suikastın amerikan senatosunda oylanacak ermeni soykırımı yasasından önce olması oldukça ilginç olmaktadır.trabzonda işlenen papaz suikastıyla birlikte okunduğunda daha anlamlı oluyor.
her yönden bakıldığında tek kaybeden türkiyedir.
19 ocak 2007 hrant dink suikasti
ülke gündemini bir anda değiştiren iğrenç olay. gündemde kerkük vardi, irak vardi. ah orospu çocuklari ah!
bu akşam saat 18.30da ankarada yüksel caddesinde protesto edilecek olan olaydır.
zannımca tek kaybeden türkiye demek yanlış olacaktır. çünkü mal diye tabir ettiğimiz, beyninin yüzde 0,01 ini kullananlar; temin ediyorum ki onlar kaybetmemiştir. onlar sikinin keyfinde olan andavallardır.
tam da türkiye barışını arıyor diye konferanslar düzenleniyorken,tam da bazı tabuların yıkılması için gerekli cesur sözler ağızlarda yavaş yavaş yer buluyorken ,tam da yaşar kemaller,orhan pamuklar bu ülkenin gidişatını değiştirmek için kalemlerine sıkı sıkı sarılıyorken...tam da hep bir ağızdan barış ......!
türkiye de öldürülen 60. yazardır.
başbakanın açıklaması bu saldırı bize ve demokrasiye olmuştur şeklindedir.
bence herkesin birden "çullandığı" bok atmaya başladığı gibi faşislerle milliyetçilerle alakası olmayan olaydır . belki görünürde öyle gösterilecek çünkü bu şekilde gösterilirse türkiyenin daha fazla zararına.
kesin milliyetçiler yaptı, kesin şu yaptı, şimdi öyle yapsınlar, böyle yapsınlar, diyenlerin eleştirdikleri insanlardan farkı kalmamakta.
kesin milliyetçiler yaptı, kesin şu yaptı, şimdi öyle yapsınlar, böyle yapsınlar, diyenlerin eleştirdikleri insanlardan farkı kalmamakta.
bakalım yine kimin üstüne yıkılacakta asıl failler ve azmettirenler keyif sürecektir diye merak ettiren faşist saldırıdır.
mozikdi mermerdi diye uluyan, ya sev ya terk et zırvası altında kendilerini tak kılmak isteyenlerce gerçekleştirilmiş olay.
edit: şöyle tekrar düşündüm de, bu arada benden çok daha mantıklı düşünen arkadaşlarımla beraber de tartışarak, aslında bu büyük bir oyun. provokatif bir saldırı ama bakın, nasıl da oyuna geldik, kinimizi kusmaya başladık? yukarıda yazdığım şeye hiç dokunmuyacam. ama bence yanlıştır. anlık gazla girilmiştir. böylece saldırı da amacına ulaşmıştır. ayrılık ve nefret daha fazla körüklenmiştir. bu entry de benim kulağıma küpe olsun.
edit: şöyle tekrar düşündüm de, bu arada benden çok daha mantıklı düşünen arkadaşlarımla beraber de tartışarak, aslında bu büyük bir oyun. provokatif bir saldırı ama bakın, nasıl da oyuna geldik, kinimizi kusmaya başladık? yukarıda yazdığım şeye hiç dokunmuyacam. ama bence yanlıştır. anlık gazla girilmiştir. böylece saldırı da amacına ulaşmıştır. ayrılık ve nefret daha fazla körüklenmiştir. bu entry de benim kulağıma küpe olsun.
ve şu ana kadar diğer populist kanallar tarafından verilmemiş haber. altyazılarınızı teker teker....
türkiye uzlaşmacı bir insanını kaybetti.
yazık.
yazık.
hala inanamadığım ve sinirden deliye döndüğüm olaydır.fransada soykırımın inkarını suç sayan yasa çıkarsa ilk ben deleceğim diyen bir insana -ki kendisine saldırı düzenleyenlerden en önemli farkı budur- bunun reva görülmesi ülkemiz için üzüntü vericidir.gerçi benzer saldırıları düşününce şaşırtmayan olaydır.
saat 20:00 de taksimde gazeteciler tarafindan protesto edilecek olan olay.
saat 20.00de tüm demokratlar tarafından taksimde istanbulda, 18.30da da yüksel caddesinden ykm önüne yürüyerek ankarada protesto edilecek olan saldırı.
ısrarla ermeni bir örgütün ya da kolun gerçekleştirdiğine inanmaktayım.
bu suikastı gerçekleştiren ya da gerçekleştirenler gerçek birer piçtir bununda ötesi varsa o’dur ne varsa sayılabilecek!
türkiyenin toplumsal huzur ve düzenini bozmaya yönelik bir provokasyon suikastidir.
bu cinayetin, yazarın düşüncelerinden dolayı gerçekleştiğini söylemek büyük bir saflık olur. zira hrant dinkin türk-ermeni meselelerinde ne derece ılımlı ve diyalog yanlısı olduğu ortadadır.
olaya sıradan bir şekilde yaklaşıp, milliyetçi bir görüşün sebep olduğunu söylemek de yanlış olur. ama her kötü olayı belli bir kısma faşistlik olarak yoran kişiler, bu cinayeti de kendi kafalarına göre yorumlayacaktır tabii.
bu cinayet sonrası halkımız sağ duyulu olmalıdır. bir kısım ülke ve toplulukların, türkiyede huzur bozma amaçlarına ulaşmalarına aman vermemeliyiz. gündemimizde ırak gibi önemli bir sorun varken, bu suikastle, ülke gündemini başka yerlere çekme çabasını da önlememiz gereklidir.
bu cinayetin, yazarın düşüncelerinden dolayı gerçekleştiğini söylemek büyük bir saflık olur. zira hrant dinkin türk-ermeni meselelerinde ne derece ılımlı ve diyalog yanlısı olduğu ortadadır.
olaya sıradan bir şekilde yaklaşıp, milliyetçi bir görüşün sebep olduğunu söylemek de yanlış olur. ama her kötü olayı belli bir kısma faşistlik olarak yoran kişiler, bu cinayeti de kendi kafalarına göre yorumlayacaktır tabii.
bu cinayet sonrası halkımız sağ duyulu olmalıdır. bir kısım ülke ve toplulukların, türkiyede huzur bozma amaçlarına ulaşmalarına aman vermemeliyiz. gündemimizde ırak gibi önemli bir sorun varken, bu suikastle, ülke gündemini başka yerlere çekme çabasını da önlememiz gereklidir.
son kaleme aldigi yazisi:
"ruh halimin güvercin tedirginliği"
başlangıcında, “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla şişli cumhuriyet savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. bu ilk değildi. benzer bir davaya zaten urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “türk olmadığımı... türkiyeli ve ermeni olduğumu” söylediğim için “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. hiç ilgilenmiyordum. urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
şişli savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.kendimden emindim
ama hayret işte! dava açılmıştı.
yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
o kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat kerinçsiz’e “çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. kendimden emindim, gerçekten yazımda türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen istanbul üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“ya sabır” çeke çeke...
ama dönülmedi.
savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. şaşkındım... kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
davanın her celsesinde “türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. her seferinde “türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
tüm bunlara “ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
tek silahım samimiyetim ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
hakim “türk milleti” adına karar vermişti ve benim “türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
işte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“avukatlarıma danışacağım. yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse avrupa insan hakları mahkemesi’ne de gideceğim. bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. tek silahım samimiyetimdi.
kara mizah
ama gelin görün ki beni türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de agos’takiydi. agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“türk devleti adına”
itiraf etmeliyim ki türkiye’deki “adalet sistemi”ne ve “hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
nasıl yitirmeyeyim? bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
ama gelin görün ki, bu ülkenin yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
yargı yurttaşın haklarını değil, devlet’i koruyor.
yargı yurttaşın yanında değil, devlet’in güdümünde.
nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “türk milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “türk milleti adına” değil, “türk devleti adına” verilmiş bir karardı bu. dolayısıyla, avukatlarım yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
hem sonra zaten, yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
azınlık vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı yargıtay imza atmamış mıydı?
başsavcının çabasına rağmen
nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
yargıtay başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama yargıtay yine de beni suçlu buldu.
ben yazdığımdan ne kadar eminsem yargıtay başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı genel kurul’a taşıdı.
ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. nitekim genel kurul’da da oy çokluğuyla benim türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
güvercin gibi
şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle hrant dink’i artık “türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(bu mektuplardan birinin bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu şişli savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “a bak, bu o ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
tıpkı bir güvercin gibiyim...
onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
başım onunki kadar hareketli... ve anında dönecek denli de süratli.
işte size bedel
ne diyordu dışişleri bakanı abdullah gül? ne diyordu adalet bakanı cemil çiçek?
“canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
işte size bedel... işte size bedel...
insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar..? bilir misiniz..?
siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“ölüm-kalım” dedikleri
kolay bir süreç değil yaşadıklarım... ve ailece yaşadıklarımız.
ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
o noktada hep çaresiz kaldım.
“ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek. kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
işte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. bana güveniyorlardı.
ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“gidelim” dersem geleceklerdi, “kalalım” dersem kalacaklardı.
kalmak ve direnmek
iyi de, gidersek nereye gidecektik?
ermenistan’a mı?
peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
şunun şurasında üç gün batı’ya gitsem, dördüncü gün “artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
rahat bana batardı!
“kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
kalacaktık ve direnecektik.
bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... atalarımız gibi... nereye gideceğimizi bilmeden... yürüyerek yürüdükleri yollardan... duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... her neresiyse.
ürkek ve özgür
dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
şimdi artık avrupa insan hakları mahkemesi’ne başvuruyorum.
bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
"ruh halimin güvercin tedirginliği"
başlangıcında, “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla şişli cumhuriyet savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. bu ilk değildi. benzer bir davaya zaten urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “türk olmadığımı... türkiyeli ve ermeni olduğumu” söylediğim için “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. hiç ilgilenmiyordum. urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
şişli savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.kendimden emindim
ama hayret işte! dava açılmıştı.
yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
o kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat kerinçsiz’e “çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. kendimden emindim, gerçekten yazımda türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen istanbul üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“ya sabır” çeke çeke...
ama dönülmedi.
savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. şaşkındım... kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
davanın her celsesinde “türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. her seferinde “türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
tüm bunlara “ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
tek silahım samimiyetim ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
hakim “türk milleti” adına karar vermişti ve benim “türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
işte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“avukatlarıma danışacağım. yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse avrupa insan hakları mahkemesi’ne de gideceğim. bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. tek silahım samimiyetimdi.
kara mizah
ama gelin görün ki beni türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de agos’takiydi. agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“türk devleti adına”
itiraf etmeliyim ki türkiye’deki “adalet sistemi”ne ve “hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
nasıl yitirmeyeyim? bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
ama gelin görün ki, bu ülkenin yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
yargı yurttaşın haklarını değil, devlet’i koruyor.
yargı yurttaşın yanında değil, devlet’in güdümünde.
nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “türk milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “türk milleti adına” değil, “türk devleti adına” verilmiş bir karardı bu. dolayısıyla, avukatlarım yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
hem sonra zaten, yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
azınlık vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı yargıtay imza atmamış mıydı?
başsavcının çabasına rağmen
nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
yargıtay başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama yargıtay yine de beni suçlu buldu.
ben yazdığımdan ne kadar eminsem yargıtay başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı genel kurul’a taşıdı.
ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. nitekim genel kurul’da da oy çokluğuyla benim türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
güvercin gibi
şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle hrant dink’i artık “türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(bu mektuplardan birinin bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu şişli savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “a bak, bu o ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
tıpkı bir güvercin gibiyim...
onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
başım onunki kadar hareketli... ve anında dönecek denli de süratli.
işte size bedel
ne diyordu dışişleri bakanı abdullah gül? ne diyordu adalet bakanı cemil çiçek?
“canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
işte size bedel... işte size bedel...
insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar..? bilir misiniz..?
siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“ölüm-kalım” dedikleri
kolay bir süreç değil yaşadıklarım... ve ailece yaşadıklarımız.
ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
o noktada hep çaresiz kaldım.
“ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek. kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
işte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. bana güveniyorlardı.
ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“gidelim” dersem geleceklerdi, “kalalım” dersem kalacaklardı.
kalmak ve direnmek
iyi de, gidersek nereye gidecektik?
ermenistan’a mı?
peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
şunun şurasında üç gün batı’ya gitsem, dördüncü gün “artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
rahat bana batardı!
“kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
kalacaktık ve direnecektik.
bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... atalarımız gibi... nereye gideceğimizi bilmeden... yürüyerek yürüdükleri yollardan... duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... her neresiyse.
ürkek ve özgür
dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
şimdi artık avrupa insan hakları mahkemesi’ne başvuruyorum.
bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
önemli olan kimin vurdugu degil... bu hepimize sikilmis bir kursun... vatana, millete sikilmis bir kursun...
kimin siktiginin, siktirdiginin su an niye tartisiyoruz? arastirma surmekte. bekleyim gorelim.
hrant dink gibi, fikirlerini begenin, begenmeyin, bir anadolu evladini kaybetmek kimin öldurdugunden, su an için, daha mi onemli?
bu tartismayi, elde delil olmamasina ragmen, simdiden yapan tum okuzleri kiniyorum...
kimin siktiginin, siktirdiginin su an niye tartisiyoruz? arastirma surmekte. bekleyim gorelim.
hrant dink gibi, fikirlerini begenin, begenmeyin, bir anadolu evladini kaybetmek kimin öldurdugunden, su an için, daha mi onemli?
bu tartismayi, elde delil olmamasina ragmen, simdiden yapan tum okuzleri kiniyorum...
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?