hızlıymış,atikmiş,faşistmiş.
çok güzel bir tadı vardır.yağlıdır,tuzludur ama poşeti pörtletene kadar ezip onu toz halde paketin ters tarafından yemek ayrı bir keyiftir , türk işidir.
elimden hiçbir şey gelmez
hiçbir çarem yoooookk.
hiçbir çarem yoooookk.
komple yalan bir durum.onlar sezercik kadar düşünsünler de o zaman konuşuruz.
başrollerinde tom cruise , paul newman ve mary elizabeth mastrantonionun oynadığı 1986 yapımı film.filmde yetenekli bir bilardocuyla eski kurt bir bilardocunun keyifli yolculuğu anlatılıyor.tom cruise bu filmde 24 yaşında en çömezinden.
faşist zihniyetin yeni oyunu.ülke bir süre üzerinde konuşur sonra da çok alakasız birini ya da birilerini medyaya deşifre ederler ve böylelikle de olay kapanır.
yazının bulunmasından sonra ki en ilkel zihniyetin eseri olması muhtemel bu olayla ilgili olarak ülkenin sicili çok bozuk olduğu için ellerini ovuşturan beyzadeler şimdi daha çok konuşacaktır.
ne diyelim ölen öldüğüyle kalmaz umarım.
yazının bulunmasından sonra ki en ilkel zihniyetin eseri olması muhtemel bu olayla ilgili olarak ülkenin sicili çok bozuk olduğu için ellerini ovuşturan beyzadeler şimdi daha çok konuşacaktır.
ne diyelim ölen öldüğüyle kalmaz umarım.
yönetmen / müzik: clint eastwood
oynayanlar: ryan phillippe (john "doc" bradley), jesse bradford (rene gagnon), adam beach (ira hayes), john benjamin hickey (keyes beech)
senaryo: william broyles jr., paul haggis
görüntü: tom stern
neredeyse renksiz bir film "atalarımızın bayrakları". ii. dünya savaşının sonlarına doğru, volkanik iwo jima adasına amerikan donanmasının yaptığı çıkartmayı okyanusun mavisini de kanın kırmızısını da soldurup adayı kaplayan tüfün siyahını baskın hale getirerek görüntülemiş tom stern.
çünkü clint eastwood, amerikan tarihinin karanlık ve kirli bir sayfasını anlatıyor "atalarımızın bayrakları"nda. 76 yaşına gelmesine rağgitgide artan bir enerjiyle film üreten ve her yeni filminde konvansiyonların dışına taşıp izleyiciyi şaşırtan eastwood bu kez de yapıyor yapacağını.
amerikan tarihinin ikonlarından birini kırıyor. kahramanlık kavramını, bayrak simgesini, savaş ekonomisini sorguluyor, kahramanların gerek moral gerek ekonomik nedenlerle nasıl kullanıldığını ve medyanın bundaki rolünü tartışıp tarihle hesaplaşıyor.
"atalarımızın bayrakları" james bradley ve ron powersın amerikan askerlerinin iwo jima adasını ele geçirmesini konu alan aynı adlı kitaptan uyarlandı.
oynayanlar: ryan phillippe (john "doc" bradley), jesse bradford (rene gagnon), adam beach (ira hayes), john benjamin hickey (keyes beech)
senaryo: william broyles jr., paul haggis
görüntü: tom stern
neredeyse renksiz bir film "atalarımızın bayrakları". ii. dünya savaşının sonlarına doğru, volkanik iwo jima adasına amerikan donanmasının yaptığı çıkartmayı okyanusun mavisini de kanın kırmızısını da soldurup adayı kaplayan tüfün siyahını baskın hale getirerek görüntülemiş tom stern.
çünkü clint eastwood, amerikan tarihinin karanlık ve kirli bir sayfasını anlatıyor "atalarımızın bayrakları"nda. 76 yaşına gelmesine rağgitgide artan bir enerjiyle film üreten ve her yeni filminde konvansiyonların dışına taşıp izleyiciyi şaşırtan eastwood bu kez de yapıyor yapacağını.
amerikan tarihinin ikonlarından birini kırıyor. kahramanlık kavramını, bayrak simgesini, savaş ekonomisini sorguluyor, kahramanların gerek moral gerek ekonomik nedenlerle nasıl kullanıldığını ve medyanın bundaki rolünü tartışıp tarihle hesaplaşıyor.
"atalarımızın bayrakları" james bradley ve ron powersın amerikan askerlerinin iwo jima adasını ele geçirmesini konu alan aynı adlı kitaptan uyarlandı.
türkçe adı: "fatih pelle"
orijinal adı: "pelle erobreren"
yapım yılı: 1987
ülke: danimarka-isveç ortak yapımı
süre: 157 dakika
yönetmen: bille august
senaryo: bille august (martin andersen nexønun aynı adlı romanından)
müzik: stefan nilsson
görüntü yönetimi: jörgen persson
kurgu: janus billeskov jansen
oyuncular: pelle hvenegaard, max von sydow, erik paaske, björn granath, astrid villaume, axel strøbye, troels asmussen, kristina törnqvist, karen wegener, sofie gråbøl
19. yüzyılın sonları... kuzeyin soğuk ülkesi isveçte halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. çaresizlik içindeki bir grup isveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak danimarkanın bornholm adasına gelirler. iş bulabilme imkânları açısından isveçe göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, "tekne kazıntısı" küçük pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası lasse de vardır.
eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla pelle için dünyanın bir tür "özet"ine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kâh acı, kâh tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. o yüzden de senaryo ona, "hayatı fetheden" anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür.
yakın dönemden dört dörtlük bir sinema gösterisi... 1987 yapımı bu unutulmaz film, "iyi sinema abdden, hadi o da olmazsa ingiltereden çıkar" diyen hollywood müptelalarına iki iskandinav ülkesinden gelen sıkı bir cevap olmuştu. başta 1988-en iyi yabancı film oscarı ve aynı yılın cannes film festivali altın palmiyesi olmak üzere toplam yirmi önemli ödüle sahip olan "fatih pelle", senaryo, oyunculuk, müzik, görüntüleme, kostüm, kurgu, yönetim; kısacası bir başyapıt için gereken her türlü olumlu niteliğe fazlasıyla sahipti. bu yüzden de çok kısa bir süre içinde çağdaş sinemanın "insan sıcaklığı" taşıyan simge filmlerinden birine dönüştü. hele de ingmar bergmanın fetiş oyuncusu max von sydowun hayat yorgunu yaşlı baba lasse rolündeki o performansı yok mu... sydow, "fatih pelle"de oynamıyor, bu rolü düpedüz "yaşıyor." tabiî, bu arada, binlerce aday arasından titizlikle seçilen küçük oyuncu pelle hvenegaardın içten oyununu da gözardı etmemek gerek...
"derin sinemasever" olma iddiası taşıyıp da henüz bille augustun "fatih pelle"sini izlemediyseniz, bu konuyu siz sözkonusu filmi görene kadar hiç açmayalım daha iyi... çünkü, sinema tarihindeki pek az film, ömrünüzden koparıp kendisine sunacağınız bir üç saati böylesine şiddetle hak ediyor.
orijinal adı: "pelle erobreren"
yapım yılı: 1987
ülke: danimarka-isveç ortak yapımı
süre: 157 dakika
yönetmen: bille august
senaryo: bille august (martin andersen nexønun aynı adlı romanından)
müzik: stefan nilsson
görüntü yönetimi: jörgen persson
kurgu: janus billeskov jansen
oyuncular: pelle hvenegaard, max von sydow, erik paaske, björn granath, astrid villaume, axel strøbye, troels asmussen, kristina törnqvist, karen wegener, sofie gråbøl
19. yüzyılın sonları... kuzeyin soğuk ülkesi isveçte halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. çaresizlik içindeki bir grup isveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak danimarkanın bornholm adasına gelirler. iş bulabilme imkânları açısından isveçe göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, "tekne kazıntısı" küçük pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası lasse de vardır.
eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla pelle için dünyanın bir tür "özet"ine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kâh acı, kâh tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. o yüzden de senaryo ona, "hayatı fetheden" anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür.
yakın dönemden dört dörtlük bir sinema gösterisi... 1987 yapımı bu unutulmaz film, "iyi sinema abdden, hadi o da olmazsa ingiltereden çıkar" diyen hollywood müptelalarına iki iskandinav ülkesinden gelen sıkı bir cevap olmuştu. başta 1988-en iyi yabancı film oscarı ve aynı yılın cannes film festivali altın palmiyesi olmak üzere toplam yirmi önemli ödüle sahip olan "fatih pelle", senaryo, oyunculuk, müzik, görüntüleme, kostüm, kurgu, yönetim; kısacası bir başyapıt için gereken her türlü olumlu niteliğe fazlasıyla sahipti. bu yüzden de çok kısa bir süre içinde çağdaş sinemanın "insan sıcaklığı" taşıyan simge filmlerinden birine dönüştü. hele de ingmar bergmanın fetiş oyuncusu max von sydowun hayat yorgunu yaşlı baba lasse rolündeki o performansı yok mu... sydow, "fatih pelle"de oynamıyor, bu rolü düpedüz "yaşıyor." tabiî, bu arada, binlerce aday arasından titizlikle seçilen küçük oyuncu pelle hvenegaardın içten oyununu da gözardı etmemek gerek...
"derin sinemasever" olma iddiası taşıyıp da henüz bille augustun "fatih pelle"sini izlemediyseniz, bu konuyu siz sözkonusu filmi görene kadar hiç açmayalım daha iyi... çünkü, sinema tarihindeki pek az film, ömrünüzden koparıp kendisine sunacağınız bir üç saati böylesine şiddetle hak ediyor.
türkçe adı: "8. gün"
orijinal adı: "le huitième jour"
yapım yılı: 1996
ülke: fransa, belçika, ingiltere ortak yapımı
süre: 118 dakika
yönetmen: jaco van dormael
senaryo: jaco van dormael
müzik: pierre van dormael
görüntü yönetimi: walther van den ende
kurgu: susana rossberg
oyuncular: daniel auteuil, pascal duquenne, miou-miou, henri garcin, isabelle sadoyan, michele maes, fabienne loriaux, hélène roussel, alice van dormael, juliette van dormael, didier de neck
başrollerini, avrupa sinemasının önde gelen erkek yıldızlarından biriyle -daniel auteuil- down sendromu hastası bir genç adamın -pascal duquenne- paylaştığı, konusuyla olduğu kadar bu cesur oyuncu tercihiyle de sinema tarihinin en sıradışı filmleri arasına girmiş yakın tarihli bir başyapıtı anacağız bu hafta...
son derece başarılı bir satış gurusu olan harry (auteuil), çağdaş pazarlamacılık teknikleri üzerine verdiği derslerde deneyimlerini genç satıcılara da aktarmaktadır. ancak bu hırslı adam aynı başarıyı özel hayatında bir türlü yakalayamaz. karısı onun anlayışsızlıklarından bıkarak, iki çocuğunu da yanına alıp kendisini terketmiştir.
harry, onu görmek üzere uzak bir kentten trenle gelen çocuklarını istasyondan almayı unutacak kadar yoğun olduğu için, zaten tükenmiş olan ailevî bağları bu tatsız olayla birlikte tamamen ortadan kalkar. karısının çocukları istasyondan alıp bir daha dönmemek üzere çekip gitmesiyle çılgına dönen kahramanımız, otomobilini öfkeden çıldırmış bir durumda kentin dışındaki kırlık bölgelere doğru sürer. bu sırada, köy yollarında elinde bir valizle yalnız başına yürürken aracın altında kalmaktan kılpayı kurtulan georges (duquenne) ile hiç istemeden de olsa tanışacak ve hayatının bütün seyri değişecektir.
çok para kazanmayı dünyadaki en önemli iş ve tek amaç olarak gören kalas gibi bir adamın zihinsel engelli bir gençle rastlantı eseri başlayan dostluğu sayesinde burnunun sürtülmesini ve adım adım "adam olmasını" anlatan "8. gün", köşemizin duygusal konsepti içinde adının anılmasına belki de en fazla hakkı bulunan filmlerden biri. anlatımıyla ve izleyiciye verdiği mesajlarla, içinde "ezan sesi" olmasa da düpedüz müslümanca bir "beyaz sinema" örneği...
çağdaş fransız sinemasının en iyi aktörleri arasında yer alan daniel auteuilün oyunculuğu için zaten söylenebilecek pek fazla bir şey yok; ama amatör bir tiyatro topluluğunda kendi çapında denemeler yaparken belçikalı yönetmen jaco van dormael tarafından keşfedilen ve bu filmde başrolde oynatılan pascal duquennenin olayı kavrayışı ve ortaya koyduğu oyunculuk karşısında hayrete düşmemek imkânsız... her ikisi de kaderlerinin o köy yolunda buluştuğu andan trajik final sekansına dek sinemanın gelmiş geçmiş en güzel ikililerinden biri olarak öyküyü müthiş bir başarıyla sürüklüyorlar.
âdeta nakış işlenmişçesine özenli bir senaryo ve sinematografiyle bezeli olan bu filmdeki sayısız hoş anlardan biri de down sendromlu kahramanımızın televizyonda "moğollar" hakkındaki bir belgeseli gözünü bile kırpmadan izlediği sahneler... çevresindeki herkesin ona hastalığından dolayı "mongol" demesinden dolayı ("mongol", moğol kelimesinin batı dillerindeki karşılığı, yüzünde ve başında doğum anomalisi bulunan kişilere moğol ırkına benzedikleri gerekçesiyle tıpta bu ad verilir) televizyonda gördüğü moğolistan görüntüleri eşliğinde bizlere hikâyesini anlatmaya başlıyor: "ben galiba bu ülkede doğmuşum. yani bir moğolum."
"8. gün", rekabetin alabildiğine kutsandığı ve zayıfların ezilmesinin olağan karşılandığı kapitalist düzende insanın fıtratından adım adım uzaklaşıp yaradılış amaçlarını yitirmesinin acı sonuçlarını yüreklerde her karesiyle hissettiren çok değerli bir film...
orijinal adı: "le huitième jour"
yapım yılı: 1996
ülke: fransa, belçika, ingiltere ortak yapımı
süre: 118 dakika
yönetmen: jaco van dormael
senaryo: jaco van dormael
müzik: pierre van dormael
görüntü yönetimi: walther van den ende
kurgu: susana rossberg
oyuncular: daniel auteuil, pascal duquenne, miou-miou, henri garcin, isabelle sadoyan, michele maes, fabienne loriaux, hélène roussel, alice van dormael, juliette van dormael, didier de neck
başrollerini, avrupa sinemasının önde gelen erkek yıldızlarından biriyle -daniel auteuil- down sendromu hastası bir genç adamın -pascal duquenne- paylaştığı, konusuyla olduğu kadar bu cesur oyuncu tercihiyle de sinema tarihinin en sıradışı filmleri arasına girmiş yakın tarihli bir başyapıtı anacağız bu hafta...
son derece başarılı bir satış gurusu olan harry (auteuil), çağdaş pazarlamacılık teknikleri üzerine verdiği derslerde deneyimlerini genç satıcılara da aktarmaktadır. ancak bu hırslı adam aynı başarıyı özel hayatında bir türlü yakalayamaz. karısı onun anlayışsızlıklarından bıkarak, iki çocuğunu da yanına alıp kendisini terketmiştir.
harry, onu görmek üzere uzak bir kentten trenle gelen çocuklarını istasyondan almayı unutacak kadar yoğun olduğu için, zaten tükenmiş olan ailevî bağları bu tatsız olayla birlikte tamamen ortadan kalkar. karısının çocukları istasyondan alıp bir daha dönmemek üzere çekip gitmesiyle çılgına dönen kahramanımız, otomobilini öfkeden çıldırmış bir durumda kentin dışındaki kırlık bölgelere doğru sürer. bu sırada, köy yollarında elinde bir valizle yalnız başına yürürken aracın altında kalmaktan kılpayı kurtulan georges (duquenne) ile hiç istemeden de olsa tanışacak ve hayatının bütün seyri değişecektir.
çok para kazanmayı dünyadaki en önemli iş ve tek amaç olarak gören kalas gibi bir adamın zihinsel engelli bir gençle rastlantı eseri başlayan dostluğu sayesinde burnunun sürtülmesini ve adım adım "adam olmasını" anlatan "8. gün", köşemizin duygusal konsepti içinde adının anılmasına belki de en fazla hakkı bulunan filmlerden biri. anlatımıyla ve izleyiciye verdiği mesajlarla, içinde "ezan sesi" olmasa da düpedüz müslümanca bir "beyaz sinema" örneği...
çağdaş fransız sinemasının en iyi aktörleri arasında yer alan daniel auteuilün oyunculuğu için zaten söylenebilecek pek fazla bir şey yok; ama amatör bir tiyatro topluluğunda kendi çapında denemeler yaparken belçikalı yönetmen jaco van dormael tarafından keşfedilen ve bu filmde başrolde oynatılan pascal duquennenin olayı kavrayışı ve ortaya koyduğu oyunculuk karşısında hayrete düşmemek imkânsız... her ikisi de kaderlerinin o köy yolunda buluştuğu andan trajik final sekansına dek sinemanın gelmiş geçmiş en güzel ikililerinden biri olarak öyküyü müthiş bir başarıyla sürüklüyorlar.
âdeta nakış işlenmişçesine özenli bir senaryo ve sinematografiyle bezeli olan bu filmdeki sayısız hoş anlardan biri de down sendromlu kahramanımızın televizyonda "moğollar" hakkındaki bir belgeseli gözünü bile kırpmadan izlediği sahneler... çevresindeki herkesin ona hastalığından dolayı "mongol" demesinden dolayı ("mongol", moğol kelimesinin batı dillerindeki karşılığı, yüzünde ve başında doğum anomalisi bulunan kişilere moğol ırkına benzedikleri gerekçesiyle tıpta bu ad verilir) televizyonda gördüğü moğolistan görüntüleri eşliğinde bizlere hikâyesini anlatmaya başlıyor: "ben galiba bu ülkede doğmuşum. yani bir moğolum."
"8. gün", rekabetin alabildiğine kutsandığı ve zayıfların ezilmesinin olağan karşılandığı kapitalist düzende insanın fıtratından adım adım uzaklaşıp yaradılış amaçlarını yitirmesinin acı sonuçlarını yüreklerde her karesiyle hissettiren çok değerli bir film...
türkçe adı: "brubaker"
orijinal adı: "brubaker"
yapım yılı: 1980
ülke: abd yapımı
süre: 132 dakika
yönetmen: stuart rosenberg
senaryo: (joe hyams ve thomas o. murton’un kitaplarından uyarlamayla) w. d. richter ve arthur a.ross
müzik: lalo schifrin
görüntü yönetimi: bruno nuytten
kurgu: robert brown
oyuncular: robert redford, yaphet kotto, jane alexander, murray hamilton, david keith, morgan freeman, matt clark, tim mcintire, richard ward, jon van ness, m. emmet walsh, albert salmi, linda haynes
bir "suç" karşısında, ona verilecek "ceza"nın sınırı nerede başlar ve nerede biter? toplum içinde özgür birer vatandaş olarak yaşarken çeşitli suçlar işleyip cezaevine kapatılan insanların bu hataları, yasa koyuculara, onların -özgürlüklerini ellerinden alıp cezaevine kapatma hakkının yanısıra- insanlık onurlarına el koyma hakkını da verir mi? kısacası, bir mahkûm toplumun ve politikacıların gözünde ne kadar "insan"dır?
robert redford’un arkansas’taki wakefield cezaevi’ne yeni atanan iyi niyetli ve reformcu müdür henry brubaker rolünde kariyerinin en müthiş oyunculuklarından birini sergilediği 1980 tarihli filmi "brubaker", işte bu çetrefilli soruların cevabını arıyordu. "içeride" tam olarak nasıl bir idarî düzenin yürürlükte olduğunu anlamak üzere yeni atandığı görev yerine cezaevi nakil aracında ve mahkûm kıyafetiyle ayak basan brubaker, burada tahminlerinin de ötesinde bir çürümüşlük ortamıyla karşılaşır. gözlerden ırak kalmış bu cezaevinde işkence, rüşvet, adam kayırma, yolsuzluk, görevi ihmal, cinayet, kısacası her türlü yasadışılık gırla gitmektedir. wakefield’i insanların yalnızca yasalarda yazılı olan cezalarını çekecekleri, bunun daha ötesindeki insanlık dışı cezaların ise yürürlükten kaldırılacağı çağdaş bir cezaevine dönüştürmek üzere kolları sıvayan idealist müdür, çok geçmeden kalbi taşlaşmış politikacılara, onlarla yakın işbirliği hâlindeki medya mensuplarına ve kendisinin gelişinden dolayı rahatı kaçmış, kurumdaki çağdışı statükonun sürmesi için alabildiğine ayak direten personeline toslayacaktır.
birbirinden etkileyici sinemasal anlarla dolu olan bu filmde, brubaker’ın yıllardır zifiri karanlık bir hücrede tutulan siyahî bir mahkûmla (o tarihte henüz kariyerinin başlarındaki büyük oyuncu morgan freeman) yaptığı dokunaklı konuşma da aslında filmin özetini oluşturmaktaydı. açlık ve karanlıktan dolayı gözleri artık göremez hâle gelmiş, neredeyse bir insan kalıntısına dönüşmüş olan mahkûm walter, kendisini ziyarete gelen müdüre, "ben bir insanım, suç işlemiş olsam da bir insanım. senden saygı istiyorum müdür, bir parça saygı! artık çevremde güzel bir renk olsun istiyorum. bu hücrenin duvarlarını sarıya boyat!" diye haykırıyordu. hele de brubaker’ın sistem karşısındaki acı yenilgisini simgeleyen, binlerce mahkûmun -politik entrikalarla başka bir cezaevine "sürülen"- müdürlerini tekdüze bir alkış eşliğinde yolcu ettikleri o ünlü veda sahnesi, sinema tarihinde şimdiye kadar çekilmiş en hüzünlü ve şiirsel finallerden biri olarak belleklere kazınacaktı.
cezaevleri, tarih boyunca insan hakları konusunda suistimale en açık kamu kurumları arasında hep ilk sıralarda yer almıştır. yönetmen stuart rosenberg de toplum tarafından lanetlenmiş bu irkiltici mekânların iç dünyasına getirdiği gerçekçi bakışla, pek çoğumuzun kendimize sormaktan özenle kaçındığımız bir dizi soruyu cesaretle beyazperdenin gündemine taşımıştı. film, her ne kadar brubaker’ın yenilgisiyle, yani koyu bir karamsarlıkla bitiyor olsa da bu tercihi için yönetmene kızmaya pek hakkımız yok. gerçek hayatta da çevrenize bir bakın hele, acaba (görev bölgelerindeki uygulamalarıyla brubaker’a şaşılacak ölçüde benzeyen) rahmetli recep yazıcıoğlu gibi bürokratlar mı kazanıyor, yoksa diğerleri mi?
orijinal adı: "brubaker"
yapım yılı: 1980
ülke: abd yapımı
süre: 132 dakika
yönetmen: stuart rosenberg
senaryo: (joe hyams ve thomas o. murton’un kitaplarından uyarlamayla) w. d. richter ve arthur a.ross
müzik: lalo schifrin
görüntü yönetimi: bruno nuytten
kurgu: robert brown
oyuncular: robert redford, yaphet kotto, jane alexander, murray hamilton, david keith, morgan freeman, matt clark, tim mcintire, richard ward, jon van ness, m. emmet walsh, albert salmi, linda haynes
bir "suç" karşısında, ona verilecek "ceza"nın sınırı nerede başlar ve nerede biter? toplum içinde özgür birer vatandaş olarak yaşarken çeşitli suçlar işleyip cezaevine kapatılan insanların bu hataları, yasa koyuculara, onların -özgürlüklerini ellerinden alıp cezaevine kapatma hakkının yanısıra- insanlık onurlarına el koyma hakkını da verir mi? kısacası, bir mahkûm toplumun ve politikacıların gözünde ne kadar "insan"dır?
robert redford’un arkansas’taki wakefield cezaevi’ne yeni atanan iyi niyetli ve reformcu müdür henry brubaker rolünde kariyerinin en müthiş oyunculuklarından birini sergilediği 1980 tarihli filmi "brubaker", işte bu çetrefilli soruların cevabını arıyordu. "içeride" tam olarak nasıl bir idarî düzenin yürürlükte olduğunu anlamak üzere yeni atandığı görev yerine cezaevi nakil aracında ve mahkûm kıyafetiyle ayak basan brubaker, burada tahminlerinin de ötesinde bir çürümüşlük ortamıyla karşılaşır. gözlerden ırak kalmış bu cezaevinde işkence, rüşvet, adam kayırma, yolsuzluk, görevi ihmal, cinayet, kısacası her türlü yasadışılık gırla gitmektedir. wakefield’i insanların yalnızca yasalarda yazılı olan cezalarını çekecekleri, bunun daha ötesindeki insanlık dışı cezaların ise yürürlükten kaldırılacağı çağdaş bir cezaevine dönüştürmek üzere kolları sıvayan idealist müdür, çok geçmeden kalbi taşlaşmış politikacılara, onlarla yakın işbirliği hâlindeki medya mensuplarına ve kendisinin gelişinden dolayı rahatı kaçmış, kurumdaki çağdışı statükonun sürmesi için alabildiğine ayak direten personeline toslayacaktır.
birbirinden etkileyici sinemasal anlarla dolu olan bu filmde, brubaker’ın yıllardır zifiri karanlık bir hücrede tutulan siyahî bir mahkûmla (o tarihte henüz kariyerinin başlarındaki büyük oyuncu morgan freeman) yaptığı dokunaklı konuşma da aslında filmin özetini oluşturmaktaydı. açlık ve karanlıktan dolayı gözleri artık göremez hâle gelmiş, neredeyse bir insan kalıntısına dönüşmüş olan mahkûm walter, kendisini ziyarete gelen müdüre, "ben bir insanım, suç işlemiş olsam da bir insanım. senden saygı istiyorum müdür, bir parça saygı! artık çevremde güzel bir renk olsun istiyorum. bu hücrenin duvarlarını sarıya boyat!" diye haykırıyordu. hele de brubaker’ın sistem karşısındaki acı yenilgisini simgeleyen, binlerce mahkûmun -politik entrikalarla başka bir cezaevine "sürülen"- müdürlerini tekdüze bir alkış eşliğinde yolcu ettikleri o ünlü veda sahnesi, sinema tarihinde şimdiye kadar çekilmiş en hüzünlü ve şiirsel finallerden biri olarak belleklere kazınacaktı.
cezaevleri, tarih boyunca insan hakları konusunda suistimale en açık kamu kurumları arasında hep ilk sıralarda yer almıştır. yönetmen stuart rosenberg de toplum tarafından lanetlenmiş bu irkiltici mekânların iç dünyasına getirdiği gerçekçi bakışla, pek çoğumuzun kendimize sormaktan özenle kaçındığımız bir dizi soruyu cesaretle beyazperdenin gündemine taşımıştı. film, her ne kadar brubaker’ın yenilgisiyle, yani koyu bir karamsarlıkla bitiyor olsa da bu tercihi için yönetmene kızmaya pek hakkımız yok. gerçek hayatta da çevrenize bir bakın hele, acaba (görev bölgelerindeki uygulamalarıyla brubaker’a şaşılacak ölçüde benzeyen) rahmetli recep yazıcıoğlu gibi bürokratlar mı kazanıyor, yoksa diğerleri mi?
oyuncular ; gene hackman , al pacino
yönetmen : jerry schatzberg
tarihi : 1973
pittsburgda bir oto yıkama servisi açmak için yanıp tutuşan, bu amaçla gözükara bir şekilde para biriktiren pinti seyyah max, bir yandan gündelik işlerde çalışırken diğer yandan da otostop yapa yapa ilerlediği amerikan karayollarından birinde genç denizci lionel ile tanışır. aslında son derece katı gerçekçi biri olan maxin kendisine yolculuğu sırasında maddî ve manevî açıdan askıntı olabilecek hiç kimseye zerre kadar tahammülü yoktur; ancak yarım gönülle de olsa yolun bundan sonraki bölümünde yeni ahbabıyla birlikte seyahat etmeyi kabullenir.
maxin yol arkadaşı lionel, bir kaç yıl öncesinde karısı tarafından terkedilmiş, ama bu durumu kabullenmekte hâlâ güçlük çeken duygusal bir adamdır. ayrılmaları sırasında hamile olan eşinin, o epeyce uzun süren bir denizaşırı görevdeyken doğum yaptığını öğrenmiştir ve şimdi de bu evlilikten geriye kalan tek değer olan küçük kızını görebilmek için yeniden eski aile ocağına ulaşma çabasındadır.
bu zıt ikili, son derece yavaş ilerleyen yolculuklarında önce birbirlerine karşı oldukça mesafeli davranacak, sonrasında ise giderek iki kader ortağına dönüşeceklerdir. hattâ, lionelin yol açtığı bir olaydan dolayı birlikte kısa süreli bir cezaevi serüveni dahi yaşarlar.
tam bir gariban olan yol arkadaşına kanı gitgide kaynamaya başlayan max, lioneli artık yıllardır hayâllerini kurduğu araba yıkama servisi işinde yanında görmeyi istemektedir; ancak eski eşinin bu kırılgan adama karşı sergilediği zalimane tutum, müstakbel ortağını umulandan da erken bir biçimde maxin ellerinden söküp alacaktır.
yönetmen : jerry schatzberg
tarihi : 1973
pittsburgda bir oto yıkama servisi açmak için yanıp tutuşan, bu amaçla gözükara bir şekilde para biriktiren pinti seyyah max, bir yandan gündelik işlerde çalışırken diğer yandan da otostop yapa yapa ilerlediği amerikan karayollarından birinde genç denizci lionel ile tanışır. aslında son derece katı gerçekçi biri olan maxin kendisine yolculuğu sırasında maddî ve manevî açıdan askıntı olabilecek hiç kimseye zerre kadar tahammülü yoktur; ancak yarım gönülle de olsa yolun bundan sonraki bölümünde yeni ahbabıyla birlikte seyahat etmeyi kabullenir.
maxin yol arkadaşı lionel, bir kaç yıl öncesinde karısı tarafından terkedilmiş, ama bu durumu kabullenmekte hâlâ güçlük çeken duygusal bir adamdır. ayrılmaları sırasında hamile olan eşinin, o epeyce uzun süren bir denizaşırı görevdeyken doğum yaptığını öğrenmiştir ve şimdi de bu evlilikten geriye kalan tek değer olan küçük kızını görebilmek için yeniden eski aile ocağına ulaşma çabasındadır.
bu zıt ikili, son derece yavaş ilerleyen yolculuklarında önce birbirlerine karşı oldukça mesafeli davranacak, sonrasında ise giderek iki kader ortağına dönüşeceklerdir. hattâ, lionelin yol açtığı bir olaydan dolayı birlikte kısa süreli bir cezaevi serüveni dahi yaşarlar.
tam bir gariban olan yol arkadaşına kanı gitgide kaynamaya başlayan max, lioneli artık yıllardır hayâllerini kurduğu araba yıkama servisi işinde yanında görmeyi istemektedir; ancak eski eşinin bu kırılgan adama karşı sergilediği zalimane tutum, müstakbel ortağını umulandan da erken bir biçimde maxin ellerinden söküp alacaktır.
türkçe adı: "ölüm tarlaları"
orijinal adı: "the killing fields"
yapım yılı: 1984
ülke: ingiltere yapımı
süre: 141 dakika
yönetmen: roland joffé
senaryo: bruce robinson
müzik: david bedford, mike oldfield
görüntü yönetimi: chris menges
kurgu: jim clark
oyuncular: sam waterston, haing s. ngor, john malkovich, julian sands, craig t. nelson, spalding gray
yaşlı dünyamız, üzerinden gelip geçen onca diktatörlükten sonra, tam da artık "gerçek uygarlığın şafağına ulaşıldı" denilirken, 20. yüzyılın son çeyreğinde bu denli inanılmaz bir adamı ve bu denli inanılmaz bir rejimi görme bahtsızlığına da erişti ne yazık ki. ki böylelikle bertolt brechtin "faşizmin son derece doğurgan bir karnı olduğu"na ilişkin o ünlü önermesi de bir kez daha haklı çıkmış oluyordu.
"ölüm tarlaları", düşünsel temelleri kısmen maoculuktan aşırma, kısmen de kendisi tarafından atılan çağdışı bir "köylü komünizmi"yle 1975-79 yılları arasında ülkesi kamboçyayı kana bulayıp dev bir mezarlığa dönüştüren pol pol adlı gerilla lideri ve ona bağlı kızıl kmerler örgütünün beyazperdeye aktarılmış yegâne ve de kolay kolay aşılamayacak olan öyküsüdür.
"sıfır yılı" adını verdiği dehşet verici bir temizlik operasyonuyla, "emperyalizmin uşakları" olarak nitelediği iyi eğitim görmüş bütün yurttaşlarına karşı amansız bir savaş başlatan bu ruh hastası adam, anılan yıllar arasında tahminen 4 milyon insanı akla mantığa sığmayacak gerekçelerle öldürttü. üniversiteyi bitirmek, ellerinde nasır bulunmamak, herhangi bir konuda uzman olmak, yabancı dil bilmek, hattâ ve hattâ gözlük kullanmak dahi bu rejimin despotları tarafından ölüme gönderilmek için yeterli birer gerekçeydi. çünkü, her fırsatta eğitimli insanlardan tiksindiğini vurgulayan pol pot, kamboçyanın gerçek kurtuluşunun herkesin "kara cahil" kalması ve kırsal bölgelerde kurulan toplama kamplarında yalnızca bir tabak pirinç için çalışmasıyla sağlanacağına inanmaktaydı. kurduğu rejime de âdeta ironi yaparcasına "demokratik kamboçya cumhuriyeti" adını vermişti.
elbette ki her diktatör gibi onun da ardında yıllar boyunca batılı emperyalistler yer aldı. normal koşullarda bu adamın işini bir tek günde bitirebilecek olan ingiltere, fransa, abd ve bm, kamboçyanın 8 milyonluk nüfusunu dört yılda yarıya indirmesine karşın pol potun katliamlarını inatla görmezden geldiler ve onu ülkesinin "yasal lideri" olarak tanıdılar.
bosna ve kosova kıyımlarının sorumlusu slobodan miloseviçin lahey savaş suçları mahkemesinde yargılandığı bir dünyada, ondan en az elli kat daha fazla insanı katleden pol pot ise 15 nisan 1998de bambudan yapılma köy evinde özgür bir insan olarak "kalp krizi"nden öldü. tek bir soruşturma bile geçirmeden, tek bir gün bile gözaltına alınmadan...
roland joffénin insanı ilk karesinden son karesine dek bu dehşet atmosferinde ustalıkla gezdiren unutulmaz filmi "ölüm tarlaları", kızıl kmerler dönemini, öykünün merkezine destansı (ve de gerçekten yaşanmış) bir dostluğu oturtarak anlatıyordu bizlere...
kamboçyada pol potun kurduğu yeni siyasal düzeni yakından görmek üzere bu ülkeye gelen new york times muhabiri sydney schanberg, atlatma haberler yapmak için çeşitli adreslere koşturup dururken dith pran adlı sevecen bir rehberle tanışır. kısa sürede iki yakın dosta dönüşen schanberg ve pran, haber koşturmacasında birlikte çalışmaya başlarlar. ancak ülkede işlerin sanılandan da kötüye gittiğini gören kamboçyalı rehber, bir süre sonra bütün eğitimli insanlar gibi kendisinin de toplama kamplarına gönderileceğini anlar. schanberg için de artık yavaş yavaş kaynamaya başlayan bu ülkeden ayrılma vakti gelmiştir. hayatının tehlikede olduğunu farkettiği pranı, eşi ve çocuğuyla birlikte abdye götürmeye teşebbüs eder. ancak, bayan pran ve kızını uçağa bindirmeyi başarmasına karşın, kızıl kmerler ailenin reisini son anda tutsak edeceklerdir. genç adam, kendisine "devrimci bir bakış açısı kazandırılmak üzere" beyin yıkama kamplarına gönderilir.
çaresiz kalan schanberg abdye döner; ardından da bayan pran ve çocuğunu oradaki iltica makamlarına teslim eder. bu arada -pek çok fotoğrafını esir düşen dostunun çektiği- etkileyici yazı dizisiyle de o yıl bir pulitzer ödülü kazanacaktır. pran ise bu süreçte insan aklının sınırlarını zorlayan bir çalışma kampında ölümle hayat arasında gidip gelmektedir. schanberg dostunu tekrar bulabilmek için abdde çalmadık kapı bırakmaz; ancak bu yöndeki her türlü çabası karşılıksız kalır.
uzun bir çile döneminin ardından bir yolunu bulup kamptan kaçan ve korkunç olaylar yaşamasına karşın ölüme inatla direnen pran, kendisini çılgıncasına aramakta olan amerikalı kader arkadaşıyla yıllar sonra tayland-kamboçya sınırında yeniden buluşacaktır.
filmde öyküleri aktarılan bu iki insan birer hayâl kahramanı değildi. gerçek sydney schanberg ve dith pran hâlâ yaşıyor ve her ikisi de new york times gazetesinde çalışıyorlar. filmde schanberg rolünü ünlü aktör sam waterston üstlenirken, pranı ise -kendisi de benzer tecrübeler yaşamış kamboçyalı bir hekim olan- dr. haing s. ngor canlandırmıştı. sinemadan hiç anlamayan ve hayatında ilk kez kamera karşısına geçen dr. ngor, bu filmdeki olağanüstü performansıyla 1985 yılında "en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarı"nı kazandı. bu ise sektörden olmayan bir amatörün kazandığı ilk akademi ödülüydü.
oscar töreninde, elinde heykelciğiyle kısa bir teşekkür konuşması yapan dr. ngor, aşağıdaki cümleleriyle, bu ödüllerin tarihinde sarfedilmiş en anlamlı sözlerin de sahibi olacaktı:
"ben, şu anda dünya üzerinde hâlâ hayatta olan 20 kamboçyalı hekimden biriyim. diğer yüzbinlercesi sırf hekim oldukları için kızıl kmerler tarafından öldürüldüler. sanırım bu durumum sizlere pol pot rejiminin nasıl bir şey olduğu konusunda yeterince fikir verecektir."
haing s. ngor, abdde hekimlik yapmayı sürdürüp zaman zaman da bazı filmlerde konuk oyuncu olarak rol alırken, 25 şubat 1996 tarihinde los angelesteki evinin garajında gizemi hâlâ tam olarak çözülemeyen bir saldırı sonucunda öldürüldü. görünüşe göre bir sokak çetesi tarafından soygun amacıyla pusuya düşürülmüştü; ancak bir çok insan onun bu filmdeki rolü nedeniyle kızıl kmerlerin abddeki ajanları tarafından cezalandırıldığına inanıyor.
pol pot (1925-1998)
"ölüm tarlaları"ndan unutulmaz sahneleri ayıklamak öyle kolay değil. çünkü film zaten bir bütün olarak "unutulmaz"... ancak dith pranın toplama kampından kaçtıktan sonra kırsal alanda şuursuzca ilerlerken dört bir tarafı insan kalıntılarıyla kaplı bir bataklığa düştüğü sahne, o anda yüzüne sinen korku ve buna eşlik eden müzik, sinemada gelmiş geçmiş en yakıcı sahnelerden biridir. ve tabiî bir de finalde iki dostun john lennonun "imagine"ı eşliğindeki karşılaşmalarını unutmamak gerek...
sinemada savaş karşıtlığının ders kitabı olarak gelecek kuşaklara miras kalacak nitelikteki bu filmi ne yapıp edip izleyin; mümkünse arşivinize de katın.
andrei tarkovsky’nin muhteşem filmi.
son sahne şöyledir.
insanoğlu dinle!
domenico burada, bagno vignoni’nin delisi.
hayır, onun deli olmadığını biliyorum.
öyleydi, bunu anlayacaksın.
o burada roma’da, bir gösteri için.
üç gündür konuşmalar yapıyor.
…
nasıl gidiyor?
kalbin nasıl?
bilmiyorum, sınıra dayandım.
içimde hangi atam konuşuyor?
hem aklımda hem de bedenimde...
aynı anda ayrılamam.
bu yüzden tek kişi olamıyorum.
kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
fazla büyük usta kalmadı.
zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının
uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere...
böceklerin vızıltıları girmeli.
her birimizin gözlerini ve kulaklarını...
büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
yapmamamızın bir önemi yok!
o isteği beslemeliyiz...
ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz...
sınırsız bir çarşaf gibi.
dünyanın ilerlemesini istiyorsanız...
el ele vermeliyiz.
sözüm ona sağlıklıları...
sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.
siz sağlıklı olanlar!
sağlığınız ne anlama gelir?
insanoğlunun bütün gözleri, içine...
daldığımız çukura bakıyor.
özgürlük faydasızdır...
eğer gözlerimizin içine bakmaya...
yemeye, içmeye ve...
bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler...
sözüm ona sağlıklı olanlardır.
insanoğlu dinle!
senin içinde su, ateş...
ve sonra kül...
ve külün içindeki kemikler.
kemikler ve küller!
gerçekliğin içinde veya...
hayalimde değilken, ben neredeyim?
işte yeni anlaşmam:
geceleri güneşli olmalı...
ve ağustos da karlı.
büyük şeyler sona erer...
küçük şeyler baki kalır.
toplum böylesine parçalanmaktansa...
yeniden bir araya gelmeli.
sadece doğaya bak
hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz...
yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz...
suları kirletmeden…
deli bir adam size...
kendinizden utanmanızı söylüyorsa...
ne biçim bir dünyadır burası!
şimdi müzik
müzik!
ah… anne!
başının etrafında dolaşan...
ve sen güldükçe berraklaşan...
o hafif şey havaymış.
www.nihatgenc.com
son sahne şöyledir.
insanoğlu dinle!
domenico burada, bagno vignoni’nin delisi.
hayır, onun deli olmadığını biliyorum.
öyleydi, bunu anlayacaksın.
o burada roma’da, bir gösteri için.
üç gündür konuşmalar yapıyor.
…
nasıl gidiyor?
kalbin nasıl?
bilmiyorum, sınıra dayandım.
içimde hangi atam konuşuyor?
hem aklımda hem de bedenimde...
aynı anda ayrılamam.
bu yüzden tek kişi olamıyorum.
kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
fazla büyük usta kalmadı.
zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının
uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere...
böceklerin vızıltıları girmeli.
her birimizin gözlerini ve kulaklarını...
büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
yapmamamızın bir önemi yok!
o isteği beslemeliyiz...
ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz...
sınırsız bir çarşaf gibi.
dünyanın ilerlemesini istiyorsanız...
el ele vermeliyiz.
sözüm ona sağlıklıları...
sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.
siz sağlıklı olanlar!
sağlığınız ne anlama gelir?
insanoğlunun bütün gözleri, içine...
daldığımız çukura bakıyor.
özgürlük faydasızdır...
eğer gözlerimizin içine bakmaya...
yemeye, içmeye ve...
bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler...
sözüm ona sağlıklı olanlardır.
insanoğlu dinle!
senin içinde su, ateş...
ve sonra kül...
ve külün içindeki kemikler.
kemikler ve küller!
gerçekliğin içinde veya...
hayalimde değilken, ben neredeyim?
işte yeni anlaşmam:
geceleri güneşli olmalı...
ve ağustos da karlı.
büyük şeyler sona erer...
küçük şeyler baki kalır.
toplum böylesine parçalanmaktansa...
yeniden bir araya gelmeli.
sadece doğaya bak
hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz...
yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz...
suları kirletmeden…
deli bir adam size...
kendinizden utanmanızı söylüyorsa...
ne biçim bir dünyadır burası!
şimdi müzik
müzik!
ah… anne!
başının etrafında dolaşan...
ve sen güldükçe berraklaşan...
o hafif şey havaymış.
www.nihatgenc.com
endonezyalı sanatçı bir babanın kızı olarak daha çok küçük yaşlarda sahne pırıltısıyla tanışan anggun, 7 yaşındaki ilk performansından tam iki yıl sonra ilk albümünü kaydetti.
17 yaşına geldiğinde ülkesinde artık tanınan bir rock yıldızıydı. 3. albümüyle 1990-1991’de endonezya’nın en popüler şarkıcısı ödülünü kazandı. 19 yaşında kendi plak şirketini kurdu. asya’daki bu başarısından sonra avrupa müzik listelerini fethetmek üzere 19 yaşında geldiği paris’te, prodüktör erick benzi’nin de yönlendirmesiyle daha duygusal ve romantik şarkılar yorumlamaya başlayan sanatçı, 1997’den beri asya dışında en çok satan asya kökenli sanatçıdır. yakın zamanda italyan rock yıldızı piero pelu ile yaptığı "amore imaginato" adlı düet italya listelerinde 1. sıraya yükselen anggun, "desirs contraires", "chrysalis", "snow on the sahara" ve 2005 tarihli "luminescence" isimli albümleriyle müzik dünyasını sallamaya devam ediyor. bu yıl fransız kültür bakanlığı tarafından sanat ve edebiyat nişanı alma şerefine layık görülen sanatçı, birleşmiş milletler sözcülüğü görevini de yürütmektedir.
snow on the sahara", "a rose in the wind", "still reminds me", "chrysalis", "in your mind", "saviour" ve "i’ll be alright" gibi muhteşem hit’lere imza atmış olan ve mtv’de sık sık kipleri yayınlanan sanatçı, son albümü "luminescence" ile de büyük beğeni topladı.
17 yaşına geldiğinde ülkesinde artık tanınan bir rock yıldızıydı. 3. albümüyle 1990-1991’de endonezya’nın en popüler şarkıcısı ödülünü kazandı. 19 yaşında kendi plak şirketini kurdu. asya’daki bu başarısından sonra avrupa müzik listelerini fethetmek üzere 19 yaşında geldiği paris’te, prodüktör erick benzi’nin de yönlendirmesiyle daha duygusal ve romantik şarkılar yorumlamaya başlayan sanatçı, 1997’den beri asya dışında en çok satan asya kökenli sanatçıdır. yakın zamanda italyan rock yıldızı piero pelu ile yaptığı "amore imaginato" adlı düet italya listelerinde 1. sıraya yükselen anggun, "desirs contraires", "chrysalis", "snow on the sahara" ve 2005 tarihli "luminescence" isimli albümleriyle müzik dünyasını sallamaya devam ediyor. bu yıl fransız kültür bakanlığı tarafından sanat ve edebiyat nişanı alma şerefine layık görülen sanatçı, birleşmiş milletler sözcülüğü görevini de yürütmektedir.
snow on the sahara", "a rose in the wind", "still reminds me", "chrysalis", "in your mind", "saviour" ve "i’ll be alright" gibi muhteşem hit’lere imza atmış olan ve mtv’de sık sık kipleri yayınlanan sanatçı, son albümü "luminescence" ile de büyük beğeni topladı.
dıgıl.
violate new born çalışmasıyla türkiyede çıkan en kaliteli death metal demosuna imza atan ve büyük ümitler vaadetmesine rağmen sessizce sahneden inen istanbullu grup.
ayin yapılarak çıkarılası mukoz kıvamındaki ağız boku.
80li yılların havasını soluyan , aşık olan veya o yıllarda yaptıklarını hala içinden bir şeyler koparak hatırlayan gençliğin illa ki ucundan kıyısından geçtiği , unutulmaz saigon kick şarkısı.
lonely sidewalks, silent night.
bring the evening, deep inside.
hold me darling, touch me now.
let the feelings free tonight.
love is on the way. i can see it in your eyes.
lets give it one more try tonight baby. x 2
time of season wipes the tears.
no rhyme or reason. no more fears.
all the dreaming, far behind.
you are here now. everything’s alright.
in the morning i’ll be gone away.
all the things, i left behind.
if you need me, i’ll come night or day.
let’s stop the hands of time.
lonely sidewalks, silent night.
bring the evening, deep inside.
hold me darling, touch me now.
let the feelings free tonight.
love is on the way. i can see it in your eyes.
lets give it one more try tonight baby. x 2
time of season wipes the tears.
no rhyme or reason. no more fears.
all the dreaming, far behind.
you are here now. everything’s alright.
in the morning i’ll be gone away.
all the things, i left behind.
if you need me, i’ll come night or day.
let’s stop the hands of time.
overkillin the years of decay albümünde yer alan efsane thrash klasiği.
terminal, what disease
told me too late
whats this cough and wheeze
fatal, youre shittin me
a second opinion
is what i need
laughin in a windstorm
blowin all the cornstalks down
cryin in a funeral home
forward my mail, six feet underground
elimination
contagious, say why not
not just me
waitin to rot
painful, yeah i know
when i had to go
im yankin on my plug
and i cant seem to get it loose
pullin all the stops
your ideals change. when you got
nothing to loose.
elimination
eliminate the right
eliminate the wrong
eliminate the weak
eliminate the strong
eliminate your feelings
eliminate too late
eliminate the hope
eliminate, eliminate
if i had just one more day
id turn it all around
id make a play of good, clean livin
and dig me out of the ground
and if i had just one more day
id say it to your face
pull the plug on everyone
eliminate this race.
we want to cure
and we want it now.
reissue hope
we dont eare how
youre makin a mess
diseasin a nation
runaway train to elimination
hopeless theres no doubt
set on a slow burn
from the inside out
carefully say what for
last one out
closes the coffin door
spendin all you saved
and wishin for a little more
if im lookin at the ceilin
then i must be layin on the floor.
terminal, what disease
told me too late
whats this cough and wheeze
fatal... youre shittin me
a second opinion
theres gotta be
laughin at the epidemic
something is going around
crying at the epidemic
pullin on nails, six feet underground.
terminal, what disease
told me too late
whats this cough and wheeze
fatal, youre shittin me
a second opinion
is what i need
laughin in a windstorm
blowin all the cornstalks down
cryin in a funeral home
forward my mail, six feet underground
elimination
contagious, say why not
not just me
waitin to rot
painful, yeah i know
when i had to go
im yankin on my plug
and i cant seem to get it loose
pullin all the stops
your ideals change. when you got
nothing to loose.
elimination
eliminate the right
eliminate the wrong
eliminate the weak
eliminate the strong
eliminate your feelings
eliminate too late
eliminate the hope
eliminate, eliminate
if i had just one more day
id turn it all around
id make a play of good, clean livin
and dig me out of the ground
and if i had just one more day
id say it to your face
pull the plug on everyone
eliminate this race.
we want to cure
and we want it now.
reissue hope
we dont eare how
youre makin a mess
diseasin a nation
runaway train to elimination
hopeless theres no doubt
set on a slow burn
from the inside out
carefully say what for
last one out
closes the coffin door
spendin all you saved
and wishin for a little more
if im lookin at the ceilin
then i must be layin on the floor.
terminal, what disease
told me too late
whats this cough and wheeze
fatal... youre shittin me
a second opinion
theres gotta be
laughin at the epidemic
something is going around
crying at the epidemic
pullin on nails, six feet underground.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?