confessions

seeyouindisneyland

- Yazar -

  1. toplam entry 3392
  2. takipçi 1
  3. puan 95012

giacomo puccini

seeyouindisneyland
giacomo puccini, 1858-1924 yılları arasında yaşamış ve verdi sonrası italyan operasının en büyüğü ve de son büyüğü kabul edilmiş bestecidir. aileden müzikçidir puccini. öğrenimini bazzini ve ponchielli gibi tanınmış ustaların yanında milano konservatuarı’nda yapmıştır. kilisede org çalmak gibi görünmektedir kaderi, ta ki 18 yaşında bir gün verdi’nin aida’sını seyredene kadar. o andan sonra hayatını operaya adamaya karar verir. 1884 yılında ilk operası olan milano’da teatro del verme’de temsil edilen “le villi”yi yazmıştır. bunu 1889 yılında “edgar”, 1897 yılında ise “manon lescaut” izlemiştir. ilk eserlerinde şahane bir başarı göstermemiş, ama sonradan yavaş yavaş açılmıştır puccini. “tosca”, “la boheme”, “madame butterfly” ve tamamlayamadan ölmek zorunda kaldığı, sonradan öğrencisi alfano’nun 1926 yılında bitirdiği, başyapıtı sayılan “turandot” bugün tüm dünyada opera repertuarının vazgeçilmez parçalarıdır. “madame butterfly” operası ilk olarak 1900 yılındaki ilk sunumunda başarısızlığa uğramıştır. 1904 yılında tekrar değiştirilerek oynatılmış ve bu sefer başarılı olmuştur.

operaları çoğu zaman aşırı melodramatik, vıcık vıcık bir duygusallıkta olmakla tenkit edilmiştir puccini’nin. çok zengin bir hayal gücü, geniş bir yaratıcılığı yoktur, konuları, karakterleri, müzikal derinliği kısıtlıdır belki, evet. misal nerdeyse her operası aşk için yaşayan ve aşk için ölen bir kadının etrafında döner, bir “madame butterfly” olsun, bir “liu” olsun, bir “minnie” olsun. “il tabarro” operasında sokak satıcısının söylediği "chi há vissuto per amore per amore si morì" (kim aşk için yaşadıysa, aşk için öldü) özetler belki bu tarzı. 12 operasının 7’si isimlerini baş kadın karakterlerden alır sonra mesela, bir sınırlılık vardır kısacası. ama budur puccini sonuçta, seveni de boldur.
melodi yaratma konusunda bir numara, seyirciyi elinde tutma olayını çözmüş, bir de mükemmeliyetçi bir insandır. oyuncularının her yaptığına karıştığı, librettolardan tutun da ışığa, perdenin iniş kalkışına kadar her şeyi obsesif bir şekilde kontrol ettiği anlatılır. nicelik değil niteliğe prim vermiş, bir verdi 28 tane opera bestelemişken, o 12’de kalmıştır.
özel hayatında hafif hedonist bir insandır, av partilerinden, kadınlardan haz almış, teknolojinin yeni olanaklarına çok ilgi duymuş bir insandır. araba kullanmış, nerdeyse italya’nın ilk trafik kazalarından birinde ölmekten kıl payı kurtulmuştur bu şekilde. hayatının çalkantılarından ve o dönemin şamdan’larını süsleyen sansasyonel olaylarından biri de eşinin, evlerindeki hizmetçi kızı puccini’yle ilişkiye girmekle suçlayıp evden kovması, buna dayanamayan kızın intihar etmesi ve ölümünden sonra bakire olduğunun anlaşılmasıdır. aslında tam bir puccini operasına yakışacak bir konudur bu, öyle değil mi?
toskana’da tatlı bir kasaba olan lucca’da doğmuş, bestecilik hayatının çoğunu floransa yakınlarında, torre del lago’daki villasında geçirmiş (ki şimdi müzedir), ölümünden bir süre önce kasabada kurulan fabrikadan kaçarak viareggio adlı yazlık beldeye gitmiş, ve de brüksel’de 65 yaşında ölmüştür.

tosca, puccini’nin en sevilen eserlerinden biridir. fransız oyun yazarı sardou’nun “la tosca” adlı oyunundan alınarak, “luigi illica” ve “giuseppe giacosa” tarafından metni hazırlanan “tosca”, puccini’nin tüm dünyada en çok beğenilen ve oynanan eserlerinin başında geliyor. ilk kez 14 ocak 1900’de roma’da sahnelenen eser, ülkemizde ilk kez 2 nisan 1941’de ankara’da sahnelenmiştir. “tosca” operası, 19. yüzyıl başlarında roma’da geçen; gerilim, korku, tutku, cinsellik, sadizim ve din olguları konularından harmanlanmaktadır.

sergey prokofiev

seeyouindisneyland
rus besteci ve piyanist ilk müzik eğitimini annesinden aldı. annesi onu beste yapması konusunda desteklemiş ve bunun sonucu olarak prokofiev 9 yaşında ilk operasını yazmıştır. 1903-1904 arasında glière ile çalışmıştır. 1904’te st petersburg konservatuarı’na girerek lyadov’la kontpuan ve armoni, winkler’le piyano ve rimski-korsakov’la orkestrasyon çalışmıştır. öğrenciliği sırasında da çeşitli besteler yaptı. bunlar 2 piyano sonatı, 1 piyano konçertosudur. bunların hiçbirisi eleştirmenler tarafından beğenilmedi. 1914’te paris ve londra’ya ziyaretlerde bulundu. 1917’de tamamladığı 1.senfoni’si prokofiev’in haydn’ın 20. yüzyıldaki reenkarnasyonu olarak nitelendirilmesini sağladı. 1918’de rusya’yı terkedip amerika’ya yerlesti. love for three oranges operası şikago’da çalındı. 1923’te fiery angel operasını tamamladı; ancak bu opera yaşamı boyunca hiç sahnelenmedi. 1927 ve 1929’da yaptığı ziyaretlerin ardından prokafiev, 1933’te rusya’ya geri döndü. romeo ve juliet balesini yazdıktan sonar 1941’de en tutkulu operası olan savaş ve barış üzerinde çalışmaya başladı. 1944’te bir kahramanlık hikayesi olan 5. senfoniyi yazdı. başarı kazanmasına karşın formalist (şekilci) bir eser olduğu gerekçesiyle ifadesi alındı. 1953 yılında stalin’le aynı gün öldü.

gençliğınde avangard olarak kabul edilmesine karşın, 19. yüzyıl milliyetçi rus bestecileri ile 20 yüzyıl rus bestecileri arasında geçişi sağlayan isimdir. temel olarak romantik melodist olan prokafiev, buruk bir modern bestecidir. baleleri başyapıtlarıdır, savaş ve barış operası’da önemli eserlerindendir. piyano konçertoları 20. yüzyıl repertuarında kendine yer bulmuştur.

carl orff

seeyouindisneyland
10 temmuz 1895 yılında münih’te doğmuştur, 29 mart 1982 yılında münih’te ölmüştür.



müzik tarihinde carl orff’a benzeyen bir şahsiyet bulmak zordur. vaktiyle orlando di lassio’nun veya çağdaşı ve müzikli komedyalar yaratmaya hevesli orazio vecchi’nin madrigallerindeki mestedici hava; diğer taraftan antik devire düşkün olarak eski yunanlıların dramını yeniden canlandırmak isteyen floransalıların ümanizmi carl orff’u hatırlatabilir, bu ümanizmi ancak caldio monteverdi gerçekleştirebilmiştir. yoksa carl orff’u anlatmak için orta çağda şan gregoryen ile goilard’ların dinsiz havaları arasında yeri ve göğü birbirine bağlayan geniş dünya görüşünü mü, italyan rönesansının derin bilginliğini mi, veya – burada edebiyattan misaller vermeliyiz – abraham a santa clara’da, fischart’ta ve halk türkülerinde gizli olan şeyleri hayatiyet dolu bir ruhla ifade eden yaşama zevkini mi, eski yunanlıları mı zikretmeliyiz?

zikrettiğimiz bütün bu hususlarda isabetli taraflar vardır, fakat yine de hiçbiri orff’u tam manasıyla anlatamaz. çünkü orff’un şahsiyetinde yeni ve eşi olmayan bir dünyanın doğuşunu görüyoruz. onda yüksek bir zeka ile büyük bir hayatiyet, uzak mazi ile hal, ümanist bilgi ile sanatkarlık ender görülen şekilde bir araya gelmiştir. bu çok taraflı şahsiyet, hayatiyet dolu bir ışık saçmaktadır. bu ışığın böyle bir büyüklükte tezahürünü ancak eski yunanlılarda, orta çağın bazı şahsiyetlerinde ve vatan toprağında kökleşmiş halis halk sanatında (folklörde) bulmak mümkündür. vatanı olan bavyera’ya daima bağlı kalan orff, başlangıçtan itibaren, geçmiş asırların mühem olduğu kaynakların tükenmediğini de ispat etti. kendi kendine dikkatle tenkidi hedef tutan besteci, ilk gençliğinde yazdığı her şeyi bir tarafa bırakarak, bir dereceye kadar yeniden öğrenmeye başladı. cladio monteverdi’nin dünyasına girince bu yolu tuttu. onun eserlerini tekrar tekrar inceleyerek onlara yeni şekiller verdi. büyük bir sevgi ve istekle bu eserlerin iç yüzünü anlamak gayreti içinde, baleden başlayan ve dram yolunda ilerleyen kendi stilini yarattı.

tuttuğu bu yol isabetliydi ve sağlam esaslara dayanıyordu. çünkü hem terbiyecinin, hem de sanatkarın gayesini birleştirerek ikisini bir bütün haline getirdi. yaratıcılık faaliyetinin öz unsuru olarak ritmik buluşları kabul eden orff’un “schulwerk” (öğretici eser) adlı eseri bugün müzik pedagojisinin temeli olmuştur. diğer taraftan sahne eserleri de devamlı bir gelişme sayesinde çağdaş müzikli dramın örneği olmuştur. bu eserlerde dekoru, sözü ve hareketi bizzat şekillendiren orff, richard wagner’den beri ilk defa olarak gerçek tiyatroyu sanat ve fikir ifadesinin merkezi haline getirdi. bugünün ruhuna uygun olarak ataların ruhundan doğan bu yeni dramı yaratırken, meşgul olduğu eserler arasında sophokles ve shakespeare’in eserlerini (sadece “bir yaz gecesi rüyası” için yazılan müzikle değil), masalları ve halk piyeslerini, catull’un şiirlerini, benediktbeuren manastırında meydana çıkarılan orta çağdan kalma şiirleri, monteverdi ve hölderlin’in eserlerini incelemiştir.

coşturucu bir sahne kantatı olan “carmina burana” adlı eserindeki şiirlere ait eski orjinal melodiler bu arada ortaya çıkmıştır. bunlar neşredilince, orff’un müziğinin, onların ruhuna uygun olduğu iyice anlaşılacaktır. bu eserden itibaren orff, eski yunan edebiyatından alınan, aphrodite adlı ilahenin zaferini kutlayan “trionfi” adlı eserine kadar, uzun fakat devamlı inkişaf arzeden bir yol katetti. bu yolda yazdığı eserler arasında şunlar vardır: müzik bakımından çok zengin olan ve bir kral ile akıllı bir kızın haikyesinden alınan “akilli kiz” adlı oyun, “küçük bir dünyayı tiyatroda” temsil eden “ay” adlı piyes, “catulli carmina” (catullus’tan şiirler) adlı eserindeki aşk fikri etrafında fevkelade bir tesirle şekillendirilen sahne oyunları, temaşa denilen bir piyes nevinden hareket eden konusu eski bavyera’da geçen “die barbauerin” adlı tablolar serisi, sözlü ifadeyi yeni tınlayış esaslarına bağlayan “antigone” trajedyası. bu son eser tam manasıyla “trajedyanın doğuşu”nu teşkil eder. orff’un sonradan meşgul olduğu “oidipus” bunu bir daha teyit edecektir.

orff bu yolda yalnız olarak yürüdü. vaktiyle heinrich kaminski’nin öğrencisi olması önemli değildir. bundan daha önemli olan, önce tiyatro ve konser alanında orkestra şefliği faaliyeti, sonra da bizzat kazandığı bilgi ile bir yaratıcı ve öğretici sanatkar olmak yolunda kendi kendini yetiştirmesidir. werner egk ve karl marx gibi öğrencileri de kendi yollarını bizzat buldular. bu da, carl orff’un iyi bir öğretmen olduğunu en iyi şekilde gösterir. fakat orff’un ekolü – bu tabiri eski devirlerin anlamına göre kullanıyoruz -, onun uzun zamandan beri hasretini çektiğimiz yeni bir stil bulduğunu teyit eder mahiyettedir

modest petrovich mussorgsky

seeyouindisneyland
28 mart 1893 yılında karewo’da doğmuş, 28 mart 1881 yılında petersburg’da ölmüştür.

19. yüzyılın en büyük iki rus müzisyeni olan modest mussorgsky ile peter çaykovski’nin hemen aynı yaşta olmaları herhalde bir tesadüf değildir. (çek besteci anton dvorak da onlara dahildir). sırrı ve hikmeti bilinmeyen, fakat delilleri çok olan, nesiller arasındaki münasebete dayanan “aynı zamanda zuhur etme kanunu”nu bir daha ispat etmek lazım gelirse işte bu onun açık bir misalidir. çaykovski, ile tesiri geç olduğu kadar yine daha derin olan mussorgsky dünyaya yeni rus bestecilerinin büyüklüğünü tanıttılar. bu besteciler artık sadece michael glinka’yı takip etmekle kalmayıp avrupa müziğinde seslerini duyurmaya başlamışlardı.

müzikli tiyatro devri denilen bu asırda dikkate çayan öyle bir an vardır ki, opera ile müzikli dramın gelişme çizgileri adeta aynı anda önemli bir şekilde birbiriyle karşılaşmıştır: wagner “siegfried”i yarattığı sırada verdi’nin “aida” operası, bizet’in “carmen” ve mussorgsky’nin “boris godunow” operaları yazılıyordu. bu gelişmedeki mantık bizim için ne kadar manalıdır. bu oluşun içinde bulunsaydık bile, onu kavramamız yine mümkün değildi.

mussorgsky dahi mizacının bütün zenginliğini bu operasında göstermiştir. dramatik hadiselerin tasviri işitilmedik bir kuvvet taşır. kaderin baskısı altında kah ezici bir yeis, kah taşkın bir neşe içinde feveran eden bir milletin çeşitli tezahuratı ile doludur. mussorgsky’nin müziği işte bu milletin müziğinden doğmuştur. gogol’un “kızıl şeytan” adlı güzel hikayesinden meydana getirdiği, gerçekten neşe dolu bir eser olan “soroçinski panayırı” operasını türkülerle doldurarak bu sahadaki zengin yaratma kabiliyetini gösterdi. hiçbir bağ tanımayan bu müzikçinin eserlerinde müziğin müstakbel gelişmesinin saklı olduğunu o zaman şüphesiz hiç kimse tahmin etmiyordu.

tiyatro alanında yaptığı denemeler, bu arada mussorgsky’nin bütün hayatı boyunca meşgul olduğu “chovançina” (hovançina) operası yanında, liedler, köy hayatına ait küçük olaylar, parçalar, tasviri tablolar, hüzünle neşenin karışık olduğu çocuk şarkıları, ölümün titretici ve meşum havasını aksettiren güzel “ölüm liedleri ve raksları”dır. bu liedler onun iç alemini tam manasıyla ihata etmektedir. sahne eserlerinde, korolarında ve senfonik şiirlerinde (“çıplak dağda bir gece”) aynı gerçeklikte bir ifade tarzı göstermektedir. ravel tarafından orkestraya adapte olunan “bir sergiden tablolar” adlı piyano eserinde geleceğin emareleri en bariz şekilde belli oldu: bu empresyonizmdi.

çağdaşları onun intizamsız görünen eserlerini yadırgadılar. onlarca lüzumlu görünenleri de rövizyona tabi tuttular. bdüşünce tarzı ise değişiktir. bugün bu eserler hakiki şekilleriyle sevilmektedir. çünkü onlar, mussorgsky’nin yaratma tarzını ve öz cevherini göstermektedir. zira onun hayatı da, iyi karşılanmayan bir düzensizlik içinde trajik bir yücelik taşıyan sanatına benziyordu.

mussorgsky müzik yapmayı annesinden öğrenmişti. daha ilk denemelerinde, sanat öğreniminin düzenli yollarına yönelmeden önce bile kendi özelliğini taşıyordu. o devirde müzikle uğraşan vatandaşlarının çoğu gibi müzik onun tali bir meşguliyetiydi. ancak subay olduktan sonra müzik tahsili yaptı. fakat fani hayatı acıklı bir şekilde geçti. bir vekalette yaptığı küçük bir memuriyet ile kendini verdiği sanat yaratıcılığı arasında, feci halini unutmaya çalışan zavallı bir insan olarak kendini yıprattı. çok defa görüldüğü gibi, aynı neslin en büyük iki rus bestecisi olan mussorgsky ile çaykovski’nin birbirleyile anlaşması mümkün değildi. şahsiyetleri ve karakterleri arasında geniş uçurumlar vardı. senfoni bestecisi çaykovski dram bestecisi mussorgsky’nin ifadesindeki tazeliğe hayran kaldığı halde, bu ifadenin “çirkinliğini“ tenkid etti, hatta ondan nefret duydu. fakat gariptir ki, ikisinin de puşkin’e hayran olması onları bir noktada birleştirir. bununla beraber ikisi de puşkin’i başka türlü görüyordu. çünkü mussorgsky’nin devrine göre cesurane, istikbal karşısında hamleci sanat görüşü mutlak ve katiydi: “benim için esas olan, nerde olursa olsun hayat, ne kadar aci olursa olsun hakikat. insanlarin karşi karşiya, göz göze gelerek cesaretle ve samimiyetle birbiriyle konuşup anlaşmasidir. bu yoldan ayrilmak bana istirap verir. benim yaratilişim budur ve hep böyle kalacağim.“

claudio monteverdi

seeyouindisneyland
15 mayıs 1567 yılında cremona’da doğmuş, 29 kasım 1643 yılında venedik’te ölmüştür).



claudio monteverdi’yi bugünkü tiyatroya, başkalarının yanında en müessir şekilde kazandıran carl orff olmuştur. şimdiye kadar bundan habersiz olanlar da, cremona’nın yalnız keman yapısıyla ün salmadığını, cremona’lı üstat monteverdi’nin de çok değerli olduğunu öğrenmişlerdir. müzikli tiyatro tarihi ile meşgul olan herkes, monteverdi’den az zaman evvel floransa’da birkaç sanatsever aydının yaptığı sohpetler esnasında adeta tesadüfen meydana getirdiği “opera” denilen bu acayip buluşu ustalıkla ihya eden bir bestecinin ne kadar çabuk ortaya çıktığını hayretle anlamış olacaktır. bu usta besteci monteverdi’nin, shakespeare ve lope de vega ile aynı yaşta olması şüphesiz bir tesadüf değildir. “barok” adı verilen devrin başladığı tam bu anda, eski yunanlılardan beri ilk defa büyük dram yazarlarından mürekkep bir nesil işe başlamış bulunuyordu.

40 yaşında iken mantua’da “orfeo” operasını temsil ettiren monteverdi dana önce ismi çok geçmiş bir kimseydi. zira, herkesin dikkatini çeken madrigalleri, çağdaşlarının hem coşkun alkışlarını hem de itirazlarını mucip olmuştu. insan ruhunu kökünden idrak ve ifad etmek kudreti sayesinde, sözden doğan dramı müzik yönünden yükselten monteverdi, sonradan “opera” denilen şekli ilk olarak meydana getiren kimsedir. filhakika, efsane konularını bir tarafa bırakarak tarihi bir opera olan “l’incoronazione di poppea” eserini insanlarıyla, insan ihtiraslarıyla sahneye bahşettiği zaman gerçek ve önemli olan ilk operayı yaratmıştı. sayısız dramlarından pek azı bize kadar gelmiştir. “arianna’nun feryatları” adlı acıklı teganni kısmı bunlardan biridir. fakat bu arada daima madrigaller yazmaktan kendini alamamıştır.

shakespeare ve yaşça kendisinden daha küçük olan çağdaşı schütz gibi monteverdi de iki devir arasındaki dönüm noktasında yaşadı. iki devrin tezatları hayatına nüfuz etti. fakat yaratıcı olarak şaşırmadan kendi olunda yürüdü. sevdiği madrigalden hareket ederek operaya vardı. madrigalde teganni edilen sözlere ifade ve renk (kroma) kudretini vermek imkanını operada buldu. bugün bize tabii gibi görünen birçok şeyin o zaman yeni buluş olarak tasavvur edilip gerçekleştirilmesi lazımdı. enstrümanlardan bir plana göre faydalanma, eski enstrüman korosundan “orkestra”nın teşekkülü, enstrümental tesirlerin kullanılış tarzı (mesela kemanların tremolosu ile dramatik bir heyecan tesiri vermek), teganni kısımlarının “ariya” şekline doğru geliştirilmesi, bütün bunlar monteverdi tarafından meydana getirildi.

bu bilgileri okumak kolay, monteverdi’nin hayatı kolayca anlatılabilir. monteverdi gonzaga prenslerinin yanında kemancı, muganni ve şef olarak hizmet verdi. şöhreti venedik’in san marco kilisesinden her tarafa yayıldı. bu isimler ve tarihler arasında acı, ıstırap ve hayal kırıklığı ile dolu olan bir hayat vardır. mantua sarayında geçirdiği gençlik çağına monteverdi’yi kıskananların haseti karıştı ve sarayın kendisine yaptığı tantanalı vaadler onu adeta fakirliğe sürükledi. sonra karısının vakitsiz ölümü monteverdi için büyük bir darbe oldu. mantua tahrip edilirken dramatik eserlerinin çoğunun kayboluşu monteverdi’yi son derece sarstı. hayatının son günleri de sıkıntı ve keder içinde geçti; çünkü dindar ihtiyar, engizisyon (katolik kilise mahkemesi) tarafından tevkif edilen oğlunun akibetinden çok endişe ediyordu.

bu gibi teferruata burada niçin yer verildi? çünkü bizler, kendimizden önce yaşayanlara, sanki ferdi varlıkları olmamış, dünyanın ve zamanın ne olduğunu kendi hayatımızdan da öğrendik.

bugün monteverdi’nin dini eserleri yeniden tanınmaya başlandı. madrigallerin de tanınacağını ümit edelim. monteverdi sayesinde opera “saraylara kabul edilecek” bir seviyeye yükseldi. bu demektir ki, avrupa’nın bütün milletlerine yayılan operanın muzaffer ilerleyişine, onu yeni dramatik bir müzik nevi haline getiren monteverdi ilk hızı verdi. venedik operası’nın büyük ustaları francesco cavalli ve marc antonio cesti, bu operadan teşvik gören fransa’daki jan bapiste lully, italya’daki alessandro scarlatti’ye ve nihayet handel, hasse, gluck, mozart, verdi, wagner’lere doğru yol açan bütün alman ve ingiliz opera bestecilerine, yani opera adı altında müzikli tiyatroya ait bütün gelişmeye monteverdi zemin hazırladı

felix mendelssohn

seeyouindisneyland
3 şubat 1809 yılında hamburg’da doğmuş, 4 kasım 1847 yılında leipzig’de ölmüştür).



mendelssohn’a hayran kalan ve gıpta eden çağdaşları onu latincede mesut manasına gelen “felix” adıyla andılar. gerçekten her türlü başarıya kavuşan mendelssohn mesut bir hayat geçirmiştir. tanınmış bir filozofun torunu olan mendelssohn, harika çocuk olarak ihtiyar şair goethe’ye piyano çaldığı andan, kızkardeşinin genç yaşta vefat etmesinden duyduğu acının sebep olduğu vakitsiz ölümüne kadar mesut olmuştu. bu şair onun için latincede liyakatlı manasına gelen “meritis” tabirini kullanmıştır. filhakika o zaman umumi bir faaliyet haline gelmiş bulunan alman ve avrupa müzik hayatının içinde bugünkü manada büyük orkestra şefi, ayrıca da öğretmen ve teşkilatçı olan mendelssohn’un yaptığı hizmetler büyüktür. hepsi kusursuz bir güzellikte, mükemmel bir form arz eden eserlerinden bazılarının bugün için daha ziyade kendi zamanının zevkine bağlı kaldığı görülmektedir. fakat mozart’a meftun olan ve harika çacuk durumundan çıkıp goethe’nin fikir dünyası içinde hakiki kültüre sahip bir sanatkar haline gelen mendelssohn’un tarihi önemini belirtmek için şu üç olayı saymak yetişir: birincisi, mendelssohn’un 17 yaşında kemale erip shakespeare’in “yaz gecesi rüyası” uvertürü gibi bir şaheseri yazabilmesidir. ikincisi, leipzig konservatuarını kurmasıdır. onun bu teşebbüsü sayesinde bach’ın şehri o asrın müzik hareketlerini ve müzik pedagojisini geliştiren en önemli yerler arasına girmiştir. üçüncü olay, ilk icrasından tam 100 yıl sonra bach’ın “matthaeus passion”unun berlin’de yeniden icrasıydı. bu icradan tam bir bach cereyanı doğdu. daha önce bac’ın ihyası için emek sarfeden ve goethe’nin dostu olan zelter’in öğrencisi mendelssohn bu hareketiyle sadece mütehassıslarca tanınan thomas kilisesi kontorunun ismini dünyaya tanıttı ve kökleştirdi. bundan doğan heyecanlı bach sevgisi ve bağlılığı yaratıcı ve araştırıcı hareketlere tesir etti; neticede meydana gelen bach bilgisi yirminci asrın müzik hakkındaki telakkilerinin temeli oldu.

devrin son derece hareketli fikir ve sanat hayatının çeşitli cereyanları içinde mendelssohn’u romantiklerin klasiği ve terakkisever bir çevre içinde muhafazakarların başı haline getiren bu bach zihniyeti, onun fikir aleminin desteği oldu. bu zihniyetin tarafları – schumann’dan reger’e kadar- mendelssohn’un etrafında toplanmış bulunuyorlardı.

mendelssohn’un bu durumunu gösteren, fakat daha az tnınan bir tarafını da zikredelim: resim çizen bir insan gibi büyük bir itina ve titizlikle öğrettiği kuralların hepsine mutlaka riayet ederek her eserine çekidüzen vermeye çabalıyordu. bunun için, isyankarane hamleler yapan hector berlioz’a anlayış göstermedi; sağduyuya ve şekil vuzuhuna aykırı görünen her teşebbüse düşman oldu. çağdaşlarının cüretli hedeflerinden ziyade geleneklere bağlı kaldı. edebiyat ve estetik alanında ince bir kültüre sahip olan, fakat iyi kalpliliğine rağmen biraz soğuk olduğu iddia edilen mendelssohn’un öğretmenliği ve bach taraftarlığı bu halinden doğmuştur.

mendelssohn’da romantik sayılan hususlar şüphesiz daha fazla yanılmış ve tesirli olmuştur. düzenli bir forma döktüğü “sözsüz şarkılar”ın melodik tatlılığı, keman konçertosunun parlak canlılığı, oda müziği eserleri, orgun kullanılmadığı bir zamanda org sonatları ve asrın koro sevgisiyle tazelenen oratoryoları, senfonileri, koroları bu karakterdedir.

“mesut” mendelssohn’un hayatı pek mücadelesiz geçmedi. daha ziyade hislerine uyarak romantizmi temsil edenlere karşı duyduğu antipatiye, karşı taraftan da mukabele edildi. bu kaçınılmaz münakaşalarda, başka yollardan yürüyen muhaliflerden ziyade, fazlasıyla şekilperest davranan kendi taraftarları ona zarar verdiler.

hem ihtiyar goethe’nin, hem çağdaşı wagner’in rol oynadığı hayatı büyük bir hızla geçti. paris’te büyük cherubini mendelssohn’u himaye etti. daha öğrenci iken harikulade bir piyanist olan mendelssohn besteci olarak da dikkati çekti. bach’ın havarisi olarak tanındı. sonra eserleriyle, ingiltere’de şöhret kazandı. italya’ya seyahat yaptı. düsseldorf’ta parlak bir başarı gösterdi. sonra leipzig’de “gewandhaus konserleri”nin orkestra şefi olarak başarıdan başarıya koştu. berlin’de de çok seviliyordu. zamanın hareketlerine faal bir şekilde katılan mendelssohn’un hayatı aralıksız başarılarla dolu olarak geçmiştir.

gustav mahler

seeyouindisneyland
temmuz 1860 yılında bohemya kalisht’de doğmuş, 18 mayıs 1911 yılında viyana’da ölmüştür).



müzikte romantizm 19. yüzyılın başlarından 1890’a kadar süren zaman dilimini kapsar. bunu izleyen geç romantik dönem’de ise (post romantizm) bir çok besteci klasik ve romantik ilkeleri birleştirerek eserler vermişlerdir. gustav mahler’in yanı sıra anton bruckner, richard srauss ve hugo wolff’da bu dönemin özelliklerini duyuran besteler vermişlerdir.

gustav mahler’in asıl uyruğu avusturya’dır. aslı da yahudidir. besteci ve aynı zamanda orkestra şefidir. müzik yeteneği çok küçük yaşlarda dikkati çekmiştir. daha 4 yaşında iken kalischt yöresindeki kışlada çalınan askeri müziğin, bir de köylülerin söylediği çek halk şarkılarının büyüsüne kapılduğu söylenir. daha o zamanlar bu şarkıları bir yandan akordeon ve piyanoda çalmakta, öte yandan besteler yapmaktadır. on yaşına geldiğinde piyanist olarak jihlava’da dinleyici karşısına çıkar ve ilk konserini verir. on beş yaşına geldiğinde viyana konservatuarına kabul edilir. okul süresince çeşitli piyano ve kompozisyon ödülleri kazanır. konservatuarı bitirdikten sonra da dersler vererek geçimini sağlamaya çalışacaktır. mahler, alman ve avusturya halk kültüründen derin bir şekilde etkilenmişti. “1. senfoni“nin ikinci ölçüsünde, avusturya’nın popüler danslarından lander’in ritimleri de duyuluyordu.

ilk önemli yapıtı “das klagende“ (yakınma şarkısı)dır. bu yapıtı ile konservatuarın koyduğu beethoven ödülü’nü kazanamayınca orkestra şefliğine yönelmiştir ve bu görevini 17 yıl boyunca sürdürmüştür. bu 17 yılda da avusturya’da müzikal farslar yönetmiş, zaman zaman budapeşte ve hamburg operalarında çalışmıştır. gustav mahler 1880 yılında, aynı zamanda termal bir kasaba olan marienbad’da ilk işini aldı. nihayet yıl 1888’de budapeşte operası’nda yönetmenliğe başlamıştır. mahler budapeite operası’nın yönetmenliğine atandığında tüm köşe başları tutulmuştu, fakat parlak zekası ve kendine özgü buluşları sayesinde, wagner’in “die walküre“ eserinin açılışıyla dinleyicileri etkiliyerek, tümünü silip süpürdü. 1897 yılında yani 37 yaşındayken viyana hopofer operası’nın sanat yönetmenliği görevini üstlenir. 1902 yılında ise alma maria schindler ile evlenir. mahler’in eşi alma schindler güzel bir kadın olduğu kadar yetenekli bir besteciydi de. ilki evlendikleri yıl, ikincisi 1904 yılında, maria ve anna isminde iki kız çocukları olur. 1907 yılında 47 yaşındayken viyana operası’ndan ayrılmak zorunda kalır. ardından bir amerika yolculuğuna çıkar. 1908 yılında metropolitan operası’nın yöneticiliğine getirilir. bir yıl sonra new york filarmoni derneği’nin orkestra eşfliğini yaparak, ününün yeniden gündeme gelmesini sağlamıştır. 1911 yılında dört yıldan beri bulunduğu amerika birleşik devletleri’nden her yaz gittiği avusturya’ya kesin dönüş yapar. gustav mahler’in önemi: on senfonisi ve romantizmin farklı bir çok türünü bir araya getiren orkestra eşlikli şarkılarının olmasıdır. gustav mahler’in değerine gelince ölümünden sonra müziği 50 yıl görmezlikten gelindi, daha sonra da 20. yüzyılda bestecilik tekniklerinin öncüsü olduğu kabul edildi. mahler’in “5. senfoni“si, dirk bogarde’nin başrolünü oynadığı “venedik’te ölüm“ filminin atmosferine önemli katkıda bulundu.

en önemli yapıtlarını sıralamak gerekirse; 1880: das klagende lied. 1883: lieder eines fahrenden gesellen. 1888: lieder ais des knaben wunderhorn. 1902: kindertotenlieder. 1908: das lied von der erde...

gustav mahler’in amacı, müzikte kendi yaşam öyküsünü yazmaktı. ölüm onu 18 mayıs 1911 yılında venedik’te yakaladı...

orkestra şefi bruno walter’in 35 yaşındaki mahler için yazdığı tasvirde bakın neler demiştir:

“solgun bir beniz, zayif bir beden, kisa bir boy, unuzca hatlar, sik siyah saçlarla çevrelenen geniş bir alin, gözlüklerin arkasinda saklanan olağan üstü gözler, üzüntü ve mizah dolu yüz hatlari...’’

franz liszt

seeyouindisneyland
23 ekim 1811’de raiding’de doğmuş, 31 temmuz 1886’da bayreuth’da ölmüştür).



burgenland eyaletinde doğmuştu. fakat, macar değildi. alman asıllı olduğu halde, bach’a alman, purcell’e ingiliz, rameau’ya fransız dediğimiz manada alman da değildir. ona avrupalı dersek doğru olur. paris, weimar, roma, budapeşte veya bayreuth olsun yaşadığı her yer onun vatanıydı. bu yüksek ruhlu müzisyende, fazilet ve insanlık, hiçbir menfaat düşüncesi tanımayan büyük bir sanatkarlık anlayışı ile birleşiyordu. asrının dünyasını onun gibi temsil eden başka bir kimse yoktu. yetiştiği salonların ihtişamını umumi konser salonlarına götürdü. virtüozluğun en parlak olduğu bir devirde, yaratıcı sanatkarın yanında icracıya da aynı mevkii sağlıyan ilk büyük piyanist liszt’tir. elbette onun ruhunda, beşeri büyüklüğünü teşkil eden, vakar ve tevazu gibi faziletlerin karşılığı olan virtus yaşıyordu.

küçüklüğünde beethoven’i görmüş olan wagner’in yakın dostu, henüz tanınmayan genç sanatkarlara yol açan liszt, müziğin her alanında geniş görüşe sahip şahsiyetiyle asrın rehberi vasfını taşıyordu. müzikteki partiler ve bunların kavgalarına dair dosya çoktan kapanmıştır. lsizt’in başkanlık ettiği yenilik partisi uğrundaki mücadele unutulup tarihe karışmıştır. hatırda kalan tek şey, liszt’in başarılı teşkilatçılığı, en müspet manada siyasi bir başarı denilebilecek sosyal yardım alanındaki çalışmalarıdır. onun sayesinde, sanatkarın toplumdaki yeri ve değeri sağlanmış, kuvvetlenmiştir. mozart ve beethoven’ın, sanatkarın insanlık şerefine dair arzularını liszt tam bir cihanşümül görüşünün ilham ettiği en büyük fikirlerden biri de, sanat alanında çalışan insanın haklı talebi olan ekonomik durumunun teminat altına alınması ile, eserini yaşatma mükellefiyetinin birbirine bağlı bulunması gerektiğidir. dahası var. liszt tarafından kurulan alman genel müzik derneği’nin programında sosyal esasların yanında ahlak kuralı olarak yeni müziğe yardım ödevi de ön plana atılmıştır. elbette yeni müzik olarak, liszt ve taraftarlarının terakkiperver fikirlerine göre yazılan eserler kastedilmekteydi.

liszt büyük piyanistin ta kendisiydi. onun elleri kuyruklu konser piyanosundan bugünkü imkanları çıkardı. biz bugün bunu ancak sezebiliyor, veya çağdaşlarının sözlerinden anlayabiliyoruz. bize kalanlar, aynı ruhtan doğan eserlerdir. bu, yaşadığı devrin ve yakın muhitinin ruhudur. tasvir hevesiyle dolu genre tablolarına benzeyen parçalarında, müzikal taklitlerinde ve salon tezyinatını andıran lirik melodilerinde bu ruh belirmektedir. bizler bu tesirlerin bazılarından belki uzaklaşmışızdır; buna rağmen hayretimizi mucip olan bazı özellikler vardır ki, tınlama oyunları ve seslerin kaynaşması ile müzikal renkleri ve renklerin bölünmesi empresyonizmi andırmaktadır.

piyanonun sahasını orkestra tesirlerine kadar yükselten bu renk hassasiyetinin orkestra eserlerinde de belirmesi tabiidir. bunu liszt’in senfonik şiirleri göstermektedir. devrin edebiyat ve resim alanındaki cereyanlarına yakın olarak tarihi sahneleri ele alan bu tasvirlerde, fransız romantik sanatkarı berlioz’un, beethoven’in senfoni fikrini değiştirerek çıkardığıtasviri program müziği fikri şiir tarzinda yazilan senfoniye yükseltilmişti. bugün bazı münakaşa ve tenkidlere maruz kalan be eserler yazılmamış olsaydı dahi, müziğin ve müzisyenin sosyal durumu uğrundaki faaliyetleri, onun büyük virtüozluğu, öğretmenliği ve insanlığı da adının müzik tarihine geçmesi için kafi gelirdi. durup dinlenmeyen bir yolcu ve sanatının yorulmaz bir elçisi olan liszt ender görülen bir tarzda asrının adamıydı. teşvik edici fikir ve hareketleriyle müziğe sanıldığından daha çok hizmetlerde bulunmuştur.

georg friedrich handel

seeyouindisneyland
23 şubat 1685 yılında almanya’nın halle şehrinde doğdu, 14 nisan 1759 yılında londra’da ölmüştür.



hiçbir zaman göremediği bach’ın çağdaşı, hemşerisi, talemann’ın dostu olan handel, yurdundan uzakta öldüğü zaman ardından bütün dünya ağlamıştı. ender görülen bir tarzda daima şükranla anılarak kalplerde yaşadı. eserleri hiçbir zaman elden düşmedi. ondan sonra gelen haydn, mozart, beethoven, hatta brahms ve reger, handel’i üstat olarak kabul ettiler. buna rağmen tek taraflı alışkanlığın meydana getirdiği handel anlayışını düzeltmek , onu ilmi tetkike dayanan bilgilerle aydınlatmak zarureti hasıl oldu. friedrich chrysander, bütün hayatını hasretmek suretiyle bu işi başarmıştır. bilginlerin heykelini dikmek adet değildir ama, onun için bir anıt yapmak gerekliydi. çünkü kendini hiç düşünmeyerek bütün varlığını, gücünü “herşey handel için” parolasına vakfetti.

ataları arasından krieger ve scheidt gibi bestecilerin isimleri geçen handel bir cerrahın oğluydu. görüldüğü gibi hukukçuluktan müziğe geçti. gerçi daha çocukken gizlice müzikle meşgul olmuş ve sonra babasının rızasıyla füg tekniği ile tanınan orgçu zachow’dan dersler almıştı. fakat hukuk kitaplarını bir tarafa bırakıp doğduğu şehrin kilisesinde çaldığı orgu da terkederek müzisyen olmak üzere “büyük dünyaya“, gitmek müsadesini alıncaya kadar bir hayli uğraşması icab etti. bu “büyük dünya“ müzik gelenekleri bakımından zengin olan hamburg’du. orada reinhard keiser ve johann mattheson gibi besteciler, kuruluşundan az zaman sonra kapatılmak tehlikesine maruz kalan alman operasının idamesine çalışıyorlardı. handel, belki buxtehude’nin halefi olmak ümidiyle lübeck’e yaptığı bir geziden sonra hamburg operasından ayrılarak asıl büyük dünyaya, operanın menşei olan italya’ya gitti.

böylece, teganni sanatının güzelliği ile insanı mesteden italya’da özlediği muhiti buldu. orada yazdığı birçok solo kantatları ve oratoryolar bu sanatın tesirlerini aksettirmektedir. operanın doğduğu floransa’da kaldıktan sonra roma’da meşhur arcangelo corelli ve genç piyano üstadı demenico scarlatti ile buluştu. ayrıca da zamanın opera merkezi olan napoli’de napoli operacılarının babası olan alessandro scarlatti ile yakından tanıştı. muhteşem venedik’te italyan operacısı olarak başarı kazandı. besteci, diplomat ve papaz olan ince ruhlu agostino steffani handel’i alıp hannover şehrine götürdü. hannover’deki elektör prensin sarayında orkestra şefliğine tayin edilen handel kısa zaman sonra birinci george adı ile londra’da ingiliz tahtına geçen hannover prensinin “kraliyet sarayı orkestra şefi“ oldu. böylece londra’ya gelmiş oluyordu. istemiyerek siyasi entrikalara karışan handel bu can sıkıcı nahoş olaylardan sonra nihayet orada da şöhret kazandı.

barok çağının zenginliği içinde geçen sathi bir görüşle yükselişinin devamlı olduğu intibaı uyandıran handel’in fani hayatını, eserlerinin zenginliği aksettirmektedir. ingiltere’de eser veren bu alman, italyan teganni tarzı ile fransız ifade kudretini birleştirerek operalarında kendine mahsus bir ifade meydana getirdi. bu ifade, en derin bir huzurla aynı zamanda en büyük yüceliği ihtiva etmektedir. handel’in bu dili her ne kadar unsurları devrin stiline bağlı ise de başkalarının ulaşamadığı bir seviyededir. oratoryoya benzer bir eda arzeden bu dramlarda ise tevrat’ın masalları ve mitolojik konunlar önümüze yayılmaktadır. zamanın zaruretlerinden ve aleyhtarlığın yarattığı buhranlı durumdan dolayı handel opera sahnesini terkedip oratoryo sahasına geçti. handel’in hareket noktası olan italyan müziğindeki oratoryo, solistleri teşhir edip operayı taklit etmekle iktifa oluyordu. oratoryoyu bu durumdan, koronun büyük rol oynadığı özel seviyeye yükseltmesi handel’in en büyük başarısıdır. alman zachow’un öğrencisi ve manen ingiliz henry purcell’in halefi olan handel, kilise müziğine de vakıf olduğu olduğu için bu işte muvaffak oldu. bu sahada bize verdiği armağanlardan “mesih“ oratoryosu en şöhretlisidir. fakat en karakteristik olanı değildir.

handel’in italyan menşeini en bariz şekilde belli eden konçerto grosso ve sonatlarında, daha şümüllü, geniş ve yüce ifadesiyle üzerimide derin tesirler icra eden çok özel bir dili vardır. geniş saha tesirini uyandırmayı seven barok mimarisinin azameti handel’in eserlerinde müzik yönünden ifadesini bulmuştur.

edvard grieg

seeyouindisneyland
norveçli besteci edward grieg, yaşadığı dönemde oldukça güçlü olan milliyetçi akımın etkisinde, eserlerinde yerel kaynaklardan yararlanmayı esas edinse de, özgün yaratıcılığı sayesinde sınırları aşabilmiştir. asıl soyadı hagerup’tur; ancak besteci iskoç dedesinin soyadını kullanmayı tercih etmiştir.

ilk müzik eğitimini annesinden almış, kemancı ole bull’un tavsiyesi üzereine leipzig konservatuarı’na kabul edilmiştir. burada kendisini her şeyden soyutlayarak inanılmaz bir yoğunlukta çalışmış, ancak bedeni bu tempoya dayanamayınca, ağır bir hastalık geçirmiştir. 1865-1866 yıllarını roma’da geçiren grieg, sonbaharda (in autumn) adlı uvertürü yazmıştır.

grieg, 1867’de kuzeni soprano nina hagerup’la evlendi. eşi, bestecinin ilham kayağı olmuş, yaratıcılığını artırmış, aynı zamanda eserlerinin yorumculuğunu yapmıştır. besteleri lizst’in övgüsünü kazanmıştır. 1870’de lizst’de grieg’in piyano konçertosunu çaldı. bu olay grieg’in ününün daha da artmasını sağladı. norveç hükümeti, grieg’in daha rahat çalışmasını sağlamak amacıyla, ona yaşam boyu maaş bağladığını açıkladı. peer gynt adlı eserinin prömiyeri 1876 yılında yapıldığında grieg ülkesinin sembolü haline gelmişti. ingiltere’de de çok sevilen besteci, bu ülkeye giderek birçok resital verdi. 1894’te cambridge’ten, 1906’da oxford’dan müzik doktorası aldı.

grieg opera ve senfoni gibi formlarlarda eser vermekten kaçınmıştır. 1864’ yazdığı senfoninin konser salonlarında çalınmasını yasaklamıştır; ancak öldükten sonra bestecinin isteği pek dikkate alınmamıştır. yapıtları şiirsel bir duygusallık taşır. şarkılarında hakim olan duygu ise tutkudur

george gershwin

seeyouindisneyland
ünlü besteci george gershwin 1937 yılında daha 38 yaşında iken beynindeki bir tümör nedeniyle ölünce amerikan basını ağız birliği etmişcesine “sahip olduğumuz en iyi müzisyen artık yaşamıyor” yollu başlıklar atmıştı. gershwin, döneminin yalnızca en iyisi değil, aynı zamanda en popüleriydi de. jopera, klasik... gershwin’de her sınıftan insanların hoşlanabileceği bir şey vardı. rusya’dan amerika’ya göç eden gershovitz’ler new york’da 1898 yılında doğan ikinci oğullarına jacop adını verdiler. ondan iki sene önce doğan diğer oğullarının adı ise israel’di. ama baba gershovitz çocuklar dünyaya gelmeden önce, moşe olan adını morris’e; gershovitz olan soyadını da gershwin’e çevirmişti bile. israel okuyup yazmaya meraklı bir çocuk gibi görünüyordu ama, kardeşi jacop’un eğilimi pek belli değildi.

bir gün, jacop 12 yaşındayken eve bir piyano geldi. ilerde adını george’a soyadını da gershwin’e dönüştürecek olan jacop’un (aile nedense isim değiştirmeye pek meraklıydı) hayat çizgisi de belki o yıl değişti. halbuki, piyano ağabeyi için alınmıştı. ama ağabeyi piyanoyu değil, kitapları tercih ettiğini belli etmişti. küçük george’un ilk piyano öğretmeni bir komşu hanımdı. iki yıl sonra ise konser piyanisti olmak amacıyla charles hambitzer’den ders almaya başladı. ama aklı hep jazz’da ve müzikallerdeydi. piyanonun eve girişinden sadece 4 yıl sonra, genç gershwin ilk profesyonel işini aldı. 15 yaşında okulu bırakmış ve bir müzik yayıncısında, şarkıları tanıtıcı piyanist olarak çalışmaya başlamıştı. yıl: 1914

o yıllarda amerika’da, müzik yazarlarının bir ortak saptamasına göre, uluslararası bir popülerlik kazanan ilk amerikan müzik türü olan ragtime fırtınası esiyordu. ragtime’da ağırlık piyanodaydı, ama hepsi bu kadar değildi.siyahların batı afrika’dan getirdikleri müzikleri (ve banjo) türün temel taşlarından biriydi. özellikle ragtime, dünya popüler müziğini etkileyen ilk afro-amerikan müzik türü oldu. en ünlü ragtime bestecisi ise irving berlin’di. schott joplin’in piyano için yazdığı rag parçaları da, chopin’le kıyaslanabilecek kadar yetkindi. ragtime’ı jazz izledi. jazz’ın çıkışı genellikle, 20. yüzyılın başı olarak kabul edilir. yaratıcıları yine siyahlardı. jazz etkisini yıllarca sürdürdü. (hala da sürdürüyor). kısaca jazz, ragtime gibi, daha çok akademik ve nostaljik konumuna düşmedi.

işte genç gershwin’i yetişme çağında en çok etkileyen, klasik teknikler kadar, ragtime ve jazz oldu.

gershwin başından beri hep broadway için yazdı. notaları basılıp satışa sunulan ilk eserinin adı pek uzundur.

“when you want ’em, you can’t get ’em when you’ve got ’em you don’t want ’em”…

ilk önemli başarısını ise 1919 yılında ünlü şarkıcı al jolson’ın söylediği “swanee” adlı bestesiyle kazandı. al jolson’ın “sinbad” adlı şovunda kullandığı parça iki milyon sattı; parçanın notasının satışı ise bir milyonu geçmişti. al jolson şarkıyı yüzünü siyaha boyayarak, elinde eldivenler ve diz çökmüş bir halde söylüyordu. siyaha boyanmış bir beyaz yüz liberallerin pek hoşuna gitmedi. gershwin bu arada ilk müzikali olan “la la lucille”i de yazmıştı.

1920 – 24 yılları arasında “george white’s scandals” adlı yapıma şarkılar yazdı. birçok şarkının söz yazarı ağabeyi ira (eksi adıyla, israel) gershwin’di. iki kardeş 1924 yılında her şeyiyle kendilerinin olan ilk müzikallerini yazdılar: “lady be good”.

müzikalin “hit” parçası hala keyifle dinlenen “the man i love”dı. “george white’s scandals” için yazdığı en ünlü eser ise 1922 tarihli “blue monday blues”du. eser toplam 20 dakika süren bir jazz-operaydı. dönem ırkçılığın kol gezdiği bir dönemdi ve siyahların rollerini yüzlerini boyamış beyazlar oynuyordu.

tarih: şubat 1924.

kent: new york.

salon: aeolian hall.

poul whiteman ve orkestrası sahnede yerini almış durumda. izleyiciler arasında rachmaninov, stokowski ve haifetz gibi klasik müziğin devleri var. george gershwin’in “rhapsody in blue”sunun “jazzy” klarnet açılışı bütün salonu sarıyor ve bir daha bırakmıyor. konserin sonunda herkes ayakta.

25 yaşını yeni doldurmuş olan genç besteci çevresini saranlara anlatıyor: “rhapsodiyi yaklaşık bir ay içinde yazdım ve bu yazma işlemi de genellikle boston traninde gerçekleşti. orkestrasyonunu ferde grofe yaptı. bu amerika’nın müzikal bir kaleidoskopu. bizim insanlar, bizim blues ve bizim metropolitan çılgınlığımız”.

eleştirmenlerin görüşü de ortaktı: modern müzikte gerçekleştirilen müthiş bir deney, bir başyapıt!... jazz orkestrası ve piyano için yazılmış olan “rhapsody in blue”, yapısal olarak belki biraz basit, ama müzikal etki olarak müthişti. konçertoyu orkestra şefi whitemann ısmarlamıştı ve ilk çalınışında piyanoda george gershwin’in kendisi oturuyordu. gershwin’in bilgisi yeterli olmadığı için de, orkestrasyon grofe’ye havale edilmişti.

eserin başındaki klarnet solonun öyküsü de çok ilginçtir. provalar sırasında orkestranın klarnetçisi, espri olsun diye, parçayı solo olarak çalınca, bu gershwin’in çok hoşuna gitmiş ve hemen esere eklemiştir.

jazz orkestrası ve piyano için yazdığı senfonik “rhapsody in blue“ ve müzikal “lady be good“un başarısı gershwin kardeşlerin müzik dünyasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı. iki kardeşin uzun yıllar sürecek olan broadway saltanatı başlıyordu.

bu arada kardeşi ira gershwin için de bir paragraf açmak yararlı olacak. israel adıyla doğan ira, george’dan iki yaş büyüktü. yatkınlığı edebiyata idi ki, bunu 1932 yılında “of thee i sing“in (şarkılarım seni söyler) sözleriyle pulitzer ödülü alarak doğruladı. uzunca bir süre, daha doğrusu kendini kanıtlayıncaya kadar arthur francis (kız olan üçüncü kardeşlerinin adı frances’ti) takma adını kullandı. bazı müzik yazarlarına göre takma ad kullanmasının bir nedeni de, kendisinde önce üne kavuşan kardeşinin soyadını sömürmekten kaçınmasıydı.

ira gershwin kardeşinin ölümünden sonra da şarkı sözü yazmaya devam etti ve kurt weill, harold arlen ve jerome kern gibi ünlü müzisyenlerle işbirliği yaptı. 1983 yılında tam 87 yaşındayken öldüğü ana kadar müzikten kopmadı.

george gershwin en iddialı yapıtını ise, ölmeden iki yıl önce, 1935 yılında verdi: “porgy and bess“. içindeki şarkılar her 10 yılda bir yeniden yorumlanan bu ünlü opera, dubose heyward’ın romanına dayanıyordu ve sözleri ira gershwin tarafından yazılmıştı. ama ilk sahnelenmesi şaşırtıcı bir şekilde neredeyse bir fiyasko oldu. topu topu 124 gösterimden sonra kalktı. kimi eleştirmenlerin “siyah folk opera“ diye niteledikleri “progy and bess“in doğuşu hiç de parlak olmamıştı. hikaye çok basitti. sakat bir dilenci olan porgy ile, her türlü “erdemsizliğe“ teşne bess’in siyahların yaşadığı sefil bir bölgede, catfish row’da geçen trajik aşkları. gershwin, müzikleri yazmadan önce uzunca bir süre böyle bir bölgede, south carolina’daki charleston’da, yaşayıp gözlemlerde bulunmuştu. ira gershwin’in yazdığı sözler çok anlamlıydı ve bölge halkının konuşma üslubuna sadık kalınmıştı. aynı durum gershwin’in müziği için de geçerliydi.

ama, içinde “i loves you porgy“ (bu parçayı nina simone’dan dinlemek dünyanın en keyif verici zevklerinden biri), daha sonra jazz’dan rock’a kadar her türlü “cover“ı yapılacak olan “summertime“, “i got plenty o’nothing“, “bess, you is my woman now“ gibi şarkıları barındıran bir opera uzun süre sessiz kalamazdı. ve kalmadı da!... 2. dünya savaşı’nın tam ortasında, 1942 yılında, “porgy and bess“ broadway’de yeniden sahnelendi. bu kez inanılması güç bir başarı kazandı. ikinci kez sahnelenişinde, en uzun süre neonlarda kalan müzikal ünvanını kazandı.

“porgy and bess“in ilkleri yalnızca bununla da sınırlı kalmadı. siyahlardan oluşan bir opera grubu dört yıl boyunca “porgy and bess“le dünya turu yaptı. opera, sovyetler birliği’nde de sahnelendi. milano’daki ünlü la scala’da sahneye konan ilk amerikan operası olma onurunu da kazandı. tabii bunların hepsi george gershwin’in ölümünden sonra gerçekleşmişti.

gershwin’in jazz ve ragtime eğilimi besteciyi, müzik türü açısından iki arada bir derede bıraktı. klasik müzik fanatikleri için gershwin, klasik diye nitelenmeyecek kadar pop, popüler müzik tutkunları içinse fazla ciddi idi. halbuki gershwin hem o, hem de ötekiydi ve ölünceye kadar da araştırma ve denemeden vazgeçmedi. örneğin, tek perdelik jazz operası “blue monday blues“u yazan gershwin, 1919’da yaylı çalgılar dörtlüsü için bir “lullaby“ de yazmıştı. “lady be good“ büyük başarı kazanınca londra’da da sahneye konulmuştu ve bu yüzden avrupa’da bulunan gershwin müzik bilgisini iyice derinleştirmek için ravel ve nadia boulanger’ye öğrenciler olmak için başvurmuştu. fakat “lady be good“u dinleyip gershwin’e hayran olan iki ünlü müzikçi de, “doğal dehaya zarar veririz” kaygısıyla onun bu isteğini reddettiler.

müzikalleri ve şarkıları bütün dünyada ses getiren gershwin, tabii ki eğlence sanayiinin başkenti hollywood’un da gözünden kaçmayacak, daha doğrusu elinden kurtulamayacaktı. 1945 yılında george gershwin’in hayatı filme alındı. 1951 yılında çevrilen paris’te bir amerikali ise 1951 yılı oscar ödülünü aldı. vincent minnelli’nin yönettiği filmde, 1996 şubatında ölen gene kelly ve leslie caron, gershwin’in müziği eşliğinde sinema tarihinin en başarılı bale-danslarını gerçekleştirdiler.

tabii bütün bunlardan “porgy and bess“in de nasibini almaması mümkün değildi. yönetmen otto preminger bu ilk siyah folk operayı, 1959 yılında filme aldı. bu bir tür siyah carmen’de porgy rolünü sidney poitier, bess rolünü ise dorothy dandridge oynadı ve tabii ki şarkıları başkaları söyledi. filmde pearl bailey ve uyuşturucu satıcısı rolünde de ünlü sammy davis jr. vardı. “porgy and bess“ ilk sahnelendiği zaman, siyahların çok stereotip çizilmiş oldukları doğrultusunda eleştiriler almıştı. bu yüzden başta sidney poitier olmak üzere, kimi siyah oyuncuları filmede oynamaya ikna etmek epey zaman almıştı. buna karşılık, kimi müzik adamları “porgy and bess“i insan doğasının operasal bir portresi olarak, 20. yüzyılın müzik dehalarından benjamin britten’in “peter grimes“ı ile eşdeğer tuttular.

gershwin bir çok müzisyenin aksine, yaşadığı sürece şöhretine orantılı bir biçimde ciddi paralar kazandı. resme çok meraklıydı ve 1920’lerin sonlarına doğru braque ve chagall gibi ünlülerin resimlerinden oluşan zengin bir koleksiyon oluşturmaya başlamış; kendisi de sıkı bir şekilde resim yapmaya koyulmuştu.

1937 yılı geldiğinde george gershywin baygınlık nöbetleri geçirmeye başlamıştı. aynı yılın temmuz ayında ise daha 39 yaşında iken beynindeki tümör yüzünden yaşama veda etti. jazz ve klasik müziğin en eşşiz sentezcisiydi gershwin ve kimi müzik sosyologları tarafından verilen iki savaş arasi amerikan toplumunu en iyi yansitan besteci ünvanını bileğinin hakkıyla kazanmıştı.

kaynak
boyut müzik....... klasik müzik koleksiyonu 12. kitap george gershwin

antonin dvorak

seeyouindisneyland
8 eylül 1841 de nehalozeves’te doğmuş, 1 mayıs 1904’de prag’ta ölmüştür.

dvorak, prag’ın kuzeyinde, moldau ırmağının kenarında bulunan nehalozeves adlı küçük bir köyde dünyaya gelmiştir. friedrich smetana^nın senfonil şiiri ile yurdunun sembolü haline gelen bu ırmağın kıyısında doğmuş bulunan besteci de, kendisinden önce smetana’nın çek folklöründen yarattığı milli müziğe bağlı kaldı. bu devirde bir çok avrupa memleketlerinde milli ekoller teşkil ediyor, halk arasında yaşayan türklere ve romantizm ruhu ile dolu tarihi, milli hatıralara dayanan sanat eserleri meydana getirme arzusu uyanıyordu. (bu sırada kuzey memleketlerinde alman romantik müziği ile sıkı bir temas halinde bulunan norveçli edvard grieg, danimarkalı niels w. gade, isveçli andreas hallen, finlandiyalı robert kajanus gibi besteciler etrafında yeni sanat çevreleri zuhur etmeye başladı. bu gelişme zamanımızda hala devam etmekte ve carl nielsen ile jean sibelius gibi şahsiyetlerde mükemmel bir şekle varmış bulunmaktadır).

yukarı elbe’nin her iki tarafından uzanan bohemya ormanlarını ve ovalarını, bir kalenin taçlandırdığı ve efsanelerin bir altın kaplama gibi gölgelendirildiği prag şehrinin güzelliğini, halk türküleri, oyunları ve adetleri aksettirir. renk renk bir manzara arzeden bu çevre gerek smetana’nın eserlerinde gerekse dvorak’ın senfonik şiirlerinde ve oda müziği eserlerinde ifadesini bulmuştur. fakat bütün operalarının en güzeli olan satilmiş nişanli’yı yaratan smetana’da taşralı bir dilin sıkı çerçevesinde kalan bu tesirler daha geniş bir ifade kudretine sahip olan dvorak’ta şümullü bir seviyeye yükselmiştir.

dvorak’ın hayatı bu değişimi aksettirir. hayat onu uzak dünyalara yollamıştır. fakat daima yurduna içten bağlı kaldı. ne kadar uzaklaşsa yine yurduna döndü. prag’ta öğretmenlik yaptı, eserler yarattı. brahms’ın ve hans von bülow’un, diğer taraftan liszt’in de takdirini kazanan dvorak, dünyanın ilgisini üzerine çekti. berlin, viyana ve cambridge’de olduğu kadar memleketinde de ziyadesiyle takdir topladı. okyanusu aşarak new york’a gitti ve orada da şerefli bir mevkiye ulaştı. fakat orada yerleşmemesi dikkate değer. yeni dünta ona birçok ilhamlar verdi. senfonileri, senfonik şiirleri, konçertoları, oda müziği eserleri, liedleri ve operaları hep slav danslarının ritmlerini taşır. bunları dinlerken genç dvorak’ın kemanı koltuğuna alıp yurdunun köylerini gezerek dans havaları çaldığını hatırlarız. sanatkarlığının kökü o köyleridir. fakat tahsilini yapması ve prag operasında orkestra üyesi olarak çalışması ona menşeinin dışında olan sahalar açtı. be sebepten bir çalgıcının müzisyen olması tabii görünmektedir. en çok brahms’i örnek aldı. fakat liszt’in dikkatini de çekti. bu suretle, müzikte tafar tutanların o zaman ciddiye alınan can sıkıcı tartışmalarına da sürüklendi. beş uvertür ve yedi senfoniden başka beş senfonik şiir yazması, yaratıcılığında mevcut olan ikiliği açıkça gösterir. senfonilerinin en meşhuru yeni dünyadan adlı senfonisidir. fakat bu senfoninin yurdunun danslarından biri olan furiant’ın saadeti ile bitişi gibi, nihayet prag’a, moldau’a ve eski dünyaya olan sonsuz hasretine dayanamayıp yine yurduna döndü.

lakin her iki yolda da dvorak’ın esas unsuru aynıdır. bu sayededir ki, eserleri hakiki manasıyle popüler olmuş ve sonraları da değerini kaybetmemiştir. böylece çağdaşı çaykovski ile aynı safta bulunmaktadır.

claude debussy

seeyouindisneyland
22 ağustos 1862 yılında st.-germain-en-laye’de doğmuş, 26 mart 1918 yılında paris’te ölmüştür.


claude achille debussy’nin hayatını incelediğimiz zaman gözümüzün önüne, wagner hayranlığı ile wagner düşmanlığının çarpıştığı, edebiyat alanında yeni fikirlerin ortaya atıldığı, ressamlıkta cüretli hamlelerin yapıldığı, yüzyılımızın başlangıcından önceki paris gelir. orada, meşhur paris konservatuarındaki meşhur hocalarını ve meşhur olmayan arkadaşlarını fikirleriyle bazan yıldıran, istikbal hakkında beslediği hülyalar içinde mestolan, geçmişi idrak eden ve geleceğin teşhisini koyan, wagner’e düşkün genç debussy’yi görürüz. debussy, kendine ve ileride paris’te gerçekleştireceği fikirlerine roma’da çekidüzen vermeye çalıştı. fakat paris daima onun manevi yurdu olarak kaldı. seine nehri üzerindeki geniş ve güzel köprüleri ve havası teshir edici renklerle dolu olan bu şehirde yaratıcılığına ilham veren atmosferi buldu.

sevgi ile bağlandığı ideali olan wagner’den ayrılırken tutacağı yolu müzisyenler arasında bulamadı. wagner taraftarı şair mallarmé’nin evinde sanat hareketlerini, “empresyonizm” denilen görüş ve yaratma tarzına doğru geliştiren edebiyatçılar ve ressamlarla arkadaşlık etti. fikir mübadelesi yapmak, diğer sanatların problemleri üzerinde derinleşmek suretiyle müzikteki yeni ifade imkanlarına erişti, renkleri ses haline getirdi.

“l’aprésmidi d’un faune” (bir tabiat ilahının öğleden sonrası” adlı senfonik poeminin ilk çalınışı, tarihi bir hadise oldu. couperin, rameau ve nihayet romantik besteci berlioz’da belirmiş olan fransız müziğinin özü birden tekrar göründü. hafif fırça darbelerinden çıkan hassas renklerden, zarif intibalardan ve ses şekline dökülen tablolardan, geçmişi deviren ve buna rağmen düzenli olan yeni akor sütunları, melodik gidişler ve enstrümantasyon hünerleri meydana gelmişti. sanatlar arasındaki sınırların yerleri değiştirilmiş gibiydi. ressamlar seslerden, şairler tınlayışlardan, müzisyenler renklerden söz ediyordu.

bu durum karşısında debussy’nin edebiyata meyletmesi zaruridir. ilk önce “ariettes oubliées” (unutulmuş küçük ariyalar) meydana getirdi. daha sonra verlaine’in sözleri ve baudelaire’in şiirleri üzerine “fétes galantes” (zarif şenlikler), kendi fikirleri üzerine “deux proses iyriques” (iki lirik nesir) besteledi. nihayet maeterlinck’in “pelléas et mélisande” piyesinden yeni bir müzikli dram yarattı. parisliler ıslık çalarak ve alay ederek bu eseri kötülerken müzikli tiyatro tarihinde önemli bir olaya şahit olduklarının farkında değildiler. d’annunzio’nun “le martyre de saint sebastien” piyesi için yazdığı müzik müstakbel oratoryo tiyatrosunun ilk basamağı, diaghilev için yazdığı bale müziği de yeni bir devrin başlangıcı oldu.

“nocturnes” (gece müziği), “la mer”, (deniz), “images” (tablolar) ve “iberia” gibi eserlerinde büyük orkestradan teshir edici tesirler çıkarmıştır. fakat dışarıya yöneltilen kuvvetli ve gösterişli ifade tarzından ziyade içli ve deruni bir dille meyleden tabiatı onu oda müziği ve piyano sahasına sevketti. “préludes”, “children’s corner” (çocuk köşesi) ve “masques” (maskeler) adlı eserinde, rameau ve chopin devirlerinden beri paris’te duyulmayan bir müzik yarattı. hayatının sonuna doğru idealleri johann sebastian bach üzerinde temerküz etti. bu aynı zamanda, debussy kadar marice ravel’in de temsilcisi olduğu empresyonizmin sona ermesi demekti. ispanya’da manuel de falla, italya’da ottorino respighi, ingiltere’de cryill scott, almanya’da geçici olarak max reger gibi bestecilerin empresyonizmin tesiri altında bulunmalarına rağmen bu üslup fransızların öz malı gibi kalmıştır.

debussy gençliğinde italya’ya gittiği zaman césar franck, gabriel fauré ve “eski müziği” canlandıranlar arasında büyük rol oynamış olan vincent d’indy henüz sağdı. debussy öldüğü vakit kendisiyle aşağı yukarı aynı yaşta olan gabriel pierné, paul ducas, alaycı eric satie ve kibar albert roussel gibi besteciler hayatta idiler. debussy’nin ertrafındaki bu isimleri saymakla yüzyılımzın başlangıcındaki fransız müzik tarihi tamamıyle özetlenmiş, hatta daha geniş bir sahanın hatları çizilmiş olur. zira o zaman müzik, edebiyat ve resim sanatı fikri bir vahdet haline gelmişti.

debuss’den sonra gelenler çalışmalarını başka bir temele, rameau ve haydn tarafından atılan temele istinat ettirerek yine sıkı formların kalıbına bağlandılar. bunlar, bugünkü genç neslin tuttuğu yollaraa doğru çok çeşitli yönlerden yürüdüler, debussy’nin şöhreti, bizi yeni fransız müziğinin sadece ondan ibaret olduğu fikrine kolayca götürebilir. onun zamanından beri onun kadar fransız ve buna rağmen ondan çok farklı olan nesiller yetişmiştir. fakat debussy olmasaydı ne darius milhaud ve arthur honneger ne de günümüzün ruhundan mülhem olan ve olivier messiaen etrafından toplanan kimseler olabilirdi. zira debussy, fransa’nın müzik alanında kendine gelmesine engel olan büyüyü bozmuştu.

frederic chopin

seeyouindisneyland
22 şubat 1810’da zelazowa-wola’da doğmuş, 17 ekim 1849’da paris’te ölmüştür



fransız isimli bu müzisyen rus tebaalı bir polonya’lı idi. değeri almanya’da edildikten sonra sanatkar olarak paris’e yerleşti. bu durumu ile chopin devrinin sembolü sayılabilir. milli sınırların üzerinde olmak 19. yüzyılın eşiğinde zuhur eden yeni tip bir sanatkarın veya dahi virtüozların tipik durumudur. gerçi enstrümanlarında virtüoz olan müsizyenler eskiden beri vardı. fakat bu yeni tip, ihtisasını meslek edinerek, mesela yalnız (piyanist) olarak dünya konser salonlarını dolaşan virtüozlardır. thalberg, moscheles, liszt gibi bu ayarda virtüozların yetiştiği çevre, müziksever zenginlerin hususi salon’larıydı. müziğin saray çevresinden bugünkü aleni konser dünyasına gidişinde önemli bir rolü olan bu salon havasında chopin de yaşadı. bu, espri ve zarafetle dolu, muhteşem bir yaşama tarzını aksettiren bir çevreydi. chopin’in sanatkarlığı o zamanki dünyanın merkezi olan paris’ten ilham alarak gelişti. onun her tesire açık harikulade ince ve hassas ruhunda, ihtilal endişelerinin de karıştığı restorasyon devrinin parlaklığı ile vatanındaki durumun sönmeyen acı hatirası birleşiyordu. balzac, musset, meyerbeer, heine, liszt ve george sand gibi şahsiyetlerin yaşadığı o zamanki paris’te, vücudu kadar ruhu da son derece hasta olan chopin’in yıldızı parladı ve söndü.

chopin, schumann gibi tam manasiyle romantik bir sanatkar, fakat yine yaratılış bakımından bambaşka bir şahsiyetti. besteciliği bunu en açık şekilde gösterir. pek az eseri istisna edilirse besteciliği tamamen piyanoya hasretmiştir. piyanodan teshir edici yeni renk ve tınlama imkanları çıkarmış, ayrıca devrinin henüz ulaşamadığı teshirleri bile keşfetmiştir. filhakika armonilerinin geniş ve zengin ifade sahası, çok farklı üstünlüğünü, bu melodiler ve onların icrasında beliren ritmlerin özel bir serbestlikle tertiplenişi ve nihayet lirik şiire has bir tatlılıktan gelişerek enerji dolu hamlelere kadar yükselen ifade kudreti gibi vasıflarıyla, chopin’in fransız müziğinin ancak çok daha sonra varabildiği özelliklerin ilk hatlarını tespit etmek mümkündür.

bu romantik sanatkar, devrin ve geleceğin birbirine karışan esrarlı ışığı altında, milletleri birbirinden ayoran sınırların üstündedir. buna rağmen derin bir hisle öz yurduna daima bağlı kalmıştır. kendisinden önce konser salonlarında görülen mazurka ve polonezleri folklöe nevinden çıkarak şümullü bir sanat seviyesine yükselten odur. bununla birlikte, prelüd ve noktürnleri (lirik bir ilhamdan doğan tasvirler) şeklinde vasıflandırılabilir. buluş ve yapılış bakımından son derece zengin olan etüdleri bile bütün teknik güçlüklerine rağmen asıl etüd kalıbından çıkmış, irticalen çalmanın verdiği ilhamdan yine şümullü bir seviyeye yükseltilmiş harikalardır. ancak kısa süren parçalarda değil, gelişme alanı ırticalen çaldığı anların yaratıcı kudreti yer yer hissedilir. bunun için münhasıran piyano tesirlerine bağlı kalmayan liedleri ikinci planda kalmakta, her iki piyano konçertosunu da diğer eserleri arasında ayrı bir durum arzetmektedir.

hastalık, vatan hasreti ve daimi özleyişlerin gölgesinde geçen hayatı, romana benzeyen yazılarda, sahte bir (şairliğin) konusu olmaktan kurtulamamıştır. gerçekte, istidadı küçük yaşta beliren ve genç yaşta olgunlaşan bu sanatkar da çalışma yolunu tutmak zorunda kaldı. beethoven’in öldüğü sene joseph elsner’in öğrencisi olarak varşova’da umumi dikkat ve ilgiyi üzerine çekti. viyana’da kaldıktan sonra (temmuz ihtilali) sırasında paris’e geldi. orada piyanist olarak şöhret yaptı ve adı avrupanın her tarafına yayıldı. besteciliği de orada gelişti ve yükseldi. bir yıl ölüm derecesinde hastalık çektikten sonra paris’te öldü. daha önce ölüm korkusu ile majorka adasına çekilmişti.

chopin’in yeni bir (fikri aristokrasisi)nin temsilcisi olarak gören schumann genç besteciyi sonsuz takdir ifade eden şu sözlerle alenen selamlıyordu: (şapkalarınızı çıkarın baylar, bir dahi geliyor.

şair olmak için kocaman ciltler doldurmak gerekmez; bir iki şiirle bu ünvana layık olabilirsin. chopin de böyle şiirler yazmıştır)...

johannes brahms

seeyouindisneyland
7 mayıs 1833’te hamburg’da doğmuş, 3 nisan 1897’de viyana’da ölmüştür.

sanatkarların etrafında toplanan taraftarları, onların hesabına fikir kavgası yapmaktan çocukça bir zevk alırdı. bu kavgacılar hiç kimseyi rahat bırakmadılar. mendelssohn’a bağlı olan bu muhafazakarlar ile cüretli fransız sanatkarı hector berlioz’dan sonra liszt’in etrafında toplanan yenilik taraftarlarını birbirine karşı kışkırttlar. richard wagner’in etrafındaki wagnerciler (wagnerianlar) denilen meraklıların yetişmesi bu oyunlara yeni bir vesile oldu. bu işe bruckner ile brahms’ıda karıştırdılar. netice olarak aynı devirde viyana’da yaşıyan ve ser yaratan bu iki büyük sanatkar istemedikleri halde birbirlerine düşman oldular. fakat vaktiyle mutaassıp zihinleri galeyana getiren hususlar artık çoktan tarihe karışmıştır.

kuzey almanya’lı johannes brahms başka hamurdan yoğurulmuş bir insandı yolu da (yenilik taraftarı) ve (wagnercilerin) güttüklerinden başka hedeflere yöneltilmişti. babası hamburg’ta kontrbasçıydı. brahms’da küçüklüğünde dans yerlerinde çalmıştı. oradan, büyük kemancı joseph joachim vasıtasıyla robert schumann’ın muhitine girdi.

brahms’ta müziğe yeni imkanlar açacak bir kudret sezen schumann, bu başlık altında yazdığı bir makale ile onu dünyaya tanıttı. detmold’de huzur içinde geçirdiği senelerden sonra hamburg’ta kendisini deneyen brahms, göttingen ve bonn şehirlerine gidip oralarda bir müddet kaldı. mürzzuschlag ve tutzing gibi küçük kasabalarda geçirdiği günler eserleri için önemli tesirler yarattı. nihayet viyana’ya yerleşti. bu, brahms’ın talihini tayin eden, hayatının son durağı oldu. bruckner gibi brahms’da bekar kalmıştır. fakat sayısı pek fazla olan dostları –ki başta clara schumann, joseph joachim, hans von bülow, theodor billroth geliyordu- geçimsiz olarak tanınan ihtiyarı hayata bağladı.

fakat her zaman, resimlerde ve kitaplarda gördüğümüz beyaz sakallı ihtiyar değildi. genç brahms hülyalar ve romantik heyecanlarla dolu coşkun bir delikanlıydı. hoffmann vari (1776-1822 şair besteci ve ressam) bir şekilde kendini genç bir johannes kreisler olarak görüyordu. yukarıda söylediğimiz gibi, istemiyerel fikir ihtilaflarına karıştı. fakat zaman onu destekledi ve başarıya ulaştırdı.

coşkun delikanlı brahms olgunlaşarak formlara bağlı bir klasikçi oldu. haydn ve handel’den daha gerilere giderek bach ve onun manevi atalarıyla ilgilendi, böylece bu seviyeye yükseldi. devrin görüşü dahilinde halk türküleri ile uğraştı ve bu yolda, yeniden uyanan tarihi düşünüşün neticesi olarak canlanan eski stillere karşı sevgi ve ilgi gösterdi. böylece senfoniler, sonatlar, schubert ve schumann ruhundan mülhem olan oda müziği eserleri, konçertolar, liedler ve lirik piyano ğarçaları yanında moteler, org eserleri ve dini mahiyette olan eserler yarattı (alman requiem’i).

viyana’da yerleşmesi, hiç değişmeyen ve ayrı tabiatta bir kuzey almanyalı olmasına rağmen viyana’yı sevmesi dikkate değer bir özellik taşımaktadır. schumann’ın yapamadığı şeye, yani klasiklerden sonraki viyana’da hayal kırıklığına uğramamaya muvaffak oldu. bach’ın ve bach’tan önceki zamanların şekillendirme ve ifade tarzını klasiklerin zihniyeti ile kaynaştırarak kendi stilini yarattı. brahms’ın ifadesinde bir güz havası melankoli kabilinden acı bir havanın esmekte olduğu söylendi. brahms’ın neşelenmek isteyince (mezar benim sevincimdir) koralini söylediği nükte olarak anlatılırdı. bu söz kötü niyetle söylenmiştir. fakat birazda gerçeğin ifadesidir. (onun stili bir gelişmenin, mazinin derinliklerine yönelen bir bakıştır).

bu bakış brahms’ıa ve kendisinden sonra gelenlere birçok malümat kazandırmıştır. bach külliyatı yayınlarının en ciddi mesai ortaklarından biri olan brahms, bugün mevcudiyeti tabii görünen definelerin meydana çıkarılmasına yardım etmiştir. bunu hiç unutmamak gerekir.

şunu da unutmamalıdır ki, max reger brahms’tan ilham almıştır. wagner’i takip edenler yanında, müziği hakimiyetleri altına alan, kütleler halinde ortaya çıkan brahmin’ler (brahms taraftarları ve taklitçileri) ile ne reger ne de bizzat brahms’ın hiç bir ilgisi yoktur

georges bizet

seeyouindisneyland
georges bizet 25 ekim 1838 yılında paris yakınlarında monmarte’da orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. vaftiz ismi alexandre-césar leopold’du. annesi alimeé amatör bir piyanistti; küçük oğlunun dehasını fark etmetke gecikmedi. bizet okuma yazmadan önce notaları öğrendiğinde henüz 4 yaşındaydı. babası alophe şan öğretmenliğinin yanı sıra, peruka imal ediyordu. küçük bizet’in müzikal bilgisi anne ve babasının yoğun çalışmaları sonucunda hızla ilerledi. ama o müziğin yanı sıra edebiyatla da yakından ilgileniyordu. öyle ki, sonunda annesi müziğe olan ilgisini kaybetmesinden korktuğu için kitaplarını saklamaya başladı.

ailesinin müzik konusundaki sabit fikirli çalışması ilk meyvesini 1848 yılında verdi. bizet 9 ekim günü paris konservatuarı’na kabul edildiğinde henüz 10 yaşını bile kutlamamıştı. daha ilk aylarda dehasını göstermekte gecikmedi. piyano dalında göz kamaştıran yeteneğiyle ilk ödüllerini kazandı. artık bütün kıdemli müzik öğretmenleri ona ders verebilmek için yarışır hale gelmişlerdi. bu yarış o kadar kıyasıya oluyordu ki, fransız operasının en ünlü bestecilerinden charles gounod sırf ona ders verebilmek için emekli olmaktan vazgeçti. küçük bizet’in mükemmel hafizası vardı; gördüğü, duyduğu herşeyi bir sünger gibi emiyor, istediği anda da en küçük şeyleri bile rahatlıkla hatırlayabiliyordu. konservatuarda okuduğu yıllarda marmontel’den dersler aldı. 1852 yılında piyano, 1855 yılında da org ve füg dallarından birincilikle mezun olduğunda 17 yaşındaydı. bizet kendine güvenenleri yanıltmadı ve genç bestecilerin adını duyurmasında önemli olan payı olan büyük roma ödülü’nü kazandı. 1857 yılında, offenbach’ın “mucize doktor” adlı eserinin operet olarak bestelenmesi için açılan yarışmanın birinciliğini lecoq’la paylaştı. onu parlak bir gelecek bekliyordu artık. ama, daha sonra kendisinin de söyleyeceği gibi, “bizet bu altın kaplı gelecekte hiçbir zaman mutlu olmadı. tanrı’nın hediyesi olan dehası belki de onun lanetli hediyesiydi”.

bizet gerçekten sağlam iradeli bir yapıya sahipti, roma’ya gitmek için çıktığı yolculukta, kışın en sert günlerinde fransa-italya sınırında bulunan tepeleri yürüyerek aştı, hem de ayağında kar botları olmadan… 1858’in ocak ayında roma’ya vardığında, artık 19 yaşında genç bir delikanlıydı ve sonu belli olmayan başdöndürücü bir hayata adımını atıyordu.

genç bizet oldukça popüler biri olmuştu. gerçi öyle yakışıklı sayılmazdı; bebeği andıran parlak cildi, kumral saçları ve ince çerçeveli gözlükleriyle öylesine güçlüydü ki, tanıştığı herkesi kendine hayran bırakıyordu. bir keresinde maskeli baloya bebek kılığında katılmıştı. aslında insanların hayran olduğu sadece ince esprileri değil, kusursuz piyano çalışıydı da… dönemin bütün büyük bestecileri bu yeteneği ayakta alkışlıyordu. alkışlayanlar arasında büyük besteci ve piyanist franz liszt de vardı. roma’da bulunduğu yıllar içerisinde de bazen olmadık işler yapıyordu, dini eserler için açılan yarışmaya bir komik operayla katıldı. sonuç olarak yarışmadan derhal çıkarıldı.

bizet hayatında hep yaşayacağı talihsiz olaylar dizisine, ilk olarak 1859 yılında rastladı. tatilde olduğu dönemde kronik boğaz enfeksiyonuna yakalandı. şanssızlık o ki, ona bakan hastabakıcı da hastaydı. bu enfeksiyon bizet’in yakasını hiç bırakmayacak ve sonunda ölümüne neden olacaktı.

hastalıktan biraz olsun kurtulan bizet, 1860 yılında paris’e döndüğünde, kendisini piyanissten çok besteci olarak görüyordu. bu öz güveninin yıkılması çok uzun sürmedi, ertesi yıl ona her zaman destek veren, yazdığı her eseri kıyasıya eleştirip olgunlaştıran annesi öldü. bu onun hayatında aldığı en büyük darbe oldu. annesinin ölümünden sonra bizet teselliyi evin hizmetçisi olan maria’da buldu. 1862 yılında maria, jean adında gayrimeşru bir çocuk dünyaya getirdi. bazı söylentilere göre, bu yeni “kuzen’in gerçek babası bizet’’ydi. roma ödülü’nden gelen para da o sırada suyunu çekmeye başladı. bunun üzerine özel dersler vermeye, eğlence amaçlı, sanatsal değeri olmayan besteler yapmaya ve bunları yayınevlerine satmaya koyuldu. para kazanabilmek için günde 16 saat çalışıyordu. bütün can sıkıcı programların arasında, kendine ayırdığı gerçek beste çalışma zamanı da ondan beklenen düzeye ulaşmasını engelliyordu.

6 yıl boyunca taslak üzerine yazmaya devam etti. bazen, bütün yazdıklarını bir kenara atıyor, herşeyden vazgeçiyor, daha sonra içindeki ateşi yeniden canlandırarak çalışmaya dönüyordu. bu bitmeyen gel-gitler, sonunda meyvesini verdi. ilk operası olan “inci avcıları” tamamlandı ve gösterimi oldukça başarılı geçti. ama bizet’nin deyimiyle “kan emici” eleştirmenler operayı yerden yere vurunca, gösteriminin başarısına gölge düştü. 1866 yılında bizet hayatı boyunca görebileceği tek başarıya ulaştı. “perthli güzel kız” adlı operasının ilk seslendiriminden sonra hem halk, hem “kan emici” eleştirmenler oyunu beğendiler.

“perthli güzel kız” adlı operası için, “lirique-theatre”la yaptığı anlaşma bizet için oldukça karlıydı. anlaşmaya göre, bizet ilk gösterimden 3000 frank, ayın otuzunda 1500 frank ve eğer 3 yıl içinde 120 gösterime ulaşırsa 16000 frank alacaktı. bugün ilk gösterimden bu yana neredeyse 130 yıl geçmesine rağmen, opera henüz 120 gösterime ulaşmamıştır.

bizet para kazandıkça, yeni yarışmalara giriyordu. ama ne yarışmalar, ne de jüri bizet’nin eserlerini beğeniyordu. sonuçta, bizet’de yarışmalar yüzünden yarışma fobisi başgösterdi. yayıncısına gönderdiği mektupların birinde şöyle yazıyordu: “tekrar tekrar reddediliyorum. bu benim için eserlerime karşı yapılan bire sabotaj… etrafımda bir uğursuzluk dolaşıyor, ama ne olduğunu anlayamıyorum?”…

bizet’yi sevmeyen yalnızca yarışmalar değildi. sağlığı da iyiye doğru gitmiyordu. kalbinden rahatsızlığı vardı, eklemleri romatizma olmaya yatkındı, üstüne üstlük bir de ağır çalışma temposu buna eklenince, bizet’nin sağlığı asla düzelmeyecek biçimde kötüleşmekteydi. belki de hayatının en güzel günleri sayılabilecek o günleri babasının paris dışında satın aldığı yazlıkta geçirmeye başlamıştı. burada komşuları olan mme. la contesse de moreton de chabrillian’la ateşli bir aşk yaşadı. bu ilişki nasıl sonuçlandı bilmiyoruz, ama bilinen şu ki, bu ateşli ve ihtiraslı komşu, ilerde bizet’yi dünyaya tanıtacak olan “carmen“ karakterinin oluşmasında büyük rol aynayacaktı.

bizet aradığı aşkı 1867 yılında buldu. eski müzik öğretmeninin 18 yaşındaki kızı genevieve halevy, genç bizet’nin kalbini çalmıştı. aşklarını büyük tutkularla yaşayan bizet, genç kızın ailesini ikna etmek için oldukça uğraştı. biraz olsun yumuşayan aile iki gencin nişanlanmasına izin verdi. ama etrafında şansızlıklar dolaşan bizet’yi kötü kader bir kez daha yıktı. evlenmelerine 1 hafta kala genevieve’in ailesi nişanı bozdu. bizet bu olaydan hiç yılmadı ve isteğine 2 yıl sonra kavuştu. genevieve’in ailesi sonunda evliliği kabul etti. iki genç 3 haziran 1869 yılında evlendiler.

bizet girdiği yarışmalarda başarısız olmaktan ölesiye korkuyordu. 1868 yılında, paris dünya sergisi için açılan müzik yarışmasına katıldığında sırf bu yüzden gaston de betsi takma adını kullandı.

bizet ailesinin mutluluğu bu kez yeni bir darbe yedi. bu ne bir yarışmada kaybetmenin, ne de seslendirilmeyen eserlerin üzüntüsüydü.... darbe prusya!dan gelmişti. o yıl patlak veren fransa-prusya savaşı yüzünden bütün sanatçılar birer ikişer paris’i terk etmeye başlamışlardı. bizet paris’te kalarak ulusal muhafızlar’a katıldı ve savaşı tam ortasında yaşadı. savaş bütün şiddeti ile sürerken, bir de kara kış bastırınca kentte yiyecek sıkıntısı çeklmeye başladı. insanlar açlık içinde kıvranıyorlardı. bu sıkıntıları çekenler arasında bizet ve karısı genevieve de vardı. öyle ki, yiyecekten umudu kesen çift artık yemek olarak fare avlıyorlardı.

günler ilerledi ve bizet çifti savaşın etkilerini biraz olsun hafifletmek için bordeaux’ya doğru yola çıktılar. ancak aşırı baskı ve olayların acımasız yüzü genevieve’in ruhsal dengesini bozmuştu, hafızasında bulanıklaşmalar başlamıştı ve bir anda sinir krizleri geçiriyordu.

1871 yılında “çocuk oyunu“ adlı suiti tamamladı. bizet operaları üzerinde dolaşan uğursuzluğu kırmaya çalışıyordu. 1872 yılında “cemille / djamilla“ operasını sahneye koydu. başarısızlık onu yine yenmişti ve opera istenen ilgiyi görmedi. soluk almadan sürdürdüğü çalışmaları sonucunda alphons daudet’nin oyunu için yazdığı “arles’li kız“ / “l’arlesienne“ sahne müziği 1 ekim 1872 yılında sahneye kondu. başarısız eserlere yeni bir halka eklemenin dışında “arles’li kız“, bizet’ye değişik bir başarı da kazandırdı. bestesinden aldığı bölümlerle yeniden bestelediği süit 10 kasım 1872 yılında çalındığında, beklenmedik bir başarı kazandı. böylece bizet’nin günümüzde en sevilen eserlerinden biri olan “l’arlesienne süitleri“ doğmuş oldu.

bizet bu arada daha önce yazdığı eserleri gözden geçirmeye başlamıtı. kimi operaları sahnelenmemiş, kimileri ise sahnelendikten kısa bir süre sonra gösterimden kaldırılmıştı. yeniden düzenlediği “don rodrigue“ operasından oldukça ümitliydi, ama bu sefer operayı eleştirmenler değil, opera binasında çıkan yangın gösterimden kaldırmıştı.

1873 yılına küçük iniş çıkışlarla giren bizet dönüşü olmayan noktaya hızla yaklaşıyordu. hayatının iki yılında onu etkileyen iki olay vardı; biri üzerinde çalıştığı “carmen“ operası, ikincisi ise hasta olduğu dönemden bu yana hiç peşini bırakmayan kronik boğaz enfeksiyonu ve romatizma.

ünlü yazar prosper mériméé’nin 1830 yılında ispanya’da yaptığı uzun inceleme gezisinin ardından 1845 yılında “revue des deux mondes“ dergisinde yayınladığı “carmen“ romanı bizet’yi derinden etkilemişti. uzun zamandır aradığı eseri bulan bizet, ispanya’yı hiç görmemiş olmasına rağmen, iberia folklörünü incelemeye başladı. partisyonun yazılması bittikten sonra “opera-comique“ yetkililerine teslim eden besteci, konusu nedeniyle oldukça sert tepkiler aldı. yöneticilerin tepkileri yetmiyormuş gibi, tamir edilen opera salonu yüzünden provalar yeterince iyi gitmiyordu. sonunda tahmin edilenden çok sonra, 3 mart 1875 yılında “carmen“in prömiyeri gerçekleşti. ama dönemi için böylesine sert bir oyuna ne eleştirmenler, ne de halk hazırdı. gelen eleştiriler hak etmediği kadar acımasızdı. yine de bizet’ye operanın temsilinden bir gün önce “légion d’honneur“ün şovalye ödülü verildi. almış olduğu bu nişan belki de onun muhteşem eseri carmen’in hayatını kurtarıyor ve konu olarak tepkiler alan, gösteriler sırasında seyirci toplayamayan opera, yıl sonuna kadar gösterimde tutuluyordu.

bu arada bizet’nin sağlığı geri dönülecek noktayı çoktan geçmişti. boğaz enfeksiyonu onu nefessiz bırakıyor, yazlıklarında kaldığı dönemde seine nehri’nde yüzmesi romatizmasını çılgına çeviriyordu. bizet adeta intihar ediyordu, yaptığı akıl almaz hareket ve yoğun duygusal baskıya hasta olan kalbi daha fazla dayanamadı. arka arkaya gelen iki kalp krizi sonucunda hayata gözlerini kapadığında tarih 6. evlilik yıldönümü ve 37 kez oynanacak olan carmen operasının 31. gösterim günü olan 3 haziran 1875’di.

hayatı küçük başarılarn sevinci ve başarısızlıkların büyük üzüntüsüyle geçen bizet’ye kader son oyununu iş yapmaz denilen carmen operasının, ölümünden hemen sonra tüm dünya sahnelerinin vazgeçilmez operası olmasıyla bir kez daha oynamış oldu...

leonard bernstein

seeyouindisneyland
west side story" müzikali ve sinema filmi ile geniş kitlelere seslenmeyi başarmış amerikan, yahudi besteci ve orkestra şefi leonard bernstein, 25 ağustos 1918’de lawrence, massachusetts’de dünyaya gelmiştir.

harvard’dan 1939’da mezun olduktan sonra philadelphia’daki curtis institute of music’de eğitimini sürdürmüştür. bu okulda isabella vengerova ile piyano, fritz reiner ile orkestra şefliği, randall thompson’la da orkestrasyon çalışmıştır. 1940 yılında, boston senfoni orkestrasının o zaman yeni kurulmuş olan tanglewood yaz enstitüsünde, orkestranın efsanevi şefi serge koussevitsky’in asistanı olarak da görev yapmıştır.

bernstein, ilk kadrolu orkestra şefliği görevine new york filarmoni orkestrası’nda yardımcı orkestra şefi olarak 1943 yılında başlamıştır. 14 kasım 1943 günü, ünlü şef bruno walter (gustav mahler’in yakın dostu) hastalığı nedeniyle radyodan canlı yayınlanacak carnegia hall konserini yönetemeyeceği anlaşılınca, birkaç saat içinde görevi devralan bernstein çok başarılı olmuş ve klasik müzik çevrelerinde ilk defa üne kavuşmuştur. 1951 yılında şilili aktris ve piyanist felicia montealegre ile evlenmiştir. bu evlilikten üç çocuğu dünyaya gelmiştir.

1958-1969 yılları arasında new york filarmoni orkestrası’nın müzik direktörlüğünü yapan bernstein, pek çok müzikseverin gözünde bu orkestrayla özdeşleşmiştir. yaptığı 400’den fazla müzik kaydının yarısından fazlası bu orkestra ile yapılmıştır. 60’lı yıllarda yaptığı mahler senfonileri kayıtlarıyla bu bestecinin hakkettiği ilgiyi bulmasında büyük rol oynamıştır. aynı zamanda yakın bir arkadaşı olan amerikan besteci aaron copland’ın eserlerini de sıkça yönetmiş olan bernstein, 1953 yılında milano’daki teatro alla scala*’da başrolde maria callas’ın oynadığı cherubini’nin "medea" operasını yöneterek bu tiyatroda opera yöneten ilk amerikan orkestra şefi olmuştur.

"west side story"’nin müziğini 1957’de besteleyen bernstein, daha önce de wonderful town(1953) ve candide (1956) adlı broadway müzikallerini bestelemiştir. klasik müzik repertuarına ise üç senfoni (jeremiah (1943), age of anxiety ve kaddish (1963), chicester psalms (koro ve orkestra için, 1965) ve mass (1971) gibi değerli eserler kazandırmıştır.

23 ve 25 aralık 1989 tarihlerinde berlin duvarı’nın her iki tarafında verdiği ve beethoven’in 9.senfonisinin çalındığı "berlin özgürlük konserleri" ile dikkatleri üzerinde toplayan bernstein, son konserini 19 ağustos 1990’da, tanglewood’daki koussevitsky memorial concert’de boston senfoni orkestrasıyla vermiş ve şu eserleri çaldırmıştır:benjamin britten: three sea interludes, lennie bernstein: arias & barcarolles ve beethoven’in 7.senfonisi.

bernstain armoniydi, kompozisyondu gibi teorik bilgilere sahip olmakla akılda kalacak güzel melodiler yazabilmenin birbiriyle çok da ilişkili olmadığını söylemiş bir kitabında. bernstain, mahler senfonilerinin hepsini yönetmiş olan besteci ve orkestra şefidir. özellikle brassların tüm özelliklerini ortaya çıkaran yorumu ile mahler’i ne kadar iyi anladığını kanıtlamıştır. hepside takdire şayan yorumlardır.

son olarak şunu da belirtelim; dindar ailesi ve biseksüel olması arasında kalıp, özelikle hayatının son dönemlerinde çok zorluk çeken bestecidir ayrıca bernstein, 1990 yılında hayata gözlerini kapamıştır.

bela bartok

seeyouindisneyland
25 mart 1881’de nagy szent miklos’da doğmuş, 26 eylül 1945 de new york’da ölmüştür.

ikinci dünya savaşını takip eden ilk ayların kargaşalığı içinde béla bartok’un ölüm haberi hemen hiçbir yankı yapmadı. dünyadaki kargaşalık biraz yatıştıktan sonra bu acı kaybın farkına varılmış ve tarihi bir şahsiyetin bu fani dünyadan ayrılışı amansız bir gerçek olarak anlaşılmıştır. memleketi olan macaristan’a dönmeye karar vermişti. onun hasretiyle dolu ve hasta olan bartok, yabancı bir diyarda öldü. kendi arzusu ile göçettiği halde ancak güçlükle oraya alışabilmişti.

bartok’un eserleri sadece miktar ve gelişme bakımından değil, şümullü bir bütün olarak da gözlerimizin önünde durmaktadır. daha şimdiden klasik bir seviyeye yükselen bartok’un eserlerine kısaca göz atılırsa köklerinin hem bach ve beethoven’de hem de, macar halk türkülerinde olduğu görülür. bartok’un içindeki ateş ve heyecandan ruhlaşan müziği hayret edilecek bir tarzda en son inceliğe kadar gelişmiştir. bu müziğin melodik, ritmik, armonik ve ruhi ifade tarzını meydana getiren temel unsurlara derin bağlılığının neticesidir. bu itibarla bartok’un şahsiyetini tamamıyle anlamak için araştırmalarının son derece geniş olan tesir sahasından hareket etmeliyiz. bartok macaristan’ın, romanya’nın ve slovakya’nın her tarafını dolaşarak bu memleketlerin folklörlerini kendine mahsus müzikal muhakeme kudretiyle incelemiş ve böylece avrupa’nın folklör ilmine yeni ufuklar açmıltır. sathi malumatla yetinmeyerek derin incelemelerde bulunmuş, o zamana kadar hiç kimsenin dokunmadığı ve zenginliğini farketmediği yeni hazineler ortaya çıkarmıştır. bu araştırma ve değerlendirme merakı sayesinde en önemli klleksiyon sahiplerinden ve folklör mütehassıslarından biri olmuştur. arap dünyasına bile el atmıştır. fakat araştırıcı bartok aynı zamanda yaratıcı müzisyendir. daha yüzyılımızın ilk on yılında yazdığı bagateller adlı eserinde yurdunun halk türkülerinindeki pentatonik bünye ve ritmlerinden istifade etti. dünyayı yıldıran bu eserin stilini teksif ederek ilk yaylı sazlar kuvartetinde kendi öz stilini yarattı. eserden esere gelişen mutlak özelliği karşısında umumi efkar çok zaman şaşakalmıştır. lehte ve aleyhte hükümlerin verildiği yıllarda bartok’un tek başarısı ağaçtan prens adlı bale pantomimasıdır. bu eser, pfitzner’in palestrina oprası dikkati çektiği sene ilk defa sahneye konmuştur. beethoven hakkında yapılan eski araştırmalarda eserlerin tasnifinde kullanılan bir tabire uyularak bartok’da ikinci keman sonatı ile sona eren bir orta devir tespit edilmektedir. bu eserden sonra bartok’u son olgunlaşmaya götüren yol başlar. üçüncü yaylı sazlar kuvartetinde, piyano konçertolarında ve bilhassa mikrokosmos adlı eserinde bartok artık kemale ermiştir. buna maddenin ruhlandırılması, form ile şeklin vahdet haline gelmesi diyebiliriz. bartok hakkında da diyebiliriz ki sadece mikrokosmos’u yazmış olması bile adının anılmasına kafi gelebilirdi. çünkü bach’ın klavsen biyen tamparesinin yanında yer alan ve altı ciltten mürekkep olan bu eserde eşsiz bir folklörcü ve müzisyen olan bartok’un bu iki vasfı, terbiyecilik kabiliyeti ile birşelmiştir. mikrokosmos çağdaş müziği öğreten bir eserdir. bartok bu eseri, istemeyerek terkettiği yurdundan uzak, denizaşırı bir ülkede meydana getirmiştir. klasik ve romantizk müziğin tesirleri içinde büyüyen harika çocuk bartok, seçkin bir piyanist olan hans koessler’in kompzisyon öğrencisi oldu. richard straussûn eserlerini yakından tanıyınca onlardan kendi kompozisyon tekniği için yeni imkanlar sağladı. fakat kendi insiyatifi ile keşfedip kendine mal ettiği halk türküleriyle asıl yolunu buldu. gerek yurdunda, gerekse dışarda bu yolu takip etti. kendisiyle aynı zamanda hayata atılan bir neslin içinden, yani wagner’in ölümü sırasında doğup asrımızın başında yeni yollar arayan gençler arasından çıkan, fıtri bir kudret ve geniş bir fikir zebginliğine sahip yaratıcı bartok ile başka bir yolda yürüyen strawinsky bu neslin temsilcileridir. ildebrando pizzetti, italyan mazisine bağlanan ağırbaşlı venedikli francesco malipiero, alfredo casella ve halk türkülerine bağlı enerjik besteci ve bartok’un vatandaşı zoltan kodaly gini sanatkarlar da aynı nesildendir. iki devrin tam ortasında bulunan bu besteciler için, intikal devrinin mensupları seviyesini aşmak kolay olmamıştır. onların bu yolda muvaffak olduklarını, bartok’un gerçekten büyük olan ve bu büyüklüğü ile daha şimdiden klasik bir değer kazanan eserleri ispat etmektedir.

johann sebastian bach

seeyouindisneyland
soyları uzun ömürlü ailelerde, bir gün doğa, öyle bir insan yaratır ki, bu insan, hem bütün atalarının özelliklerini kendinde birleştirmiş, hem de o ana kadar dağınık ve tohum halinde kalan yetenekleri kişiliğinde olgunlaştırmış bulunsun. bach’lar gibi kuşaklar boyunca, kesilmeden süregelen çok kollu bir müzisyenler soyu dünyada ender görülmüş, hayret verici bir olaydır.

tarihin bize öğrettiğine göre, bu köklü ailenin atası hans bach oğlu weit bach, almanya’nın thüringen bölgesinde bir değirmenci müzisyenmiş. o’nun en büyük tutkusu, değirmeni dönerken gitar çalmak ve şarkı söylemekmiş. oğlu hans bach, hem dokumacı hem de iyi bir müzisyenmiş. o’nun da üç çocuğunun hepsi müzisyen olmuşlar. bunlardan bir tanesi anbrosius bach ve eşi elizabeth’in yedisi erkek ve ikisi kız olmak üzere dokuz çocuğu olmuştur. işte bu ailenin son çocuğu olan johann sebastian bach, 21 mart 1685 günü almanya’nın eisennach ilçesinde gözlerini dünyaya açmıştır.

ünlü bach, öyle bir aile soyundan geldi ki, tümünün müzik içgüdüsü, sanat sevgisi ve müzik yaratıcılığı hep onda toplanmıştı. doğduğu güne kadar üç kuşak, yani 200 yıl müzisyen yetiştiren bu ailenin en yeteneklisi, doğduğu zaman küçük, fakat sonra dünyada "büyük bach" diye anılacak olan johann sebastian bach’tır.

gözlerini müzikle açan minicik bach, daha 5-6 aylıkken org ve piyano arasında emeklemiş, yürümeye başladıktan sonra da ilk işi bir piyanonun önüne oturmak olmuştu. büyüdükçe babasının öğüt ve etk,ileri kendi çabasıyla durmadan gelişiyordu.

küçük bach, çocukluğundan gençlik yaşlarına kadar hep eisenach ilçesinde yaşadı; doğduğu ev hala müze olarak durmaktadır. ilk yıllarda evinin küçük bahçesinde oynar, başını göklere kaldırarak doğayı seyreder, gökyüzünde dalga dalga yürüyen koyu bulut yığınlarını seyre dalardı. öykülerle içli dışlı olan bu kent, bölge müzisyenlerinin de bir yurduydu. o’nun körpe ruhuna örneklik edebilecek her şey burada müzikle yoğrulmuştu.

ataları weit bach’tan büyük bach’a gelinceye kadar ailenin bütün bireyleri hep müzisyen olmuşlardır. bunlar her sene belli bir günde aile toplantısı yaparlar ve bazen sayıları 120’ye kadar ulaşır. bu sevinçli günde şarkı ve çalgılarla müzik bayramı yaparlar, içlernden yetişmiş bestecilerin meydana getirdikleri eserler söylenir, çalınır ve notaları bir mahzende saklanırmış.

küçük bach’ın saray müzik öğretmeni ve kemancısı olan babası, ona ilk müzik öğretmeni oldu. fakat annesi 1694’te ve babası da 1695’te ölünce bach, 10 yaşında öksüz kaldı. ohrdruf kentinde orgçu olan ağabeyi christoph’a sığındı ve orgu ondan öğrendi. ilkokulu pekiyi derecede bitiren, üstün müzik yeteneği ve iyi huylarıyla başta okul müdürü olmak üzere, sınıf öğretmenleri ve arkadaşları tarafından çok sevilen iyi kalpli küçük bach, o şehirde liseye yazıldı.

müziğe büyük bir istek ve hırsla sarıldı. hızlı nota yazıyor ve bir usta gibi piyano çalıyordu.

ağabeyi, her nedense onu bu hızlı ilerlemesini kıskandı ve müzikle fazla uğraşmasını istemedi. bu yüzden eski ustaların nota albümlerini ondan saklayarak kafesli bir dolabın içine koymuştu. bach, kitap dolabını örten kafesin aralığından albümleri almayı başarabildi. bu notaları gece herkes uyurken 6 ay içinde kopya etti. fakat bunun farkına varan ağabeyi, notaları elinden aldı ama baş döndürücü kuvvetli bir belleği olan bach, onların yüzde seksenini aklında tutmuştur.

bach,15 yaşına gelince liseden ayrıldı ve lüneburg’a gelir gelmez hemen, ender bulunan çok güzel soprano sesiyle bir koroda şarkı söylemeye başladı. ayrıca burada ünlü bir orgcu g. boehm’den ders aldı ve kısa zamanda öğretmenini geride bıraktı. buradaki kilisede yaşından umulyacak bir ustalıkla org çalmaya başladı. klasik öğrenimi bitince bach, weimer’daki bir konserde o’nu dinleyen ve genç besteciyi pek seven prens leopold, kendisini saraydaki müzisyenler arasına aldı ve saray orkestrasında başkemancılığa, iyi bir ödenekle atandı.

orgculuk mesleğine 18 yaşında başlamış bulunuyordu. o şehirde ilk kez okullar arası bir koro yetiştirmek ve yönetmek işi o’na verildi. çalışkan bach, bütün görevlerde kendine özgü karakteristik kişiliğiyle her şeye egemen oldu. böylece yaratıcı dehasına teşkilatçı bir deha da katılmış bulunuyordu. piyanocuların prensi ve orgcuların kralı olduğunu herkes, hatta düşmanları bile kabul ediyordu. avrupa’da ünü o kadar çok yayılmıştı ki, fransa’nın kral orgcusu l. marchand, bach’la bir müzik yarışması için dresden iline geldiyse de, ağır bir yenilgiden korkarak ve kimseye bir şey söylemeksizin, sessizce oradan uzaklaşmıştır.

bach, sanat gezileri sırasında bir gün berlin’e de uğramıştı. bunu duyan büyük kral ii. friederich, saraydaki orkestrasında flüt partisini çalarken birden durmuş, yüksek sesle "büyük bach geldi" diye ayağa kalkmış ve o’nu gezi elbisesiyle yanına almaktan onur duyduğunu söylemiştir.

1707 yılında henüz 22 yaşındayken, amcasının kızı maria ile evlendi. bu ilk eşinden 8, ilk eşi maria yaşamını yitirdikten sonra, 1721’de evlendiği genç ve güzel sesli müzisyen bir kız olan ikinci eşi anna magdelena’dan da 12 olmak üzere toplam 20 çocuğu dünyaya geldi. yediden yetmişe kadar müzisyen olan bach ailesi, eskiden olduğu gibi, sık sık biraraya toplanır, kendi aralarında konserler düzenlerlerdi. bu konserleri bach yönetirdi.

18. yüzyılın başlangıcına kadar almanya’da ne din, ne orkestra ve ne de opera müziği alnında adları yüzyılları aşmış ve günümüze kadar gelmiş büyük müzisyenlere tesadüf edilemezdi. ancak johann sebastian bach ve g.f. handel iledir ki, almanya, avrupa’nın birinci sınıf müzik kültürü olan uluslar arasında yerini almıştır...

niccolo paganini

seeyouindisneyland
niccolo paganini, 27 ekim 1782 yılında genoa’da doğmuştur. babası tersane işçisidir. aynı zamanda keman çaldığı için paganini’nin ilk müzik öğretmenidir. niccolo 11 yaşına geldiği zaman usta bir kemancı olmuştur artık. çevresindeki ünlü bütün keman öğretmenleri ona parasız ders verirler. ilk turnesini yaptığında henüz 13 yaşındadır. bu arada, kendi yeteneğine uygun, zor yorumlanacak yapıtlar besteler. yalnız keman değil, gitar, viyola ve mandolin de çalar. 1805 – 1813 yılları arasında lucca prensesinin müzik yönetmeni olur. paganini’nin içki ve kumara olan düşkünlüğü de çok ünlüdür. elde ettiği büyük başarılar onu kumara ve içkiye alıştırır. kumar alışkanlığı ona herşeyini, hatta kemanını kaybettirir. zengin bir işadamı ona guamerius yapımı bir keman armağan eder. sonradan stradivarius ve amati yapımı kemanlara da sahip olur. bu kemanlar onun hazinesidir. 23 yaşına geldiğinde konserlerini azaltır. 1824 yılında bunalıma girer ve 1827 yılında iyileşip avrupa turnelerine çıkar. avusturya, almanya ve fransa’ya gider. paris ve londra’da ilk sahneye çıkış tarihi 1831 yılıdır. 1833 yılında paris’te berlioz’a içinde viyola solo olan bir senfonik yapıt ısmarlar. ortaya “harold en italie” adlı eser çıkar. ancak paganini bu yapıtı hiçbir zaman seslendirmez. 1834 yılından sonra konserlerini çok azaltır. gırtlak kanseri hastalığına yakalanır ve 27 mayıs 1840 yılında nice’de ölür.

gelmiş geçmiş en büyük keman virtüözü olan paganini, baş döndürücü çevikliği, son derece duygusal yorumu ile inanılmaz bir müzisyendir. yeteneği o kadar olağanüstüdür ki, şeytanla işbirliği yaptığı inancı yayılmıştır. teknik olarak çağının çok ilerisindedir. bugün bile eşliksiz keman için yazdığı “24 caprices”i tek resitalde seslendirecek ustalıkta kemancı sayısı çok azdır. özellike “24. kapriçyo”nun teması üstüne en çok çeşitleme yapılmış tema olarak müzik tarihine geçmiştir. brahms, rachmaninof, blacher, lutoslawski, snitke, ernst ve rochberg gibi besteciler kendi çağlarına, kendi akımlarına göre, paganini temasını çeşitlemişlerdir.

paganini, ne berlioz gibi büyük orkestraların bestecisidir, ne de chopin gibi minyatür müziğin ustasıdır. oysa tarih boyu yaşamış her türlü çalgı yorumcusunun en üstünüdür. temelde virtiözitesi yaratıcılığa dayanır. müziğinin dış görünüşündeki buzlu pırıltılar, romantik armonideki sıcakkanlı yapının ters çevrilmişi gibidir. romantik ısıyı şeytansı bir çerçeveye yaraştırır. piyanonun gündeme geldiği, en duyarlı çalgı olarak saygı gördüğü günlerde keman ile cambazlık yapan bir besteci, büyük bir ilgiyle karşılanır. bu nedenle onun keman yapıtlarını, örneğin “24 caprices”ini, schumann ve liszt piyanoya uyarlamışlardır. liszt’in “etudes d’execution transcentande” adlı yapıtları, paganini’nin yapıtlarını örnek alır, piyanoda onlara koşut gelişir. her birinde yaratıcı enerji, parlak bir teknik, soluksuz bir yorum egemendir.

paganini’nin bestlerinin çoğu teknik bir beceri gösterisidir. konçertoları, kaprisleri ve oda müziği çalışmaları vardır. yapıtlarının çoğu, zamanında basılmamıştır. paganini’nin çalış tekniğindeki şeytansı tılsım, uzun yıllar çözülememiştir. armonikleri kullanmaktaki öncülüğü, kemanını değişik tınılar elde etmek için akort edişi, yay tekniğindeki ustalığı, staccato ve pizzicato yönetmini yaygınlaştırması, paganini’ye özgü, daha önce hiç duyulmamış yeniliklerdir. kemandaki doğru tonlaması, net ve temiz sesleri yine onun hüneridir. keman konçertosunun son bölümünde pizzicatolar en alımlı şekliyle canlanır.

paganini’nin müziği kendi yorumuna göre yazılmış, çok zor yapıtlardan oluşur. bu yapıtlar öylesine kıvraklık, dinamizm ve üstün bir hüner gerektirir ki, halk, onun bedenine şeytanın girdiğine inanmıştır. fiziksel görünümü de, kemikli yapısı ve sinirli davranışlarıyla şeytansı bir imgeyi çağrıştırır. bu inanç ölümünden sonrada sürer. paganini’yi kutsanmış toprağa gömmezler. oradan oraya taşınan cesedi, 1926 yılına dek belli bir gömüte yerleştirilemez.

kaynak
evin ilyasoğlu.......zaman içinde müzik

87 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol