bir anne, bir baba ve bir çocuğun inanılmaz öyküsü antarktika’nın göz alabildiğine uzanan donmuş topraklarında, okyanusların buz kestiği ve hayatta kalmanın bir mucize sayıldığı bir ortamda tek bir canlı yaşar: imparator pengueni. bu çetin koşullara mükemmel uyum gösteren, hayranlık verici imparator penguenleri günümüzde ürkütücü bir tehditle karşı karşıya. antarktika’nın bazı bölgeleri ısınmakta ve bunun sonucunda dev buz dağları ortaya çıkmakta. yaşamlarını buzun biçimlendirdiği bu canlıları bir felaket beklemekte. “crittercam” tekniğinin kullanıldığı bu filmde antarktika’yı ve imparator penguenlerinin yaşamını onların bakış açısından izleme şansınız olacak. bu harika hayvanların yaşamını inceleyen araştırmacılar belirsizlikler ve tehlikelerle dolu bir gelecekte varlıklarını sürdürmelerine yardımcı olacak.
olağanüstü...
bir anne 22 yaşındaki oğlunun yeterince bakir kaldığına karar veriyor. bir çift yeni bir heyecan için yanıp tutuşuyorlar. bir kadın satıcısı sermayelerine taze bir kan eklemek istiyor. iki kardeş porno fantazilerini yaşamak istiyorlar. iyi vakit geçirmeye hazır mısınız? burada kadınlar şehvet düşkünü müşteriler için dünyanın en eski mesleğini icra ediyor.
oyuncular: madam suzette, kent wallace
yönetmen: patti kaplan
oyuncular: madam suzette, kent wallace
yönetmen: patti kaplan
11 eylül 2001 ikiz kuleler saldırılarının amerikan hükümeti tarafından planlandığı bakış açısını farklı yönlerden ortaya koyan bir belgesel.
yönetmen: dylan avery
yönetmen: dylan avery
tuluyhan uğurlunun 2002 yılında piyasaya sürdüğü kaliteli new age albümü.
1. türk kahvesi
2. sofyada dans
3. beyazıtta zaman
4. tozlu rafların sırları
5. çınaraltı sohbetleri (babama)
6. talebeler 28 nisan 1960
7. prelude 1
8. prelude 2
9. üçüncü tepenin fısıltıları
10.konaklar
türk kahvesi ve çınaraltı sohbetleri gerçekten çok güzel çalışmalar.
1. türk kahvesi
2. sofyada dans
3. beyazıtta zaman
4. tozlu rafların sırları
5. çınaraltı sohbetleri (babama)
6. talebeler 28 nisan 1960
7. prelude 1
8. prelude 2
9. üçüncü tepenin fısıltıları
10.konaklar
türk kahvesi ve çınaraltı sohbetleri gerçekten çok güzel çalışmalar.
80’lerin new wave parçalarından, punk parçalarına eskinin bir çok güzel melodisini akustik aranjmanla yeniden düzenleyip 60’ların bossa-nova stiline uydurarak ve bu parçaları daha önce hiç dinlememiş birbirinden güzel sesli bayanlara yorumlatarak bizlere tamamen yepyeni ve mükemmel parçalar sunuyor nouvelle vague. bütün bunların altından ustalıkla kalkan proje ikilisi ise marc collin ve olivier libaux. bu projeye başlarkenki niyetleri ise gençliklerinde kendilerini etkileyen bu parçaları asıl sahiplerinden alıp çok uzaklarda başkalarının eline vermekmiş. zaten bu yeni parçaları yaratırlarken kafalarındaki uçuk düşünceler de bunu gösteriyor. mesela ilk albümdeki “love will tear us apart”ı joy division’ın efsanevi solisti ian curtis yerine 60’lı yıllarda bir rio sahilinde küçük bir brezilyalı kızın söylediğini hayal etmiş marc collin.
nouvelle vague’ın kendi adlarını taşıyan ilk albümü büyük bir başarı elde etti ve grup aralarında türkiye’nin de bulunduğu bir çok ülkede çok eğlenceli konserler verdi. 2004 yılında yayınlanan “nouvelle vague” albümünde depeche mode’dan ingiliz punkçılar the clash’e, dead kennedys’den the cure’a birçok “baba” grubun parçaları şirin vokallerle bize sunuldu. ilk albümde sesleriyle kendi kariyerlerinde de büyük basamaklar atlayan bu vokaller arasında camille dalmais, melanie pain ve marina celeste’i en parlayanları olarak sayabiliriz. albümdeki “just can’t get enough” , “in a manner of speaking” parçaları, fransız televizyon dizilerinde, ingiltere’de reklamlarda kullanıldı. modern english’in “i melt with you” parçasının nouvelle vague yorumu ise mr. & mrs. smith filminin soundtrack’inde idi.
ikinci albüm “bande à part”da geriye kalan yüzlerce güzel parçadan bir on yedi tanesinin daha aynı formülle düzenlenmiş hallerini içeriyor. 2006 mayıs’ta çıkan bu albümde new order’dan “blue monday”, echo and the bunnymen’den “the killing moon”, buzzcocks’tan “ever fallen in love?” ve blondie’den “heart of glass” gibi yine çok sevilen “eski” parçalara yeni bakışlar yer alıyor. marc collin, bu albümde kafasında hayal ettiklerini de şöyle açıklamış; “kimsenin fark etmediği, gözleri görmeyen genç bir kız akordeonuyla paris metrosunun koridorlarında “fade to grey”i söylüyor. bu akıldaki hayallerle şarkı yaratma süreci de oldukça enteresan olmalı. nouvelle vague vokal kadrosunda ikinci albümde sürpriz bir yeniliğe de gidiliyor. ilk albümün en iyilerinden melanie pain ve marina celeste’e phoebe killdeer ve ilk olarak bir erkek vokal ekleniyor. yeni vokal gerald toto parisli fakat latin kökeninden gelen ve herkese nasip olmayacak bir sese sahip. zaten albümü dinlerken dikkat etmezseniz albüme bir erkeğin sızdığını fark etmeyebilirsiniz.
nouvelle vague’ın kendi adlarını taşıyan ilk albümü büyük bir başarı elde etti ve grup aralarında türkiye’nin de bulunduğu bir çok ülkede çok eğlenceli konserler verdi. 2004 yılında yayınlanan “nouvelle vague” albümünde depeche mode’dan ingiliz punkçılar the clash’e, dead kennedys’den the cure’a birçok “baba” grubun parçaları şirin vokallerle bize sunuldu. ilk albümde sesleriyle kendi kariyerlerinde de büyük basamaklar atlayan bu vokaller arasında camille dalmais, melanie pain ve marina celeste’i en parlayanları olarak sayabiliriz. albümdeki “just can’t get enough” , “in a manner of speaking” parçaları, fransız televizyon dizilerinde, ingiltere’de reklamlarda kullanıldı. modern english’in “i melt with you” parçasının nouvelle vague yorumu ise mr. & mrs. smith filminin soundtrack’inde idi.
ikinci albüm “bande à part”da geriye kalan yüzlerce güzel parçadan bir on yedi tanesinin daha aynı formülle düzenlenmiş hallerini içeriyor. 2006 mayıs’ta çıkan bu albümde new order’dan “blue monday”, echo and the bunnymen’den “the killing moon”, buzzcocks’tan “ever fallen in love?” ve blondie’den “heart of glass” gibi yine çok sevilen “eski” parçalara yeni bakışlar yer alıyor. marc collin, bu albümde kafasında hayal ettiklerini de şöyle açıklamış; “kimsenin fark etmediği, gözleri görmeyen genç bir kız akordeonuyla paris metrosunun koridorlarında “fade to grey”i söylüyor. bu akıldaki hayallerle şarkı yaratma süreci de oldukça enteresan olmalı. nouvelle vague vokal kadrosunda ikinci albümde sürpriz bir yeniliğe de gidiliyor. ilk albümün en iyilerinden melanie pain ve marina celeste’e phoebe killdeer ve ilk olarak bir erkek vokal ekleniyor. yeni vokal gerald toto parisli fakat latin kökeninden gelen ve herkese nasip olmayacak bir sese sahip. zaten albümü dinlerken dikkat etmezseniz albüme bir erkeğin sızdığını fark etmeyebilirsiniz.
charlize theronun manevi babam dediği adam.
ossbir çekmenin argocası.
türkiye 3’üncü futbol ligi 3’üncü grup’ta pazar günü afyonkarahisar atatürk stadı’nda oynanan afyonkarahisar- bozüyükspor karşılaşmasının ilk yarısında bir grup taraftarın attığı , akla-mantığa sığmayan tezahürat.
ne yaptığını bilen ve oyunculukla , insanlık değerleriyle ilgili önemli dersler veren bir oyuncuydu.
büyük oyuncu rahmetli yaman okayın eşi.
ha kapandı , ha kapanacak derken millet parayı vurmaya devam ediyor.
binlerce var be kardeşim , hangi birini kapatacaksın ki.
binlerce var be kardeşim , hangi birini kapatacaksın ki.
10 ekim 1813 de roncole’de doğmuş, 27 ocak 1902 de milanoda ölmüştür
sant’ agatha malikanesinin az konuşan ihtiyarı, çiftçi parlemento azası, filantrop ve müzisyen verdi, çağdaşı wagner’in muhalifi ilan edilmiştir. (ayrıca müzikli damlar yazan rus bestecisi dragomişki, nibelungen efsanesi şairleri hebbel ve geibel, şair ve besteci otto ludwig gibi sanatkarların hep çağdaş olmaları garip ve esrarlı bir tabiat olayı olarak dikkati çekmektedir) her ikisinin, kelimenin hem asıl, hem de mecazi manasında birbirleriyle hiç karşılaşmamaları yollarının gayelerinin ve karakterlerinin çok farklı olmamasından ileri gelir. verdi, operanın esas fikrinden hiç ayrılmadan wagner gibi aynı hedefe ulaşmıştır. böylece wagner’e benmekle beraber ondan yine de çok farklıdır. oldukça genç yaşta şöhrete ulaşan, fakat yine münzevi bir insan olarak kalan verdi, bellini gibi müzisyenlerin italyan romantizminden başlayarak sonunda, shakespeare’i andıran bir üstünlükle gerçeği temaşa eden, onu arayan ve sanat seviyesine yükselten bir dram bestecisi olmuştu. onun dünyası operaydı. onda, italyan operasının sonsuz zenginlikteki mirası tekasüf ederek son olgunluğunu bulmuştur. buna rağmen verdi, opera tarihindeki büyük öncülerini değil de, tahmin edilmeyecek birini ata olarak sayıyordu: palestrina.
filhakika asıl verdi’yi, akdeniz memleketlerine has bir canlılık ile dolu olan ilk operalarında göremeyiz. bu ilk eserler arasında schiller’in dramlarında alınan giovanna d’arco, louisa miller, siyasi heyecanı aksettiren nabucco, i lombardi, la battaglia di legnano ve dünyaca meşhur olan il travotare ile la traviata bulunmaktadır. asıl verdi’yi , dram bestecisi olarak karakterler ve dramatik durumdan gerçeği uygun olarak yarattığı, geleneğin ve zamanın kalıbından sıyrılarak kendi kendinin üstüne çıktığı eserlerde görebiliriz. bu sahada verdi’nin hocası shakespeare’di. şair olmayan besteci, güfte yazarlarından ısrarla talep ettiği herşeyi, daima shakespeare’den öğrendiği dram kuralları ile karşılaştırıyodu. bunun için yaşlandıkça dramatik unsurları idare etme kudreti daha da artmıştır. çok şiddetli tesirleri ihtiva eden rigoletto’da maskeli balo’da, bir tören için yazılan aida’da iki defa kaleme alınan macbeth’de don carlos’da simone bocconegra’da ve son başarısı olan othello ve falstaff operalarında shakespeare’i örnek aldığını farkediyoruz. bu eserlerde, dramın ruhundan ve müziğin hayat dolu kudretinden mülhem olarak operayı kemale erdirmiştir. çünkü dramcı verdi, müzikten hareket ederek yaratır. bizzat kendisi dramma musicale yani müzikli dram tabirini kullanır. azametiyle dinleyiciyi coşturan requiem veya ruhani parçalar adlı eserleri hakkında hüküm veren bazı kimselerin zannettiği gibi verdi, tiyatrocu değildir. o, ilhamını müzikten alan ve müzikle dramı birleştiren bir dram sanatkarıdır. bu müzisyenliği ile, ender güzellikte bir eser olan yaylı sazlar kuarteti de yaratmıştır.
herkesin beyaz sakalli, münzevi ihtiyar diye bahsetmekten hoşlandığı verdi’nin hayatına sahti bir bakışla göz atılırsa, bu hayatın sarsıntısız geçtiği görülmektedir. lakin, milano konservatuarı kabul imtihanını kazanamayan genç müzik öğrencisi verdi, kaderin ve muhitin karşısına çıkardığı zorluklara karşı koyarak olgunlaşmıştır. alev saçan bir romantik sanatkar olarak, victor hugo’nun şairliğine yakınlık duyan verdi, parça parça dağılmış bulunan italyanın kaynaşıp birlik haline gelmesine yardım eden bir vatansever oldu. fakat sonra dünyadan uzak bir yer bulmak hasretiyle san’agata’ya çekildi. orada schiller ve shakespeare’i okudu, böylece eserlerinde aksettirdiği dram dünyasını kendi ruhunda yaşadı. iyi ve kötü insan karakterine aynı üstünlükle şekil vermeyi bilen verdi, hayırsever bir insandı. yaşlı sanatkarlar için bir yurt kurmak suretiyle, onlara barınacak bir yer sağladı. verdi’den bahsedilince bu güzel hareketi unutulmamalıdır. 20 yy.’ın başlangıcını yaşadı. gözlerini dünyaya yumduğu zaman yeni bir müzik teşekkül etmeye başlamıştı. fakat bu yeni müziği temsil edenler verdi’yi bir an olsun unutmadılar.
sant’ agatha malikanesinin az konuşan ihtiyarı, çiftçi parlemento azası, filantrop ve müzisyen verdi, çağdaşı wagner’in muhalifi ilan edilmiştir. (ayrıca müzikli damlar yazan rus bestecisi dragomişki, nibelungen efsanesi şairleri hebbel ve geibel, şair ve besteci otto ludwig gibi sanatkarların hep çağdaş olmaları garip ve esrarlı bir tabiat olayı olarak dikkati çekmektedir) her ikisinin, kelimenin hem asıl, hem de mecazi manasında birbirleriyle hiç karşılaşmamaları yollarının gayelerinin ve karakterlerinin çok farklı olmamasından ileri gelir. verdi, operanın esas fikrinden hiç ayrılmadan wagner gibi aynı hedefe ulaşmıştır. böylece wagner’e benmekle beraber ondan yine de çok farklıdır. oldukça genç yaşta şöhrete ulaşan, fakat yine münzevi bir insan olarak kalan verdi, bellini gibi müzisyenlerin italyan romantizminden başlayarak sonunda, shakespeare’i andıran bir üstünlükle gerçeği temaşa eden, onu arayan ve sanat seviyesine yükselten bir dram bestecisi olmuştu. onun dünyası operaydı. onda, italyan operasının sonsuz zenginlikteki mirası tekasüf ederek son olgunluğunu bulmuştur. buna rağmen verdi, opera tarihindeki büyük öncülerini değil de, tahmin edilmeyecek birini ata olarak sayıyordu: palestrina.
filhakika asıl verdi’yi, akdeniz memleketlerine has bir canlılık ile dolu olan ilk operalarında göremeyiz. bu ilk eserler arasında schiller’in dramlarında alınan giovanna d’arco, louisa miller, siyasi heyecanı aksettiren nabucco, i lombardi, la battaglia di legnano ve dünyaca meşhur olan il travotare ile la traviata bulunmaktadır. asıl verdi’yi , dram bestecisi olarak karakterler ve dramatik durumdan gerçeği uygun olarak yarattığı, geleneğin ve zamanın kalıbından sıyrılarak kendi kendinin üstüne çıktığı eserlerde görebiliriz. bu sahada verdi’nin hocası shakespeare’di. şair olmayan besteci, güfte yazarlarından ısrarla talep ettiği herşeyi, daima shakespeare’den öğrendiği dram kuralları ile karşılaştırıyodu. bunun için yaşlandıkça dramatik unsurları idare etme kudreti daha da artmıştır. çok şiddetli tesirleri ihtiva eden rigoletto’da maskeli balo’da, bir tören için yazılan aida’da iki defa kaleme alınan macbeth’de don carlos’da simone bocconegra’da ve son başarısı olan othello ve falstaff operalarında shakespeare’i örnek aldığını farkediyoruz. bu eserlerde, dramın ruhundan ve müziğin hayat dolu kudretinden mülhem olarak operayı kemale erdirmiştir. çünkü dramcı verdi, müzikten hareket ederek yaratır. bizzat kendisi dramma musicale yani müzikli dram tabirini kullanır. azametiyle dinleyiciyi coşturan requiem veya ruhani parçalar adlı eserleri hakkında hüküm veren bazı kimselerin zannettiği gibi verdi, tiyatrocu değildir. o, ilhamını müzikten alan ve müzikle dramı birleştiren bir dram sanatkarıdır. bu müzisyenliği ile, ender güzellikte bir eser olan yaylı sazlar kuarteti de yaratmıştır.
herkesin beyaz sakalli, münzevi ihtiyar diye bahsetmekten hoşlandığı verdi’nin hayatına sahti bir bakışla göz atılırsa, bu hayatın sarsıntısız geçtiği görülmektedir. lakin, milano konservatuarı kabul imtihanını kazanamayan genç müzik öğrencisi verdi, kaderin ve muhitin karşısına çıkardığı zorluklara karşı koyarak olgunlaşmıştır. alev saçan bir romantik sanatkar olarak, victor hugo’nun şairliğine yakınlık duyan verdi, parça parça dağılmış bulunan italyanın kaynaşıp birlik haline gelmesine yardım eden bir vatansever oldu. fakat sonra dünyadan uzak bir yer bulmak hasretiyle san’agata’ya çekildi. orada schiller ve shakespeare’i okudu, böylece eserlerinde aksettirdiği dram dünyasını kendi ruhunda yaşadı. iyi ve kötü insan karakterine aynı üstünlükle şekil vermeyi bilen verdi, hayırsever bir insandı. yaşlı sanatkarlar için bir yurt kurmak suretiyle, onlara barınacak bir yer sağladı. verdi’den bahsedilince bu güzel hareketi unutulmamalıdır. 20 yy.’ın başlangıcını yaşadı. gözlerini dünyaya yumduğu zaman yeni bir müzik teşekkül etmeye başlamıştı. fakat bu yeni müziği temsil edenler verdi’yi bir an olsun unutmadılar.
7 mayıs 1840 yılında votkins’de doğmuş, 6 kasım 1893’de petersburg’da ölmüştür.
çaykovski’nin acıklı hayatının filmcilere konu olması birtesadüf değildir. çünkü yazdığı bir çok eserler arasında yedi senfoniden ikisi, doğru bir değerlendirmeye engel teşkil edecek derecede popüler olmuştur. diğer taraftan hayatı birtakım uydurmalara yol açacak bir esrar perdesi altında kalmaktadır. fıkra tarzındaki herşeyi bir kenara bırakarak çaykovski’nin şahsiyetini tarihin çerçevesi içinde ciddiyetle incelemeye çalışmamız gerektir.
sadece glinka ile başlayan rus müziğinin temsilcisi olarak değil, aynı zamanda senfoni besteci olarak da tarihi bir mevkii vardır. tıpkı berlioz, schumann, brahms, bruckner, dvorak ve cesar franck’ta olduğu gibi çaykovski’de asrın senfoni çapında eser yaratma zevki tecelli etmiştir. ancak bunu anladıktan sonra çaykovski’nin bu alandaki payını ölçmek mümkündür.
çaykovski, zamanın bu yarışına ve gelişme cereyanlarına katılmayı hiç düşünmemişse de payı az değildir. fakat şu iki noktayı hesaba katmalıyız: birincisi, bu suretle ortaya çıkan rus müziğinin henüz genç olup batıdaki şümullü ve kesif ifade kudretini haiz olmaması, ikinsicisi ise daha modern yönlerde çabalıyan vatandaşlarının teşebbüslerine yanaşmayan çaykovski’nin mutlaka güzel olan müzikten başka birşey vermek istememesidir. bu hususta kendi benliğini ifade etmek isteğiyle schumann’a yakındı ve ancak ilhamın nuru ile heyecan duyan sanatkar ruhunun derinliğinden doğan müzik yazmaya gayter etti. puşkin’in eugen onegin’inden lirik bir opera yapan çaykovski bu şairin güzellik idealini seslerle aksettirdi. fakat tsil ve ifade bakımından yeni tesirler ilave ederek ona romantizmin itirafçı ruhunun heyecanını verdi ve rus hususiyetlerini de katarak diğer rus bestecilerine yaklaştı. çaykovski’nin şiddetli ve gürültülü hamlelerinden, geniş bir saha toplayan şehvetli hislerle dolu kısımlara anş olarak geçmek itiyatından korkmamalıdır. eser bir bütün olarak yine mükemmel bir formun güzelliğine bürünmüştür. bilhassa orkestra eserlerinde fevkalade olan bu güzelliğin sihirine dinleyici meftun kalmaktadır. bu güzellik, çaykovski’nin kendi kendini anlattığı ve sonsuz yalnızlığını ifade ettiği yerlerde en çok belirmektedir.
yedi senfonisinden beşincisi ve kendisinin vasiyetnamesi ve requiem’i denilen pathetique adlı altıncı senfonisi müzik dünyasının benimsediği eserlerdendir. dördüncü senfoni de buna layık olabilirdi. bu yedi senfoni ile dokuz operasını, iki balesini, konçertolarıyla oda müziği eserlerini armoni ve yapılış bakımından tetkik etmek zamanı gelmiştir. bu yapıldığı takdirde umulmayan sonuçlar elde edilebilir.
fakat şimdilik dünyanın meraklı rivayetler halinde devam ettirdiği ve eserlerinden okumaya çalıştığı hayat hikayesiyle iktifa etmek zorundayız. bu hikayede, çaykovski’nin kendini tamamen müziğe vermeden önce memur olduğu, sonra moskova konservatuarında öğretmenlik yaptığı ve bir zaman da müzik tenkitleri yazdığı şeklindeki olaylardan çok, evlilikteki bedbahtlığına dair esrarlı şaiyalar, nadjeshda von meck ile olan dosrluğu ve çeşitli tahminler zikredilmektedir. hatta çaykovski’nin intihar ettiği bile söylendi. fakat ispat edilemedi. (ölümünün intihardan mı yoksa koleradan mı olduğu konumuz dışındadır).
dünya realitesi çaykovski’yi korkutuyordu. bu yüzden inzivaya çekildi ve kendi içine kapandı. hayatının son yılları huzursuzluk içinde geçti. moskova ile floransa, simaki ile bayreuth arasında mekik dokudu. (bayreuth’da iken bütün iyi niyetlerine rağmen wagner’in alemine intibak edemedi.) mektuplarında ve yazılarında yeni bir devrin habercileri olan debussy ve busoni gibi iki ismin geçmesi ilgi çekici bir olaydır.
çaykovski’nin acıklı hayatının filmcilere konu olması birtesadüf değildir. çünkü yazdığı bir çok eserler arasında yedi senfoniden ikisi, doğru bir değerlendirmeye engel teşkil edecek derecede popüler olmuştur. diğer taraftan hayatı birtakım uydurmalara yol açacak bir esrar perdesi altında kalmaktadır. fıkra tarzındaki herşeyi bir kenara bırakarak çaykovski’nin şahsiyetini tarihin çerçevesi içinde ciddiyetle incelemeye çalışmamız gerektir.
sadece glinka ile başlayan rus müziğinin temsilcisi olarak değil, aynı zamanda senfoni besteci olarak da tarihi bir mevkii vardır. tıpkı berlioz, schumann, brahms, bruckner, dvorak ve cesar franck’ta olduğu gibi çaykovski’de asrın senfoni çapında eser yaratma zevki tecelli etmiştir. ancak bunu anladıktan sonra çaykovski’nin bu alandaki payını ölçmek mümkündür.
çaykovski, zamanın bu yarışına ve gelişme cereyanlarına katılmayı hiç düşünmemişse de payı az değildir. fakat şu iki noktayı hesaba katmalıyız: birincisi, bu suretle ortaya çıkan rus müziğinin henüz genç olup batıdaki şümullü ve kesif ifade kudretini haiz olmaması, ikinsicisi ise daha modern yönlerde çabalıyan vatandaşlarının teşebbüslerine yanaşmayan çaykovski’nin mutlaka güzel olan müzikten başka birşey vermek istememesidir. bu hususta kendi benliğini ifade etmek isteğiyle schumann’a yakındı ve ancak ilhamın nuru ile heyecan duyan sanatkar ruhunun derinliğinden doğan müzik yazmaya gayter etti. puşkin’in eugen onegin’inden lirik bir opera yapan çaykovski bu şairin güzellik idealini seslerle aksettirdi. fakat tsil ve ifade bakımından yeni tesirler ilave ederek ona romantizmin itirafçı ruhunun heyecanını verdi ve rus hususiyetlerini de katarak diğer rus bestecilerine yaklaştı. çaykovski’nin şiddetli ve gürültülü hamlelerinden, geniş bir saha toplayan şehvetli hislerle dolu kısımlara anş olarak geçmek itiyatından korkmamalıdır. eser bir bütün olarak yine mükemmel bir formun güzelliğine bürünmüştür. bilhassa orkestra eserlerinde fevkalade olan bu güzelliğin sihirine dinleyici meftun kalmaktadır. bu güzellik, çaykovski’nin kendi kendini anlattığı ve sonsuz yalnızlığını ifade ettiği yerlerde en çok belirmektedir.
yedi senfonisinden beşincisi ve kendisinin vasiyetnamesi ve requiem’i denilen pathetique adlı altıncı senfonisi müzik dünyasının benimsediği eserlerdendir. dördüncü senfoni de buna layık olabilirdi. bu yedi senfoni ile dokuz operasını, iki balesini, konçertolarıyla oda müziği eserlerini armoni ve yapılış bakımından tetkik etmek zamanı gelmiştir. bu yapıldığı takdirde umulmayan sonuçlar elde edilebilir.
fakat şimdilik dünyanın meraklı rivayetler halinde devam ettirdiği ve eserlerinden okumaya çalıştığı hayat hikayesiyle iktifa etmek zorundayız. bu hikayede, çaykovski’nin kendini tamamen müziğe vermeden önce memur olduğu, sonra moskova konservatuarında öğretmenlik yaptığı ve bir zaman da müzik tenkitleri yazdığı şeklindeki olaylardan çok, evlilikteki bedbahtlığına dair esrarlı şaiyalar, nadjeshda von meck ile olan dosrluğu ve çeşitli tahminler zikredilmektedir. hatta çaykovski’nin intihar ettiği bile söylendi. fakat ispat edilemedi. (ölümünün intihardan mı yoksa koleradan mı olduğu konumuz dışındadır).
dünya realitesi çaykovski’yi korkutuyordu. bu yüzden inzivaya çekildi ve kendi içine kapandı. hayatının son yılları huzursuzluk içinde geçti. moskova ile floransa, simaki ile bayreuth arasında mekik dokudu. (bayreuth’da iken bütün iyi niyetlerine rağmen wagner’in alemine intibak edemedi.) mektuplarında ve yazılarında yeni bir devrin habercileri olan debussy ve busoni gibi iki ismin geçmesi ilgi çekici bir olaydır.
17 haziran 1882 de oranienboum’da doğmuştu
çaykovski ile hemen hemen aynı yaşta olan nikolai rimsky-korsakov’un petersburg’da genç stravinsky’nin bugün yetmiş yaşını aşmış bir kimse olduğuna inanmak için de müzik tarihine müracaat etmek gerekir. çünkü klasik bir olgunluğa yaklaştığı çağda bile müziğin büyük teşvikçilerinden biri olan bu besteci, enerjisi hala sönmeyen parlak bir öncüdür. petruşka, ateş kuşu gibi eserleri meydana getirdiği ve rus devri denilen ilk zamanlarından sonra paris’e yerleşen besteci, orada fransız empresyonizmi ile temasa geldi ve cocteau ile birlikte birçok sanatkarları etrafında topladı. bu sırada bülbül operası gibi geleneği alt üst eden eserleri karşısında ilk tepkiler müthiş oldu. fakat müstehzi bir tavırla bütün eski rabıtalardan silkinen stawinsky daha sonra ciddileşti. hiçbir kaide tanımaz gibi görünen bu tarzdan yeni bir düzen doğdu. bu düzen bach, şan gregoryen, barok devri ve klasizm, mozart, rossini ve çaykovski ile manevi köprüler kurmak suretiyle kazanılmıştır. fakat bestecinin bizzat kurduğu bu manevi münasebetlerin neticesi olarak örnek aldığı eserler model haline gelmemeiştir. fikren benimsediği herşeye aynı zamanda kendi özelliğini katarak aksettirmiştir. dışardan gelen ışınlar bir prizmada nasıl kırılırsa, onun gösterdiği tezahürler de daima yeni bir mahiyet taşımaktadır. fakat garip olan başka bir husus daha vardır: stawinsky’nin takip ettiği yol görünüşte tek ve devamlı bir gelişme manzarası arzetmemektedir. bir bütün teşkil eden kısa devreler halindeki eserleri bir dereceye kadar kademeli gruplar halinde birbirini takip etmektedir. bu yolda strawinsky önce pergolesi’nin pulcinella süiti, sonra bach’ın tesiri altında (konçerto) kalmış, şan gregoryene psalmler senfonisi, klasik formlara (senfoni) veya çaykovski’nin dolgun tınlayışlarına apollon musagete yaklaştığı olmuştur. irtibatsız şekilde oradan oraya atlar gibi görünen stawinsky gerçekte içten gelen bir mecburiyetle kendi yoluna yönelmiştir. yurdunun folklörüne bağlı olan ilk eserlerinden, yaratıcılığının zirvesini teşkil eden ve latince sözler üzerine bestelenmiş ödipus rex adlı büyük sahne eserine; ilk balelerinden, iskambil oyunu balesine veya the rake’s progress operasına kadar bütün eserlerinde daima kendisine has bir i,fade tarzı belirmektedir. bu, kısa bölümlü kesin motifler ve müzik eserlerinde müziğe ait olmayan hiçbir tesiri tanımayan, her nota ile mutlak bir vuzuhu hedef tutan bir orkestrasyon tarzıdır. birinci dünya savaşından sonra yazdığı ve irticalen oynanan bir piyes tesirindeki bir askerin hikayesi’nden başlayıp bütün olarak gösteren bilhassa bu ifade tarzıdır.
strawinsky, müzik estetiği ile ilgili kitabında bu prensiplerini açıklamıştır. bu açıklamalar, onun müzikçiliği ve kurallara riayeti gibi kayıtsız şartsızdır; dini duyguları ve sanata karşı olan tutumu kadar ciddi ve barizdir. 24 yaşında iken yazdığı senfonide bile tesbiti mümkün olan bu ana fikirleri yüzünden mutaassıp bir ihtilalci sanılan sanatkar, yeni kanunların yaratıcısı olmuştur.
strawinsky amerika’da iyi bir çevre buldu. fakat bir rus opera sanatkarının oğlu olan ve rusya’da tahsilini bitiren strawinsky’nin gelişmesini tayin eden amil, paris’in kendisini teşvik etmesiydi. o zamanki paris, empresyonizminin ve diaghilew tarafından batı dünyasına tanıtılan rus bale sanatının yurdu olup, münakaşalarla ve yeni cüretli hareketlerle doluydu. stariwnsky debussy’nin hatırasına nefesli sazlar için bir senfoni yazmıştır. bu eser ile onun paris’te geçirdiği ilk devre sona ermiştir. bu devrenin en önemli semeresini büyük bale eserleri teşkil eder. cocteau picasso ile kurduğu dostluk yeni sanat fikrinin ölmez bir sembolü olmuştu.
zamanın şuuru içinde yaşayan strawinsky böyle bir çevrede bile gotik orta çağın tesirlerini bulmuştur.
çaykovski ile hemen hemen aynı yaşta olan nikolai rimsky-korsakov’un petersburg’da genç stravinsky’nin bugün yetmiş yaşını aşmış bir kimse olduğuna inanmak için de müzik tarihine müracaat etmek gerekir. çünkü klasik bir olgunluğa yaklaştığı çağda bile müziğin büyük teşvikçilerinden biri olan bu besteci, enerjisi hala sönmeyen parlak bir öncüdür. petruşka, ateş kuşu gibi eserleri meydana getirdiği ve rus devri denilen ilk zamanlarından sonra paris’e yerleşen besteci, orada fransız empresyonizmi ile temasa geldi ve cocteau ile birlikte birçok sanatkarları etrafında topladı. bu sırada bülbül operası gibi geleneği alt üst eden eserleri karşısında ilk tepkiler müthiş oldu. fakat müstehzi bir tavırla bütün eski rabıtalardan silkinen stawinsky daha sonra ciddileşti. hiçbir kaide tanımaz gibi görünen bu tarzdan yeni bir düzen doğdu. bu düzen bach, şan gregoryen, barok devri ve klasizm, mozart, rossini ve çaykovski ile manevi köprüler kurmak suretiyle kazanılmıştır. fakat bestecinin bizzat kurduğu bu manevi münasebetlerin neticesi olarak örnek aldığı eserler model haline gelmemeiştir. fikren benimsediği herşeye aynı zamanda kendi özelliğini katarak aksettirmiştir. dışardan gelen ışınlar bir prizmada nasıl kırılırsa, onun gösterdiği tezahürler de daima yeni bir mahiyet taşımaktadır. fakat garip olan başka bir husus daha vardır: stawinsky’nin takip ettiği yol görünüşte tek ve devamlı bir gelişme manzarası arzetmemektedir. bir bütün teşkil eden kısa devreler halindeki eserleri bir dereceye kadar kademeli gruplar halinde birbirini takip etmektedir. bu yolda strawinsky önce pergolesi’nin pulcinella süiti, sonra bach’ın tesiri altında (konçerto) kalmış, şan gregoryene psalmler senfonisi, klasik formlara (senfoni) veya çaykovski’nin dolgun tınlayışlarına apollon musagete yaklaştığı olmuştur. irtibatsız şekilde oradan oraya atlar gibi görünen stawinsky gerçekte içten gelen bir mecburiyetle kendi yoluna yönelmiştir. yurdunun folklörüne bağlı olan ilk eserlerinden, yaratıcılığının zirvesini teşkil eden ve latince sözler üzerine bestelenmiş ödipus rex adlı büyük sahne eserine; ilk balelerinden, iskambil oyunu balesine veya the rake’s progress operasına kadar bütün eserlerinde daima kendisine has bir i,fade tarzı belirmektedir. bu, kısa bölümlü kesin motifler ve müzik eserlerinde müziğe ait olmayan hiçbir tesiri tanımayan, her nota ile mutlak bir vuzuhu hedef tutan bir orkestrasyon tarzıdır. birinci dünya savaşından sonra yazdığı ve irticalen oynanan bir piyes tesirindeki bir askerin hikayesi’nden başlayıp bütün olarak gösteren bilhassa bu ifade tarzıdır.
strawinsky, müzik estetiği ile ilgili kitabında bu prensiplerini açıklamıştır. bu açıklamalar, onun müzikçiliği ve kurallara riayeti gibi kayıtsız şartsızdır; dini duyguları ve sanata karşı olan tutumu kadar ciddi ve barizdir. 24 yaşında iken yazdığı senfonide bile tesbiti mümkün olan bu ana fikirleri yüzünden mutaassıp bir ihtilalci sanılan sanatkar, yeni kanunların yaratıcısı olmuştur.
strawinsky amerika’da iyi bir çevre buldu. fakat bir rus opera sanatkarının oğlu olan ve rusya’da tahsilini bitiren strawinsky’nin gelişmesini tayin eden amil, paris’in kendisini teşvik etmesiydi. o zamanki paris, empresyonizminin ve diaghilew tarafından batı dünyasına tanıtılan rus bale sanatının yurdu olup, münakaşalarla ve yeni cüretli hareketlerle doluydu. stariwnsky debussy’nin hatırasına nefesli sazlar için bir senfoni yazmıştır. bu eser ile onun paris’te geçirdiği ilk devre sona ermiştir. bu devrenin en önemli semeresini büyük bale eserleri teşkil eder. cocteau picasso ile kurduğu dostluk yeni sanat fikrinin ölmez bir sembolü olmuştu.
zamanın şuuru içinde yaşayan strawinsky böyle bir çevrede bile gotik orta çağın tesirlerini bulmuştur.
st petersburg, 1906 - moskova, 1975
rus besteci ve piyanist shostakovich müziğe annesinden 9 yaşında aldığı derslerle başladı. 1916-1918 yılları arasında glasser müzik okuluna gitti. 1919’da petrograd konservatuarı’na, glazunov’un tavsiyesi ve yardımları sayesinde girdi. nikolayev’den piyano, steinberg’den kompozisyon dersleri aldı. 4 yıl içinde piyano derslerini tamamlayıp konserler vermeye başladı. 1927’de varşova’da uluslarası chopın pıyano yrışması’nda mansiyon kazandı. mezun olma çalışması olarak bestelediği 1. senfoni 1926’da petersburg(o zamanki adıyla leningrad) ve moskava’da sergilendi. bu ona 20 yaşında bir ün sağladı. sovyet rejimine sıkı sıkıya bağlo bir genç olarak müziğin devlete hizmet etmesi gerektiği inancındaydı. sahne yapıtları ve filmler için müzikler yazdı. bunu takip eden 10 yıl içerisinde burun operası’nı, the age of gold ve the bold isimli bale eserlerini yazdı. bu besteleri avangard batı müziği etkisinde kalmış, burjuva eserleri olarak kabul gördü ve sahnelenmesi engellendi. lady macbeth of the mtensk region operasının ve bright stream balesinin sahnelenmesinin ardından shostakovich, rusların meşhur gazetesi pravda’da, bizzat stalin tarafından yazıldığı sanılan bir yazıda, ağır bir dille, şekilci ve burjuva eserler yazdığı gerekçesiyle eleştirildi. 10 gün sonra pravda’da yeni bir eleştiri yazısı daha çıktı. shostakovich kariyerinin sonuna gelmiş gibi görünüyordu. 4. senfonisi’ni prömiyerinin ardından geri çekti. tepkisi ise 1937 yılında yazdığı ve en meşhur eseri olan 5. senfoni ile geldi. 1938-1953 yılları arasında sahneden sakınmasına karşın; beste çalışmalarına ara vermedi ve 5 senfoni ile 4 yaylı çalgılar dörtlüsü yazdı. 1937 ile 1941 yılları arasında leningrad konservatuarı’nda kompozisyon dersi verdi. 1940 yılında piyano beşlisi ile stalin ödülünü kazandı. 1941 yılında savaş dönemini anlatan 7. senfoni sadece sovyetler’de değil; ingiltere ve amerika’da büyük ses getirdi. 1943’te moskova’ya yerleşip, konservatuarda çalışmaya başladı. 1948’de bıraktığı bu göreve 1960’da tekrar döndü. bu dönemde 24 füg ve prelüd ile keman konçertosu’nu tamamladı. stalin’in ölümünün ardından kruşcev’in başa geçmesinin ardından daha rahat çalışabildi. 1953ite bestelediği bir başyapıt olan 10. senfoni 22 yıl boyunca en iyi eserlerini bestelediği dönemin başlangıcıdır. bu dönemdeki başlıca eseleri 11-15. senfoniler, 6-15. yaylı çalgılar dörtlüsü ve 2 viyolonsel konçertosudur.
birçokları tarafından shostakovich bestelediği 15 senfoni ve 15 yaylı çalgılar dörtlüsü ile 20. yüzyılın en büyük ve bach’a en çok yaklaşan bestecisi olarak kabul edilir. shostakovich ilk başta sovyet rejimine çok bağlı bir gençken, daha sonra bu rejimi rejimi karanlık ve acı olarak görmüş, bestelerine bu şekilde yansıtmıştır.
rus besteci ve piyanist shostakovich müziğe annesinden 9 yaşında aldığı derslerle başladı. 1916-1918 yılları arasında glasser müzik okuluna gitti. 1919’da petrograd konservatuarı’na, glazunov’un tavsiyesi ve yardımları sayesinde girdi. nikolayev’den piyano, steinberg’den kompozisyon dersleri aldı. 4 yıl içinde piyano derslerini tamamlayıp konserler vermeye başladı. 1927’de varşova’da uluslarası chopın pıyano yrışması’nda mansiyon kazandı. mezun olma çalışması olarak bestelediği 1. senfoni 1926’da petersburg(o zamanki adıyla leningrad) ve moskava’da sergilendi. bu ona 20 yaşında bir ün sağladı. sovyet rejimine sıkı sıkıya bağlo bir genç olarak müziğin devlete hizmet etmesi gerektiği inancındaydı. sahne yapıtları ve filmler için müzikler yazdı. bunu takip eden 10 yıl içerisinde burun operası’nı, the age of gold ve the bold isimli bale eserlerini yazdı. bu besteleri avangard batı müziği etkisinde kalmış, burjuva eserleri olarak kabul gördü ve sahnelenmesi engellendi. lady macbeth of the mtensk region operasının ve bright stream balesinin sahnelenmesinin ardından shostakovich, rusların meşhur gazetesi pravda’da, bizzat stalin tarafından yazıldığı sanılan bir yazıda, ağır bir dille, şekilci ve burjuva eserler yazdığı gerekçesiyle eleştirildi. 10 gün sonra pravda’da yeni bir eleştiri yazısı daha çıktı. shostakovich kariyerinin sonuna gelmiş gibi görünüyordu. 4. senfonisi’ni prömiyerinin ardından geri çekti. tepkisi ise 1937 yılında yazdığı ve en meşhur eseri olan 5. senfoni ile geldi. 1938-1953 yılları arasında sahneden sakınmasına karşın; beste çalışmalarına ara vermedi ve 5 senfoni ile 4 yaylı çalgılar dörtlüsü yazdı. 1937 ile 1941 yılları arasında leningrad konservatuarı’nda kompozisyon dersi verdi. 1940 yılında piyano beşlisi ile stalin ödülünü kazandı. 1941 yılında savaş dönemini anlatan 7. senfoni sadece sovyetler’de değil; ingiltere ve amerika’da büyük ses getirdi. 1943’te moskova’ya yerleşip, konservatuarda çalışmaya başladı. 1948’de bıraktığı bu göreve 1960’da tekrar döndü. bu dönemde 24 füg ve prelüd ile keman konçertosu’nu tamamladı. stalin’in ölümünün ardından kruşcev’in başa geçmesinin ardından daha rahat çalışabildi. 1953ite bestelediği bir başyapıt olan 10. senfoni 22 yıl boyunca en iyi eserlerini bestelediği dönemin başlangıcıdır. bu dönemdeki başlıca eseleri 11-15. senfoniler, 6-15. yaylı çalgılar dörtlüsü ve 2 viyolonsel konçertosudur.
birçokları tarafından shostakovich bestelediği 15 senfoni ve 15 yaylı çalgılar dörtlüsü ile 20. yüzyılın en büyük ve bach’a en çok yaklaşan bestecisi olarak kabul edilir. shostakovich ilk başta sovyet rejimine çok bağlı bir gençken, daha sonra bu rejimi rejimi karanlık ve acı olarak görmüş, bestelerine bu şekilde yansıtmıştır.
8 haziran 1810 yılında zwickau’da doğmuş, 29 temmuz 1856 yılında endenich’te ölmüştür.
bir kitapçının oğlu olan robert schumann babaevinde zengin edebi kültüre sahip bir çevre içinde büyüdü. böylece ilk ilhamlarını şiirden aldı. daha öğrenci iken şair olmanın hasretini çekiyordu. fakat schubert’in müziğini duyunca, o ana kadar beslediği fikirlerden daha üstün bir istek ruhunda canlanmaya başladı. jean paul’un edebi eserlerine ve schubert’in müziğine bağlı olararak, kendisini yaratıcı müzisyenliğe götüren yolda yürümeye başladı. babasının vakitsiz ölümü büyük emellerine engel oldu. istemiyerek hukuk tahsiline başlamak zorunda kaldı. genç romantik şairlerin yaşadıkları heidelberg şehrinde eski arzuları yeniden kabardı. orada, paşestrina’ya mehftun olan hukuk profesörü thibaut’un konferanslarına katıldı. thibaut’un, evinde tertiplediği özel konserler schumann’da derin bir ilgi uyandırdı. leipzig’de tanınmış bir piyano öğretmeni olan friedrich wieck’ten dersler aldı. tereddütler ve ümitler içinde geçen bu devre esnasında hayalinde yaşattığı piyano virtüozu olma arzusu bir rüya olarak kalmaktan ileri geçemedi. bir parmağının sakatlanması piyanist olarak yetişmesine engel oldu.
bu talihsizlikten yaratıcı schumann doğdu. bundan sonra bilhassa liedlerle piyano eserleri yazmak konusunda bestecinin tutacağı yol tayin edilmişti. maddi yaşayış yolu ise bu kadar kesin bir gidiş arzetmez. karşısına birçok engeller çıkmıştır. bunların bazıları alınyazısıydı. mesela öğretmeninin kızı clara wieck’le ancak mahkeme kararıyla evlenebilmişti. (clara schumann sonradan piyanist ve kocasının eserlerinin yaratıcısı olarak tarihi bir şöhret kazanmıştır). diğer taraftan schumann’ın çekingen ve konuşmaktan sakınan tabiatta olmasında doğan engeller vardı. bunlar, onun toplumla olan münasebetlerini güçleştirdi. mendelssohn’un kurduğu liepzig konservatuarında, viyana’da, kendisinin bir koro kurduğu dresden’de ve nihayet her türlü müzik faaliyetlerinin idarecisi olduğu düsseldorf’da halleri tesirini gösterdi. ince ve hassas ruhu gürültülü dünyanın karışık işlerine dayanamayarak kırıldı. kendisini ren nehrine atarak intihara teşebbüs ettikten bir müddet sonra ruh hastası olarak öldü.
bu feci olaya dayanarak bazı dar görüşlü hükümlere varılmıştır. zengin düşünceli schumann kelimenin tam manasıyla bir romantikti. fakat dünyayı unutarak realiteden uzaklaşan bir sapık asla değildi. “zeitschrift für musik” adlı dergiyi kurdu ve idare etti. bu dergide “philister” (dar kafalı) adını taktığı günün geçici modasına düşkün kimselere karşı mücadele ederek “davidsbündler” (davud birliği mensupları) adlı muhayyel orduyu etrafına toplayıp seferber etti, sert tenkitçi hükümleri ihtica eden yazılarında lehte ve aleyhte iddiaları tahlil etti. cesurane ve müessir bir şekilde çağdaşlarını, bu arada chopin, berlioz, genç brahms ve meçhul kalmış schubert’i tanımak için büyük gayretler sarfetti. bütün bu faaliyetler, şair-müzisyen (bütün devirlerin müzisyenleri arasında en çok şair olan) schumann’ın herkesin bildiği schumann’dan farklı olduğunu gösteren delillerdir.
schumann kah uyanık ve keskin görüşlü, kah sessiz sedasız hayallere dalan bir mizaçtaydı. şair jean paul’un hayali kahramanlarını andıran bir şekilde ruhunda beliren bu iki şahsiyetine “florestan ile eusebius” adlarını koydu. yazılarındaki tenkidlere bile şairane bir ifade veren schumann, hem son derece iç alemine bağlı bir hülyacı, hemde biyat dilinde olduğu kadar müziğinde de belirmektedir. bilhassa bitiş kısmları hususi lirik tesirler ihtiva eden liedlerinde, piyano parçalarının başlıklarında, dört senfoninin, konçertoların ve ihtiraslı bir güzellik taşıyan oda müziği eserlerinin form özelliklerinde, fakat hepsinden önce de eserlerinde olmayan tesirler çıkaran besteleme tarzında bu husus mevcuttur. güzel orotoryolarında ve zengin bir müziğe sahip olan “genoveva” operasında lirizmindeki özlü tarafı yüksek bir seviyeye çıkaran schumann aynı zamanda klasizm fikirlerini de benimsemişti. bach’i en iyi anlıyan ve tanıtanlardan biriydi. bach hakkındaki oldun bilgisi, kendi eserlerinde de yeniden yaratıcı ifadesini bulmuştur.
schubert hakkında olduğu gibi schumann hakkında da değerlendirilecek birçok önemli bilgiler mevcuttur.
bir kitapçının oğlu olan robert schumann babaevinde zengin edebi kültüre sahip bir çevre içinde büyüdü. böylece ilk ilhamlarını şiirden aldı. daha öğrenci iken şair olmanın hasretini çekiyordu. fakat schubert’in müziğini duyunca, o ana kadar beslediği fikirlerden daha üstün bir istek ruhunda canlanmaya başladı. jean paul’un edebi eserlerine ve schubert’in müziğine bağlı olararak, kendisini yaratıcı müzisyenliğe götüren yolda yürümeye başladı. babasının vakitsiz ölümü büyük emellerine engel oldu. istemiyerek hukuk tahsiline başlamak zorunda kaldı. genç romantik şairlerin yaşadıkları heidelberg şehrinde eski arzuları yeniden kabardı. orada, paşestrina’ya mehftun olan hukuk profesörü thibaut’un konferanslarına katıldı. thibaut’un, evinde tertiplediği özel konserler schumann’da derin bir ilgi uyandırdı. leipzig’de tanınmış bir piyano öğretmeni olan friedrich wieck’ten dersler aldı. tereddütler ve ümitler içinde geçen bu devre esnasında hayalinde yaşattığı piyano virtüozu olma arzusu bir rüya olarak kalmaktan ileri geçemedi. bir parmağının sakatlanması piyanist olarak yetişmesine engel oldu.
bu talihsizlikten yaratıcı schumann doğdu. bundan sonra bilhassa liedlerle piyano eserleri yazmak konusunda bestecinin tutacağı yol tayin edilmişti. maddi yaşayış yolu ise bu kadar kesin bir gidiş arzetmez. karşısına birçok engeller çıkmıştır. bunların bazıları alınyazısıydı. mesela öğretmeninin kızı clara wieck’le ancak mahkeme kararıyla evlenebilmişti. (clara schumann sonradan piyanist ve kocasının eserlerinin yaratıcısı olarak tarihi bir şöhret kazanmıştır). diğer taraftan schumann’ın çekingen ve konuşmaktan sakınan tabiatta olmasında doğan engeller vardı. bunlar, onun toplumla olan münasebetlerini güçleştirdi. mendelssohn’un kurduğu liepzig konservatuarında, viyana’da, kendisinin bir koro kurduğu dresden’de ve nihayet her türlü müzik faaliyetlerinin idarecisi olduğu düsseldorf’da halleri tesirini gösterdi. ince ve hassas ruhu gürültülü dünyanın karışık işlerine dayanamayarak kırıldı. kendisini ren nehrine atarak intihara teşebbüs ettikten bir müddet sonra ruh hastası olarak öldü.
bu feci olaya dayanarak bazı dar görüşlü hükümlere varılmıştır. zengin düşünceli schumann kelimenin tam manasıyla bir romantikti. fakat dünyayı unutarak realiteden uzaklaşan bir sapık asla değildi. “zeitschrift für musik” adlı dergiyi kurdu ve idare etti. bu dergide “philister” (dar kafalı) adını taktığı günün geçici modasına düşkün kimselere karşı mücadele ederek “davidsbündler” (davud birliği mensupları) adlı muhayyel orduyu etrafına toplayıp seferber etti, sert tenkitçi hükümleri ihtica eden yazılarında lehte ve aleyhte iddiaları tahlil etti. cesurane ve müessir bir şekilde çağdaşlarını, bu arada chopin, berlioz, genç brahms ve meçhul kalmış schubert’i tanımak için büyük gayretler sarfetti. bütün bu faaliyetler, şair-müzisyen (bütün devirlerin müzisyenleri arasında en çok şair olan) schumann’ın herkesin bildiği schumann’dan farklı olduğunu gösteren delillerdir.
schumann kah uyanık ve keskin görüşlü, kah sessiz sedasız hayallere dalan bir mizaçtaydı. şair jean paul’un hayali kahramanlarını andıran bir şekilde ruhunda beliren bu iki şahsiyetine “florestan ile eusebius” adlarını koydu. yazılarındaki tenkidlere bile şairane bir ifade veren schumann, hem son derece iç alemine bağlı bir hülyacı, hemde biyat dilinde olduğu kadar müziğinde de belirmektedir. bilhassa bitiş kısmları hususi lirik tesirler ihtiva eden liedlerinde, piyano parçalarının başlıklarında, dört senfoninin, konçertoların ve ihtiraslı bir güzellik taşıyan oda müziği eserlerinin form özelliklerinde, fakat hepsinden önce de eserlerinde olmayan tesirler çıkaran besteleme tarzında bu husus mevcuttur. güzel orotoryolarında ve zengin bir müziğe sahip olan “genoveva” operasında lirizmindeki özlü tarafı yüksek bir seviyeye çıkaran schumann aynı zamanda klasizm fikirlerini de benimsemişti. bach’i en iyi anlıyan ve tanıtanlardan biriydi. bach hakkındaki oldun bilgisi, kendi eserlerinde de yeniden yaratıcı ifadesini bulmuştur.
schubert hakkında olduğu gibi schumann hakkında da değerlendirilecek birçok önemli bilgiler mevcuttur.
31 ocak 1797 yılında viyana yakınındaki lichtenhal’de doğmuş, 19 kasım 1828 yılında viyana’da ölümüştür.
roman ve operet kabilinden birtakım uydurmalar –filmden hiç söz etmeyelim- franz schubert’i hissi bir hayalperest seviyesine indirmiştir. bir öğretmenin oğlu ve beethoven’in çağdaşı olarak klasizm devrinden sonraki viyana’da mütevazi bir hayat geçiren schubert, hikayecilerin kurbanı olmuştur.
gerçekte schubert hakkındaki bilgimiz pek azdır. çünkü genel olarak bilinen hususlar şahsiyetini ve eserlerini bir bütün halinde değil, ancak kısmen ortaya koymaktadır. meçhul kalan eserlerini meydana çıkarmak mümkün değilse de, yaşadığı devri ve tarih yönünden önemini belirtecek birçok hususları schubert’te bugün de ortaya koymak mümkündür.
onun nüfus alanı hoşa giden güzel danslarında, hatta liedlerinde bile tayin edilmiş değildir. gerçi şiirin tarifsiz bir şekilde işlendiği bu liedlerin edebi ilgisi cüsati homeros’tan goethe’ye ve o zamanki modernlere (müller, rückert, grillparzer ve heine) kadar uzanır. fakat onun asıl ve henüz anlaşılmayan büyük tarihi önemi, tahmin edildiği gibi bu danslar ve liedlerde değil, bilakis sayısız enstrümantal eserlerinde, senfonilerinde, oda müziği ve piyano eserlerindedir. lied konusundaki önemi çoktandır bilinmektedir. şimdiye kadar sadece sezebildiğimiz hususların bitmez tükenmez oluşundan dolayı schubert’i keşfetmek hala daha mümkündür.
schubert’in sanatkarlığı klasik ve romantik hayat duygusunun ağırlık noktası teşkil eder. yeni bir form anlayışı ararken, lirik minyatürler denilen lied ve piyano parçalarından, sonat, oda müziği ve senfonişerin ilahi uzunluğuna (schumann’ın ifadesiyle) vardı. bu yolda schubert’in ifade tarzı, ananevi veya sonradan doğan hükümlere takdir edilmeyen bir özellik kazanmıştır. fakat bizi her zaman muamma ve mucize karşısında bırakan keyfiyet sadece form ve şekil değil, bütün eserlerine nüfuz eden ve onlara iddia edilenden daha gerçek bir büyüklük veren özel bir karakterdir. bu karakter hissi ve trajik mahiyette değildir; daha ziyade kederli ve ümitsizdir. neşeli müzisyenliği hafifçe kaplayan yaralı bir ruh halidir. onun ürpertici büyüklüğü buradadır. schubert’te viyana’yı andıran özellikler ona çevreden geçmiştir. ruhunda anne ve babasının memeleketleri olan moravya ve silezya’nın tesirleri görülmektedir. viyana’nın kenar bir mahallesindeki öğretmen evi genç kemancının ilk öğrenim yeri oldu. viyana çocuk korosunun yatılı okulunda meşhur salieri ve ruczizka’dan besteciliğin temel kurallarını öğrendi. (ihtiyar ruczizka, “herşeyi kendiliğinden bilen çocuğa fazladan birşey gösteremeyeceğim’’, diye ona ders vermekten vazgeçti.) daha çocuk korosun üyesi iken “gretchen çıkrık başında’’ ve “erlkönig’’ gibi eserleri yazdı. sonradan babasının yanında öğretmen yardımcısı olarak çalıştı. kont esterhazy’nin kızlarının piyano öğretmeni olarak iki defa macaristan’a, dostu büyük muganni vogl ile konser vermek üzere linz, graz ve salzburg’a gitti. bunun dışında kendini sadece yaratıcılığa hasreden, çekingen, fakat ciddiyetle yolunu arıyan bir insanın hayatını yaşadı. beethoven ve goethe’ye, ayrıca michael hayd’a sonsuz hayranlık besleyen schubert’in çalışkanlığı hudutsuzdu. vakitsiz ölümünden kısa zaman önce simon secter’in kontrpuan derslerine devam etmeyi düşünmüştü. bu niyetini tahakkuk ettirmedi. ancak bu hususlar ve etrafındaki dostları onu münzevi hayatından çekip dünyaya bağlıyordu.
beethoven’in ölümü onu çok sarstı. yaşayışına derin bir hüzün çöktü. bedbin ruhlu şair wilhelm müller’in winterreise /kış yolculuğu) adlı şiiri üzerine yazılan liedlerde ve do majör tonunda olan iki büyük eserde (do majör senfonisi ve daha sonraki bruckner stiline yönelen do majör kentedinde) bu son olgunlaşmanın havası esmektedir.
filhakika, schubert’in liedlerinde, senfoni, oda müziği ve piyano eserlerinde, kilise müziğinde, hatta operalarında keşfedilecek daha pek çok şey vardır
roman ve operet kabilinden birtakım uydurmalar –filmden hiç söz etmeyelim- franz schubert’i hissi bir hayalperest seviyesine indirmiştir. bir öğretmenin oğlu ve beethoven’in çağdaşı olarak klasizm devrinden sonraki viyana’da mütevazi bir hayat geçiren schubert, hikayecilerin kurbanı olmuştur.
gerçekte schubert hakkındaki bilgimiz pek azdır. çünkü genel olarak bilinen hususlar şahsiyetini ve eserlerini bir bütün halinde değil, ancak kısmen ortaya koymaktadır. meçhul kalan eserlerini meydana çıkarmak mümkün değilse de, yaşadığı devri ve tarih yönünden önemini belirtecek birçok hususları schubert’te bugün de ortaya koymak mümkündür.
onun nüfus alanı hoşa giden güzel danslarında, hatta liedlerinde bile tayin edilmiş değildir. gerçi şiirin tarifsiz bir şekilde işlendiği bu liedlerin edebi ilgisi cüsati homeros’tan goethe’ye ve o zamanki modernlere (müller, rückert, grillparzer ve heine) kadar uzanır. fakat onun asıl ve henüz anlaşılmayan büyük tarihi önemi, tahmin edildiği gibi bu danslar ve liedlerde değil, bilakis sayısız enstrümantal eserlerinde, senfonilerinde, oda müziği ve piyano eserlerindedir. lied konusundaki önemi çoktandır bilinmektedir. şimdiye kadar sadece sezebildiğimiz hususların bitmez tükenmez oluşundan dolayı schubert’i keşfetmek hala daha mümkündür.
schubert’in sanatkarlığı klasik ve romantik hayat duygusunun ağırlık noktası teşkil eder. yeni bir form anlayışı ararken, lirik minyatürler denilen lied ve piyano parçalarından, sonat, oda müziği ve senfonişerin ilahi uzunluğuna (schumann’ın ifadesiyle) vardı. bu yolda schubert’in ifade tarzı, ananevi veya sonradan doğan hükümlere takdir edilmeyen bir özellik kazanmıştır. fakat bizi her zaman muamma ve mucize karşısında bırakan keyfiyet sadece form ve şekil değil, bütün eserlerine nüfuz eden ve onlara iddia edilenden daha gerçek bir büyüklük veren özel bir karakterdir. bu karakter hissi ve trajik mahiyette değildir; daha ziyade kederli ve ümitsizdir. neşeli müzisyenliği hafifçe kaplayan yaralı bir ruh halidir. onun ürpertici büyüklüğü buradadır. schubert’te viyana’yı andıran özellikler ona çevreden geçmiştir. ruhunda anne ve babasının memeleketleri olan moravya ve silezya’nın tesirleri görülmektedir. viyana’nın kenar bir mahallesindeki öğretmen evi genç kemancının ilk öğrenim yeri oldu. viyana çocuk korosunun yatılı okulunda meşhur salieri ve ruczizka’dan besteciliğin temel kurallarını öğrendi. (ihtiyar ruczizka, “herşeyi kendiliğinden bilen çocuğa fazladan birşey gösteremeyeceğim’’, diye ona ders vermekten vazgeçti.) daha çocuk korosun üyesi iken “gretchen çıkrık başında’’ ve “erlkönig’’ gibi eserleri yazdı. sonradan babasının yanında öğretmen yardımcısı olarak çalıştı. kont esterhazy’nin kızlarının piyano öğretmeni olarak iki defa macaristan’a, dostu büyük muganni vogl ile konser vermek üzere linz, graz ve salzburg’a gitti. bunun dışında kendini sadece yaratıcılığa hasreden, çekingen, fakat ciddiyetle yolunu arıyan bir insanın hayatını yaşadı. beethoven ve goethe’ye, ayrıca michael hayd’a sonsuz hayranlık besleyen schubert’in çalışkanlığı hudutsuzdu. vakitsiz ölümünden kısa zaman önce simon secter’in kontrpuan derslerine devam etmeyi düşünmüştü. bu niyetini tahakkuk ettirmedi. ancak bu hususlar ve etrafındaki dostları onu münzevi hayatından çekip dünyaya bağlıyordu.
beethoven’in ölümü onu çok sarstı. yaşayışına derin bir hüzün çöktü. bedbin ruhlu şair wilhelm müller’in winterreise /kış yolculuğu) adlı şiiri üzerine yazılan liedlerde ve do majör tonunda olan iki büyük eserde (do majör senfonisi ve daha sonraki bruckner stiline yönelen do majör kentedinde) bu son olgunlaşmanın havası esmektedir.
filhakika, schubert’in liedlerinde, senfoni, oda müziği ve piyano eserlerinde, kilise müziğinde, hatta operalarında keşfedilecek daha pek çok şey vardır
tikhvin, 1844 - lyubensk, 1908
rimsky-korsakof milliyetçi akımın rusya’da oldukça güçlü olduğu bir dönemde yaşadı. çocukluğundan itibaren aklında hep denizci olmak vardı. rusya’nın kültür başkenti san petersburg’daki, askeri birliğe yazıldı. burada birçok opera ve konser dinleme şansı buldu. dinlediği eserler içinde onu en çok etkileyen glinka oldu. balakirev’le tanıştı.
besteci, 1862-1865 yıllarını denizde geçirdi. bu dönemde yaylı çalgılar dörtlüsü, piyano beşlisi ve piyano için fügler besteledi.1876 yılında incelediği halk şarkıları, rimsky-korsakof’un daha yaratıcı bir döneme girmesini sağladı. mayıs gecesi and snegurochka operalarını yazdı.
1874-1881 yılları arasında bağımsız müzik okulu’nun yöneticiliğini yaptı. borodin 1887 yılında öldüğü zaman polevec dansları prens igor operasını öğrencisi glozunov’la beraber tamamladı. en çok bilinen eseri sheherazade ile ispanyol kaprisyosunu yazdı.
1889 yılında wagner’in halka(ring) operasının rusya’daki prömiyeri yapıldı. bu eserden çok etkilenen rimsky-korsakof, bütün vaktini opera eserlerine ayırmaya başladı. bu arada sinir hastalığı geçirse de yaratıcılığı etkilenmedi. 1896 yılında, mussorgsky’nin boris godunov operasının, kendi versiyonunu tamamladı.
rimsky-korsakof rus beşlisi adı verilen, eserlerinde rus halk müziğini temel alan milliyetçi grubun merkezinde olmasına karşın; ömrünün son yıllarında devrimci düşünceye sempatiyle bakmış ve desteklemiştir. bu nedenle san petersbrug konservatuarındaki görevinden çarlık yönetiminin baskısıyla uzaklaştırılmış, eserlerinin çalınması rusya’da yasaklanmıştır.
rus beşlisinin en parlak bestecisi rimsky-korsakof renkli orkestrasyonu ile dikkat çeker. sonraki kuşak bestecilerinden stravinsky üzerinde önemli etkisi olmuştur.
rimsky-korsakof milliyetçi akımın rusya’da oldukça güçlü olduğu bir dönemde yaşadı. çocukluğundan itibaren aklında hep denizci olmak vardı. rusya’nın kültür başkenti san petersburg’daki, askeri birliğe yazıldı. burada birçok opera ve konser dinleme şansı buldu. dinlediği eserler içinde onu en çok etkileyen glinka oldu. balakirev’le tanıştı.
besteci, 1862-1865 yıllarını denizde geçirdi. bu dönemde yaylı çalgılar dörtlüsü, piyano beşlisi ve piyano için fügler besteledi.1876 yılında incelediği halk şarkıları, rimsky-korsakof’un daha yaratıcı bir döneme girmesini sağladı. mayıs gecesi and snegurochka operalarını yazdı.
1874-1881 yılları arasında bağımsız müzik okulu’nun yöneticiliğini yaptı. borodin 1887 yılında öldüğü zaman polevec dansları prens igor operasını öğrencisi glozunov’la beraber tamamladı. en çok bilinen eseri sheherazade ile ispanyol kaprisyosunu yazdı.
1889 yılında wagner’in halka(ring) operasının rusya’daki prömiyeri yapıldı. bu eserden çok etkilenen rimsky-korsakof, bütün vaktini opera eserlerine ayırmaya başladı. bu arada sinir hastalığı geçirse de yaratıcılığı etkilenmedi. 1896 yılında, mussorgsky’nin boris godunov operasının, kendi versiyonunu tamamladı.
rimsky-korsakof rus beşlisi adı verilen, eserlerinde rus halk müziğini temel alan milliyetçi grubun merkezinde olmasına karşın; ömrünün son yıllarında devrimci düşünceye sempatiyle bakmış ve desteklemiştir. bu nedenle san petersbrug konservatuarındaki görevinden çarlık yönetiminin baskısıyla uzaklaştırılmış, eserlerinin çalınması rusya’da yasaklanmıştır.
rus beşlisinin en parlak bestecisi rimsky-korsakof renkli orkestrasyonu ile dikkat çeker. sonraki kuşak bestecilerinden stravinsky üzerinde önemli etkisi olmuştur.
mart 1875’de ciboure’de doğmuş, 28 aralık 1937’de paris’te ölmüştür.
aynı devirde bu garip dünyaya gelmiş büyük müzisyenlerin ve hatta diğer büyük şahsiyetlerin doğum yıllarını bir kağıda yazarsak, ortaya garip olduğu kadar da, faydalı bir şey meydana gelir ve nesillerin tabi olduğu tabiat kanunu dikkate değer birçok rabıtalar gösterir. birbirine zıt görünen şahsiyetler hakkında bile böyle rabıtalar tespit edilebilir. bu bize birçok kalın kitaplardan daha fazla şeyler anlatabilir.
böyle bir denemenin neticesi mesela, geçen asrın sonlarına doğru lirik ifadenin en büyük temsilcisi olan hugo wolf’un gustav mahler ile aynı yılda doğduğunu, busoni’nin debussy, strauss ve sibelius’dan biraz daha genç ve pfitzner’den biraz daha yaşlı olduğunu, ravel’in ise williams, reger, schönberg ve skrjabin’in nesline mensup bulunduğunu gösterebilir. esrarlı görünen bu münasebetler üzerinde durarak her devirde tekerrür eden ve nihayet tarih diye adlandırdığımız bu cereyanları incelemek faydalı bir iştir. tarih sayfalarında kaydedilen yolların her biri vaktiyle mazi ile istikbal arasındaki halin yoluydu. bu gidiş her zaman zaruri bir şekilde devam etti ve tekrar tekrar ilan edilen son hiçbir zaman gelmedi.
eski şekilleri tekrarlayanlar istisna edilirse, aynı çağa mensup olanlar her ne suretle olursa olsun daima aynı veya benzeri fikirlerle uğraştılar. sadece menşe, yani memleket, tarih, fikir özelliği ve çevre onların meşguliyet alanlarını ayırdediyordu. bundan anlaşılıyor ki, bir fransız olan ravel, tabii olarak yurdunun kuzeyinde ve doğusunda bulunan memleketlerdeki çağdaşlarından farklı bir yol tutmuştur. fakat buna rağmen bu yollar arasında muayyen bir kavşak noktasi mevcuttur.
reger’in barok dünyasının formlarına meylettiğini, schönberg’in atonalite olarak anılmaktan hoşlanılan gelişmesinde kontrpuan tekniği vasıtalarından faydalandığını skrjabin’in tristan’dan doğan tınlayışların vecdine kapıldığını, williams’ın halk türkülerine ve shakespeare devrindeki ingiliz müziğine döndüğünü görüyoruz. ravel ise, fransız müziğinin mazisine yani bach’ın dağdaşları olan couperin ve raameau’ya yönelerek zamanından uzaklaşmışyır.
form, renk, tınlayış ve ruh bakımından fransız müziğinin öz kaynağı olan bu eserlerden ilham alarak kendi sanat dilini yarattı. ressamlıktaki cereyanlara uyarak bu dile puvantilizm, empresyonizm denildi. ravel kendine mahsus yollarda, kendisinden daha yaşlı olan vatandaşı debussy’nin de vardığı hedeflere ulaştı. ince bir filigran gibi bükülerek yayılan akorlarında (armonilerinde), bilhassa piyano eserlerinde, keza oda müziği eserlerinde, balelerinde ve operalarında hassasiyet, espri ve güzellik canlanır. orkestrasyon tekniği renklerle doludur (mesela ritm bakımından çok tesirli olan bolero, dansın sembolü olan valse adlı senfonik poemi, mussorgsky’nin bir sergiden tablolar adlı eserinin orkestrasyonu). fakat 1. dünya savaşının ikinci yılında yazılan meşhur piyano triyo ile, besteciyi daha derli toplu ve kesin bir ifadeye götüren istihale başladı. bu ifadeye artık düzgün tınlayışlar değil, melodinin hatları hakim oldu. bu, ravel’in son stilidir.
güney fransa’nın espri dolu evladı ravel, bütün fransız müzisyenlerinin gittiğiyolu takip etti. tahsilini meşhur paris konservatuarında yaptı. o zamanki gençliğin hocası olan gabriel fauré, ona besteciliğin sırlarını öğretti. bu bilgilerle techiz olduktan sonra eric satie’nin tesiri altında kalan ravel ortaya çıktı ve yeni yollar aramaya başladı. ravel’e ananevi roma mükafatını tanımakla görevli yüksek jüri heyeti onun sanatkarlığından şüphe ediyordu. fakat ravel, kendini göstermeye mevaffak oldu. içe dönük bir karaktere sahipti. bu yüzden, onu anlayanların takdirine rağmen çok yalnız kaldı. bir akıl hastası olarak dünyayı terk eden ravel, yalnızlık içinde öldü
aynı devirde bu garip dünyaya gelmiş büyük müzisyenlerin ve hatta diğer büyük şahsiyetlerin doğum yıllarını bir kağıda yazarsak, ortaya garip olduğu kadar da, faydalı bir şey meydana gelir ve nesillerin tabi olduğu tabiat kanunu dikkate değer birçok rabıtalar gösterir. birbirine zıt görünen şahsiyetler hakkında bile böyle rabıtalar tespit edilebilir. bu bize birçok kalın kitaplardan daha fazla şeyler anlatabilir.
böyle bir denemenin neticesi mesela, geçen asrın sonlarına doğru lirik ifadenin en büyük temsilcisi olan hugo wolf’un gustav mahler ile aynı yılda doğduğunu, busoni’nin debussy, strauss ve sibelius’dan biraz daha genç ve pfitzner’den biraz daha yaşlı olduğunu, ravel’in ise williams, reger, schönberg ve skrjabin’in nesline mensup bulunduğunu gösterebilir. esrarlı görünen bu münasebetler üzerinde durarak her devirde tekerrür eden ve nihayet tarih diye adlandırdığımız bu cereyanları incelemek faydalı bir iştir. tarih sayfalarında kaydedilen yolların her biri vaktiyle mazi ile istikbal arasındaki halin yoluydu. bu gidiş her zaman zaruri bir şekilde devam etti ve tekrar tekrar ilan edilen son hiçbir zaman gelmedi.
eski şekilleri tekrarlayanlar istisna edilirse, aynı çağa mensup olanlar her ne suretle olursa olsun daima aynı veya benzeri fikirlerle uğraştılar. sadece menşe, yani memleket, tarih, fikir özelliği ve çevre onların meşguliyet alanlarını ayırdediyordu. bundan anlaşılıyor ki, bir fransız olan ravel, tabii olarak yurdunun kuzeyinde ve doğusunda bulunan memleketlerdeki çağdaşlarından farklı bir yol tutmuştur. fakat buna rağmen bu yollar arasında muayyen bir kavşak noktasi mevcuttur.
reger’in barok dünyasının formlarına meylettiğini, schönberg’in atonalite olarak anılmaktan hoşlanılan gelişmesinde kontrpuan tekniği vasıtalarından faydalandığını skrjabin’in tristan’dan doğan tınlayışların vecdine kapıldığını, williams’ın halk türkülerine ve shakespeare devrindeki ingiliz müziğine döndüğünü görüyoruz. ravel ise, fransız müziğinin mazisine yani bach’ın dağdaşları olan couperin ve raameau’ya yönelerek zamanından uzaklaşmışyır.
form, renk, tınlayış ve ruh bakımından fransız müziğinin öz kaynağı olan bu eserlerden ilham alarak kendi sanat dilini yarattı. ressamlıktaki cereyanlara uyarak bu dile puvantilizm, empresyonizm denildi. ravel kendine mahsus yollarda, kendisinden daha yaşlı olan vatandaşı debussy’nin de vardığı hedeflere ulaştı. ince bir filigran gibi bükülerek yayılan akorlarında (armonilerinde), bilhassa piyano eserlerinde, keza oda müziği eserlerinde, balelerinde ve operalarında hassasiyet, espri ve güzellik canlanır. orkestrasyon tekniği renklerle doludur (mesela ritm bakımından çok tesirli olan bolero, dansın sembolü olan valse adlı senfonik poemi, mussorgsky’nin bir sergiden tablolar adlı eserinin orkestrasyonu). fakat 1. dünya savaşının ikinci yılında yazılan meşhur piyano triyo ile, besteciyi daha derli toplu ve kesin bir ifadeye götüren istihale başladı. bu ifadeye artık düzgün tınlayışlar değil, melodinin hatları hakim oldu. bu, ravel’in son stilidir.
güney fransa’nın espri dolu evladı ravel, bütün fransız müzisyenlerinin gittiğiyolu takip etti. tahsilini meşhur paris konservatuarında yaptı. o zamanki gençliğin hocası olan gabriel fauré, ona besteciliğin sırlarını öğretti. bu bilgilerle techiz olduktan sonra eric satie’nin tesiri altında kalan ravel ortaya çıktı ve yeni yollar aramaya başladı. ravel’e ananevi roma mükafatını tanımakla görevli yüksek jüri heyeti onun sanatkarlığından şüphe ediyordu. fakat ravel, kendini göstermeye mevaffak oldu. içe dönük bir karaktere sahipti. bu yüzden, onu anlayanların takdirine rağmen çok yalnız kaldı. bir akıl hastası olarak dünyayı terk eden ravel, yalnızlık içinde öldü
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?