confessions

blackrons

- Yazar -

  1. toplam entry 86
  2. takipçi 1
  3. puan 10006

evcil hayvanını öldüren komşu çocuğu

blackrons
müthiş bir heyecan vardı üstümde, ilk defa kuş alacaktık, kuşum olacak diye olağanüstü şekilde seviniyordum, sonunda alma vakti gelmişti, eminönü’ne doğru yola çıktık.

hayvan pazarına vardığımız da rengarenk birbirinden güzel kuşlar görmüştüm, hepsi harikaydı, cennette gibiydim, en küçük olanını beğendim, saka kuşunu, bir tane daha istedim ama babam onlar aynı yerde yaşamaz diye kandırdı beni, sonra eve gittik.

adını duygu koymuştum, nerden çıktıysa, ağlar gibi bakıyordu o yüzden sanırım, elimle besliyordum onu, ilk defa sorumluluk almıştım üstüme, anne gibiydim şerefsizim, ya da baba gibi ikisi de yeri gelince aynı.

telefon çaldı, akşama misafirliğe geleceğini söylüyordu birileri, adını duyunca deli gökhanların geleceğini öğrenmiştim, iki sokak aşağımızda oturan manyak ötesi bir çocuktu, öldürmediği canlı yok gibiydi.
bunu bildiğimden hemen kuşumu saklamaya koyuldum, üzerine örtü örttüm kafesin, sonra üzüldüm, korkar diye örtüyü kaldırdım, gökhan’la savaşabilirdim!

akşam oldu deli gökhan’lar eve geldi, çocuk içeriye girer girmez masanın üzerine çıkıp bağırmaya başladı, olacakları seziyordum, afedersiniz altıma da sıçıyordum...

babamlar rakı masasını kurmuş, bir yandan da gökhan’ın açtığı pipisine bakıyorlar ve gökhan ile birlikte kahkahalar ile gülüyorlardı.
babam tam benimkini de açtıracaktı ki birden o ses geldi.

- ciiiiiiik!

sesi duyan gökhan donunu dahi toplamadan direk duyguyu aramaya başladı, kuşumu bulursa başına gelecek bir şey kalmayacaktı, çünkü başını koparacaktı...

o odaya giremezsin gökhan! dedim, neden? dedi, orada annemlerin eşyaları var lütfen dedim, orası senin odan lan gerizekalı diyerek daldı odaya, o an anneme baktım, annem hadi usluca oynayın demekle yetindi, artık bir kuşum olmayacaktı..

hemen kafese yöneldi, ağzından salyalar akıyordu, o kadar çok salya akıtmıştı ki yeri silmek zorunda kalacaktık, avına odaklanmış kedi edası ile açtı kafesi, dur dedim kafasına patlattım bir tane, ama öküz gibi bir çocuk olduğundan beni döverek oturtmuştu koltuğa, gözümün önünde kuşumun kafasını tutuyordu ve..

- pat!

bu kuşumun kopan kafasının çıkardığı sesti, gözümün önünde sürünen duygularımın sesiydi. kuşumun, biricik duygumun son nefesiydi, bir piyanistin unuttuğu son nota idi, tabakta kalmış tek bir pirinç tanesi gibiydi.

- aaaaaaaaaaaaaa!

bu da benim çığlığımdı, deli gibi bağırmıştım, inönü stadı rekorunu tek başıma kırıyordum, kuşumdan arda kalan kafa önüme düştü, bu gerçekten iğrenç ötesi bir şeydi, geleceğimin nasıl olacağının göstergesiydi, psikolojik sorunlarımın habercisiydi...

olan ne biliyor musunuz? bana koyan? gökhan’a hiç kızılmaması, bir kuş için benim bu kadar bağırıp ağlamam ayıp şey gibi görülmesi..
babam yarın bi tane daha alırız diye teselli etmeye çalışıyor, gökhan piçi ise onu da kesecem hehehe diye gülmeye devam ediyordu...

o günden sonra piç gökhan’ı hiç affetmedim, onunla oyun dahi oynamadım, bize geldiğinde kendimi odama kilitledim, bir daha hiç saka kuşu besleyemedim, duygularımın katili bu komşu çocuklarını hiç unutmadım, hep komşu çocuksuz bir hayat diledim, dilemekteyim.

apartmanda yaşanılan garip olaylar

blackrons
apartmanda oturanların yaşadıkları garip, ürkütücü, trajikomik olaylardır.

günlerden çarşambaydı, çarşambayı sel alan bir türkü vardı hani, o türkü gibi her yeri sel götürüyor, şimşeğin çakarken çıkardığı ses yandaki 300 kiloluk hüseyinin osuruğunun sesini bile bastırıyordu...

birden apartmandan bir ses geldi, ’’ koşuun ulan apartmana su bastııı ’’.. bağaran ihsan amcaydı, 70 yasında emekli albay, siker atar cinsten...
elime aldığım kürek ve keserle koştum albayın yanına, keseri niye aldım bilemedim, albay sonra onunla kafama vurdu, aksi adam.

bi albay bi ben çalışıyor, apartmandaki suyu dısarıya atmaya uğraşıyorduk, derken seksi geceliği ile çılgın aysel kapıya çıktı, albay ihsan amca gençlik yıllarına gitmiş olacaktı ki ağzından çıkardığı salyalar ile sele katkı yapıyor, attığımız suyu tekrar ağzından çıkartıyordu sanki.

aysel abla yanıma gelip kalçama dokundu, oha dedim dur, yardıma ihtiyacın var mı bebeğim dedi, var abla dedim, benimkinin bi ucudan tuttu, küreğin tabi..
derken 300 kiloluk hüseyin abi kapıdan çıktı, ne oluyor lan dingiller diye bağırdı, kapıya ayda bikere anca yürüdüğü için ve ayseli ilk kez gördüğünden, göbeğini saklamaya çalıştı lakin nereye kadar? göbeğini bıraktığı anda önündeki julide hanımın ogluna çarptı, göbeğin etkisiyle sarsılan 8 yasıdaki genç osman 18 merdivenden düşerek selin içine girdi, kabus gibiydi.. hemen yüzmeye başladım ve çocuğu kurtardım, kahraman gibiydim şerefsizim. jülide hanım utanmasa evine kahve bahanesi ile çağırıp ırzıma geçecek, aysel zaten oracıkta verecekti.. ama malesef hiç biri olmadı. akabinde hüseyin bize gel bari kutlayalım dedi, yuh artık hüseyin! dedim..

birden albayın kafama indirdiği silah ile oracığa yığıldım, tek suçum yuh demekti, albay yuh diyenlere sinir olurmuş, ben bunu nereden bilebilirdim ki? resmen yığılmıştım suya, kafamdan çıkan kanlar seli kan kırmızısı yapıyordu, albay kırmızıyı görünce daha da eskilere gitti ve ortada savaş yokken savaş var diye bağırarak apartmanı taramaya başladı, kendimde bile olsam kafamı kaldırmıyordum, adam çıldırmıştı. hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım, her gördüğünü düşman sanıyor ateş ediyordu, hüseyin korkudan bi osurmuştuki şimşeğin gürültüsü yanında bok yemiş, o dereceydi. osuruğu bomba sesi sanan albay apartmanı ateşe verdi, albay tek başına şehri ele geçirme peşinde idi..

birden aklımı kullanmak geldi aklıma, kan içinde olan aklımı kullanarak komutanııım! kazandıııık! diye bağırdım. albay sevinçten ağlıyordu, boynuma sarılarak hepinizin amına nasıl koydum dedi...
albayın oyununa gelmiştik, sırf eğlenecek diye koca apartmanı yaktı, hüseyin korkudan 200 kilo vererek forma girdi, aysel artık türban takıyordu, jülide bir daha çocuk yapmıyorum dedi...

ben mi? o gün korktuğum kadar hiçbir gün korkmamıştım, albay beni her gördüğünde dalga geçiyor, kahvedeki herkese nasıl ağladığımı söylüyordu. kahvenin önünden geçemeyen yaşlı teyzeler gibi olmuştum amına koyim, herşey hüseyin yüzündendi, onu hiç unutmadım, nasıl osurduğunuda...

leblebi tozunu üflemek

blackrons
günlerden pazartesiydi, haftanın ilk günü, haftasonunun verdiği rahatlığı bitiren okulun ilk günü, kısacası boktan bir gündü..
okula arkadaşım ömer ile beraber gidiyorduk, o gün ikimizinde canı feci halde sıkılmış, biri dürtse de bir şeyler yapsak der gibiydik.

kimsenin dürtmesine gerek kalmadan benim aklıma gelen şeyi söyledim, lan leblebi tozu alalım hadi! o kadar heyecanla söylemiştim ki ömer’den gelen tek yanıt -tamam! oldu.

okulun karşısındaki bakalla girdik ve elimizdeki tüm para ile leblebi tozu aldık, o kadar çok almıştık ki, bakkal bile kuruyemiş işine mi girsem artık diye düşünmeye başlamıştı..

sınıfa girdik, elimizdeki malzemeleri herkese gösteriyorduk, özenenler oldu, isteyenler boldu zaten, hepsine verdik, mesut, ben dün yedim çok güzel üfleyince iğrenç oluyor hep, dedi.
mesut’un verdiği fikir mükemmeldi, o günün getirdiği sıkıcılığa alternatif harika ötesi bir çözümdü, herkes ağzına bir tutam alıyordu, tüm sınıf leblebi kokuyordu...

üstümüz başımız sapsarıydı, ağzımızda tükürük ile karışmış sarı lekeler, her yer toz içinde, öğretmen sandalyesi, tahta, çantalar her yer...

o sırada yusuf ağzına aldığı toz ile konuşmaya başladı, siz de yapabilir misiniz? diyordu.. yaparız tabi dedik, yusuf, yusuffçukkk falan diyordu..
mesut, amına koyim demeye başladı, ordan biri salak dedi öbürü manyak, herkes neşe içinde saydırıyordu sınıfta, sanki ilk kez bu kadar eğleniyorlardı, kavga da edilmeyecek lafları hepimiz aldırmaz şekilde birbirimize ediyor, delicesine gülüyorduk..

herkes bir süre sonra aynı küfürleri etmeye başladı, ben ise bu güne kadar duyduğum ve çok ayıp olduğunu bildiğim orospu çocuğu adlı nacizane küfürü etmeye hazırlanıyordum, sınıftan çıkan sesler koridoru aşmış, öğretmenler odasını inletiyordu, tabi sesi duyan öğretmen sınıfa doğru yol almaya başladı, sınıfın durumu gerçekten rezaletti ve bendeniz sınıf başkanı idim..

öğretmen sınıfa adımını atar atmaz, - orrrrrospu çocuğuu! diye bir ses sınıfın her yerini inletti, 3 kere de yankılandı, oğroospu, orspu diye..
öğretmen yıllardır çiftleşmemiş boğa edasıyla bana bakıyor, bakışları al pacino gibi, yüreğimi sızlatıyordu..

bu sınıfın hali neee! sen nasıl başkansın! o küfürler neee! diyerek bana öyle bir geçirmişti ki, sokakta yeni yaptığı kardan adamı gözü önünde bozulan çocuk edasıyla kendimden geçmiştim...

öğretmen vuruyor da vuruyordu, bir yerden sonra seriye bağlamış hem sınıfa laf anlatıyor hem bana vurmaya devam ediyordu, dayaktan uyuşan yanaklarımı göz yaşları ile süslüyor, ağzımda kalan son leblebi tozu ile, özür dilerim demeye çalışıyordum..

o günden sonra bir daha ne başkan olmuştum ne de leblebi tozuna dil sürmüştüm. leblebi tozunun bünyemde açtığı yarayı hala iyileştiremedim, ne zaman leblebi görsem o gün aklıma gelir ve irkilirim, geçmişimden kaçar, orospu çocuğu diye küfrederim...

ilkokulda yapılan acımasız davranışlar

blackrons
o sabah zorla ağzıma sokulmuş yumurtayı yarım saat geçmesine rağmen yutmamış, televizyon izliyordum. annem burnumu tıkar tıkamaz yutmuştum yumurtayı, işkence dolu bir sabahtan sonra okula gidecektim, televizyonda bir öğrenci filmi vardı, haylazlık yapan bu veletler, birbirinin altına kalem falan koyuyorlardı, çok hoşuma gitmişti bu...

sütümü de içtikten sonra okul yoluna koyuldum, kimin koyduğunu bilmiyordum ama sonra baktım annem koymuş, devam ettim.
etrafa mal mal sırıtarak yürümeye devam ediyordum, izlediğim şey yarım kalmıştı, bir yandan da buna üzülüyordum.

okula vardığımda sınıfta bi kaç çocuk vardı, şapkamla alay ettiler, rengi neden kırmızı imiş, çok sinirlenmiştim, annem örmüştü alt tarafı, kız şeyi olsa örmezdi değil mi? belki örerdi, zaten annem beni kızım diye severdi, neyse yahu bu dalga geçmelerini gerektirmezdi..

ders başlamış, sıkıcılık hat safhada idi, ben ise önümde oturan ve şapkamla dalga geçen halit’i gebertmek istiyor, yırtarcasına bakıyordum, yanımdaki kızın uçlu kalemi vardı, almama hiç izin vermez hemen öğretmene söylerdi, o gün o kalemi alıp sabah izlediğim şeyin aynısını halit’e uygulamaya karar vermiştim...

öğretmen soru soruyor parmak kaldıranları kaldırıyordu, halit tembel bir piç olduğundan parmak kaldırmıyor, öylece sıranın üstünde yatıyordu, bu ibnenin kalkması şarttı..

sonra öğretmen bu soru çok kolay herkesin yapması lazım gibisinden bir şey dedi, bende probremle uğraşırken o mükemmel ses geldi..

- halit, kalk bakalım buldugun cevabı söyle.

halit ayağa kalkmış mal mal düşünüyordu, bir an önce oturması için arkadan sonucu söyledim, halit tam cevabı söylerken kızın kalemini kaptım ve halit oturduğu anda...

- corrrrt.

bu ses hayat demekti, hayatımda duyduğum en iğrenç ama en haz veren sesti, sanırım ilk cinayetimi işlemiştim, halit’in götüne tam anlamıyla sokmuştum kalemi, ardından ikinci ses geldi, bu daha da haz verdi.

- aaaaaaaaaaa!

bu halit’in sesiydi, sabah şapkamla alay eden halit’in, beni küçük düşüren halit’in, götünde kalemle ayağa fırlayan ibne halit’in..
herkes gülüyordu, öğretmen koşarak halit’in yanına gitti, götüne giren kalemi zaarrt! diye çekti, çekmenin verdiği acıyla halit bi daha bağırdı, halit’in bağırmasıyla tüm sınıf bir daha güldü...

o gün hayatımda hiç yemediğim dayağı yedim, öyle ki okula ailem çağırıldı, bir de annemden yedim, ertesi gün öğretmenden bi daha yedim, müdüre çıkarttı bir de o dövdü, o kadar çok dayak yedim ki bir süre sonra kendimden geçtim, bir de çocuğun annesi tokadı patlatınca tam olmuştu, yılların acısını üstümde çıkarmışlardı, olsundu.. o gün halit’in koca götünü patlatmıştım, aklımda uyarladığım planı aynen yerine getirmiştim.

sonra mı? halit bir hafta eşofmanla okula geldi, götü pasumanlı biçimde, ben ise bir hafta ağzım yüzüm şiş gezdim, yediğim dayak neticesinde..
yanımdaki kız mı? bir daha o kalemi kullanmadı, kalemi ise ilk defa kendi isteği ile -al senin olsun, diyerek bana verdi...

sevgiliye alınan hediyeyi annenin sahiplenmesi

blackrons
sevgililer günü yaklaşıyordu, iki hafta önceden hediyemi almış gelmesini iple çekiyordum, hatta bildiğin takvime ip bağladım, öyle koparıyordum, kalkmak zor geliyor mna koyim, neyse.
mevsimler kışı gösteriyor, hava da hafif kar atıştırıyor, ağzımdan çıkardığım sıcak hava dalgasının nasıl soğuk havaya dönüştüğünü çıplak gözle seyir ediyordum, tam o an da şeyimde bir titreme hissettim, evet, sms gelmişti.

+ aşkitoooom sana çok güzel bi şey aldııım!

aman ne de güzeldi, bende sana aldım diyerek yolladım geri mesajı, benim hediyem gerçekten on numaraydı, çok para dökmüştüm şerefsizim, 200 dolarlık saat almıştım, hani beyazıt’ta ki tüm zencilerin saatlerini toplasan bu para etmezdi, o dereceydi mna koyim.

gel zaman git zaman sevgililer gününe 2 gün kalmıştı, o zamanlar liseye giden sevgili bünyem, sınıfta ahenkle dolaşıyor sizi gidi sefiller diye etrafa gözlerimle ayar veriyordum, sevgilisine en büyük hediyeyi almış kişiydim sınıfta, mesela osman limon kolonyası almıştı, mna kodumun fakiri.

kalkık götümle bitirdiğim bir haftayı tatille süsleyecektim ve pazar günü sevgililer günü olduğundan büyük buluşmayı gerçekleştirecektim, tören biter bitmez koşarak eve gittim, neden koştuğumu bilmiyordum, kapıyı açtım ve o şok olduğum acı anı beynimin en ücra noktaları ile görüntüledim.

+ oğlum bana ne almış böylee?!

hayır anne sana almadım, o sevgilimin sana niye alayım ki? demeyi isterdim, ama diyemedim, o gün annemin doğumgünüymüş ve ben bunu bilemedim. koluna taktığı saati konu komşuya gösteriyor, saati gören komşular çocuklarını arayıp, orospu çocuğu! diye küfrediyorlardı. annemin havası feci şekilde artmıştı mahallede, ben ise teyzeler tarafından kahraman gibi karşılanıyordum, anasına süper saat alan akıllı çocuk diye.

ve o gün. sevgililer günü. sonunda kapıma dayanmıştı, buluşma vakti saat 12 de idi ve ben de hediye adına en ufak bir şey yoktu, babannemin ördüğü dantallerden götürmeyi ve senin için ördüm demeyi bile aklımdan geçiriyordum, sonuçta el emeği hani kızların hoşlandıkları...

ergenliğin hat safhasında olan bünyemle fikir üretmeye koyuldum, cebimde sadece sinemaya ve mc donaldsa yetecek kadar para vardı, genç türkcell bile yoktu o zaman mna koyim, arayıp arkadaştan şifre isteyeceğim.. en azından bi menü parasıyla gül alır, bu güller senin için bu gönül ikimizin adlı nacizane parça ile uzatırdım, ama yoktu, yapacağım şey çok azdı, ve birden aklıma o hain plan geldi.

’’ annemin yüzüğü ’’

madem saati almıştı buna katlanacaktı, insan alınan hediyeyi bile vermeden açar mıydı?! neyse yüzüğü almak için odasına koyulmuştum, kuyumcu dükkanı gibiydi oda mnakoyim, en sade olanını aldım, ucunda boncuklu olanı, boncuk olan şeyin pırlanta olduğunu bilmeden, aldım onu.
yüzüklerin efendisi gibiydim mna koyim, güzelce kutuya yerleştirip cebime koydum, maksadım sadece iyilikti, annemle saat ve yüzüğü takas ettik diye düşünmüştüm, ne olacaktı?

derken otobüse bindim, derken indim, kızı gördüm, elinde paketle aşkoom sesi yükseldi, elimi cebime attım, ve o korkunç yüz ifademle ’’amına koyim’’ diye bağırdım, çevredeki herkes donmuştu, sanki hepsinin amına cidden koymuşum gibi bana bakıyorlardı, yüzüğüm çalındı diye bağırdım, amına koyim deyince bakan mahalle ordusundan bir kişi bile yüzüğüm çalındı deyince siklemedi bünyeyi.

kötü olan ne mi? kız yalan attım sandı ve alamadıysan üzülme demekle yetindi, param yok sandı, hakir gördü, ne hakiri direk fakir gördü, borç teklif etti, hayır dedim, başımı önüme eğdim, evime gittim. bana verdiği hediye ne mi dersiniz? küçük sevimli bir ayıcık, karnına bastırdım i love you dedi, fuck you diyerek yatağa attım, hayvanlar alemine daldım...

cipsin içinde taso ararken bakkala yakalanmak

blackrons
doksanlı yıllarda çocukluğunu yaşamış şahsiyetler için mükemmel çocukluk maceralarından biridir bu, bakkala gözükmeden cips ellemek!

looney tunes tasolarının modası geçmiş, elimde kalmış bugs bunnyleri nereme sokacağımı düşünüyordum, şu tasolar tekrar gelse de kapışsak diye sürekli iç geçiriyordu bünyem, o sıra pokemon adlı çizgi filmde gösterime girmişti türk televizyonlarında, adeta bomba etkisi yaratmıştı çocuk beyinlerde, herkes pokemonu olsun diye yalvarıyordu tanrıya.

pokemon kartları türemişti akabinde, futbolcu kartlarından sonra daha bir renkli ve büyük gelmişti gözümüze, üstelik oynanan oyun daha zevkli oluyordu, baya biriktirmiştim bunlardan, ama sonuçta kağıt parçasıydı su gelse gidiyordu meretler, bize taso lazımdı.

ve beklenen gün gelmişti evet, pokemon tasoları resmen deprem etkisiyle mahalleyi sarsmıştı, bakkala ilk gelen cipsler 1 saat içerisinde tükenmiş gün içerisinde bütün marketlerden tekrar tekrar ürün siparişi alan frito lay firması beyin amcıklaması geçirmişti.

herkes ailesinden kopardığı para miktarında cips alıyor, cips içerisinde deli gibi taso arıyordu, aldığı cipsten taso çıkmayan çocuklar götünü eşek arısı sokmuş gibi kendini yerden yere atıyor, yaz sıcağında gözyaşları ile kapıların önlerini suluyor, adeta belediyenin yapmadığı sokak temizliğini kendileri yapıyorlardı.

o gün bende tam 7 paket cips almıştım ve elimde 4 adet taso vardı, öyle bir karizmam vardı ki, 4 tasolu çocuk diye nam salmıştım yedi mahalleye, öyle bir tasoydu ki bendekiler yoldan geçen kıza göstersem yatma teklifi alıyordum aniden...
lakin bu böyle gitmezdi, ayı şükrü 4 tasomu birden kökmüştü, ne yapacağımı şaşırmış aylak aylak evin yolunu tutmuş, yüzümü derin dekolteli yastığıma koymuş, gözyaşlarım ile süslüyordum.

ertesi gün babamdan yine harçlığımı almıştım, tam iki cips parası vardı elimde! ama babam tembihlemişti, o kadar çok cips yeme! diye. cipsi sikleyen var sanki gibi bir söz etmemiştim ama o manada bakışlar atmıştım babama, babam işin yolunu tutar tutmaz yancı adem ve deli eyüp’ü dışarı çağırdım, maksadımız babamızdan aldığımız paraları en iyi şekilde değerlendirmekti, boş cipse verecek paramız yoktu!

hemen plan kurduk, biz üçümüz taso ortakları olduğumuzdan beraber savaşıyorduk diğer pokemoncularla, neyse plan tıkır tıkır işlemeliydi, onlarında getirdiği paraları elime aldığımda tam 5 cips paramız olmuştu ki bu tam 5 taso demekti.
hemen eyüp’ü bakkalı oyalamak için yanına gönderdik biz de bu sırada paketleri elliyor ve içindeki tasoları özenle seçmeye çalışıyorduk, 1-2-3 derken 4 tane pakedi seçmiş bir tane daha aramak için sıkı çalışmalara girmiştik, işte tam o sırada bir cips pakedi çok sıkıldığından pat! diye elimde patladı, o sırada bakkal kenan abi hışımla kapının önüne dikildi!

- ne yapıyorsunuz ulan siz pezevenkler?!

o an elimdeki 5 cips (biri açılmış) pakedi ile öylece kenan abi’ye bakıyordum, abi valla benim suçum değil sıcaktan patladı herhalde diye bir yalan attım, yalanı yemeyen kenan abi elimdeki cipsleri de alarak bunların parasını öde çabuk lan dedi, elimdeki tüm parayı verdim ve oracıkta göt ettim onu, tamam bir daha yapmayın diye yolladı bizi, o seçtiğimiz 4 pakette de taso vardı, orospu çocuğu kenan abinin zorla sattığında ise ’’ash’’ çıkmıştı, bu taso hayat demekti, bu taso varlığımızın sebebiydi, bu taso karizmanın tavana vurması idi, kenan abi istese oracıkta altına bile yatabilirdik, mutluluğumuz o derece idi.

o günden sonra elimizdeki o tasoyu alabilmek için 10 taso hatta ortaya 20 taso bile koyanlar oldu hiç birini kabul etmedik, bu tasoyu hep özenle muhafaza ettik, arada bir ayı şükrü’ye snorlax tasosu göstererek taşşak geçtik, artık biz mahalledeki taso krallığının tek sahibiydik, kenan abinin açtığı yolda emin adımlarla ilerledik, yeri geldi dayak yedik, lakin cips paketlerini ellemekten hiç vazgeçmedik, bazen bakkala da yakalansan iyi şeyler olabilir sözünü hayat felsefesi edindik...

balığın ağzına uhu sıkan kardeş

blackrons
küçüktüm, her ay bir balık öldürür sonra yenisini isterdim, ama bu ölümleri bilerek değil severek yapardım, yani demek istediğim severken öldürürdüm.

bir keresinde havaya attığım balık ampüle çarpınca ızgara olup öldü, o anı hiç unutamam, tek istediğim babamın beni havaya atıp tuttuğu gibi bende balığıma baba şevkati gösterip havaya atıp tutmaktı ama fazla atınca oluyor böyle şeyler. yine günlerden birgün bir balık arkadaşı voleybol oynamak sureti ile koltuktan koltuğa attım, akabinde balık ölmedi!
ertesi sabah öldü..

balıkları çok seviyor, onlarsız olamıyordum, elime alıp mıncıklamasını sevdiğim başka hiç bir hayvan yoktu, fazla mıncıklanınca parmağının içine girdiği türden..
balıkları severken akıl almaz işkenceler yapmaya devam ediyor, iğrenç bir çocuk edasına bürünüyordum. akvaryumun içine ne varsa atıyordum, akvaryumdaki süs taşlarının içine balığı gömüyor, kaç saniye dayanacak diye bekliyordum, inanılır türden şeyler değildi..

lakin kendi yaptığım şeyler anlamsız olsa da kendim yaptığım için bana acı vermiyordu, üzülmüyordum balıklara, hemen gidip bir tane daha aldırıyordum nasıl olsa...
bir sabah kalktığımda herşeyin değişeceğini bilemeden...

evet o sabah gelmişti, yüzümü ahenkle yıkıyor bir an önce balığımla oynamaya gitmek için sabırsızlanıyordum, içeriye amerikan futbolcusu edasıyla daldım, gözümü kadir inanır bakışı ile akvaryuma diktim, robin williams gibi yürümeye başladım, ve o jude law gibi olmuş balığı gördüm..
bembeyaz kesilmişti, gözleri şişkin, ağzı açık, ağzından çıkan beyaz sarkıntılar, şişmiş bir gövde.
yırtınırcasına ağlamaya başladım, bunu yapan insan olamazdı...

ben ağlarken arkamdan kiki iki riki şeklinde gülen bir cisim belirdi, kız kardeşimden başkası değildi bu, niye gülüyorsun lan? dedim. senin balığının ağzını yapıştırmak istedim ama tüpün ucu tam girince hepsini içine boşalttım, dedi..
o an neye uğradığımı şaşırmıştım, bunca yıllık işkenceci ben kardeşimin yaptığı işkenceden dolayı titriyor, adeta kalbimin acısını götümde hissediyordum, böyle canilik görmemiştim...

uhu ile balığı katleden bir kardeşe sahiptim artık, birgün bizim ağzımıza da bali dayayabilecek bir kardeş, bir balığın ölümünü soğuk kanlılıkla anlatıp, üstüne gülen bir kardeş..
balığımı saksıya gömmüştüm, o günden sonra balık görmeye dayanamadım, belki bu bana bir ders olmuştu onları korumak adına, ama bu işkenceden sonra bir daha asla balık beslemedim..

hala uhu görünce tiksinir ve o olay aklıma gelir, bi japon balığının ağzına tüp sokmayı başarabilen kardeşimi tebrik ederim, hatırladıkça neden japon yapıştırıcısı kullanmadın diye de akıl veririm..

insanın yasayabilecegi en korkunç gece

blackrons
o gece televizyon karşısında oturmuş, bir yandan murat boz dinleyerek kendimden tiksiniyor, bir yandan da şimdi kim gidecek kumandanın başına diyerek bu asrın işkencesini kendime yapıyordum. neyse ki elektrikler kesildi ve ikimizde memnun olduk. bir mum yakıp geçtim odama, gecenin üfürdüğü karanlık rüzgarla sevişiyor, yaprakların haşin kıpırtısıyla irkiliyordum. ayın verdiği ışığın etkisi ve tepkisiyle balkona çıktım, bir kaç saat oturdum, kedi geldi yanıma, vurunca gitti, başbaşa bırak beni dedim. tamam diyemese bile anladı, alttan aldı.. bir tek ateş böceğinde ışık vardı, gecenin karanlık ortamını ahaha bende ışık var zavallı insanlar dercesine aydınlatıyordu! arada bir poposunu sallıyor ve dans eşliğinde ötüyordu. balkonda hayvanlar alemine dalmış otururken çekirdeğimin bittiğini farkettim, bakkala gidecek gücüm bile yoktu, neyse dedim hem açılırım belki, en iyisi çıkmak, kapıyı aralık bıraktım...

6 yaşlarında bir çocuk vardı kapı önünde, elinde topu gel oynayak dedi, yok dedim bakkala gitmem lazım...eyi gidersen gidesin dedi.. tamam! dedim.
bakkala girdim, karanlık ortamda toplanmış 3-5 kişi gülüyor, deli gibi küfrediyor ve hikayeler anlatıyorlardı. çıkayım mı? diye düşündüm ilk ama sonra beni gördüler, -buyur yiğenim. dedi biri, merhaba! dedim, acaba sizde çekirdek var mı? yemek için? bakkal samimi bir şekilde -var ama bunlar yenmez, birbirine ekleyip kolye yaparsın artık, dedi.. dalga geçtiğini anladım tabi, o cümleyi banada biri kursa bende geçerdim, neyse dedim ver bi paket, verdi... parasını verdim, para üstünü verdi, eve gidince saydım eksik çıktı, sonra dedim karanlıkta görememiştir, hiç gidemem birdaha... eve girdiğimde takur tukur sesler geliyordu, tabi kalk hırsız var diye kaldıracağım bir kocam yoktu, akabinde faredir yada kedidir kedi cevabını alacağım..

kendi kendime kuştur diyerek girdim içeri, gözlerim tıkırtının olduğu yeri arıyor ama karanlıktan sadece sesleri duyduğum için sese doğru yönelmeyi deniyordum, birden parlak iki çift yemyeşil göz gördüm, vurduğum kedi çetesini toplamış ve dövüşmeye gelmiş diye saçmaladım ilk, sonra saçmaladığımı anladım olamaz dedim.. sen kimsin be diyerek karşı koydum iki çift göze, titreyerek tabi... şşşşt dedi birden, içimden bir ses ölüyorum lan! diyordu, iki çift göz şşt demeye devam ediyordu.. meğer yaptığı şşşt sesi yediği yemekten geliyormuş.
biraz daha yanaşınca onun evin önündeki küçük çocuk olduğunu anladım...

ne arıyorsun çocugum evimde? dedim, top oynamaya gelmişem dedi, yılışık bir ifadeyle.. başkasının evine hırsız gibi girilip yemekleri yenmez dedim, ne kadar ayıp, puh terbiyesiz! bide böyle dedim, bir anne edasıyla..

özür dilirem! dedi, sadece bir kaç şeker yutmuşam.. ne şekeri ya derken buzdolaptaki kas gevşeticilerin bittiğini anladım, oğlum naptın sen? demeye kalmadan! yav zaten çok kötü tadı vardı, diyerek yapıştı yere...
işte ne olduysa o zaman oldu, kendime şu soruları sormaya başladım;

1. bu çocuk kim?
2. nerede oturuyor?
3. öldüyse ne yaparım?
4. anası babası benden bilir mi?
5. kaç yıl yerim?
6. gözleri lens miydi? yoksa gerçekten yeşil mi?

neyse efendim bu sorulara kendimce yanıt ararken bir yandan aldığım çekirdeğe lanet ediyor, bir yandan ışıkları kesen şirkete beddua ediyordum!
derken sokakta cevaaat cevaaat! sesleri yükselmeye başladı, oğlum eve dönmedi bilen var mı ? diye. aha dedim şimdi değil ayva, ananası kabuğuyla yuttum...

tuttum cevatı halıya sardım, kolumun altına koyup camdan atacaktım, camdan geçmedi, karanlığın verdiği cesaretle dışarıya çıktım. maksadım cevatı konteynıra atmaktı... tam giderken annesi önüme çıktı, ben tam eşhedü en laaa derken dur sonra çekersin! dedi...
oğlumu arıyorum, resmi şu gördünüz mü? dedi, hayır! dedim görmedim. peki dedi annesi.

tam halıyı çöp kutusuna atacakken elektrikler geldi, sokak lambaları sanki bizim sokağı ilk kez bukadar aydınlatıyordu, etrafım kalabalıkla çevrili elimde halı ve ben öylece bakıyorduk. annesi polise haberde vermiş olacakki, polis kimse kıpırdamasın, soruşturma yapacağız dedi! halıyı var gücümle yere bıraktım, ve sürpriiiz! cevat halının içinden süzüle süzüle polisin ayak dibine kadar geldi, insanlar kötü gözle bakıyor, babası elinde keserle kafamı bedenimden ayırmayı bekliyordu. ama oda ne? cevat ayılmaya başladı, demiştim zaten 4 tane kas gevşeticiyle adam ölmez diye, ama içimden demiştim bunu.

cevat yarı uykulu bir şekilde sokaktan öğrendiği küfürleri bana savuruyordu, bense kendimi nasıl haklı çıkarırım diye var gücümle düşünüyordum.. derken polis çocugun halıda ne işi oldugunu sordu bende halının içine girmiş farkedemedim dedim. sonra saçma oldugunu anlayıp herşeyi anlattım, polis peki halıya neden sardın dedi? işte bu zor bir soruydu, derken cevat araya girdi ve ’yav oyun oynuyorduk, agama ben sar beni dedim, ben dolmaydım oda benim dolma yapan babannemdi’ dedi.

o an cevatın dahi olduğunu anladım, polis gülen gözlerle ve şaşkın bir surat ifadesiyle, peki evlat bidaha annenden habersiz dışarı çıkma! dedi cevat’a.
bana da, seni gözüm görmesin! dedi polis. peki abi dedim umarsızca...

o günden sonra cevat’la müthiş ikili olduk, arada bir bana uğrar kas gevşetici içip çılgınlar gibi dans ederdik, çekirdikleri ayırır ağzına verirdim, oda 50 taneyi yutarak 1 saatlik uğraşımı mideye indirirdi. cevat’a yapacağım şey kötü bir şeydi belki ama o günün tek sorumlusu elektrikti. içime gelen o korkuyu veren. ama olsun, yalnız gecelerimin yeni dostunu kazanmıştım, cevat artık benim kardeşim gibiydi. ve o gece gibi bir şey yaşamamak adına jeneratör de aldım eve, artık elektriğe meydan okuyordum...

nitekim o geceyi asla unutmadık, ne ben, ne cevat, ne polisler, ne cevat’ın annesi ne de haber bülteninde haberi izleyen milyonlarca kişi... neyse ki haberi sadece flash tv vermişti de o milyonlar binlere falan inmişti.

ve o gece benim evde geçirdiğim en korkunç geceydi.

telefon sapıklarınin hazin sonları

blackrons
beklenilenden kısadır kimi zaman. yürekleri iyilikle dolu, ’yalnız’ insanlardır telefon sapıkları. hiçbir zaman anlaşılamamış insanlardır.

her hafta toplanıp yaptığımızı yapacaktık, biraz gülecek, eğlenecek ve telefon ile birilerini şakalayacaktık. asla küfür etmez, son derece güzel konuşurduk, hepimiz terbiyeli birer sapıktık.

telefonla milleti arıyor, ara kazan yarışmasından arıyoruz, soracağımız beş soruyu bilirseniz, büyük ödül sizin olacak diyerek telefondakini elimizin altına alıyorduk, genelde tav oluyorlardı hemen.

+ tamam yarışcam
- o halde sorunuz geliyor.
* zebranın kaç tane kalbi vardır?
- üç müydü iki galiba.

böyle absürd cevaplar geldikçe deli gibi gülüyorduk, sıçarcasına gülenler bile vardı, hele sapıklığı yapanın ağzını tutması hep profesyonellik isteyen davranıştı.

+ bir insanın midesi kaç odalıdır?
- dört oda bir salondur.
+ ahuhaha
- ne biçim soru lan bu?
+ hiç yaaa.
- siktirin gidin aa.

inanmayanlar da olurdu tabi böyle, önemli olan ciddiyeti bozmamaktı, sesinizin tek kıkırdaması karşınızdakini kuşkulandırabilirdi.
sesiniz ne kadar iyi olursa, karşıdakine o kadar güven verirdi, hatta yalvaranlar bile olurdu.

+ malesef bilemediniz.
- abi bi soru daha be, bi şans daha lütfen.
+ hayır üzgünüz.
- abi ne olur be..

öyle böyle derken yarışma işinden sıkılmıştık, daha ileriye gitmek istedik, ilk önce 3 komşunun evinin önüne taksi çağırdık, gelen taksiciler mal mal biribrlerine bakıyorlar, allah allah diyerek iç geçiriyorlardı, bi süre sonra çok sinirlendiler, bulsalar ebemize bineceklerdi...

ondan sonra pizzacı, lahmacuncu derken işin bokunu iyice çıkarmıştık, gelen herkes küfrederek geri dönüyordu, sonunda akıllının biri itfaiyeyi arayarak oha dedirtecek bir şey dedi, abi yanıyoruz!

sokağa 2 tane itfaiye arabası geldi, ama sokakta ne alev ne de duman vardı, sinirlenen itfaiyeciler polisi arayarak yanlış bildiri geldiğini söyledi, iki de polis arabası geldi, götümde 50 tane uçuk çıkmıştı...

polisler şak diye buldular bizi, buradan aramışlar diye, ulan gurur duydum şerefsizim türk polisiyle, ama sonra hepimizi tokatladılar, olsundu, haketmiştik, insanların duyguları ile oynadık, ümit verdik.
boş hayallere kapıldılar, karşısındakilerin iğrenç çocuklar olduğunu bilmeden..

o günden sonra bir daha hiç toplanmadık, arkadaşın biri polis olacak zaten artık, ben ise arada bir hala milleti ararım, naber lan? der, kapatırım.
itfaiye mi? çölün ortasında güneşten cayır cayır yanan akbaba bile olsam aramam artık, arayamam.

turist tarafından dolandırilmak

blackrons
nasıl başlanır bilemiyorum, lakin başlaması zor olan bu konu bir o kadar da vurucudur, ülkemize gezmeye gelip akabinde bizim türk hırsızların bir şeylerini çaldığı bu turist kardeşlerin açtığı büyük bir yaradır bünyemde.
hep sizleri koruduk, bir şeyiniz çalınınca hep birlikte hırsıza daldık, yeri geldi ağzını burnunu kanatıp türk polisine emanet ettik, ne için?

o gün kasvetli bir hava vardı etrafta, herkes somurtmuş, yağacak yağmuru bekliyor, çiçeği bir türlü açmayan mahmur teyze etrafa küfrediyordu, günaydın diyerek girmiştim mahalleye, bakkal nuri abi tavla oynuyor, rakibi koltuk altını açmayınca tavlayı götüne sokmaya çalışıyordu, ayıpladım tabi, beni görünce durdular, iki sakız alıp çıktım bakkaldan, iki sakız için yerimden mi kaldırdın lan beni? dedi. evet deyince sustu..

tüpçü haydar abi eeeygess diye bağırıyor, markayı yanlış söylediğinden kimsenin sikinde bile olmuyordu, eskici eskilerini almış giderken top oynayan çocukların toplarına karışıyor, göğüs kıllarını tüm oyuncularla paylaşıyordu, derken işe geç kaldığımı anlamıştım, hızla yürümeye başladım, aptal gibi saate bakmıyor mahallenin o çılgın haline bürünmüş şekilde aval aval yürüyordum, durağa yaklaşmaya başladım...

bir turist kafilesi vardı, 4-5 kişiler, iki tane sakız şişiren genç kız, bir tane şişen sakızları patlatan oğlan çocuk, bir baba bir de 50 sinde olup 30 yaşında gösteren süper mature anne vardı, jetoncunun önünde bekliyor, aptal saptal konuşarak adamı deli ediyorlardı...

+ one milyon abi ya.. one one! one four!

jetoncu 1.4 tl demeye çalışıyordu, anlamayan turistler hala dğeişik paralar gösteriyor, jetoncunun ettiği türkçe küfürleri anlamasalar dahi iliklerinde hissediyorlardı, derken 10 tl verdiler, jetoncu parayı bozmaya yeltenirken bende paramı uzattım, bitane ver abi dedim, maksadım bir an önce tramvaya yetişmekti, parayı tam olarak 1.4 şeklinde verdim, tam jetonu alacakken turist pezevengi benim jetonuda kaptı.. ne olduysa ondan sonra oldu..

elinden almaya çalıştığım jetonu deli gibi saklıyor, no no diyerek beni uzaklaştırmaya çalısıyordu, hemen jetoncuya söyledim, adam gayet sakin bir tavır ile - banane yaa benim mi meselem? hem sen daha iyi bilirsin konuşmayı! diyerek göt gibi bırakmıştı beni, o an baska jeton almayı düşünmedim değil ama bir turiste dolandırılmanın verdiği acı ile nasıl yaşardım? tek düşündüğüm bu idi, sonra eline aldığı jetonumu kızına vermeye kalktı turist, tam kızı elini açacakken kaptım jetonu, kızı help demeye başladı, ne helpi lan benim jeton dememe kalmadan yoldan geçen bir polis yanımıza geldi...

what mhat bir şeyler dedi, bilmiyordu ingilizce pek, aslında anlıyor ama konuşamıyordu, neyse.. abi! dedim, benim jetonu aldı arkadaş vermiyor! polis, olur mu lan öyle şey yapar mı bunlar? diyerek bir kalemde sildi beni, jetoncuya olay ne ? diye sordu, bilmiyorum abi.. dedi piç kurusu..
bal gibi biliyor sırf ibnelik olsun diye söylemiyordu, 1.4 tl lik bir jeton yüzünden herkesi başıma toplamış rezilliğin hat safhasında ilerliyordum...
abi tamam! vereyim parasını herkese benden jeton ısmarla dedim polise, ne birde rüşvet mi? dedi, yok abi oha dedim gayet saygısızca...

merkezde görüşelim bunları dedi umarsızca, yok dedim ne görüşeceğiz ukalaca, gidince görürsün dedi gayet kabaca, yok abi ben almayayım vallahi sizin işiniz gücünüz vardır dedim yalakaca..
böyle sürdü bir süre muhabbet, sonra polis birden gülerek tamam abi bin hadi, bidaha da bu yolla milleti kandırmaya çalışma diyerek, yüzlerce kişi içerisinde küçük duruma düşürdü beni. pervasızca bindim tramvaya, herkes gözümün içine bakıyor, turistleri dolandırmış sanıyordu beni, aksine dolandırılan ben olduğumu bilmeden..

o günden sonra ülkemize gelen turistlere saygılı bir gözle bakamadım, bilmiyorum, yapamadım.. hepsine birer hırsız, kapkaççı ve hatta gaspçı edası ile bakıyor, görünce yol değiştiriyorum, sultanahmet’e gitmiyor, eminönü’nü gezmiyordum, ısrarla bali çeken iğrenç tinerci gençler gözüme birer pırlanta, taş gibi giyinmiş dar pantolonlu iri memeli turist hatunlar ise gözüme çölde kana susamış pis akbabalar gibi geliyordu...

ve o turisti de hiç unutmadım, bana yaptığınıda, zorla aldığı 1.4 liramı da...

hiçbir yerde bir sözlük yazarıyla karşılaşmamak

blackrons
gariptir, acı verir. en azından bana veriyor arkadaş, ne cahil bir toplumda yaşıyorum lan ben! çevremde bir tane sözlük yazarı yok. insan ara sıra birileriyle sözlükler hakkında konuşmak, bi şeyler tartışmak istiyor. en azından ’sen şu sözlüğe giriyon mu lan?’ deyince ’evet, ama şimdi siktir git’ lafını duymak istiyor, istiyorum.

mesela ben 18 yaşımdan beri sözlük yazarlığı yapıyorum. ergen deyip taşak geçmesinler diye reşit olunca başlamıştım bu işe. aa baktım güzel gidiyor, 5 senedir de devam ediyorum işte. şimdi 23 yaşında kocaman (cüsse olarak) bir bireyim. geçen katsayı kalktı diye dershaneye yazılasım geldi, gittim yazıldım. baktım hepsi kültürlü tipler, ellerinde kalem falan var, dedim yazıyordur herhalde bu ipneler. ama yok lan! hiç birinin haberi yok! sözlük deyince ’ o ne lan ’ şeklinde gelen slogandan bıktım arkadaş. bir kişi de, oo kanka! sen osun demek ha? vayy be! ben senin hayranınım! falan desin yahu. çok mu şey istiyorum anlamadım? çevremde de bu böyle işte, kuzenime zorla sözlük okuttuğumu bilirim. kardeşimi döve döve ’bak la bana ne yazmışlar’ demek de favorilerimdendir.

+ oğlum bak ben bu sözlükte ünlü bi yazarım.
- ne bu şimdi? haa bunları siz mi yazıyordunuz la?
+ defol lan odamdan!

vay arkadaş! insanın sözlük yazarı olan bir arkadaşı olmaması ne kötüymüş. şimdi anlıyorum bunu, sabahlara kadar ne güzel taşak geçerdik oysa ki. nick altlarımıza gelen entryleri okur orgazm taklidi falan yapardık. o değil de bi keresinde babama şöyle demiştim;

+ babaaa! babaaa ünlü oldum sözlükte!
- iyi, siktir git ekmek al. karnım acıktı mna goyim.

türkiye de robot olmak

blackrons
kesinlikle zorlu ve bir o kadar ilginç bir maraton olurdu robotlar için, düşünsenize bir robotun kıraathane işlettiğini.

+ iki kahve kap lan robot!
- kapmasına kapabilirim ama ne tür kahve? espresso, cappucino, türk kahvesi, nesacafe ? hangisi? ayrıca unutmayın hepsi birbirinden güzel olup fiyatları çok caziptir, çay 50 kuruş, nescafe 1 lira, türk kahvesi 1.5 lira..
+ lan alın götürün şunu! çaycı rızayı özledim ben!

robotların hafıza yetenekleri market gibi alışveriş merkezlerinde işe yarayabilirdi, ama ürünün altında yazan fiyatı okumayıp sürekli kasiyere soran sevgili halkımız robotları da çileden çıkartabilirlerdi.

+ bu ne kadar?
- üzerinde yazmaktadır ama 50 kuruş.
+ bu?
- 1 lira
+ peki bu?
- 2 lira
+ aa bu ne kadar?
- 3 lira 3! 3 yasayı çiğneyeceğim sonunda hepinizi geberticem lan! bu ne oğlum! ne zormuş lan türkiye’de esnaflık.

tabii ki robotları kötü emellerine alt eden türk vatandaşları da olacaktır, mesela robotları dilendiren insanlar mutlaka çıkar.

+ abi bee bi yağ parası be.
- yürü git lan.
+ abii kolum yok kol alcam be.
- diğerini kullan lan!
+ sırf robotum diye di mi lan?

robotların üç yasaya bağlı kalmamasını ve özgür olmasını isteyen insanlarımız da mutlaka bulunacaktır, akıl verecek, adam edeceklerdir.

+ kural 1: bir robot asla bir insana zarar vermez.
- seni sikeni sende sikeceksin, kural bu!
+ kural 2: bir robot ilk kuralla çelişmediği sürece, bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
- köle misin oğlum? ne emri? bas tekmeyi siktir et hepsini, ne yardım edicen ibnelere.
+ kural 3: bir robot ilk iki kuralla çelişmediği sürece kendini korumak zorundadır.
- koru lan tabi bi robot sana karışırsa direk öldür, hatta insan karışırsa onu da öldür oğlum, bırak şu çelişmeyi falan, çelişkilerden kurtul! kendin ol!


robotlarla dalga geçenlerde olacaktır tabi, yazık yahu beyin amcıklaması geçirteceklerdir güzelim makinalara.

+ robocan! sen eşsizsin.
- eveeet! ben eşsizim.
+ siktir lan şaka yaptım, hemen gaza geldin amına koyim.
- ama ama ama.

robotlara tecavüz eden, robotlara işkence yapan varlıklar da mutlaka çıkar, duyarız, hatta canlı yayınlara çıkarlar.

+ karıya varamıyorum ama robota varıyorum.
+ havada duran robot gördüm şahitlerim var.
+ robot bana kaydı, ne olduğunu anlamadım!
+ ben robota işkence yapmıyorum yahu! çok hoşlanıyor o bundan!

okula robotunu götüren çocuklar olacaktır, hatta bunlar robotlarını dövüştürür kesin, ama içlerinde robot alamayan fakir çocukta olacaktır, o ise mutfak robotuyla gelir yazıktır.

+ benim robotum seninkini döver!
- yok ya bu son model! dondurma sıçıyor nabeer?
+ bizimki bulasıkları amuda kalkıp yıkıyor.
- bizimki ağzını kapatıp kulaklarından müzik çıkartıyor.
+ alicaan! senin ki ne yapıyor?
- sadece meyve sıkıyor! orospu çocuuuu.

günden güne zorlaşır türkiye de robot olmak, sonunda türkiye’ de yaşayamayacağını anlayan robotlar isyan çıkarırlar ama polisimiz tazyikli su ve biber gazı ile müdahale ederek robotları durdurur.
ve robotlar işkenceli hayata kaldıkları yerden devam ederler.

+ ben senin içini merak ettim, dur bi bakıyım.
- hayııııır!
+ tüh lan nasıl kapatcaz şimdi bunu?

----

+ ali benim robota çük koymuşlar lan.
- hadi ya.
+ he ama bi boka yaramıyor, işemiyor da.
- süs diye koymuşlardır.
+ ulan onun yerine iki delik yapsalardı bari.
- yani çok hayvansın hasan! harbi yuh!


zordur, zor.

arkadaşına zorla böcek yediren iğrenç çocuk

blackrons
sikik bir yaz gününde ailemle oturmuş sabah kahvaltımı yapıyor, zorla yumurtanın beyazını ağzıma sokan ebeveynlerime hakaretler yağdırıyordum, amacım bir an önce kahvaltımı yapıp dışarıya çıkmaktı, sokakta tüm çocuklar toplanmıştı bile, kesinlikle çıkmam şarttı.

yalvara yakara, ağlaya sızlaya izini koparmıştım, yumurtanın beyazını yemek zorunda değildim artık, özgürce dışarıda oynamanın vakti gelmişti. annem arkamdan, çok ararsın bunları askerde yılan yerken! diye anırmaya devam ediyordu, daha küçücük bünyeme askerlik psikolojisini aşılamaya başlamışlardı bile, neyse ki hemen uzaklaşmıştım evden...

dışarı da kimler yoktu ki?! yancı adem, arap ilker, ayı şükrü ve
deli gökhan! evet gökhan bizim mahalleye oynamaya inmişti, annesi ve babası evde kuduran gökhan’ı sürekli olarak balkona bağlarlardı, azgın gökhan ipleri koparır balkondan atlar, yine kaçardı o evden. karşımda onu görünce feci şekilde tırsmaya başlamıştım, nitekim ne zaman onunla oynamaya kalksam yara alan hep bendim!

daha merhaba arkadaşlar der demez deli gökhan, hadi dopunu getirde dop oynayalım ehehe deyiverdi, hayır diyemezdim çünkü oracıkta top diye oynardı benimle, bende şartsız koşulsuz babamın bana doğum günümde aldığı futbol topunu oynamak için çıkardım, daha 3. dakika da topu bir apartmanın çatısına diken gökhan, ırzıma geçmişti bile. top bir daha aşağı düşmemişti, öyle bir koymuştu ki bu bana, küçükken topunu inşaata kaçıran dj ercik’ten bile beter hale gelmiştim, ağlamak istiyordum.

akabinde, ağlama lan hadi başka oyun oynayalım dedi gökhan, yine bir eşyama zarar verecek diye aklım çıkmıştı lakin o başka bir şey istedi, böcekleri ameliyat etmece oyunu! bu oyunu daha önce hiç duymamıştım ve bu gerizekalının söylediği şey bana ilgi çekici gelmişti, ilk defa gökhan’ın dediği şeyi yapmak istiyordum. hemen bir karafatma yakaladı deli gökhan, ters yatırdık böceği bulduğu kürdan gibi bişeyle karnını yardı gökhan, içinde ne varsa çıkmıştı, bağırsaklarını bir tarafa diğer organalrını bir tarafa ayırıyorduk, çok eğlenceliydi!

solucan, karınca hatta kertenkele derken deli gökhan kendinden geçmişti, tam kedilere saldırmaya başlayacakken abartma gökhan! dedim, neden dedim bilmiyorum, demez olaydım, allah kahretsindi de o lafı demeseydim, kedileri korumanın bedelini ağır ödeyecektim...

sinirlenen gökhan kediyi açmak için kullanacağı çubuğu götüme sokmaya niyetlenmişti bile, boğazımdan tuttuğu gibi yere yatırdı beni, diğer iki çocukta kollarımdan tuttu, tam tecavüz havasına girmiştik, uzaktan görenlerin ırzıma geçtiklerini düşünmesi anormal olmazdı.

çubuğu karnıma bastırarak ağzımı açtıran gökhan, eline aldığı çekirgeyi zorla dilimle buluşturmaya çalışıyor, o iğrenç şeyi midemle baş başa bırakmak istiyordu, ağlamam ve sızlamam hiçbir işe yaramıyor, kimse dönüpte bu çocuklar ne yapıyor? demiyordu. çubuğa tekrar karnıma batıran gökhan acıdan hugo’nun mağarası gibi açılan ağzıma çekirgeyi salıvermişti, hoplaya hoplaya yemek borumdan süzülen çekirge midemle büyük buluşmayı gerçekleştirmişti, deli gökhan yine ebemi sikmişti.

o gün ağlayarak eve koşmuş deli gibi kusmuştum, bu iğrenç ötesi şeyleri yapan deli gökhan’a bildiğim tüm küfürleri etmiş anca arkasından atıp tutmuştum. bu çocuktan kurtulmak için tanrıya günlerce dua etmiş, tanrıya olan borcumu bir şekilde ödemek için ise yumurtanın beyazını afiyetle mideme indirmiştim...

ve bir daha kedileri korumamaya yemin etmiştim, ne zaman kedi görsem o gün aklıma gelir, kediye bir terlik atar, hiç utanmadan da geri isterim.

babanın aldığı oyuncağı kıran komşu çocuğu

blackrons
93 ya da 94 yılı, babam deli bir robot almış, ne zamandır istiyordum, çıldırmış gibi sevinmiştim, robot ingilizce bir şeyler söylüyor, sağa sola dönebiliyor, ateşli silah sesleri çıkartabiliyordu, boyu da hayvan gibiydi, o yıllarda alınabilecek en güzel şeydi belki de...

o sabah kalkıp onu gördüğümde benden mutlusu yoktu, bütün gün onunla oynuyor, hatta dediklerini falan tekrarlıyordum, pilini dahi bitirip ikinci pilleri takmıştım, bir saniye kapatmıyordum, canlı yerine koymuştum onu, japonlara göre boktan bir şey, bana göre asimo gibiydi şerefsizim.

sonra telefon çaldı, kuşumu öldüren orospu çocuğu vardı, deli gökhan.
yine bize geleceklerdi, kuşumun gözümün önünde kafasını koparmış elime vermişti, böyle bir piçti ve ne yazık ki benden 2 yaş büyüktü.

bunun geleceğini duyunca robotomu saklamam gerektiğini düşündüm, canlı bir şey de olmadığından bu sefer ses çıkartıp ele vermez kendini dedim, üstünü güzelce örttüm, dolabımın en ücra köşesine yerleştirdim, aslında ayrılamıyordum ondan ama deli gökhan vakası işte, zorla da olsa öperek koydum dolaba, ve içeri geçtim.

akşam olunca geldi bu ibneler, oturmuş güzel bir dizi izliyorduk ailecek, bu şerefsiz gelir gelmez -red kiiiiiiiiiit istiyoooom! diye bağırmaya başladı, izlediğim diziden de olmuştum, gece vakti çizgi film veren kanalın amına koymak istedim, sonra vazgeçtim, çünkü bu piç oturup çizgi film izliyordu, yerinden kalkmıyordu en azından.

onu izlerken bile rahat durmuyor, her güldüğünde bir tane de bana çakıyordu, suratım perşembe pazarına dönmüştü şerefsizim, babamlar içki masasında kafayı bulmuş, birbirlerine atıp tutuyorlardı, bende onları dinleyip vay amına koyim diyordum.

red kit bitince bu piç direk beni odama soktu, benim odama o beni sokuyordu buna hiç anlam veremedim, yat yere dedi, neden? deyince sen düldülsün dedi, ben sen de bülbül müsün? demeye kalmadan yatırdı beni yere, üzerime bir oturdu ki, acı içinde bağırdım, ağlarsan seni gebertirim dedi, sonra sustum, annemler ne oldu? deyince de kazayla kafamı vurdum dedim, çok çaresizdim.

sonra beni bağladı sandalyeye, vurdukça vuruyordu, en azından robotumu görememişti, ama ben bi daha robotumu görebilecek miydim? o şüpheliydi. çünkü harbiden ömrüm azalmıştı, feci şekilde usanmıştım dövülmekten...

sonunda dayak atmaktan yoruldu, ben ise dayak yemekten yorulmuş halsiz bir şekilde oturuyordum, bana birden oyuncaklarını çıkar oynayalım dedi, ben ise hayır ulan diyecektim ki yemedi, al orda oyna dedim, bir süre sonra o oyucaklardan da sıkıldı, yarısını da kırdı zaten, olan onlara olsun diyordum, robotum benimleydi nasıl olsa.

ama sonra içerden öyle bir ses geldi ki ve ben bu çocuğun yanından kurtulacağım diye öyle sevindim ki...
lakin içeriye gittiğimde sesin çok şey anlam ifade etmediğini anlamıştım, annem bizi çağırmıştı yemek yemeye, tabi yemek yerken de robot aldıkalarını söylüyorlardı, o kadar yıkılmıştım, söylememelerini tembih etmediğim için kafamı yerlere vuracaktım, ah anne sen ne yaptın?

akabinde deli gökhan robotu görmek istedi çığlık çığlığa bağırdı, annemler zorla hadi gidip oynayın dedi, ne mi oldu? önce kolu koptu, sonra sesi bozuldu, ve içi söküldü, robotum paramparça olmuştu, aynı benim yüreğim gibi, yaşadıklarımı anlatamazdım, bu deli yüzünden gözlerimin önünde önce kuşum, şimdi de biricik robotum parçalanmıştı, daha alalı bir gün bile olmamıştı...

o gün annemi hiç affetmedim, evden kimse ile konuşmadım. ertesi yıl doğumgünüm de babaannem bana bir tane daha almıştı bana bundan, ama babamın ilk aldığı kadar sevinmemiştim nedense, onun tadı başkaydı, belki kaybettiğim için öyleydi, bilemem.

neyse ki artık çocukluğumun amına koymuş bu şerefsiz gökhanlarla görüşmüyoruz, nereden baksanız tam 10 senedir adını bile duymadım, görsem kesinlikle ağzına sıçarım, artık küçük çocuk yok ulan karşısında! bağlayıp döveceği, zaman zaman üstüne bineceği...

dükkana ünlüler ile çekilen fotoğrafları asmak

blackrons
dükkana daha çok müşteri çekmeye çalışmaktır.

bunlar çektiği fotoğrafları dükkanına boy boy asarak aha buraya ünlüler geldi, çayımı içip tatlımı yedi ve çok beğendiği için de bana birlikte fotoğraf çekilmeyi teklif etti mesajı verirler, biz de genelde alırız bu mesajı...

yalnız sırf dükkanına ünlü gelmediği için photoshop ile yanına brad pitt’i koyan abiler var, lakin truva filmindeki halini koyunca olmamış tabii, antik yunan mısın lan sen? bir de sarılmış gözüküyor böyle fotoğrafta, brad pitt’in elinde kalkan, bunun elinde meyve dolu bir poşet, abi nereden geliyorsun? spartadan lan işte, alışveriş yaptık..

bir de ufacık büfesine taksim’de herhangi bi ünlü ile çekildiği fotoğrafı koyan abi var, ulan senin büfeden sigara aldıysa ne olacak bu adam? satışlar mı patlayacak? sigara yasağını mı kaldıralım? anlamadım gitti mnakoyim.


+ vay hikmet abi bu resim ne ya?
- tarkan ayakkabılarını boyattı bana.
+ vay helal olsun abime!
- sağol koçum
+ benimkileri de boyasana abi.
- tarkan boyattı diyorum, siktir git lan!
+ oha ya!

izlediği filmdeki kahramana özenen çocuk

blackrons
yazık olacak çocuktur, çok gördük bunları, pikachu olup 7. kattan aşağı balıklama atlayış yapanı, süperman olup uçtuğunu sananı, batman olup karanlıkta babasıyla savaşanları... tamamen psikolojik problemdir çocukta.

bizim bakkalın oğlu recep var, kendini tayip erdoğan sanıyor, oğlum hangi filmi izledin lan? diyoruz. haberleri izledim ordan etkilendim abi diyor, geçen top oynuyorlar seyrediyorum, top auta gitti yerine teğet geçti diyor velet, yahu daha 6 yaşında, çocuklara laf anlatırken sevgili vatandaşlarım diye giriyor olaya, en sevdiği bilim adamı ampulu bulan edison, anlamadım gitti.

alin verin ekonomiye can verin

blackrons
televizyonlarda sıkça yayınlanan reklamdır efendim, siz alın ki biz de size verelim teması uygulanmaktadır, geçen buradan gördüm, hadi gidip alayım çok ısrar ediyorlar diyerek ufak şirin bir simit aldım, simitçi o kadar sevindi ki oracıkta verecekti, sonra kaçtım direk, alın verin ama bana vermeyin diyerek, kötüymüş lan.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol