confessions

seeyouindisneyland

- Yazar -

  1. toplam entry 3392
  2. takipçi 1
  3. puan 94703

desensitized

seeyouindisneyland
vokalist dave williams’ın kalp yetmezliğinden dolayı ölmesinden sonra, uzun süre boşlukta kalan drowning pool, dövmeci jason "gong" jones ile yoluna devam etme kararına destek buldu. gong’u ekibe kattıktan sonra direk stüdyoya giden grup, pek çoğunun "şimdi ne olacak?" sorusuna bu yeni albümle cevap verdi. albümün genel çizgisi bilinen drowning pool’a sadık kalsa da sapmalar yaşanmış ve zaten bence yaşanmalıydı da. çizginin dışına çıkılarak, yeni öğeler katılmış gruba; gong’un etkisi yadsınamaz tabii ki. efendim, her neyse, "think" ile gaz bir giriş yapan albüm, sözlerin akıcılık ve akılda kalıcılığı ile sınırları zorlarcasına giriyor. "step up" ile daha nu-metal-vari bir şekilde devam ediyor albüm. sempati isteyen ve zavallılığı, bir türlü hareket edememeyi anlatan "numb" ile agresifliği, depresif sözlerle harmanlıyor grup. ilginç ve akılda kalıcı nakartlar sisilesi, karlı dağların ardındaki dağ evine depresyonu unutmak için giden birini hatırlatan "this life" ile devam ederek bizi hafif depresif bir ruh halinde bırakıyor. ilginç bir iddia ile hayat bulan "nothingness", vokal ve gitarların ritmik uyumunu parlatıyor gözümüzün önünde. eğlencelik şarkı "bringing me down", giderek ağırlaşan havayı dağıtmak için birebir geliyor. kafiyeli sözleri çok ilginç bir şekilde kullanan gong, bizi neşelendiriyor, kötü haberi vermeden. "love and war", tüm albümün, bence, en güzel şarkısı ve en depresif olanı. "aşk ve savaşta her şeyin adil olduğunu kim söyledi?" diye soran şarkı çok iyi kotarılmış. "forget" gibi gaz ve "darbeli" bir şarkıyla depresyonu silkinerek atıyor ve "biraz uzaklaş da unutalım sana neler olduğunu" diyor. "cast me aside" adiliğin ve satıcılığın hikayesini ortaya dökerken, ardından gelen "killin’ me", hayatın bazen ne derece pislik olabileceğini ortaya koyuyor. ve son şarkı olan "hate". "marş dediğin böyle bir şey olmalı" dedirtecek kadar gaza getiren bir şarkı. din üzerine yazılmış olan şarkıda, en dikkat çeken söz "haç’ı falan boşver, yükselen işaret 666!" olarak sırıtıyor ve sizi şaşırtıyor. deli gibi öfkeli olan bu şarkıda, hiçbir şey olmasa bile, son nakarata girerken, "tek yol budur, salla kıyamet gününü falan, sadece yumruğunu kaldır ve de ki-" demesi ve akabinde "hate!!!" diye inletmesi son derece müthiş. eh, bunca geyikten sonra, hala bu yazıyı okuyorsanız, burada bırakın ve kalkın, (aşırı derecede melodi açlığı çeken biri değilseniz tabii) biraz para kapın ve bu gruba bir şans verin.

eclipse

seeyouindisneyland
amorphis, finlandiya’nın müzik dünyasına kazandırdığı ilginç topluluklardan bir tanesi. bünyesinde bulundurduğu müzisyenler açısından olsun, ülkelerinin sahip olduğu müzikal kültürel zenginlikler açısından olsun hep daha gelişmeyi aklına koyabilmiş ve bunu uygulamaya sokabilmiş başarılı topluluklardan bir tanesi.90’ların başında bir death metal fırtınası yaşanmaktayken amorphis “the karelian isthmus” albümü ile atmosferik death metal tarzı ile çoğu dinleyicinin aklını çelebilmişti.grup farklıydı.kendi ülkelerinin müzikal zenginliklerinden etkileniyor ve bunu müziklerine başarılı bir şekilde uyguluyordu.


amorphis’in diğer yeni topluluklardan bir farkı da 1970’lere olan merakı ve saygısıydı. sahnede giyiniş tarzından müziklerine kadar bu durum hissediliyordu.ikinci albümleri “tales from the thousand lakes” doom/death metal dünyasında bomba etkisi yaratarak çok başarı kazandı ve birçok dinleyicinin gözdesi oldu.”albümden “black winter day” çok başarı kazandı.bir sonraki ”elegy” albümüyle bir klasik daha yaratarak ülkesinin kültürünün en önemli parçası sayılan “kalevala” efsanesiyle ilgili şarkılar yapmaya devam ettiler. ”elegy” albümü birçok yazar ve dinleyici tarafından sahiplenildi ve çok beğenildi.albümdeki “better unborn”,”my kantele” ve “elegy” şarkıları grubun bundan sonra gidişatını belirliyordu. finlandiya folklorundan etkileşimler, bestelerdeki progresif yapı bu albümün en önemli özelliklerindendi.


grubun vokalisti pasi koskinen çok usta vokalleriyle ilgi çekiyordu.gerek brütal gerekse de temiz vokalleriyle başarılı vokalistler arasına adını yazdırmıştı.sonraki albüm “tuonela” grubun değişiminin ilk kanıtıydı.saksafon kullanımı dikkat çekiyordu; şarkılardaki hüzünlü ve karamsar yapı daha da belirginleşmişti.vokaller daha da temiz hale dönüşmüştü.”am universum” albümüyle de aynı yapıyı taşıyan bestelerle karşımıza çıktılar.bu albümlerle amorphis’in 1970’lere olan saygısı daha çok belli oluyordu.bu saygı “far from the sun” albümüyle iyice gün ışığına çıktı.bu başarılı albümlerden sonra pasi koskinen gruptan ayrıldı ve yerine nevergreen’den tanıdığımız tomi joutsen gruba alındı ve son albümleri “eclipse”i bu vokalistle çıkardılar.


tomi joutsen’in ses rengi amorphis’in şarkılarına tamamen uygundu.bunu albümü dinleyince anlamaktayız.bu albümün en önemli tarafı ise klasik amorphis bestelerindeki melodik yapının daha da fazla olması; daha belirgin olmasıdır.vokaller önceki üç albüme göre daha güçlüdür.önceki üç albümü pek beğenmeyen dinleyiciler kanımca bu albümden çok hoşlanacaklar.çünkü “elegy” ve “tuonela” sentezi var karşımızda.besteler çok kaliteli olmakla birlikte, şarkılardaki progresif yapının daha da ayyuka çıktığı bir albüm “eclipse”.


özellikle gitar sololardaki melodik tarzından ödün vermeyen grup bu albümde de aynı tarzını sürdürüyor.”far from the sun” a göre daha güçlü daha melodik bir albüm.son yıllardaki en başarılı amorphis albümlerinden birisi.albümün açılış şarkısı “two moons” taki klavyeler ilk önce şaşırtıyor.tomi’nin güçlü vokalleriyle devleşen bir şarkı.nakarat bölümleriyle duygusal bir kimliğe bürünüyor.”house of sleep”, “leaves scar”la artık mükemmel bir albüm dinleyeceğinizi düşünmeden edemiyorsunuz.akustik gitarlarla klavyelerin uyumu çok dahice.


“born from fire” ve “under a soil black stone” ise sizi havalarda uçurmaya yetecek kadar duygulu şarkılar.”perkele (the god of fire)” finlandiya’nın müzikal zenginliklerinden etkilenilen bir şarkı.”the smoke”a o enfes giriş başka albümlerinde rastlamayacağınız tarzda.


“shame flesh”, “empty opening” ve bonus şarkı “stonewoman” harika çalışmalar olarak yer alıyor albümde.gelelim “brother moon”adlı şarkıya.klasik bir amorphis şarkısı olarak gözüküyor ama “elegy”deki o melodik şarkıları özleyenler için hazırlanmış sanki.bence en iyi amorphis şarkılarından birisi olabilir.çok güçlü çok duygusal bir şarkı.bu grubun fanatikleri zaten alacaklardır ama ben bu albümü kaliteli müziği dinlemeyi alışkanlık haline getirebilmiş müzikseverlere de tavsiye ederim.çok duygusal çok başarılı bir albüm “eclipse”...

motions of desire

seeyouindisneyland
beatles’dan beri süregelen modern müziğin temellerinin günümüze olan yansımalarını çok açık bir şekilde görmekteyiz bu albümle.magic pie norveçli bir topluluk ve bu albüm onların ilk meyvesi niteliğini taşıyor.müzikteki etkileşimlerden bahsedersek eğer; bunu bu albümle çok daha iyi anlıyoruz.şöyle ki; günümüz progresif müziğinin beslendiği dallar, alt dallar o kadar çok ki.beatles’dan beri süregelen demiştik;bunu daha açarak yazarsak eğer rock müzikte temel olan ve çok etkilenilen gruplardan bahsedebiliriz.bunların en başında en önemlileri olarak yes, gentle giant, pink floyd gibi kalburüstü olan topluluklar gelmektedir. bu grupların özellikle 90 sonrası gruplara etkisi yadsınılanamaz.90 sonrası progresif müzikte inanılmaz gruplar kurulmuştur.bunların çoğu müziğe devam etmekte çok azı ise bir ya da iki albüm yapıp dağılmaktadır.işin ilginç yanı tek albüm yapıp dağılan topluluklara ilgi biraz daha farklı olmaktadır.bir örnek vermem gerekirse buna anglagard grubunu sayabilirim.yine kuzeyli olan bu topluluk ardında üç tane muhteşem albüm bırakarak tarihe karışmıştır.yine kuzeyli olan bir topluluk olan ravana tek albüm yapıp başka müzikal serüvenlere girişmiştir.


umarım bu yazdıklarım magic pie adlı topluluğun başına gelmez diyerek albümü inceleme altına alalım.albümün çıkış tarihi 2005 ve bu yılda progresif rock müzikte inanılmaz albümler ortaya çıkarılmıştır.müzik yazarlarının ortak kanısı bu topluluğun bir “etkileşim” grubu olduğu ve ortaya çıkardıkları bu “motions of desire” albümüyle en iyi “debut” albüm ve en iyi yeni topluluk ünvanını kazanmasıdır.albüm bir “etkileşim” albümü ve dinlemeleriniz boyunca yes, gentle giant, pink floyd, echolyn, magellan, marillion, kansas, deep purple, camel, elp, genesis gibi bu müziğin en iyi örneklerinden pasajlar dinliyorsunuz.albüm ayrıca 70’lerden çok etkiler taşıdığından ve grubun müzisyenleri o dönemden çok etkilendiğinden albümde 70’lere saygı albümü gibi durmaktadır.magic pie çok zeki çok cesur müzisyenlerden kurulu bir topluluk.yukarıda sözü edilen toplulukların müziklerinden sentez yapmakta ayrıca takdir edilmesi gereken bir olay bence.”motions of desire”ın müzikal konsepti çok başarılı ve şarkılar arasında bir bütünlük söz konusu.


grubun eirik hanssen ve allan olsen isimlerinde iki tane vokalisti mevcut.sesler arasında çok fark yok.çok iyi vokalistler.zaten son dönemlerde çok iyi vokalistler ortaya çıktı ve bu iki isimde bunu doğrular nitelikte.gitarist kim stenberg’in çok değişik bir tarzı var.harika sololar atıyor ve klavyeci gilbert marshall ise özellikle keith emerson tarzı etkilenimleriyle çok başarılı bir grafik çiziyor.


albüme “change” isminde 20 dakikalık epik şarkıyla giriş yapıyorlar.yes ve gentle giant etkilenimleri dorukta bu şarkıda ve ardından gelen albümle aynı adı taşıyan “motions of desire”da bir marillion etkilenimi hissediliyor.14 dakikalık “full circle poetry” ise özellikle üst üste vokal bindirmeleri yüzünden canterbury tarzını ve echolyn’i fazlasıyla anımsatıyor. “illusion & reality” ise üç bölümden oluşuyor ve heavy kimliğiyle belki dream theater’ı anımsatabilir.özellikle gitar bunu fazlasıyla hatırlatıyor.”dream vision”daki transatlantic soundu ve şarkıdaki akustik gitar pasajları çok zekice işlenmiş.albüm genel soundu dolayısıyla fantastik tanımını fazlasıyla hak ediyor.fazlasıyla kompleks, melodik ve iyi bir albüm “motions of desire”...

august and everything after

seeyouindisneyland
1990’ların başında müzik dünyası ne bu grupla karşılaşmayı umuyordu ne de bu albümle tanışmayı. counting crows klasik tabirle amerika’nın ortasında yeşeren ve o tarafların gruplarından birisi olarak ortaya çıkan bir topluluk.rasta saçları,çizmeleriyle bu grubun kurulmasında büyük rol oynayan ve michael stipe ekolünden gelen şair adam duritz bu topluluğun ayakta kalmasını üstlenen en önemli isimdir.topluluk kabaca modern amerikan pop müziğinden beslenen, hafiften folk ve güney tadı olan müzikleriyle çalışmalara başlamıştı.biraz r.e.m. biraz the black crowes tadı müziklerinde belirgindir.ilk albümleri “august and everything after” bugün klasik bir albüm konumundadır.bu albüm çıktığında listeleri tek kelimeyle altüst etmiştir.bu albümden sonra hiçbir zaman ilk albümün başarısını yakalayamadılar ama hepsi dinlenildiğinde; içinde adam duritz’in o saf duygularına rastlarsınız.bütün albümleri güzeldir.ama “august and everything after” bu grubun diskografisinde ve müzik literatüründe çok önemli bir yer tutar.ne ingiliz listeleri ne de amerikan listeleri ve müzik dünyası böylesine farklı ve böylesine karamsar bir albümle karşılaşmamıştı.bu albümün rengi koyu mavi ve siyahtı...


adam duritz kendi dünyasında karakterler yaratarak ve kendi yaşantısından kesitlerle oluşturur şarkılarını. bu albümle bunu kanıtlayan şarkılarla müzik dünyasının karşısına çıkar. albümün yapımcı koltuğunda t-bone burnett ismini görüyoruz. bu usta yapımcı grubun bu ilk albümünde folk yönünü diğer albümlerine göre daha fazla ön plana çıkarmıştır.(ne yazık ki diğer albümlerde bu ismi göremiyoruz.) kendisi zaten usta bir folk albüm yapımcısı ve müzisyenidir. kayıtlarda ise r.e.m. ile de çalışan pat mccarthy ismini görüyoruz.


şarkılar...öldürücü şarkılar...birer duygu selidir bu albümde.sözlerini adam duritz’in yazdığı ”round here” albümün açılış şarkısıdır ve gerek şarkı yapısı gerekse adam’ın vokalleri çok etkileyicidir.bir albüme böylesine ağır ve duygusal bir eserle başlamak aslında mantıklı değil ama albümün geri kalanını dinleyince bunun neden olduğunu anlıyorsunuz. ”omaha”, counting crows’un en etkileyici bestelerinden birisidir. adam’ın vokalleri ve gerilerdeki mandolinler şarkıyı etkileyici kılıyor. sözlerini yine adam duritz’in yazdığı “mr.jones”, artık klasik counting crows şarkılarından birisi olarak hafızalarda yer alır. “perfect blue buildings”, “time and time again” albümdeki en güzel yolculuklardan birisidir.”anna begins” ise bırakın counting crows albümlerini; müzik tarihinin en iyi bestelerindendir. insanın iç dünyasına böylesine bir anda girebilen; bir anda etkileyen bir şarkı olamaz.adam duritz şarkı boyunca susmuyor.kırılgan vokalıyla sizi duygusal bir yolculuğa çıkartıyor.sadece bir fotoğraf albümüyle...grinin gölgesinin düştüğü bir yerlere *****ürüyor sizi...bu kadar etkileyici...”rain king”de kaybedişin öyküsünü dinliyoruz. “sullivan street” ve “ghost train” bu albümün en iyi bestelerinden sadece ikisi. albümdeki folk dokusu bu çalışmalarda daha ön plana çıkıyor.”raining in baltimore”da özleyişin dışavurumunu ortaya çıkartıyor adam. kapanış şarkısı ”a murder of one” belki de albümün en mutlu şarkısı olarak göze çarpıyor.


adam’ın vokallarında klasik orta amerika aksanı çok belirgindir.zaman zaman dinleyicilere çok ağlak gelen vokali rahatsız edebiliyor.ama tam anlamıyla “sad vocal” tanımına uygun düşüyor.yazdıkları sözler hep kendi yaşantısından bir parça taşıyor.”elizabeth”,”hollywood”, “rain”,”maria”,”queen” ve “new orleans” kelimeleri şarkılarının içinde hep yer alır.hepsi hikayelerinin birer parçasıdır.başka benzerini aramayın.counting crows’un en başarılı albümü.bir başyapıt.


pat travers

seeyouindisneyland
pat travers 12 nisan 1954’te toronto, kanada’da doğdu. 12 yaşındayken jimi hendrix’in ottawa konserini seyrettikten sonra gitar çalmaya karar verdi. pat travers jimi hendrix’in yanında jeff beck, eric clapton ve jimmy page’den etkilendi. quebec barlarında çalan red hot ve merge gruplarına katıldı.

merge grubunda çalarken 1950’lerin önemli rock gitaristlerinden ronnie hawkins’in dikkatini çekti ve hawkins’in grubuna katıldı. hawkin rock and roll, country ve rockabilly tarzlarında müzik yapıyordu. hawkins ile turlarken hayali kendi grubunu kurmak ve bir gün yıldız olmaktı.

20 yaşındayken londra’ya taşındı. londra’da hazırladığı demo sayesinde polydor ile anlaşma sağladı. nisan 1976’ta ilk albümü “pat travers”ı çıkarttı. albümde mars cowling bass, ron dyke davul çalıyordu. bu kadroyla ilk albümü destekleme amacıyla ingiltere’de mini turne yaptı. fender telecaster’yla harikalar yaratan travers kısa zamanda ingiltere’de bir hayran kitlesi oluşturdu. bu performansıyla 1976 yılındaki reading festivaline davet edildi.

1977’de ikinci albümü “makin’ magic”i piyasaya sürdü. albümde “hooked on music”, “statesbodro blues” ve “makin’ magic” dikkati çeker. albümün önemli bir ayrıntısı da trapeze ve deep purple’dan tanıdığımız glenn hughes’un albümde vokal yapması. ve iron maiden davulcusu nicko mcbrain’in bu albümün davulcusu olması.“puttin’ it straight” albümünden sonra kuzey amerika’ya döndü. bu dönüş biraz hayal kırıklığı yarattı çünkü hard blues yerine dünyada yayılmaya başlayan punk rock tercih ediliyordu. bu olumsuzluğa rağmen tommy aldrigde, pat thrall ve mars cowling ile birlikte “heat in the street” albümünü yaptı. pat thrall’ın yetenekli bir gitarist olması travers’ın albümde daha serbest kalmasına daha deneysel çalmasına yardımcı oldu. 1979’da yapılması gereken en iyi iş olduğuna karar verdiği bir konser albümü yayınladı “go for what you know”. müzik otoriteleri pat travers hayranlarının çoğalmasının tek nedeni olarak bu konser albümünü göstermektedirler. bu albüm halen travers’ın en çok satan albümüdür ve satılmaya da devam ediyor. “makin’ magic” ve “go all night” yorumları muhteşemdir. travers artık bir gitar virtüözü olarak kabul edilmeye başlamıştı ve ocak 1980’de “guitar player”a kapak oldu. 1980’de “crash and burn” albümünü çıkarttı. bu albümle kompozisyon gücünün ne kadar kuvvetli olduğunu da kanıtladı. “love will make you strong” travers hit’i olarak bu albümden çıktı.

1980 yılındaki reading fest.’in ardında tommy aldridge ve pat thrall gruptan ayrıldı. bu rağmen trdavers 1981 yılında “radioactive” albümünü yaptı.

albüm özellikle ingiltere’de çok beğenildi ve travers efsane topluluk rainbow ile tura çıktı.

1982’de black pearl’ü yaptı. “i radher see you dead”, “misty morning” travers hayranlarının gözdesi oldu. 1984’de de hot shot albümünü piyasaya sürdü. “i gota fight”, “killer” önemli şarkılar oldu. bu albümün bir diğer önemli yanı ise müzik endüstrisine küsecek olan travers’ın albüm çıkartmaya 6 sene ara vermesidir.

yönetim ve yasal sorunlar nedeniyle polydor’dan ayrılır. albüm çıkartamamasına rağmen turlara devam eder. kendisi için “müzik endüstrisinin unuttuğu ama dinleyicilerin unutmadığı adam” der. 1990”da 6 yıl aradan sonra mars, jerry riggs, scott zynowski ile birlikte “school of hard knocks” albümünü yaptı. bu albümle travers yeni hayranlar kazandı. ingiltere’de ki başarılı turnenin ardından amerika ve kanada turnelerine çıktı. kanada konserlerinin kayıtlarıyla “boom boom live at the diamond club” albülmünü çıkarttı. bu albümle stüdyoda çalmak yerine konser vermesi gerektiğini bir kez daha anladı. bu albümün başarısından dolayı albümün video kayıtlarını da piyasaya sürdü.

ingiltere’deki binlerce hayranının bbc”yi arayıp travers’ın 1977 ve 1980 reading festival kayıtlarını istemesi üzerine “bbc live in concert” albümünü piyasaya çıkar.

bu büyük ilginin karşısında polydor “the best of pat travers” albümünün 1990’ da çıkartır.

amerika’da blues bureau international şirketi ile anlaşma imzalar. 1993’ te “blues tracks” adlı cover albüm yayınlanır. blues tracks albümünde willie dixon coverlarının çokluğu dikkati çeker i can quit you baby, i ain’t supersitions, built for comfort ve muhteşem mcteil bestesi statesboro blues bulunur. hemen ardından “just a touch” gelir. “cool women blues”, “the pain” ve “wasted years” dikkati çeker. 1994’te “blues magnet” piyasaya çıkar. “travellin’ blues”, “she gets the lovin”, “fall to pieces” bu albümden çıkar. “halfway to somewhere” 1995’te piyasaya çıkar. halfway to somewhere albümün ardından amerika turnesine çıkar. davulda sean shannon, basta kevin rian bulunur. ayrıca turneye jeff watson, rick derringer vetim keiffer konuk sanatçılar olarak destek verirler. 1996’da “lookin’ up”, 97’de “king buscuit buscuit hour”, “whiskey blues”, 1998’de “blues tracks vol. 2” yayınlanır. blues tracks vol.2’de hendrix’in purple haze’ı, johnny winter’ın i guess i’ll go away, gregg allman’dan whippin’ post gibi önemli coverlar bulunur. 1998’de “born under a bad sign” yayınlanır. 22 şubat 2000’de “don’t feed the alligators” yayınlanır.

pat travers blues rock dünyasında gerçekten çok sağlam bir yere sahip. çıkarttığı albümler ve özellikle konser performansıyla dikkati çeken travers, blues rock arenasında her zaman saygı duyulacak.


1976 makes no difference (single) (promo)
1976 pat travers
1977 makin’ magic
1977 putting it straight
1978 heat in the street
1978 the pat travers you missed mini album
1979 go for what you know
1979 live! boom boom (out go the lights) uk import single
1980 crash and burn
1980 is this love (japanese import single)
1980 is this love/snortin’ whiskey (us single)
1980 snortin’ whiskey/stateboro blues (single)
1980 evie (single)
1981 radioactive
1982 black pearl
1984 hot shot
1985 best of pat travers
1990 school of hard knocks
1990 anthology - vol 1
1990 anthology - vol 2
1991 best of pat travers
1991 boom boom
1992 bbc radio 1 live concert
1992 blues tracks
1993 just a touch
1994 blues magnet
1995 halfway to somewhere
1996 lookin’ up
1997 king biscuit
1997 whiskey blues
1997 best of blues + live!
1998 blues tracks 2


paradise in flames

seeyouindisneyland
2006 yılının ilk albümlerinden biri, “paradise in flames”, axxis’e ait. fakat bu albümün, diğer “yeni albüm”lerden önemli farkları var ki bizi ilgilendiren nokta bu, şimdi buradayız.

“paradise in flames”, axxis’in 9. stüdyo albümü ve görünüşe bakılırsa axxis uzun yıllar daha bizimle olacak. neden olmasın? her albümde müzik inşaatınıza daha fazla tuğla ekler hale gelirseniz yani, en beğendiğim axxis albümü olan “eyes of darkness”den bile daha iyi bir albüm ortaya çıkarırsanız, önünüzde hiçbir engel kalmaz, öyle değil mi?

yeni axxis albümünün kritiklerine biraz göz attım ve albümün ekseriyetle bir önceki albüm olan “time machine”e benzetildiğini gördüm. axxis’in kolay tanınacak bir soundu var, buna bir itirazım yok, sanırım bunun sebeplerinden biri vokalist bernhard weiß’in sesindeki o berrak ton. ama yine de “paradise in flames”, axxis tarihinin en hard albümü ve sırf bu sebepten ötürü bile, yeni albüm “sıra dışı” bir albüm oluyor. tabii bunu söylerken albümün istisna şarkısı “don’t leave me”yi ayırıyoruz.

axxis bu albümünde oldukça metaforik bir söz dizimi geliştirmiş ki bunu şarkı sözlerine bakarak tespit edebiliyoruz ; ‘dance with the dead’, ‘gods of rain’... bunu desteklemek için kullanılan soprano vokaller konusundaysa emin olamıyorum. albümde hissettiğim, neredeyse tek uyumsuzluk bu oldu. geçerken, koro partisyonlarının oldukça iyi işlendiğini, klasik hard rock soundu içinde ustaca eritildiğini de belirtmemiz gerekiyor.

velhasıl kelam, 15.yılına standart üstü bir albümle giren axxis’in “alevlerin içindeki cennet”ine alevleri yok sayarak adım atmak 2006 yılında yapacağınız en iyi şeylerden biri olabilir.

we shall overcome the seeğer sessions

seeyouindisneyland
bruce springsteen : amerikan elektrikli folk’unun çelişkili adamı...

pete seeger : amerikan folk’unun has adamı ; joan baez’dan dinlediğimiz ‘we shall overcome’, metallica’dan dinlediğimiz ‘turn the page’in yaratıcısı...

“we shall overcome : the seeger sessions”, malûm, pete seeger şarkılarının seslendirildiği bir albüm. bruce springsteen, büyük üstat seeger’a saygı duruşunda bulunuyor.

her zamankinin aksine ; bruce springsteen bu albümde “patron” değil, daha çok bir “çırak” gibi. ustası olarak gördüğü pete seeger gibi söylemeye çalışıyor, kendini bundan alamıyor. doğru mudur, bilemiyoruz...

‘mrs. mcgrath’, ‘old dan tucker’, ‘we shall overcome’ gibi seeger yapıtlarını içeren albümde en dikkat çekici olan ‘turn the page’in yer almaması. büyük bir sürpriz...

bir noktaya daha dikkat çekelim ; ‘we shall overcome’ı en çok joan baez’den hatırlıyoruz. şarkının ünü seeger’ı aşmıştır, tıpkı sherlock holmes’ın, yaratıcısı conan doyle’u aşması gibi. ‘we shall overcome’ı bruce springsteen de seslendiriyor, bu albümde. ancak bu yorum, dinlediğimiz en kötü ‘we shall overcome’ yorumu. 60’ların ve 70’lerin bayrak haline getirdiği bu şarkıya springsteen’in müzikal ihanetini, görüyor ve yazıyoruz.

bu eksikleri yazmakla beraber sezar’a hakkını teslim ediyoruz ; country dozunu tutturamayıp bol kepçeden verse de, -belki nostaljik bir değerinin de olması sebebiyle- arşivlik, dinlenesi bir albüm var karşımızda. bu tarafıyla, ‘mrs. mcgrath’, ‘o mary don’t you weep’, ‘eyes on the prize’, ‘pay me my money down’a “dikkat” diyoruz.

inhuman rampage

seeyouindisneyland
dragonforce son yıllarda en iyi çıkış yapan power metal gruplarından biri. grup öylesine bir çıkış yaptı ki ; allmusic gibi bir internet sitesi “inhuman rampage”a ana sayfasından yer verdi. gördüğümüz kadarıyla, niteliği konusunda, herkesin hemfikir olduğu bir grup dragonforce.

“inhuman rampage”da sizi bekleyen, özetle ; oldukça melodik bir power metal albümü. bu türe yabancı olanlar için çok hazmedilebilir kalıplar olmadığını eklememiz gerekiyor. vokal partisyonlarından ziyade gitar soloları ve davul atakları üzerine kurulu bir albümle karşı karşıyayız. aslında, bu yönüyle bakıldığında büyük bir ticari riski barındıran bir albüm, “inhuman rampage”. ancak, dragonforce kendi alanında sağlam bir yer parsellediğinden olsa gerek ; böyle, dar bir kitleye yönelik albüm yapabiliyor. albümdeki tek balad olan ‘trail of broken hearts’ı saymazsak bu melodik yapının bağımsızlığını kazandığını net bir şekilde yazabiliriz.

bu, “tek rakibim thy” diyen dragonforce’un, türkiye’de ne kadar tanındığını, kabul gördüğünü bilmiyorum ama, bana biraz uzak kalsalar dahi, yazmalıyım ; geleceğe taşınacak birkaç power metal grubu var, dragonforce bunlardan biri olabilir.

frozen in time

seeyouindisneyland
obituary’i ilk “world demise” ile tanıdım ve o gün bugündür gayet yakından takip etmekteyim.. “dead”in piyasaya çıkışının ardından dağıldıklarını açıkladıktan sonra her obituary hastası gibi ufak çaplı bir şok geçirsem de bu adamların tekrar birleşeceğine kesin gözüyle bakıyordum.. beklenen oldu ve tam 8 yıl sonra obituary yep yeni stüdyo albümü “frozen in time” ile tekrar karşımızda..

her ne kadar bu adamlardan kötü bir iş çıkmayacağına emin olsam da itiraf ediyorum albümü dinlemeye başlamadan önce biraz endişeliydim. ki “redneck stomp”un başlamasıyla, grubun 8 yılın ardından hala “ben obituary’im ulan!” diye haykırışını duydum.. inanın bu haykırışı 10 şarkının hepsinde iliklerinize kadar hissedeceksiniz.. “peki “frozen in time” obituary diskografisinde nasıl bir yere sahip olacak?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim ki emin olun albüm çok çok iyi bir yere sahip.. her zamanki gibi brutal ama ne “slowly we rot”taki kadar çiğ, ne de “cause of death”teki kadar karmaşık.. müzikal açıdan ise “the end complete” ve “world demise”dan yer yer izler taşıyor fakat bence grubun en iyi albümü hala “the end complete”..

eveet eleştirilerimize başlayabiliriz; albüm için şunu belirtmek isterim ki bana biraz paslanmış gibi geldi.. şarkılar birbirine çok yakın, bariz bir benzerlik var ortada.. bir çok riff kendi içinde kaliteli olsa da şarkılar içinde kulağınız alışıyor ve zamanla tazeliklerini kaybediyorlar fakat bu eleştiriden albümün son şarkısı “lockjaw”ı ayrı tutuyorum zira yapılmış en güzel obituary şarkılarından biri..

ufak tefek problemler bir yana obituary geri döndü! şu an sadece albümü edinmekten ve obituary’nin türkiye’ye gelmesini ummaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok maalesef.. her ne kadar bir sonraki albümlerinin çok daha sağlam olacağına inansam da “frozen in time” zamanınızın ve paranızın karşılığını karşılayabilen bir albüm...

ghost reveries

seeyouindisneyland
iki kelimeyle albümü özetlemek gerekirse bu ikisini, seçerdim.bilinen opeth kurallarından arınmış bir opeth albümü, hem tarz olarak hemde teknik olarak değişim "ghost reveries"...

damnation’dan sonra grubun "jazz death" yapmaya başlayacağını düşünenlerdendim, fakat "ghost reveries" beni kendime getirmeyi başardı...

bu albümdeki hararetli -bakın hareketli değil- parçaları anlatmam gerekirse, "still life" albümünden bildiğiniz "the moor" isimli parçanın ilk 2,5 dakikalık introsunu atıp şarkıya girilmiş hali diyebiliriz..parçalardaki melodi bir şeyler anlatmak, bi yere yetişmek ister gibi sanki ve bu acelecilik ilk bir kaç seferde kesinlikle size kadar ulaşamıyor..

emin olun bu kritiği yazmadan önce albümü 30’un üzerinde dinlemişimdir..ve kesinlikle kulaklarınıza pelesenk olacağına eminim..(30 kezden sonra mecburiyetten biraz)

albümde, "damnation"’dan kalma iki güzel dinginlik "atonement" ve "hours of wealth" mevcut...(atonement gerçekten enfes bir parça)."isolation years" ise kaydı tamamlamak için daha çok doğaçlama yapılmış havası var..
diğerlerine ise zamanla içinize kadar hissedeceksiniz diyorum...özellikle "harlequin forest" ve "the baying of the hounds" bildiğimiz opeth’e daha yakın..

parçalar :
01. ghost of perdition
02. the baying of the hounds
03. beneath the mire
04. atonement
05. reverie/harlequin forest
06. hours of wealth
07. the grand conjuration
08. isolation years

dante xxi

seeyouindisneyland
sepultura’nın, max cavalera’dan sonra tercih ettiği tarz ciddi ciddi eleştirildi ve sepultura seçimleri yüzünden çok kan kaybetti. açıkçası iyi bir albüm beklemiyordum ama dinlediğim albüm beklediğimin tam aksiydi.. tabi yine saf thrash çalmalarını beklemeyin ama bu albümde thrash köklerine bağlı kaldıklarını görmek çok güzel.. derrick greene döneminin en başarılı albümü..

albüm etkileyici bir açılış şarkısı olan “dark wood of error” ile başlıyor ve single olarak da çıkan “convicted in life” ile devam ediyor ki orta tempoda bir şarkı olmasına rağmen oldukça gaz riffleri ve sağlam nakarat bölümleri ile oldukça başarılı bir şarkı. albümdeki ilk olumlu nokta greene’nin vokali nation’a göre daha agresif ve çok daha başarılı. “city of dis”te ise daha az hardcore etkilenimleri işitiyoruz ki albüme karar vermek için yeterli bir şarkı olabilir. eğer groove thrash seviyorsanız bu albüm tam size göre. “fighting on” ve “nuclear seven” bizi on yıl öncesine götüren harbi thrash şarkıları.. her ne kadar bütün albümün gitar partisyonları başarılı olsa da özellikle bu iki şarkının rifflerine dikkat çekmek isterim..


dante xxi’i kesinlikle edinmeniz ve o inanılmaz rifflerle, kolay kolay unutulmayacak şarkıları dinlemelisiniz. chaos a.d.’den bu yana sepultura adının hakkını veren tek albüm. cidden üzerinde çok düşünülmüş ve çok çalışılmış bir albüm.. albümde bir çok sürpriz de var tabi; mesela “ostia”nın ortasında birden şarkıya dalıveren çello ile “n’oluyo lan?” diyebilirsiniz.. belki de grubun yazdığı en iyi şarkılardan biri “ostia”..

sakın eski albümleri düşünüp de “şişiriyorsun kardeşim albümü” deme hatasında düşmeyin.. bütün diskografiden farklı bir albüm.. o yüzden sepultura’ya bir şans verin, bü albümün sizi çok şaşıracağına eminim..

tornado of souls

seeyouindisneyland
"rust in peace" albümünün ve tüm zamanların en iyi şarkılarından.birçok grubun bitirme tezi olabilir.
çoğu yerde bu şarkıyı çalmak bir ayrıcalıktır.
tek kelimeyle süper.
nick menza döktürmüştür bu şarkıda

this morning i made the call
the one that ends it all
hanging up,i wanted to cry
but dammit,this wells gone dry
not for the money,not for the fame
not for the power,just no more games
but now im safe in the eye of the tornado
i cant replace the lies,that let a 1000 days go
no more living trapped inside
in her way ill surely die
in the eye of the tornado,blow me away

youll grow to loathe my name
youll hate me just the same
you wont need your breath
and soon youll meet your death
not from the years,not from the use
not from the tears,just self abuse

whos to say,whats for me to say...be...do
cause a big nothing itll be for me
the land of opportunity
the golden chance for me
my future looks so bright
now i think ive seen the light

cant say whats on my mind
cant do what i really feel
in this bed i made for me
is where i sleep,i really feel
i warn you of the fate
proven true to late
your tongue twist perverse
come drink now of this curse
and now i fill your brain
i spin you round again
my poison fills your head
as i tuck you into bed
you feel my fingertips
you wont forget my lips
youll feel my cold breath
its the kiss of death

raul midon

seeyouindisneyland
raul midon, rahmetli arif mardin’in son keşfi olarak biliniyor. artık kadife mi dersiniz, peluş mu, öyle bir sesi ve kaymaksı bir gitar çalışı var.
doğuştan kör (tam da doğuştan değil aslında. erken doğum sonrası kuvözde başına iş açılıyor, görme duyusunu kaybediyor).
’yeni stevie wonder’ diye de ambalajlanan raul’un wonder’la birlikte çalışmışlığı da var. komik bir şekilde nasa’da mühendis olarak çalışan ikiz erkek kardeşi marco’nun wonder’la tanışıp aracılık etmesiyle!
raul midon, gitarı eline altı yaşında almış, şu anda çok doğal bir uzvu gibi kullanıyor. önce klasikle başlamış, sonra caza, popa filan yönelmesiyle, arif mardin’in o mükemmel burnundan da tahmin edebileceğimiz gibi cazın o en iyi iş yapacak ’asansör’ kulvarında hızla yükseliyor.
www.radikal.com.tr

bir albümü bir de ep’si var ve dinleyenler gitarı bir kişinin çaldığına emin olamıyorlar.
mutlaka dinlenmeli.

albüm : state of mind

state of mind
if you’re gonna leave
keep on hoping
mystery girl
waited all my life
everybody
expressions of love
sittin’ in the middle
suddenly
never get enough
sunshine
i would do anything
all in your mind

ep :

you make me feel alright
if you really want
get together
everybody
state of mind

gülmek

seeyouindisneyland
ağlamamak için her şeye gülerim.
beaumarchais

her ağlamanın elbet bir gülmesi vardır.
katibi

gülerseniz, dünya da güler. ağlarsanız, yalnız ağlarsınız.
elia w. witcox

güleryüzlü olmayan bir kişi, dükkan açmamalıdır.
konfüçyüs

gülme iki insan arasındaki en kısa mesafedir.
victor borges

gülme, yan etkisi olmayan yatıştırıcı bir ilaçtır.
arnold h. glasow

gülmeden ölmemek için, mutluluğa kavuşmayı beklemeden gülünüz.
la bruyere

gülmesini bilmeyen bir insan yalnız ihanet etmekle kalmaz, kendi
hayatı bile bir ihanettir.
carlyle

güzellik güçtür; gülümseyiş de kılıcıdır onun.
charles reade

her kahkaha, bir bardak kana bedeldir.
henry bergson

insan gülebildiği kadar insandır.
moliere

insan o kadar acı çekti ki, gülmeyi yaratmak zorunda kaldı.
nietzsche


insanlar için en güzel hediye, hiçbir masrafa ihtiyaç göstermeyen
tatlı bir gülümseyiştir.
hz. süleyman

insanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür.
dostoyevski

kaybolan gün, hiç gülmeden geçen gündür.
chamfort
120 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol