarsa..
kiz kizi yakalarsa..

erkek kizdan yirmi yas buyukse ve yakalarsa..
erkek kizdan yirmi yas kucukse ve yakalarsa..

kiz erkekten yirmi yas buyukse ve yakalarsa..
kiz erkekten yirmi yas kucukse ve yakalarsa..

erkeklerden biri digerinden yirmi yas buyukse ve yakalarsa..
erkeklerden biri digerinden yirmi yas kucukse ve yakalarsa..

kizlardan biri digerinden yirmi yas buyukse ve yakalarsa..
kizlardan biri digerinden yirmi yas kucukse ve yakalarsa..
**

nasil yani?
kim kimi yakaliyor abicim?
nasil yakaliyor sonra?

bak;
madde madde sayarim valla ha!

bu daha baslangic!!!

sessizliğe bir bilet

mademoiselle carole
kalmamış..
yitirmişim belki de!
gideceğim yerin beni yalnız bırakacağını sanmıyorum.

***

akşam
harem terminal
*
-bir bilet lütfen.. sessiz bir yer olsun gideceğim yer!
+neresi kızım? söyle allasen.
-sessiz ve uzak bir yer olsun yeter; ne kadar?
+21 lira. bayan yanı mı olsun?
-sessiz olsun!
+??
*
daha bir buçuk saat var otobüsün kalkmasına. salacak’a kadar yürüyorum. tüp geçit şantiye iskelesine çıkıyor, en başta oturuyorum ayaklarımı sallandırarak. terazinin iki kefesinin de doğru olduğunu ölçmem gerekecek. kalkıp, biraz yürüdükten sonra kulenin arkasında oturuyorum. kız kulesi’ nin akşam güneşine kalkan olması beni ferahlatıyor bu yaz sıcaklığında. comnenos’ a bir teşekkür mektubu yazmalıyım dönüşte. gittikçe daralan bir hatıra salonum var kafamda artık. eski arkadaşlarımın terkediş masalları beni yalnız kalmaya zorluyor gitgide. sevimsizleşiyorum.

-bi çay lütfen!
+hemen abla.

kilimler var burada! eskiden annemin anlattığı salacak plajı’ nın olduğu bu yerde; taşlı bir deniz ve kumlu ufak bir sahilken, şimdi bir beton yığını olmuş salacak sahilinde. eskiden; "bir çay verir misiniz amcacım?" diyebileceğim aynı yaşlardaki adamın, şimdilerde bana "abla!" dediği bu yerde. beyazıt kulesi’ nin hava durumunu gösteren ışığı belirmeye başladı taa buradan. mavi ışık yanıyor.. gene gebertecek bu güneşli hava istanbullu’ yu. yokum ben ama yarın. sessiz bir yere gidiyorum.
*
hereke’ yi geçti otobüs. ipek halı kokuyo burası.. bir de sümerbank. sabahları, çimento fabrikasının dumanından eksilen hayatlar vardı burada.. "globalleşince ölmez olduk!" diyor şimdi buradaki halk! haksız da değiller.. lojmanlar vardı zamanında burada.. içinde oturan teyzem, eniştem ve çocukları. sümerbank’ tan emekli olunca kiraza vermişti hayatını eniştem. ankara asfaltına çıkar, akşama kadar satardı bir sezonluk kirazını. teyzem; zamanında on herifi peşinden koşturan dünya güzeliyken, kapatmıştı kafasını, şişmanladıktan ve büyüttükten sonra çocuklarını.

yanımdaki herif horlamayı beceremiyor. irili ufaklı taneler şeklinde çıkıyor burnundan nefes alamaması. bir omuz koyuyorum.. "hıırrrk hıırrrk" diyor, öbür tarafına dönüyor.

aşağıda kalan ankara asfaltına takılıyor gözüm.. loş farlarından eski oldukları belli olan, kamyonlar gidiyor sadece oradan. ağır aksak damperlerinde belki kum var; belki bir garibanın bıkıp da istanbul’ dan köyüne dönerken götürdüğü üç beş takım taklavatı. modernliğin insan üzerindeki yalnızlaştırması gittiğimiz yolun tekdüzeliğinden belli. montaj bandında ilerleyen siktiredilmiş bireyleriz artık. bir köy içinden geçebilmek için bile bir gişeye ihtiyacın var.. ya da bir kasaba için ya da bir insan görmek.
*
çığlık atarak uyanıyorum aniden! yanımdaki de.. ve otobüsteki herkes. sanki hayatlarında bir apartmandan aşağıya hiç düşmemişler, tam yere çakılacakken de çığlık atmamışlar gibi; cık cıklıyorlar beni. bir tek, yanımdaki adam "ne oldu hanfendi, yardıma ihtiyacınız var mı?" diyor. "yok; tam düşecektim ki şey old.." "tamam tamam, kabus görmüşsünüz! evlat! bir bardak su getir hanfendiye!" diye de ekliyor.

terazinin iki kefesinin de doğru olduğunu ölçmem gerekecek. ön yargı kefesinde hata var.
*
bolu’ ya gelmeden bir mola veriyor şoför. abant girişinin biraz ilerisinde virane bir yer. önüne; saman balyası yüklü, şaşı dingilli kamyonlar ve arkasında sevgiliye sitem yazılı tırlar çekmiş. geceyarısı olmuş. çoğu şişik gözlerle sırf demden çay istiyorlar. kimi iki ekmekle bir tas çorba. "çaylar şirketten!" diye bağırıyor muavin, hoparlör filan yok burada.

-yüzümü yıkayıp gelecem.
+gel, bi çay içeriz.
-isminiz ne bu arada?
+levent, ya sizinki?
-b.

sidik kokan ve kapısında yaşlı bir adamın -üzerinde kolonya ve dörde bölünmüş peçeteler bulunan- masanın arkasında oturduğu tuvalete giriyorum. aynadaki ben değilim. buraya girmiş, benden önceki binlerce kadın. lavabodaki o izler, belki de gözyaşlarının kırmızılığıdır. tahta kapısının artık çürümüş ve yıllarca boyanmamış olmasından, tahta aralıkların dışından görülebileceğim aklıma gelmiyor. ve mutlaka yaşamıyordur şu an; damlayan taharet musluğunun kenarındaki mavi plastik maşrapayı satan o ihtiyar adam. elimi yüzümü yıkıyor, çıkıyorum.

+sıhhatler olsun!
-sağol amca, buyur.

uzatıyorum parayı. 1 lira! 80 kuruş geriye veriyor. tütün kolonyası ve dörtte bir peçete bedava!

+çayınız soğumadan için. bıraktı gitti sormadan.
-sağolun, içerim.
+nereye böyle?
-sessizliğe, siz?
+yerköy’ e; yozgat yerköy! annemi ziyarete. sessizlik mi dediniz?
-evet! aslında bilmiyorum neresi orası. biletime bakmadım. sadece sessiz bir yer dedim, o kadar.

tam bir soru soracakken, vazgeçiyor.

-durmayın, buyrun sorun!
+yok durmadım, aklıma bir şey geldi de.. otobüste devam ederiz.

sigarakahveçikolata

mademoiselle carole
türkçe karakterler kullanacağım!
özür dilerim!

malumunuz;
yanlış anlaşılmak istememek değil derdim;
"yanlış anlatabilmek" belki!

***

tadı cidden çikolataya benzeyen bir insanvarı kendisi.
durup dururken size;
"yaa ben sana aşığım!"
dediğinizden hemen sonra,
"benim de sana kanım kaynadı be b." diyebilecek kadar cüretli biri bu.
*
sevgilisinden bahsederken ve
kendi sevgilinizden siz sözü açtıysanız eğer;

"sen gene de şüphe etmeye devam et b.!" diyen de biri bu.
*
aşık olunması gerekli,
az sayıda kalmış,
dünya vatandaşlarından biri..

sevilmesinin nedenlerini sorgulamayacak denli kendinden emin,
seveceği insanı da sorgulamayan biri!

sevgisizliğin tavan yaptığı bu postmodern zamanda,
sevgililiğin ne menem önemli olduğunu kavrayan da!
*
ölüm olmazsa eğer;
beni kimsenin kendisinden ayıramayacağı biri ve!

***

yirmiüç kere sağol diyorum hayata!
iyi ki içinde,
o’ nun gibi birini barındırdın diye...


37 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol