confessions

kasif

- Yazar -

  1. toplam entry 105
  2. takipçi 1
  3. puan 8863

şehrin aynaları

kasif
" kahpe bakire.
çökmüş dizlerinin üstüne.
affetme, affetme.
günahkâr pembe."

***

soyutla somutun harmanlanmasından oluşan şahane bir elif şafak kitabı.

***

" "kimdim ben?"

katil ve kurban. ellerimde başkalarının kanı var, başkalarının ellerinde de benim kanım. bir cinayet işledim; belki de pek çok cinayet işledim. nasıl olsa bütün ipuçlarını temizledi hafızam.

bir cinayete kurban gidiyorum. belki de pek çok cinayete kurban gidiyorum. nasıl olsa inanmıyorum ardımdan tutulacak mateme. katillerimin yüzlerini seçemiyorum; isimlerindense geride harfler kalacak sadece. binlerce kelime, onlarca hikâye var boğazımda düğümlenmiş. susuyorum konuşmam gereken yerlerde; dilimi tutamıyorum ne zaman susmam gerekse. anlatacak çok şeyim olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden."

-arka kapak-

günün sözü

kasif
"…tanrı denen alemde hiçbir şey olanaksız degildir. eğer herhangi bir şey hayal edilebiliyor yada düşünülebiliyorsa, o vardır; çünkü düşünülüp hayal edilen her şey o anda varoluş aleminde yerini alır. tüm yaradılış böyle var oldu... "
(bkz: ramtha).

haklı oldugu halde özür dileyen insan

kasif
kendimi sayfalar dolusu anlatabilirim size, kendimi ağız dolusu kusabilirim sayfalara ve beni ağlatabilirim bu konuda çaresizce...
zira anlaşılmak zordur bu konuda, pek çoklarınca.
yaşadım bunu defalarca...

özür dilemek değil erdem olan,
kendini bilen olmak mesele. empati kurabilmek, karşınızdakinin de haklılık payelerini sıralayabilmek usunuzda, haklılığınızı en güzel sözle sunabilmek karşınızdakine,
armağan kıvamında.

egolardan sıyrılabilmektir ’haklı olunan noktada dahi özür dileyerek’ ;
mutlaka vardır haklılığınız oluşurken kırdığınız şeyler, oluşturduğunuz kırgınlıklar, bunu da düşünmektir ve en ince tarafından insan olabilmektir bunlar için özür dilemek, özür beklerken...

illa koz vermek değildir tarafgir olana,
biraz da olgunluğunuzu koymaktır masanın ortasına.
hatta kişinin ulaşabilmesi için biraz da kenara kaykılması için elinizin ucu ile ittirmenizdir, asude sunulan ’özür’ mefhumunu anaçlıkla.
karşınızdakinin hatasını aslında göstermenin en güzel de yolu, yöntemidir de bu.

haksız olduğuna inandığınıza verdiğiniz bir taviz de değildir bu aslında.
kıymet verilen ilişkiye duyulan saygıdır çokça.
ona ne kadar değer verdiğinizi göstermenin bir başka insan şeklidir ters ama vurucu açısıyla.

evet,
yadırganan tarafsınızdır çoğunlukla.
yaptığınız anlaşılmaz çiğ insanlarca; ama anlatmasını iyi yaparsanız özür dilemeyi haklılığınızca ve hakkınca, sizden kadim ve kutsal insan olmaz konunun diğer muhatabınca.

özür dilemek bir erdemdir kendini bilen olmak adına,
insan olgunluğunca.
kaçınmak yerine, yerli yerinde cömertçe kullanmaktır en yapıcılığıyla.

hak din hangisidir

kasif
ne yapmalı ki, tanrıya sevdirmeli kendini?
ne yapılmalı ki, tanrı olanın bulunsun hak dini?
ve ne yapmalı ki, kutsal sayılsın insan nefsi?

hepimiz kendimizi aldattık önce, tespih dizer gibi dizdik günahlarımızı; affı için secdelere kapandık, tapınaklara taşındık, havralara, kiliselere sığındık; günahlar çıkardık, aflar diledik, kurbanlar adadık, ilahları ilah’a berguzar eyledik. karşılığında da azat edildik.
değil mi?..
ya da öyle sandık; kendimizi kandırdık!

ama unuttuk;
samimiyeti unuttuk.
insan olmayı atladık.

yazılan/söylenen kelamları tanrı sözü sandık. içten pazarlığın yoz kurbanı olduk. bizden olanı şiar eyledik, sapla samanı birbirine karıştırdık ve sandık, bununla harmanladık!..

çok tartışılır bu konular daha, yüzyıllardır süre geldiği gibi, bir o kadar da devam eyler şüphesiz.
bu açmazlarda çok kişinin cebi de pek âla en güzelinden doldurulur anam babam.

...

yaşanamayan aşklara

kasif
hayır, hiç kanamadım.
oturdum önce bir taşın üzerine, denizin dalga dalga sesi çınladı kulaklarımda. çınnn, çııınnn; işte böyle ahestelice…
sonra bir derin nefes aldım, çektim onu ciğerlerime. hmmm, ohhh; ihtiyacım varmış buna çokça.
yemin olsun çok acımadı içim. kemanın yayı koparken çıkardığı hüzzam name var ya, işte o tatdaydı bu da bana. yanık bir çikolata kokusuydu burnuma çalınan, o koku insanın iştahını kabartan; benim de canımı yakan, böyle bir ilişki sarmalıydı en çok ruhuma kalan. ama hepsi bu kadar olan, bununla kalan. sonrası olmayan, sonrasını anlamayan ve gönüllü beklemeyen…

ııh ııhhh, çok ağlamadım aslında. hem neden ağlayacaktım ki sonra? yaşanmayana yakılır mıydı ağıt can damarlardan?

peki peki, yalan söyledim size; biliyorum, en çok da kendime.
çok içim yandı, çok ağladım kaderime, kederime.
çok istedim o aşkı yaşamayı, ellerimle dokunmayı, ruhumla okşamayı, bedenimle bütünleşmeyi… çok istedim kendimi artık aldatmayı kesmeyi… bir kere de akışına kapılmayı, sularında boğularak canfeza duygularla ölmeyi. her ölümde yeniden dirilmeyi, dirilmelerde yeniden doğmayı.

her hislenişte bin kere yok olmayı, aşka bir defa daha kanmayı ve kanışlarda boyun eğmeyi; kendim olmaktan çıkıp, yeni bir bende keşiflerde, ilahinaye kutsallıkta kaybolmayı istedim.

ben ne mi yaptım?

peşinen kabul ettim üzülmeyi. peşinden ağıt tadında kelimelerle cümleler doğurmayı, sancılarımdan bellekler ve benlikler türetmeyi...

şerefine ey kaçan aşk,
yitik aşk.

...

bizden calınan hayatlar

kasif
hepiniz sindirdiniz bizleri, her yerimizi, her köşemizi, her parçamızı, her hissiyatımızı. lime lime, parça parça, bölük pörçük ettiniz gerçeklerin gölgesinde kimliklerimizi - gölgemizi - özgürlüğümüzü.

geleceğe pek bir şey bırakmadınız, her yerimizden sızdınız. beynimizden, kalbimizden, gözlerimizden, kulaklarımızdan, damarlarımızdan ve her şeyinizle saldırdınız; kitle iletişim araçlarınızla, kitle imha silahlarınızla, kanunlarınızla, normlarınızla, hükümlerinizle ve hatta sevginizle, sahiplenmelerinizle, kıskançlıklarınızla, hezeyanlarınızla, coşkularınızın sönmüş halleriyle, herzeliklerinizle, kendinizde olan özgüvensizliğinizi bize mal etmelerinizle!.. yolda yürürken kendi gölgesinden korkanlar eylediniz bizi biçaresizliğinizin döver-biçerleriyle.

yeknesak hayat kurdunuz gelecek adına inançlarınızla ama içinde heyecansız kelamlarınızla. her şey insan olmaktan uzak, ezber bozmaktan anbean kaçmış vaziyette. umutsuzluk diz boyu yarınlara uzanan uzun yollara dair; umutsuzluksa ruhun ölmesi demek en yalın haliyle. ruhsuz olan demek, üretmeyen demek kendi çabasıyla; üretmenin gerek olduğu yerde kopyalamak, seri üretim yapmak var demek ayakta kalmak adına. özgün olmayı yok ettiniz işte bu yüzden; özgün olmak kimliği ortaya koymak demek son tahlilde! özgün olmak, kendini ispat etmek demek yüzyıl standartlarınca; özgün olmak ’ben’ demek en kahramanca, en kendimiz olan tarafınca!

içimizi boşalttınız. çıkar kavgalarınızla mahvettiniz bizi, güç istençleriniz için, tanrı’yı arama riyakârlıklarınızla, iktidar kurma çabalarınızla... hayallerimizi yıktınız, sevgiyi tükettiniz sevgisizliğinizle ve kendinize benzer olmasının gayretkeşliği ile... sistemin yeknesaklığı iliklerinize işlemiş, hepimizi tek tip insan eylemek istediniz aymazlığınızca.

size müebbet hapis cezası az, en az üç kere ölüm cezasına çarptırılmalı yüzyılımızda idam cezalarının insan haklarına aykırılığına inat! sizleri insan sınıfına komamalı, biçtiğiniz en insan yanımızın kalıbı, biçareliğince!

size söylenecek söz çok, ama her kelimenin içini boşalttınız insafsızca!

yazdigi gibi ol a mamak

kasif
serzenişlerim var, kuytularda asılmayı bekleyen günahkâr demde…
tanıdıklarım var; basılmaması için konulan uyarı tabelasını önce ezip geçen ardından da üzerine tanrısal çiğ taneleri düşen çimleri bir çırpıda yok ediveren…
maskeleri var; tapınaklarda kutsal uhreviyatlarına boyun eğen ezber rolleri aşkına!..
palazlanmış kinleri var, sükûta bedel ödemiş haylazlıklarıyla…
ve baş edilemeyecek hırsları var, sizi bile hayatınızın en dehşet anlarından sıyırtıp, delik deşik edecek güçleriyle…
oyunları var, ezber edilmiş replikleriyle. ezberleri tekrara dayanmayan; her gün nice intihar tohumu ile beslenen; cennet vaadiyle kandırılmış motivasyonu ile motive edileninden; sizi yerle yeksan ediverecek olan!..
tüm bunların birikimi içinde boğulduğunda, kalemi eline alan; kelamlar ile sizi kandıran; ruhunuzu üç beş kuruşa şeytana sattıran işte bu fettan.
aklıdır sizi kendisinde çarpan, kelimelerle dans edip, onun çıplaklığı ile koynunuza akan… zemheridir kinleri, akıtması için kullandığı kelimelerden inşa işte bundandır. masumiyetine inanan ebenin ta kendisidir.
aslında bu tipler, yazıyı (yazmayı) kirleten ahmaklardır. "yazdıkları gibi ol(a)mamak" onların insan olan kusur yanlarıdır. aynı ortamda kalmak, nefes alamamaktır, yaşamı anlamsızlaştırmaktır.
bu durumda o noktada ya siz giden olursunuz ya da onlar gönderilecek olanlardır.

(bkz: yazildigi gibi okunmak).

yazıldigi gibi okunmak

kasif
bu kadar değildi kelimelerim, bu kadardan ibaret değildi kalemim. aslında şu virgül öncesinde şunu demek istedim de, okuyan şuncacığını anlamış; bu kadarlık değildi o koca cümlem de, göz iliştiren bu kadarcık anlam katabilmiş.

kaderimdir evvelinden ezeline, yazdığım gibi olmaktan, yazdığım gibi okunmaktan çok algılandığım kadar anlaşılmak.
içerlenmedim, yeminle rahatsız olmadım.
zira her şey olduğu gibi anlaşılsaydı, ne ehemmiyeti kalırdı farklı olmanın ve kişilerin tüm bunları farklı kılmasının?
yazıldığı gibi okunmak da bir nüans taşır kendi içinde.
bir bildirgede zaten kaçılması imkânsız başka yerlere.
bir normun maddelerinden imtiyaz çıkarılması bir o kadar çıkmaz sokak barındırır bağlaç olan her madde ekinden bir ötekine geçişte.
ama öyle midir bir romanda,
deneme yazısında,
şiir de yahut öykü de?
ya da bir felsefe yazısında?
yazdığın ile değil, algıladığı ve anladığı kadarsın karşındakinde…
anlatmak istediğinden çok, anlatılmak istenildiğindesindir çoğu kez makus talihinde…

(bkz: yazdigi gibi ol a mamak ).

yalanlarımiz kime

kasif
tutku ile doğmuştur adem oğlu, havva kızı. ve her tohumun atılışında ateşle yoğrulmuştur hislerin coşkusu; sanılanın aksine, yok etmek için değil, çok kere itaat etmek içindir. itaatsizlik öyle hafife alınır şey değil; kıdemlidir insan denilen mahlûk için kendisi. putlara tapınma, semada bir varlığa işaret edilene inanma, doğanın çeşitli güçlerine ilah adama, her ululaştırılana adak sunma; az şey değil bunlar kardeşlerim.
tepeden tırnağa ürpertinin semah yolculuğunun içsel huzuru, içsel arınması.

elbet bildiniz; salt itaat etme değil, tapınma değil olanlara/olmuşlara. bunlar bizim kandırmacalarımız, kendimiz olan ben’e.
yalanlarımız tanrılara, semadaki olana, zikrin içinde olan samimiyetsizliğe, sevgili olan biçareye.
güce tapınır adem evladı; güçten güç alarak.
pek tabii aslını inkar ederek.
ama bu mu gerçek?
kandırdık mı onları içtenlikle?

yalanlarımız kime?
sana?
hayır hayır ona...
diğerine?
belki de berikine...
yok canım, ötelediğimiz diğerine (lere ).
kandırmayalım; yalanlarımız kendimize.

mutluluğu aradık esarette. gömüldük kaldık asırlık evrimlerimize. tepeden tırnağa yenilenmelerimizde, aslında eskileri devşirdik benzerlikleriyle, benzerliklerine. önümüze konulan hep aynıydı, sırtımıza yüklediklerimiz bir sonrakinin hep bir öncesiydi. değişmedi, değişmeliydi de, beceremediklerimizdendi bu.

kandırdık hep. kimi?
kendimizi...
önce bundan başladık, ikinci tekil şahıs yaparak benliğimizi.
öteledikçe kendimizi, o kadar çok savurduk yalanlarımızı. her uzaklaştırmada kimliğimizi bedenimizden, o kadar rahat ettik söylediğimiz yalanlarımızla. her yalanımızda, bir o kadar uzak kaldık ruhumuzdan; kimlik artık koca bir boşlukta sallanan sonbahar yaprağı. düştü düşecek misali...
yanlışı en başta yapmanın handikabı ile, düştük ucu bucağı olmayan yollara. kaybettiklerimizi ise hiç sorma! ne söyleyecek cesaret kaldı dilimizde, ne de hatırlamak isteyecek hafıza.

mutlulukları aradık işte bunlarda.
"çaresi olacaksa", dedik ki içten içe; "ona da amenna!"
"huzura ereceksem, savururum savurabildiğim kadar yalan önce kendime, sonra onlara..."

yalancının mumu yatsıya kadar yanıyordu ama, o kadar azimliydik ki, binlerce yatsı zamanlar tükettik, ama yalanlarımızı tüketemedik.
önce işe kendimizle başladık, ve hatayı da zaten burada yaptık.

falan filan

kasif
uzun uzadıya bir gece, önünde yapabileceği kadar çok sonsuz muhakeme. kederleri çok ve girip çıktığı sokakların hepsi birer çıkmaz sokağa dönüveriyor biteviye.
umutsuz değil tabii içten içe, umutlar çiçek açmış bahar dalları gibi. her bayırın bir inişi vardır derler, ona sarılır biçare.

isyan ettiği her şey burnunun dibinde bitiverir. isyana bir ceza mı bu diye düşünmeden edemez düşünceli hallerle.
ancak tevekküle boyun eğen misali bir teslimiyetle buna da şükür çeker içten içe... kaderci olduğundan değil, olanları olduğu gibi kabul edip, olgunluğuna verdiğinden sessizce.

aşık olur, gidip en hastalıklısına bulaşır. onu da allayıp pullar, kırık düş kırıklıkları ile umutlarla yamalar, bir güzel sarıp sarmalayıp bohçalar. öyle ki, geleceğe taşıyacaklarını ’eksilmekten’ sakınıp, saklar.
aynı hatalar tekrarlanmasın diye herkese anlatır bu yüzden yaşadığını; kimse bu şekilde yaşamadığındandır belki de anlayamadıkları...

değer yargılarından ödün vermez bir diktatör değildir, ama bildiklerine inancı çoktur. yanılmadı mı sanıyorsunuz, onu da yaptı insan tarafının zafiyetiyle. belki de bu kadar çok sevilmesinin sebebi budur, tüm bu hassasiyetleriyle...

onu da görmüştür, bunu da yaşamıştır, şunu da bilmiştir, berikinden eksik kalmıştır, ve saire, ve saire, ve saire.
gerisi, falan filan...
biliyor işte, eksilip ve bazen de çoğalıp yaşayan!

gri

kasif
ne ana renkti, ne sıcaktı, ne soğuktu, ne de kendini ifade de tamamlanmıştı.
en az bir en çok ikiden oluşandı ve kırgınlığı da en çok buna idi. hislerinden renk vermemesi buna yorulurdu en çok.
renk verdiği haller ise tamamen bir pusluluğun ardında gizlenmişlikti çoğu zaman; o kadar mağrur, o kadar efsunlu, o kadar derin...
renk vermez demiştik değil mi?

kiminin içine sıkıntıları gark eylerken, kimilerine ilham ihsan eyler, yaşama sevinci zerk edermiş; hı hııı, o kadar da farazi bir renkmiş kimilerince, bir o kadar gerçekten ya da düş tadındaki o güzel ve kadifemsi renklerin albenisinden çok uzaktayken.
çoklarınca sevilmez kendisi, demiş miydik bunu da?

hele bazılarının gri yılları varmış ki, yıllar yılı sevilmeyen bu renk, o zaman gözbebeği olur, yılların tükenmesine dair yaşanan sendromun acil çıkış yolu oluverir kendilerince.
hiçbir değere, kavrama ve renge sarılmadıkları kadar sarılırlar bu rengin anlamına ve kişinin içinde bulunduğu yaş ortalamasına misyon ekler akıl almaz şekilde.
onca iticiliğine rağmen bir keramet vardır bu renkte, bunu da dile getirmiş olmalıydık sanırım!

siyahın keskinliğine ve her şeyi örten kararlılığına, beyazın şeffaflığına ve her şeyi yumuşatan becerisine inat, her ikisinin karışımından oluşmasının incinmişliğine aldırış etmeden, kendi yarattığı dünyasından çok söz ettirmese de, her durumun ve kişinin içine yer etmiştir inceden inceye...

(bkz: yin yang ).

bir terkediş hikayesi

kasif
kaybetmek dedi biri diğerine.
anlatmak isterdi ağız dolusu, diğeri karşındakine.
lakin sözün bittiği yerdi, ve her söylenenlerin artık batacağı , inciteceği süreçteydi.
kurtarılabilir miydi?
belki...

bir bavul toplama endamı vardı şimdi süreçte.
içine konulanlar bir çift kazak, renkli pantolonlar, kişisel bakım eşyaları, vs den çok ümitsizlik-çaresizlik-sessizlik-gidişlerin en keskin yalnızlığı/yalınlığı vardı, palazlanmışçasına.
damağı yakan acı tatdan çok, söylenecek sözün olmamasının hüzzamlığıydı. ve artık birlikte dinlenip keşfedilen şarkılardan kaçma vakti gelmişti...
çok üşütür müydü bunca şarkıdan mahrum kalmak?
yenilerini keşfetmek ister miydi ve aslında bu da çok zaman alır mıydı? çok yalnızlık çeker miydi acaba? ya da çekeceği yalnızlığa katlanabilir miydi?

yolculuk vakti işte gelmişti. yok, içten buna terk ediş zamanı diyemiyordu, henüz buna cesareti yoktu.
karşısındakine bakamama cesaretsizliğinden değil, son kez görmesindendi -bir daha göremeyeceğinin endişesindendi- gözlerini kaçırmaktaki imtinası.
demişti ya birçokları yeni başlangıçlar var, hayatın da böyle bir nişanesi var hep bu yenilgilere dair; istediği bu değildi.
sordu içinden: "kaç kere gerçekten sevebilirdi insan? ve kaç kere aşık olduğu insandan ayrılabilirdi gerçekten giderek?"

sonu güzel biten masallar isterdi hayatına. bazen çok tekdüze, can sıkıcı olmuş olsun, kimin umurundaydı bu? terk edişlere gebe kalmak istemezdi, onun biteviye çıkmaz sokaklarına...

ve ardından kapanan kapının çöküntülere sokan iç çekişli sesi... ve perdenin son kez indiği sahne.
terk eden miydi bavulunu hazırlayıp gittiği için; terk edilen miydi kapıdan can çeken umutsuz gidişi ile...

öyle ya da böyle, sonu "bitti" ile nihayetlenen bir hikayenin kahramanı idi kendisi, uzun cümlelerin kısa anlamları ile...

***

gece

kasif
gece;
teslimiyete bir hece...
mecralarını açar arsızca, o bir utanmaz kahpe.
soysuz bir döl, unufak eden girdiği döl yolunu!
kelimeleri bir araya getiren kâfirdir kendisi;
münafıklığın esir edici albenisine tutsak eden.
üretkenliğe diş bileyen, umutsuzluğa gözlerini deviren.

gece;
sözcüklerin tek hükümdarı,
ilhamın en koyu yandaşı...
bir orospu cilvesi kadar kan kırmızı, bir uykuya direnmek kadar asil kendisinin anlamı.
siyahın asaletiyle birleşen, ruha hüznü yükleyen bir sonbahar sarısı...

gece;
hayat anlamına gelen süt beyazı ya da sperm akı,
var olmanın tek kanıtı,
ve meydan okuyan yalnızlığın sultanı.
tarumar olmuş yatakların içinde hayallerin son durağı.
durmayan,
yatağınca coşkuyla çağlayan.
hayata en ilanihayesinden anlam katan.

gece;
bebesinin yanı başında günaha bedenini satan orospu.
bir sergüzeştin sessiz serzenişleri, tahammülsüz gezintileri.
maceralarında hikayeler yaratan kirli dünya.
ölüp ölüp dirilen kabus dolu rüya.
bedeni girizgâh kefelere koyup dirhem dirhem satan acuze.

gece;
ilhamların kaynak pınarı,
sözlerin tükenmez deryası.
yalnızlığın hüsrevane yoldaşı;
başımızdan hiç eksik olmayacası...

hayatın anlamı

kasif
bazen bir çocuk için bir bilyedir mesela hayatın anlamı;
bir anne için bebesine süt vermek, geleceğini düşünmek usuldan usuldan;
bir erkek için bir orospuya gönül vermektir son tahlilde(!) hani o kadar netamelidir ya bu, o bakımdan vesselam!
bir genç kız için mutlu yuva kurmak, çoluk çocuğa karışmaktır;
bir devlet erbabı için iktidar olmaktır, gücü şah damarlarında önlenemez, akan coşkun kan misali hissetmektir;
bir baba için çok para kazanmaktır, geleceği garanti altına almak namına mesela;
doyumsuz bir ticaret erbabı için çokca satıştır onun bakış açısınca;
kimi için daha çok savaş, daha çok kan akıtmaktır, bozuk kişilik yapısınca...

herkes için başkadır dostlar hayatın anlamı vesselam.

fyodor mihaylovic dostoyevski üstadın yeraltindan notlar kitabını okuyan ve verilen mesajları alan bilir, anlayan görür hayatın anlamını. varoluş felsefesinin ve imgelemenin neler doğruduğunu ve kişide ne şekilde tümlendiğini, özdeştiğini ve ne şekilerde zuhur ettiğini...

hayat, bir yin yang kuramında saklıdır; her şeyin bir zıttı vardır ve her şeyin bir ömrü vardır, sınırlılıklarınca.

o yüzden savaşın yanına çok yaraşır ya barış;
o yüzden anneyi tamamlar ya bir bebe;
o yüzdendir ya dinsel öğretilerin harcirah biçarelikle ilahilerle bezenmesi;
babanın ne yapacağı belli olmadığından hayata güvenmediğindendir parayı canhıraş biriktirmesi ama öte yandan kana kana yaşamını yaşamak istemesi, yerli-yersiz aldatmalara meyletmesi;
o yüzdendir iş hayatının iki yüzlülüğü; şikayetlerimize rağmen vazgeçememiz kendi iktidarımızı ve yaşamımıız sürdürme garibeliğimiz ya da ucubeliğimiz;

uzar gider bu a dostlar...

ped almaya gönderilen erkek çocuğun dramı

kasif
ev ahalinin kadın bireylerinden biri kendini kötü hissediyordur ki, sokağa çıkamıyordur ki, evin apartman kapıcılığı görevi tanımlanmış erkek kardeşi hemen seferberlik ilan edilerek bakkal ya da eczaneye göndermenin yolu aranır.

- necmiii?
+ efendim abla?
- al oğlum şu parayı, bana bir kotex al, ama kanatlı ve normal olsun. üzeri kalacak, onunla da kendine şu son zamanlarda çok sevdiğin cipslerden alıver, tamam mı? ne alacaksın, tekrarla bakimmm?
+ bir tane ko... kokkeee...
- kotex oğlum, kotex. tekrar et bakimmm...
+ kott... kotex.
- aferin. para üzeriyle de kendine istediğin şeyi alıver işte. ama unutma bak, normal ve kanatlı olacak.
+ ya abla, ne bu kotex mi her neyse ?
- kadın bağı oğlum, kadın bağı. hem ne uzatıyorsun sen, git şimdi, evlenince öğrenirsin karından!
+ hee ablam, öyle olsun.

gel zaman, git zaman bizim nemci büyür, kadın bağının ne olduğunu öğrenir. evin kadın ahalisinden biri yine kardeşini bu gereklilik için ilgili yere göndermek ister.

- nemci, bana bir ped alır mısın canım?
+ ne alacam allasen! utanmıyor musun kendi kişisel sorunun için beni buna alet etmeye?
- ama, hebe... lebe... gak... guk...
+ bundan gayri kendi sorunun için kendin git. senin ayıbına ben ne diye muhatap olayım ki!

ve anlaşılır ki evin çocuğu delikanlı olma yolundadır. size lazım olan bu gibi hallerde sağlam bir kız kardeş/abla yahut bir annedir.

30 yaşına yaklaşan kadın

kasif
garson yaklaştı ve o kibar sesi ile sordu:
- şarabınızı nasıl istersiniz ?

kendinden emin ve işini bilen erkek, özgüveninin sesine yansıyan tarafı ile gülümser cevap verdi:
- elbette olgun ve bekletilmiş olanından, yani kaliteli olanından!

***

kadını şaraba benzetmek artık çok banal oldu ama, toyluk ile gençlik arasına sıkışmış bir kadından daha yeğdir bu yaş gurubu. hem aşkta, hem yatakta, hem hayatta, hem ilişkilerde size katacağı çok şey olduğu gibi, hayatınıza yeni bir perspektiften bakmanızı sağlar zira.

***

adamın karşısındaki genç kadın kıkırdadı:
- ne yani? gencim diye, ben ham ve kalitesiz mi oluyorum ?

hayat tecrübesi olan ve lafla bağlamasını güzel yapan bu kibar adam tebessüm etti:
- bilakis! kimi kadınlar vardır yaşları insana ömür katar, kimi kadınlar vardır, ömre anlam katar!

tercih sizin baylar!

bes tas beşeriyeti

kasif
umut, saygi, hosgoru, bilgi ve sevgiden oluşan bu beşlemeden var edeceği ademoğlu üzerinde büyük bir kumar oynamış tanrı. şeytan’ın kafa tuttuğu gün iddialaşmalar nezdinde cennetten henüz kovulmadan önce bes tas oynamışlar. ortaya koyulan değerler belli imiş zaten. insan karakterini şekillendirecek bu beseriyet gereklilikleri tanrının hep yanlış taşı parmak arasından geçirmesi ve diğer taşlara değmesi ile oyunu kazanma şansı azalmış, biçtiği vasıflar anlam nezdinde ufalmış, mahiyetinden sapmış. şeytanın şansının yaver gitmesi ve ihtirası ile değerlerinin anlamı kendi kazanacağı zaferlerin üzerine birer şeytan tüyü tadında eklenivermiş, çoğalıvermiş, kazancı oluvermiş.

- zorlama artık tanrım. ben kazandım. elindekileri daha çok kaybetmeden, anlamları daha çok azalmadan bir son ver buna.

tanrı yutkunmuş, tanrı üzülmüş, tanrı çaresizce bakmış:

- ozgur iradeyi bir yaratıcı olarak ekliyorum bu varlığa. yarattığım diğer özelliklerin önemli payesini kazandın bu bes tas oyununda, kendi şansına çevirdin. ben ise seni bu denli aciz bir varlık ile yeryüzüne göndermeyeceğim. seçme hakkı ve gerçeği ve dahi hakikati bulabilme yetisi her daim onunla olacaktır. belki burada, karşında kaybettiklerimi, bu verebileceğim son vasıf ile o benim adıma senden geri alacaktır.

***

işte insanın yeryüzüne gönderilmesinden bu yana şeytan ile yaşadığı med cezirler, tanrının beş taşta kaybettiği, şeytanın kazandığı oyundaki vasıfların hep zaaf dolu olmasına sebebiyet vermiştir.

beş taş oyununda kaybedilen beşeriyet vasıflarının hacmini özgür irademiz ile doldurmamız gerektiğini anlayamamış olmamızdan kaynaklı sanırım bunca savas, bunca kutuplasma, bunca empatisizlik, bunca humanizmdenuzak olma... şeytanın hep kazanması bundandır belki de...

istisnalar kaideyi bozmaz

kasif
bir şey bir şeyi bozarken ya da kendi çemberinin içine alırken durup sormali;
durup sorgulamali;
anlam ve kavramları yormali;
çoğulca yorumlamali;

bozulan, kaideyi oluşturan bir toplumsal bütünlüğün nizamı ise, işte orada durulmali;

bozguna uğratılan kaide, bir içsel kısırlık ya da ihlâl ise, ve topluma sirayet etmiş ise, işte orada cigrilmali;

bozulan, kaide olan toplumsal kültür ve gelenekçiliğin kutuplaşması ise, işte orada tehlikeyi bozmak için kasilmali;

bozguna uğratılan kaide, kişisel hakların ırzına geçmek ise, işte orada kuralın kendisini durdurmali...

savaş

kasif
yapmak varken karşıtı olan yıkmak nasıl olur?
barış varken tersi olmalı mı?
düzen içindeki birliğin tersini yaratma zamanı değil mi? ötekileştirmeye ne dersin?

hem, zayi olan insan tarafını budamanın en anlamlı açıklaması olur; nasıl olsa sonunda kazanç var, insanlık olmasa da ucunda. direngen zulfikârlarımızı aldık, direnenleri kırmaya gittik.

sana adlarını da söyledik:
emperyalizm!
toprak butunlugu!
din savunmasi!
modern toplum kavramı!
muasir medeniyet!
esit bir dunya!

eklenecek pek çok nitelik ve nicelik; önemli olan kiminde yoğunluk, kiminde farklılık. ama illa taraflılık...

haydi kardeşim, yüzyılların savaşında sen de al bir rol; zafere adım adım ilerle yol yol... önce kavimler savaşı, ardından dinler savaşı, pekâlâ sonrasında toprak savaşı, sonra sömürü amacı, şimdi de bilgi çağı savaşı!

yani kısaca, milattan öncesi ve milattan sonrası;
kronolojik sırlaması...
insanlık dramı,
gücün karşıtı.

yüzyılların savaşı asla bitmeyecek.
bu hem dünya düzenine, hem insan mefhumuna aykırı.
merhaba dünya kaosu!..

küçük kardeş

kasif
bakkala git küçük kardeş;
çay getir küçük kardeş;
baba paketinden sigara çal küçük kardeş;
şu mektubu zeliha’ya ver küçük kardeş;
kalemtraşın benim oldu küçük kardeş;
tenefüs olunca kantinden bana da kola al küçük kardeş;
aşağı in küçük kardeş;
yukarı çık küçük kardeş...
1 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol