bir yorumda bulunmadığım nofx şarkısı. ya da parçası. aman tanrım, nedir bu ikilem? hangisi doğru? neyse..
buyrun sözleri:
my vagina has two sets of lips
but i dont get monthly blood drips
my vagina hardly even used
my vaginas got lots of extra skin
they took my outtie and made it an in
changing donnie to marie osmond
operation successfull
but now i gotta pee
through a miniature hole
gotta remember to put the seat down
and when i wipe my ass
i go from front to back
cause i dont want a bladder infection
i never thought id miss my vas deferans
i traded it in for a pair of huge cans
now i get to hang with lesbians
operation paid up front
now i show all my friends
my new designer cunt
they think im kinda weird
but thats ok with me
cause now i kick their ass
playing from the ladies tee
theres nothing finer than having a vagina
süper harika bir tekerleme de vardır okulla ilgili. sonradan şarkılaştırılmıştır da.
şöyle:
bok gibidir okul
bok gibidir okul
okulu kimse sevmez
ben de sevmem
(x836286382458328911983103)
şöyle:
bok gibidir okul
bok gibidir okul
okulu kimse sevmez
ben de sevmem
(x836286382458328911983103)
çıktığı yere, lombaka (hmm.. logosu neydi onun?) geri dönmüş dergicik.
(bkz: barbie)
(bkz: what s with andy)
"pantolonuma kum kaçtı" şarkısıyla ve dansıyla beni benden alan, süper ödlek-pısırık-kendine güvenmeyen rugrats karakteri.
nickelodeonun en iyi çizgi filmlerinden biridir. daha sonradan chuckynin babası fransadan gelen bir kadınla evlenmiş ve böylece chuckynin çok sevimli bir üvey kız kardeşi olmuştur.
alıntılar:
arkadaşımın kelime bilgisini düzeltmekle uğraşacak değildim; benim okul dediğim ve artık kesinlikle ortadan kalkmış olduğunu gördüğüm çocuk çiftliklerinden hiç söz etmesem iyi olu diye düşündüm.
(s.37)
“parlamentomuz bütün insanlardan oluşur.”
kendinden kaçılacak bir cezalandırma sisteminin olmadığı, karşısında zafer kazanılacak bir kanunun bulunmadığı bir toplumda, işlenen suçun ardından kesinlikle pişmanlık gelecektir.
‘uygarlık’ (yani örgütlü sefalet) halkası içindeki ülkeler, piyasanın sakat ürünleriyle tıka basa doldu ve bu halkanın dışındaki ülkelerin pazarını ‘açmak’ için her türlü zora ve hileye başvuruldu. bu ‘açma’ süreci, o dönemin insanlarının beyanatlarını okumuş olan ama yaptıklarından bir şey anlamayan kimselere garip gelmektedir; bu, belki de bize, on dokuzuncu yüzyılın muazzam erdemsizliğinin en kötü biçimini, başkasının yaptığı vahşetin sorumluluğundan kaçma riyâkarlığının ve samimiyetsizliğinin uygulama alanlarını göstermektedir. uygar dünya pazarı henüz pençesine düşmemiş bir ülkeye göz koyduğunda bazı anlaşılır bahaneler uydururdu; örneğin, ticaret sisteminden farklı ve daha az zalim olan bir köleliğin bastırılması, kurucularınca artık inanılmayan bir dinin yaygınlaştırılması ya da yaptıkları kötü işler yüzünden ‘barbar’ ülkenin insanlarıyla başı derde girmiş bir haydutun ya da kana susamış bir çılgının ‘kurtarılması’ gibi. kısacası köpeği dövecek sopa her zaman için bulunurdu.
(s.120-121)
hikâyeyi büyük bir şaşkınlıkla dinledim ve ilk başta, diğerini öldüren adamın, rakibini sadece kendini korumak amacıyla öldürdüğü kanıtlanıncaya kadar gözaltında tutulmayışına şaşmadan edemedim. ancak düşündükçe şu da gözümde giderek daha açık bir hal alıyordu: iki rakip insan arasında kanlı biten bir kavgadan başka bir şey görmemiş olan tanıkların sorgulanmasının da olayı aydınlatmak bakımından bir katkısı olmayacaktı. aynı zamanda, katilin duyduğu vicdan azabının, yaşlı hammond’un bu garip insanların benim suç olarak bildiğim şeyleri ele alış tarzları hakkında bana anlattıklarına bir anlam kazandırdığını da düşünmeden edemedim. bu vicdan azabının abartılı olduğu bir gerçekti, fakat katil eylemin bütün sonuçlarını üstlenmişti ve toplumdan, kendisini cezalandırarak vicdan azabından kurtarmasını beklemiyordu. dostlarımın arasına darağaçları ve cezaevlerinin girmemiş olmasından dolayı ‘insan hayatının kutsallığı’na gölge düşeceğinden artık korkmuyordum.
(s.212)
“bayağı,” dedim, “biz böyle derdik. zenginlerin evlerinin çirkinliği ve bayağılığı, yoksul insanları mecbur ettikleri sefilliğin ve yoksulluğun zorunlu bir yansımasıydı.”
(s.243)
her şey gerçekten de bir düş müydü?
…
tüm bu süre boyunca, oradakiler benim için gerçek dostlar olmuşlarsa da, onların arasında terim olmadığını hissetmiştim. sanki sonunda beni reddedeceklerini ve ellen’in o hüzün dolu son bakışıyla ifade ettiği gibi, şöyle diyecekleri bir zamanın geleceğini hep biliyordum: “hayır, bu iş olmayacak. bizden biri olmazsın. geçmişin mutsuzluğuna öylesine aitsin ki bizim mutluluğumuz seni yorar. artık bizi gördün; bize dışardan bakan gözlerin de, tahakküm ilişkileri zamanın tüm şaşmaz özdeyişlerini hiçe sayarak yoldaşlık ilişkilerine dönüştüğü zaman –ancak o zaman- dünyanın göreceği huzur dolu günler olduğunu gördü. geri dönüp hayatına devam ettiğinde etrafında başkalarını kendine ait olmayan hayatlar sürdürmeye zorlayan ve kendi hayatlarını da umursamayan insanlar göreceksin; ölümden korkmalarına rağmen hayattan da nefret eden insanlar. geri dön ve bizleri gördüğün için daha mutlu yaşa. zira mücadelene ufak da olsa bir umut ekledin. yeni yoldaşlığın için gereken her tür acıyı çekerek, çabayı göstererek yaşamaya devam et.”
evet, kesinlikle! ve başkaları da onu benim gördüğüm gibi görebilirse, o zaman buna bir düşten çok tahayyül demek daha doğru olur.
(s.266-267)
arkadaşımın kelime bilgisini düzeltmekle uğraşacak değildim; benim okul dediğim ve artık kesinlikle ortadan kalkmış olduğunu gördüğüm çocuk çiftliklerinden hiç söz etmesem iyi olu diye düşündüm.
(s.37)
“parlamentomuz bütün insanlardan oluşur.”
kendinden kaçılacak bir cezalandırma sisteminin olmadığı, karşısında zafer kazanılacak bir kanunun bulunmadığı bir toplumda, işlenen suçun ardından kesinlikle pişmanlık gelecektir.
‘uygarlık’ (yani örgütlü sefalet) halkası içindeki ülkeler, piyasanın sakat ürünleriyle tıka basa doldu ve bu halkanın dışındaki ülkelerin pazarını ‘açmak’ için her türlü zora ve hileye başvuruldu. bu ‘açma’ süreci, o dönemin insanlarının beyanatlarını okumuş olan ama yaptıklarından bir şey anlamayan kimselere garip gelmektedir; bu, belki de bize, on dokuzuncu yüzyılın muazzam erdemsizliğinin en kötü biçimini, başkasının yaptığı vahşetin sorumluluğundan kaçma riyâkarlığının ve samimiyetsizliğinin uygulama alanlarını göstermektedir. uygar dünya pazarı henüz pençesine düşmemiş bir ülkeye göz koyduğunda bazı anlaşılır bahaneler uydururdu; örneğin, ticaret sisteminden farklı ve daha az zalim olan bir köleliğin bastırılması, kurucularınca artık inanılmayan bir dinin yaygınlaştırılması ya da yaptıkları kötü işler yüzünden ‘barbar’ ülkenin insanlarıyla başı derde girmiş bir haydutun ya da kana susamış bir çılgının ‘kurtarılması’ gibi. kısacası köpeği dövecek sopa her zaman için bulunurdu.
(s.120-121)
hikâyeyi büyük bir şaşkınlıkla dinledim ve ilk başta, diğerini öldüren adamın, rakibini sadece kendini korumak amacıyla öldürdüğü kanıtlanıncaya kadar gözaltında tutulmayışına şaşmadan edemedim. ancak düşündükçe şu da gözümde giderek daha açık bir hal alıyordu: iki rakip insan arasında kanlı biten bir kavgadan başka bir şey görmemiş olan tanıkların sorgulanmasının da olayı aydınlatmak bakımından bir katkısı olmayacaktı. aynı zamanda, katilin duyduğu vicdan azabının, yaşlı hammond’un bu garip insanların benim suç olarak bildiğim şeyleri ele alış tarzları hakkında bana anlattıklarına bir anlam kazandırdığını da düşünmeden edemedim. bu vicdan azabının abartılı olduğu bir gerçekti, fakat katil eylemin bütün sonuçlarını üstlenmişti ve toplumdan, kendisini cezalandırarak vicdan azabından kurtarmasını beklemiyordu. dostlarımın arasına darağaçları ve cezaevlerinin girmemiş olmasından dolayı ‘insan hayatının kutsallığı’na gölge düşeceğinden artık korkmuyordum.
(s.212)
“bayağı,” dedim, “biz böyle derdik. zenginlerin evlerinin çirkinliği ve bayağılığı, yoksul insanları mecbur ettikleri sefilliğin ve yoksulluğun zorunlu bir yansımasıydı.”
(s.243)
her şey gerçekten de bir düş müydü?
…
tüm bu süre boyunca, oradakiler benim için gerçek dostlar olmuşlarsa da, onların arasında terim olmadığını hissetmiştim. sanki sonunda beni reddedeceklerini ve ellen’in o hüzün dolu son bakışıyla ifade ettiği gibi, şöyle diyecekleri bir zamanın geleceğini hep biliyordum: “hayır, bu iş olmayacak. bizden biri olmazsın. geçmişin mutsuzluğuna öylesine aitsin ki bizim mutluluğumuz seni yorar. artık bizi gördün; bize dışardan bakan gözlerin de, tahakküm ilişkileri zamanın tüm şaşmaz özdeyişlerini hiçe sayarak yoldaşlık ilişkilerine dönüştüğü zaman –ancak o zaman- dünyanın göreceği huzur dolu günler olduğunu gördü. geri dönüp hayatına devam ettiğinde etrafında başkalarını kendine ait olmayan hayatlar sürdürmeye zorlayan ve kendi hayatlarını da umursamayan insanlar göreceksin; ölümden korkmalarına rağmen hayattan da nefret eden insanlar. geri dön ve bizleri gördüğün için daha mutlu yaşa. zira mücadelene ufak da olsa bir umut ekledin. yeni yoldaşlığın için gereken her tür acıyı çekerek, çabayı göstererek yaşamaya devam et.”
evet, kesinlikle! ve başkaları da onu benim gördüğüm gibi görebilirse, o zaman buna bir düşten çok tahayyül demek daha doğru olur.
(s.266-267)
horace mac coy’un, sonradan sinemaya da uyarlanmış kült sayılan romanı. belki kimileri için saçma sapan ve sıradan bir hikâyedir anlatılan. oysa o kısalığa pek çok gerçek, gerçek ve acı sıkıştırılmıştır. ağlatır.
romandan.
son sahne -final.
…
-hava nefis, dedim.
gloria uzaklara dalıp gitmişti, susuyordu. kıyı boyunca çok ötelerde minik ışıklardan bir küme vardı.
-orası malibu, dedim. sinema yıldızlarının plajı.
-şimdi ne yapacaksın? diye sordu sonunda.
-henüz karar vermedim. yarın mr. maxwell’i gidip görmeyi düşünüyordum. belki bir şeyler yapmaya ika edebilirim. gerçekten benimle ilgilenmiş gibiydi.
-yarın, hep yarın, dedi gloria. talihin karşımıza çıkaracağı büyük fırsat, hep yarına.
açık denizde balık avlamaya yaraya kamış oltalarıyla iki adam geçti. biri ardında, dört ayak uzunluğunda bir köpek balığı sürüyordu.
-bu yavru artık ağları parçalayamayacak, dedi öbürüne.
-sen ne yapacaksın? diye sordum gloria’ya.
-ineceğim bu atlıkarıncadan, dedi. bezdim bu kepazelikten.
-hangi kepazelikten?
-yaşamdan, dedi.
-neden kendini kurtarmayı denemiyorsun? her şeyi en kötü yanından alırsın.
-ahlak dersi verme, rica ederim, dedi.
-sana ahlak dersi vermiyorum, ama tutumunu değiştirmen gerekir. şaka etmiyorum. sana rastlamadan hayatta başarı kazanamayacağımı düşünemezdim hiç. başarısızlığı hiç aklıma getirmemiştim. oysa şimdi…
-kim öğretti sana bu güzel söylevi? diye sordu. senin sözlerin değil bunlar…
-ya benimse…
bakışı malibu yönünde kıyıyı izledi.
-birbirimize bir takım hikâyeler anlatmak neye yarar, dedi bir süre sonra. nereye vardığımı biliyorum.
okyanusu seyredip hollywood’u düşünüp gerçekten buralara mı geldiğimi, yoksa bir dakika sonra uyanınca kendimi arkansas’ta gün doğmadan gazete tomarımı alabilmek için merdivenleri dörder dörder inerken mi bulacağımı sorarak sustum.
-alçak! alçak! dedi gloria. bana böyle bakmaktan bıkmadın mı? biliyorum beş para etmediğimi…
“gloria haklı,” dedim kendi kendime. “çok haklı. beş para etmez..”
-dallas’ta ölmediğime çok pişmanım, dedi.
bu sözlerine hiç cevap vermedi; ne kadar doğru söylediğini ve dallas’ta ölmemesinin çok yazık olduğunu düşünerek okyanusu seyretmeye devam ediyordum. böylesinin gloria için çok daha iyi olacağı kuşkusuzdu.
-işe yaramaz biriyim ben. kimseye verecek şeyim yok, diye devam etti. bana böyle bakma artık… dedi.
-sana hiçbir şekilde bakmıyorum, dedim. yüzümü göremezsin.
-görüyorum işte, dedi.
yalan söylüyordu. yüzümü göremezdi. çok karanlıktı.
-dönmekle daha iyi etmez miyiz? dedim. rocky seni görmek istiyordu…
-o alçak, dedi. ne istediğini biliyorum, ama asla istediğini elde edemeyecek. ne o, ne de başkası.
-anlamadım?
-bilmediğini söyleyecek değilsin herhalde?
-neyi bilmediğimi? diye sordum.
-rocky’nin istediğini.
-ha! dedim. evet, tabii. ancak şimdi geldi aklıma.
-bütün erkeklerin aradıkları şey bu. ama karşı çıktığım yok. demek istediğim tam olarak bu değil… bir de faka bastığımı düşün.
-yalnız bunu düşünmüyorsun değil mi? diye sordum.
-evet. şimdiye kadar hep durumu idare edebilim. ama bir çocuk doğurduğumu düşün. büyüyünce ne olacağını düşünebiliyor musun? tıpkı bizler gibi biri.
“haklı,” dedim kendi kendime. “çok haklı. tıpkı bizler gibi biri olacak…”
-ve bunu hiç istemiyorum, dedi gloria. nasılsa benim işim bitti. ölü olsam benim için daha iyi, geri kalanlar için de. yaklaştığım her şeyi yıkıyorum. sen söyledin.
-ne zaman söyledim böyle bir şeyi?
-birkaç dakika oluyor. bana rastlamadan önce hayatta başarı kazanamayacağını hiç düşünmediğini söyledin. ne yapalım, suç bende değil. elimden bir şey gelmez. bir kere kendimi öldürmeyi denedim, tekrarlama cesaretini bulamadım. insanlığa bir hizmette bulunmak ister misin? diye sordu.
cevap vermedim. mendireğin kalkıp indiğini hissedip söylediği her şeyin doğru olduğunu düşünerek okyanusun kazığa çarpışını dinliyordum.
gloria çantasını karıştırdı. eli tekrar göründüğünde küçük bir tabanca tutuyordu. bu tabancayı daha önce hiç görmemiştim, ama şaşmadım. hiç şaşmadım hem.
-al… dedi tabancayı bana uzatıp.
-istemiyorum. yerine koy onu, dedim. hadi, çabuk, dönelim, üşüdüm…
-al şunu da biletimi tepeden zımbala, dedi tabancayı elime tutuşturarak. öldür beni. beni sefaletimden kurtarmanın tek çaresidir bu.
(küçükken yaz mevsimini büyükbabamın arkansis’teki çiftliğinde geçirirdim. bir gün fırının önünde büyük annemin kocaman bir demir kazanda sabun yapışını seyrederken büyükbabam avluyu geçti, telaşla yanımıza geldi.
-nellie ayağını kırdı, dedi.
büyük babamın ardından çiti aştım ve çift sürmekte olduğu tarlaya geçtim. ihtiyar nellie yere uzanmış, hâlâ sabana koşulu, kişniyordu.
bakakaldık ona, sadece durup baktık. büyükbabam chickanauga ridge savaşında taşıdığı tüfeğiyle geri döndü.
-ayağı çukur girdi, dedi nellie’nin başını okşayarak.
büyükannem başımı öteye çevirdi. ağlamaya başladım. bir tüfek sesi duydum. koştum, kendimi yere atıp nellie’nin başını kollarımla sardım. bu hayvanı çok seviyordum. büyükbabamdan nefret ediyordum. kalktım ve ona doğru yürüdüm, bacaklarını durup dinlenmek bilmeksizin yumruklamaya koyuldum… aynı gün, daha sonra, nellie’yi sevdiği ama vurmak zorunda kaldığını anlattı.
-ona yapabileceğim en büyük yardımdı, dedi. bir işe yaramazdı artık. onu sefaletinden kurtarmanın tek çaresiydi bu…)
tabanca elimdeydi.
-peki, dedim gloria’ya. ne zaman istersen.
-hazırım.
-nerede?
-burada. yandan başıma ateş edeceksin.
koca bir dalga çarptığında mendirek hopladı.
-şimdi mi?
gloria’yı öldürdüm.
medirek yeniden hopladı ve büyük bir emme sesiyle okyanusa doğru çekildi.
tabancayı korkuluğun üzerinden denize fırlattım.
polislerden biri benim arkada oturuyor, diğeri sürüyordu. hızla ilerliyorduk, canavar düdüğü ötüyordu. bizi uyandırmak için dans maratonunda kullandıkları da bu tür bir canavar düdüğüydü.
-onu neden öldürdün? diye sordu arkada benimle oturan polis.
-istedi de ondan, dedim.
-dediğini duydun mu harry?
-ne kadar da yardımsever, itoğlu it.
-söyleyebileceğin başka bir neden yok mu? diye sordu arkada oturan polis.
-atları da vururlar…dedim.
romandan.
son sahne -final.
…
-hava nefis, dedim.
gloria uzaklara dalıp gitmişti, susuyordu. kıyı boyunca çok ötelerde minik ışıklardan bir küme vardı.
-orası malibu, dedim. sinema yıldızlarının plajı.
-şimdi ne yapacaksın? diye sordu sonunda.
-henüz karar vermedim. yarın mr. maxwell’i gidip görmeyi düşünüyordum. belki bir şeyler yapmaya ika edebilirim. gerçekten benimle ilgilenmiş gibiydi.
-yarın, hep yarın, dedi gloria. talihin karşımıza çıkaracağı büyük fırsat, hep yarına.
açık denizde balık avlamaya yaraya kamış oltalarıyla iki adam geçti. biri ardında, dört ayak uzunluğunda bir köpek balığı sürüyordu.
-bu yavru artık ağları parçalayamayacak, dedi öbürüne.
-sen ne yapacaksın? diye sordum gloria’ya.
-ineceğim bu atlıkarıncadan, dedi. bezdim bu kepazelikten.
-hangi kepazelikten?
-yaşamdan, dedi.
-neden kendini kurtarmayı denemiyorsun? her şeyi en kötü yanından alırsın.
-ahlak dersi verme, rica ederim, dedi.
-sana ahlak dersi vermiyorum, ama tutumunu değiştirmen gerekir. şaka etmiyorum. sana rastlamadan hayatta başarı kazanamayacağımı düşünemezdim hiç. başarısızlığı hiç aklıma getirmemiştim. oysa şimdi…
-kim öğretti sana bu güzel söylevi? diye sordu. senin sözlerin değil bunlar…
-ya benimse…
bakışı malibu yönünde kıyıyı izledi.
-birbirimize bir takım hikâyeler anlatmak neye yarar, dedi bir süre sonra. nereye vardığımı biliyorum.
okyanusu seyredip hollywood’u düşünüp gerçekten buralara mı geldiğimi, yoksa bir dakika sonra uyanınca kendimi arkansas’ta gün doğmadan gazete tomarımı alabilmek için merdivenleri dörder dörder inerken mi bulacağımı sorarak sustum.
-alçak! alçak! dedi gloria. bana böyle bakmaktan bıkmadın mı? biliyorum beş para etmediğimi…
“gloria haklı,” dedim kendi kendime. “çok haklı. beş para etmez..”
-dallas’ta ölmediğime çok pişmanım, dedi.
bu sözlerine hiç cevap vermedi; ne kadar doğru söylediğini ve dallas’ta ölmemesinin çok yazık olduğunu düşünerek okyanusu seyretmeye devam ediyordum. böylesinin gloria için çok daha iyi olacağı kuşkusuzdu.
-işe yaramaz biriyim ben. kimseye verecek şeyim yok, diye devam etti. bana böyle bakma artık… dedi.
-sana hiçbir şekilde bakmıyorum, dedim. yüzümü göremezsin.
-görüyorum işte, dedi.
yalan söylüyordu. yüzümü göremezdi. çok karanlıktı.
-dönmekle daha iyi etmez miyiz? dedim. rocky seni görmek istiyordu…
-o alçak, dedi. ne istediğini biliyorum, ama asla istediğini elde edemeyecek. ne o, ne de başkası.
-anlamadım?
-bilmediğini söyleyecek değilsin herhalde?
-neyi bilmediğimi? diye sordum.
-rocky’nin istediğini.
-ha! dedim. evet, tabii. ancak şimdi geldi aklıma.
-bütün erkeklerin aradıkları şey bu. ama karşı çıktığım yok. demek istediğim tam olarak bu değil… bir de faka bastığımı düşün.
-yalnız bunu düşünmüyorsun değil mi? diye sordum.
-evet. şimdiye kadar hep durumu idare edebilim. ama bir çocuk doğurduğumu düşün. büyüyünce ne olacağını düşünebiliyor musun? tıpkı bizler gibi biri.
“haklı,” dedim kendi kendime. “çok haklı. tıpkı bizler gibi biri olacak…”
-ve bunu hiç istemiyorum, dedi gloria. nasılsa benim işim bitti. ölü olsam benim için daha iyi, geri kalanlar için de. yaklaştığım her şeyi yıkıyorum. sen söyledin.
-ne zaman söyledim böyle bir şeyi?
-birkaç dakika oluyor. bana rastlamadan önce hayatta başarı kazanamayacağını hiç düşünmediğini söyledin. ne yapalım, suç bende değil. elimden bir şey gelmez. bir kere kendimi öldürmeyi denedim, tekrarlama cesaretini bulamadım. insanlığa bir hizmette bulunmak ister misin? diye sordu.
cevap vermedim. mendireğin kalkıp indiğini hissedip söylediği her şeyin doğru olduğunu düşünerek okyanusun kazığa çarpışını dinliyordum.
gloria çantasını karıştırdı. eli tekrar göründüğünde küçük bir tabanca tutuyordu. bu tabancayı daha önce hiç görmemiştim, ama şaşmadım. hiç şaşmadım hem.
-al… dedi tabancayı bana uzatıp.
-istemiyorum. yerine koy onu, dedim. hadi, çabuk, dönelim, üşüdüm…
-al şunu da biletimi tepeden zımbala, dedi tabancayı elime tutuşturarak. öldür beni. beni sefaletimden kurtarmanın tek çaresidir bu.
(küçükken yaz mevsimini büyükbabamın arkansis’teki çiftliğinde geçirirdim. bir gün fırının önünde büyük annemin kocaman bir demir kazanda sabun yapışını seyrederken büyükbabam avluyu geçti, telaşla yanımıza geldi.
-nellie ayağını kırdı, dedi.
büyük babamın ardından çiti aştım ve çift sürmekte olduğu tarlaya geçtim. ihtiyar nellie yere uzanmış, hâlâ sabana koşulu, kişniyordu.
bakakaldık ona, sadece durup baktık. büyükbabam chickanauga ridge savaşında taşıdığı tüfeğiyle geri döndü.
-ayağı çukur girdi, dedi nellie’nin başını okşayarak.
büyükannem başımı öteye çevirdi. ağlamaya başladım. bir tüfek sesi duydum. koştum, kendimi yere atıp nellie’nin başını kollarımla sardım. bu hayvanı çok seviyordum. büyükbabamdan nefret ediyordum. kalktım ve ona doğru yürüdüm, bacaklarını durup dinlenmek bilmeksizin yumruklamaya koyuldum… aynı gün, daha sonra, nellie’yi sevdiği ama vurmak zorunda kaldığını anlattı.
-ona yapabileceğim en büyük yardımdı, dedi. bir işe yaramazdı artık. onu sefaletinden kurtarmanın tek çaresiydi bu…)
tabanca elimdeydi.
-peki, dedim gloria’ya. ne zaman istersen.
-hazırım.
-nerede?
-burada. yandan başıma ateş edeceksin.
koca bir dalga çarptığında mendirek hopladı.
-şimdi mi?
gloria’yı öldürdüm.
medirek yeniden hopladı ve büyük bir emme sesiyle okyanusa doğru çekildi.
tabancayı korkuluğun üzerinden denize fırlattım.
polislerden biri benim arkada oturuyor, diğeri sürüyordu. hızla ilerliyorduk, canavar düdüğü ötüyordu. bizi uyandırmak için dans maratonunda kullandıkları da bu tür bir canavar düdüğüydü.
-onu neden öldürdün? diye sordu arkada benimle oturan polis.
-istedi de ondan, dedim.
-dediğini duydun mu harry?
-ne kadar da yardımsever, itoğlu it.
-söyleyebileceğin başka bir neden yok mu? diye sordu arkada oturan polis.
-atları da vururlar…dedim.
iyi rezil eder. yalan söylemek durumunda olan kişi vücudunu tamamen kontrol edebilmelidir. ama hızlı ilerlediği için bu çok kolay değildir, zaten eğlencesi de burdadır.
türkçeden farklı dillere geçen bir sözcüktür.
harry potterdaki saf masumluğuna aldanmamalı, bakın velete:
bu biir:http://tinyurl.com/22ne5q
bu ikii:http://duzeka.pl/forum/files/thumbs/t_radcliff_goluski_225.jpg
bu biir:http://tinyurl.com/22ne5q
bu ikii:http://duzeka.pl/forum/files/thumbs/t_radcliff_goluski_225.jpg
100-200 mg/kgsi bir köpeği öldürebilir. buna sebep olan, çikolatanın içeriğindeki teobromin maddesidir.
(lenslerim gözlerime batıyor, uykum var, ama yazmak istiyorum, beğenip beğenmeyeceğinizi bilmiyorum.)
-lütfen ellerimi çöz.
-yapamam, çözersem karşı koyarsın, biliyorum.
angelus ayakta, dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine gömmüş olan begüş’e bakıyordu. rüzgârın okşadığı ağaçların hışırtısı ve begüş’ün hıçkırıkları kulağının ardındaydı, "ne kadar güzel bir müzik bu!" diye düşündü angelus. gözleri kapalı, yüzünde garip bir gülümsemeyle müziğe sözler mırıldanıyordu. derken bakışlarını tekrar begüş’e çevirdi. kız, artık yalvarmıyordu, yazgısına boyun eğmiş, öyle acınası duruyordu.
-artık başlayalım, ne dersin?
*
passive kanepeye yayılmış, yeni aldığı filmi izliyordu. goetica’ysa dirseklerini yemek masasına dayamış, düşünüyordu.
-begüş’ten hâlâ haber yok, endişeleniyorum. dedi goetica.
-hebet! napıyım, film izliyorum ben, rahatsız etme. oldu karşılığı.
goetica’nın kaşları çatıldı, passive’i televizyonu ve kanapesiyle bırakıp dışarı çıktı. bu olay canını sıkmıştı. durdu. kime gidecekti? ona yardım edebilecek tek kişiye; scapegoat’a.
*
etom hâlâ gösterdiği cesarete şaşıyordu, biraz da gurur duyuyordu bundan ötürü. av teçhizatını ona yüklemişlerdi, tekteker ve duncan mac leod önden gidiyordu. arkada kalmak sinirlendirmişti etom’u fakat onların hızına erişemiyordu bir türlü. sonunda sitem etmekten vazgeçip hızlı adımlarla peşlerinden gitmeye başladı.
yavaş yavaş karanlık çöküyordu üzerlerindeki göğe. daha bir ürkütücü gözüküyordu orman.
-gördüm! diye bağırdı tekteker.
-hani?
parmağıyla sesin geldiği yeri gösterdi. bir şey göremediklerini söylediler. bir tavşan fırladı gözlemledikleri çalılıktan.
-bu bir tavşan, homo sapiens değil! dedi kılıcına sarılmış duncan mac leod.
-tamam, yanlış görmüşüm. diyerek kabullendi hatasını tekteker.
etom bu olanları biraz öteden izliyordu. bıyık altından güldü. sonra düşündü, ne işi vardı onun burada? o bir avcı değildi, o bir katil değildi, peki ne demeye gelmişti...
*
acıların adamı rolüne bürünmüş alchoburn, düşünceli, rakısını yudumluyordu. kafası karışıktı. annesinin gönderdiği kurabiyeleri kemirmeye başladı. rakıdan bir yudum, kurabiyeden bir ısırık... rakının yanına kurabiyenin iyi gitmediğine karar verdi. eli telefona gitti, zor tuttu kendini, güçlüydü o, kendini tutmalıydı. başını tavana dikti ve futureloverlarını düşünmeye başladı.
*
insomnia jim’i yine uyku tutmamıştı. canı da sıkılmıştı. scapegoat’u aradı:
-size geleyim mi?
-gel, ben de sıkılıyordum zaten, iyi olur.
*
angelus kızı sandalyeye oturttu. o gelene kadar yerinden kıpırdamamasını söyledi. birkaç dakika içinde sadık-kör-keskin-kesici takımıyla geri döndü. parlayan çelikleri begüş’e gösterdi,
-hangisiyle başlamak istersin?
şiddetlenen hıçkırıklar, artan gözyaşları, çenesinin ucuna gelmiş sümükler.
-cevap ver!
-...
-tamam, o zaman ben seçeceğim. hmm, bir düşüneyim. çakım adeta yalvarıyor onu elime almam için...
*
ding dong!
gelen insomnia jim olmalıydı. yakın arkadaşlardı, ondan mı utanacaktı, scapegoat don-atlet açtı kapıyı. aman tanrım o da ne! karşısındaki insomnia jim değil, goetica’ydı! hemen içeri kaçtı, üstüne bir şeyler geçirip goetica’nın karşısına dikildi, anlık hafıza kaybına uğramış numarası yapacaktı. oysa goetica’nn umrunda değildi bu, yüzünden okunuyordu, bir derdi vardı.
-ehm, hoşgeldin, beklemiyordum seni?
-pardon, haber vermedim ama durum acil.
-tamam, içeri geçelim, anlatırsın.
-hayır! zaman kaybetmemeliyiz. begüş kaç gündür ortalarda yok, nerede olabilir? başına bir şey gelmiş midir?
-en son ne zaman gördün onu?
-iki gün önce, beraber pikniğe gitmiştik. sonra o, "ben biraz doğayla baş başa kalmak istiyorum." dedi, biz gittik, o kaldı.
-ormana gidiyoruz!
*
"nerde lan bu herif?" diye söyleniyordu açılmayan kapının önünde ağaç olmuş insomnia jim. kapının önüne çöktü, iki soluklanıp eve yollanacaktı.
*
-aaaaaaaaaaaaaaaah!
-goetica duydun mu?
-evet...
-çabuk gel, şuradan geldi çığlık sesi, koşalım.
kan ter içindeydi ikisi de korkunç kulübenin önüne vardıklarında. bir an hareket edemediler. birbirlerine baktılar, o bağıran, begüş olabilirdi. arkadaşlarını kurtarmak için o kulübeye girmek zorundaydılar. ilk davranan goetica oldu. çekinerek ilerliyordu kulübenin kapısına doğru, kısa bir süre sonra scapegoat onu geçti. kapıyı yumruklamaya başladı. kimse açmayınca kırma girişimlerinde bulundu, goetica da yardım edince, kırdılar sonunda kapıyı.
gördükleri şey karşısında donakaldı ikisi de. bir adam begüş’ün boynuna yapışmıştı, kan damlıyordu yere -pıt pıt. scapegoat adamın üzerine atıldı ve onu begüş’ün boynundan uzaklaştırdı. kızın boynundan kanlar fışkırıyordu, goetica hemen yırttığı tişört parçasıyla pansuman yapmaya başladı. scapegoat ağzı yüzü kan içinde olan adama bir yumruk salladı. angelus kımıldamadı. bir tekme. yine bir şey olmadı. angelus’un gözleri kızıllaştı, yerden yükseldi, herkes dehşet ve hayret içinde ona bakıyordu. daha da yükseldi angelus, siyah kan damlaları düştü sol cebinden.
-kimsin, nesin sen!
-el diablo... fakat çağrılıyorum, gitmeliyim, görüşmek üzere!...
ve parlak toza dönüşüp yok oldu angelus -pardon, el diablo. fantastik filmler sağolsun, etkisi çabuk geçti bu olağanüstü anın. begüş’ü hastaneye yetiştirmeliydiler, dışarı fırladılar. koşarlarken, üç adama rastladılar. deli gibi bağırıyorlardı, kılıçları, bıçakları parladı ay ışığında. onlar da koşturuyordu, aksi yöne. bir şey demeden yollarına devam ettiler, zaten bir şey demeleri gereksizdi.
her şeyden habersiz uyukluyordu alchoburn, telefonun sesiyle uyandı. heyecanlandı, "acaba o mu arıyor?" diye sordu kendi kendine. sonra utandı bu düşüncesinden. bilmediği bir numaraydı, açtı, "selam, ben sinan," dedi karşıdaki ses "sinanhalac". kafasının karışık olduğunu ve bir içkiye ihtiyacı olduğunu söyledi. onu iyi anlayan alchoburn, "buyrun gelin." dedi.
15 dakika sonra kapıda bitti sinanhalac.
-hoşgeldin.
-kafam karışık.
-benim de. gel içelim.
-evet içelim. kırkyıllıkkahve getirdim bak, seversin belki.
ve kurabiye, kırkyıllıkkahve, rakı arasında gidip geldiler sabaha kadar, konuşmadılar, sustular.
insomnia jim horul horul uyuyor scapegoat’un paspasının üzerinde, uyusun.
şafak bir iki saat içerisinde sökecekti fakat hâlâ bir homo sapiens avlayamamıştı duncan mac leod-tekteker ikilisi. etom neredeydi? olması gereken yerde, pişman ama aklı başında.
(bu sırada hoplayıp zıplayıp duran, akli dengesi yerinde olmayan bir yaratık omzunda pompalı tüfekle bir homo erectus aramaktadır -ama umut yok ondan, o hep arayacak, bulacak, öldürecek ve günün birinde o da ölecek.)
biraz güç kaybetmiş olsalar da aranıyorlardı. sonra birden, ikisinden birinin ayağı bir şeye takıldı ve yuvarlanmasına sebep oldu (hangisi olduğu önemli değil). ayağının takıldığı şey bir kutuydu, üstünde sigarakahveçikolata yazıyordu. açtılar, gerçekten bir sigara, bir mug içinde kahve ve bir tablet çikolata vardı. bir de not iliştirilmişti; "bu sigaranın tütünü, insanlık ile harmanlanmıştır, izin verin dolsun içinize duman. bu kahvenin çekirdekleri, yeşil-gri-pembe insanların el birliğiyle toplanmıştır, izin verin karışsın kanınıza kafein. bu çikolataysa bir küçük kızdan size armağandır, izin verin damağınızda erisin, belki gözlerinizi nemlendirir ve hatta belki, bir şeyleri değiştirebilir..."
bir tablet çikolata, bir küçük kızdan size armağan.
fin
-lütfen ellerimi çöz.
-yapamam, çözersem karşı koyarsın, biliyorum.
angelus ayakta, dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine gömmüş olan begüş’e bakıyordu. rüzgârın okşadığı ağaçların hışırtısı ve begüş’ün hıçkırıkları kulağının ardındaydı, "ne kadar güzel bir müzik bu!" diye düşündü angelus. gözleri kapalı, yüzünde garip bir gülümsemeyle müziğe sözler mırıldanıyordu. derken bakışlarını tekrar begüş’e çevirdi. kız, artık yalvarmıyordu, yazgısına boyun eğmiş, öyle acınası duruyordu.
-artık başlayalım, ne dersin?
*
passive kanepeye yayılmış, yeni aldığı filmi izliyordu. goetica’ysa dirseklerini yemek masasına dayamış, düşünüyordu.
-begüş’ten hâlâ haber yok, endişeleniyorum. dedi goetica.
-hebet! napıyım, film izliyorum ben, rahatsız etme. oldu karşılığı.
goetica’nın kaşları çatıldı, passive’i televizyonu ve kanapesiyle bırakıp dışarı çıktı. bu olay canını sıkmıştı. durdu. kime gidecekti? ona yardım edebilecek tek kişiye; scapegoat’a.
*
etom hâlâ gösterdiği cesarete şaşıyordu, biraz da gurur duyuyordu bundan ötürü. av teçhizatını ona yüklemişlerdi, tekteker ve duncan mac leod önden gidiyordu. arkada kalmak sinirlendirmişti etom’u fakat onların hızına erişemiyordu bir türlü. sonunda sitem etmekten vazgeçip hızlı adımlarla peşlerinden gitmeye başladı.
yavaş yavaş karanlık çöküyordu üzerlerindeki göğe. daha bir ürkütücü gözüküyordu orman.
-gördüm! diye bağırdı tekteker.
-hani?
parmağıyla sesin geldiği yeri gösterdi. bir şey göremediklerini söylediler. bir tavşan fırladı gözlemledikleri çalılıktan.
-bu bir tavşan, homo sapiens değil! dedi kılıcına sarılmış duncan mac leod.
-tamam, yanlış görmüşüm. diyerek kabullendi hatasını tekteker.
etom bu olanları biraz öteden izliyordu. bıyık altından güldü. sonra düşündü, ne işi vardı onun burada? o bir avcı değildi, o bir katil değildi, peki ne demeye gelmişti...
*
acıların adamı rolüne bürünmüş alchoburn, düşünceli, rakısını yudumluyordu. kafası karışıktı. annesinin gönderdiği kurabiyeleri kemirmeye başladı. rakıdan bir yudum, kurabiyeden bir ısırık... rakının yanına kurabiyenin iyi gitmediğine karar verdi. eli telefona gitti, zor tuttu kendini, güçlüydü o, kendini tutmalıydı. başını tavana dikti ve futureloverlarını düşünmeye başladı.
*
insomnia jim’i yine uyku tutmamıştı. canı da sıkılmıştı. scapegoat’u aradı:
-size geleyim mi?
-gel, ben de sıkılıyordum zaten, iyi olur.
*
angelus kızı sandalyeye oturttu. o gelene kadar yerinden kıpırdamamasını söyledi. birkaç dakika içinde sadık-kör-keskin-kesici takımıyla geri döndü. parlayan çelikleri begüş’e gösterdi,
-hangisiyle başlamak istersin?
şiddetlenen hıçkırıklar, artan gözyaşları, çenesinin ucuna gelmiş sümükler.
-cevap ver!
-...
-tamam, o zaman ben seçeceğim. hmm, bir düşüneyim. çakım adeta yalvarıyor onu elime almam için...
*
ding dong!
gelen insomnia jim olmalıydı. yakın arkadaşlardı, ondan mı utanacaktı, scapegoat don-atlet açtı kapıyı. aman tanrım o da ne! karşısındaki insomnia jim değil, goetica’ydı! hemen içeri kaçtı, üstüne bir şeyler geçirip goetica’nın karşısına dikildi, anlık hafıza kaybına uğramış numarası yapacaktı. oysa goetica’nn umrunda değildi bu, yüzünden okunuyordu, bir derdi vardı.
-ehm, hoşgeldin, beklemiyordum seni?
-pardon, haber vermedim ama durum acil.
-tamam, içeri geçelim, anlatırsın.
-hayır! zaman kaybetmemeliyiz. begüş kaç gündür ortalarda yok, nerede olabilir? başına bir şey gelmiş midir?
-en son ne zaman gördün onu?
-iki gün önce, beraber pikniğe gitmiştik. sonra o, "ben biraz doğayla baş başa kalmak istiyorum." dedi, biz gittik, o kaldı.
-ormana gidiyoruz!
*
"nerde lan bu herif?" diye söyleniyordu açılmayan kapının önünde ağaç olmuş insomnia jim. kapının önüne çöktü, iki soluklanıp eve yollanacaktı.
*
-aaaaaaaaaaaaaaaah!
-goetica duydun mu?
-evet...
-çabuk gel, şuradan geldi çığlık sesi, koşalım.
kan ter içindeydi ikisi de korkunç kulübenin önüne vardıklarında. bir an hareket edemediler. birbirlerine baktılar, o bağıran, begüş olabilirdi. arkadaşlarını kurtarmak için o kulübeye girmek zorundaydılar. ilk davranan goetica oldu. çekinerek ilerliyordu kulübenin kapısına doğru, kısa bir süre sonra scapegoat onu geçti. kapıyı yumruklamaya başladı. kimse açmayınca kırma girişimlerinde bulundu, goetica da yardım edince, kırdılar sonunda kapıyı.
gördükleri şey karşısında donakaldı ikisi de. bir adam begüş’ün boynuna yapışmıştı, kan damlıyordu yere -pıt pıt. scapegoat adamın üzerine atıldı ve onu begüş’ün boynundan uzaklaştırdı. kızın boynundan kanlar fışkırıyordu, goetica hemen yırttığı tişört parçasıyla pansuman yapmaya başladı. scapegoat ağzı yüzü kan içinde olan adama bir yumruk salladı. angelus kımıldamadı. bir tekme. yine bir şey olmadı. angelus’un gözleri kızıllaştı, yerden yükseldi, herkes dehşet ve hayret içinde ona bakıyordu. daha da yükseldi angelus, siyah kan damlaları düştü sol cebinden.
-kimsin, nesin sen!
-el diablo... fakat çağrılıyorum, gitmeliyim, görüşmek üzere!...
ve parlak toza dönüşüp yok oldu angelus -pardon, el diablo. fantastik filmler sağolsun, etkisi çabuk geçti bu olağanüstü anın. begüş’ü hastaneye yetiştirmeliydiler, dışarı fırladılar. koşarlarken, üç adama rastladılar. deli gibi bağırıyorlardı, kılıçları, bıçakları parladı ay ışığında. onlar da koşturuyordu, aksi yöne. bir şey demeden yollarına devam ettiler, zaten bir şey demeleri gereksizdi.
her şeyden habersiz uyukluyordu alchoburn, telefonun sesiyle uyandı. heyecanlandı, "acaba o mu arıyor?" diye sordu kendi kendine. sonra utandı bu düşüncesinden. bilmediği bir numaraydı, açtı, "selam, ben sinan," dedi karşıdaki ses "sinanhalac". kafasının karışık olduğunu ve bir içkiye ihtiyacı olduğunu söyledi. onu iyi anlayan alchoburn, "buyrun gelin." dedi.
15 dakika sonra kapıda bitti sinanhalac.
-hoşgeldin.
-kafam karışık.
-benim de. gel içelim.
-evet içelim. kırkyıllıkkahve getirdim bak, seversin belki.
ve kurabiye, kırkyıllıkkahve, rakı arasında gidip geldiler sabaha kadar, konuşmadılar, sustular.
insomnia jim horul horul uyuyor scapegoat’un paspasının üzerinde, uyusun.
şafak bir iki saat içerisinde sökecekti fakat hâlâ bir homo sapiens avlayamamıştı duncan mac leod-tekteker ikilisi. etom neredeydi? olması gereken yerde, pişman ama aklı başında.
(bu sırada hoplayıp zıplayıp duran, akli dengesi yerinde olmayan bir yaratık omzunda pompalı tüfekle bir homo erectus aramaktadır -ama umut yok ondan, o hep arayacak, bulacak, öldürecek ve günün birinde o da ölecek.)
biraz güç kaybetmiş olsalar da aranıyorlardı. sonra birden, ikisinden birinin ayağı bir şeye takıldı ve yuvarlanmasına sebep oldu (hangisi olduğu önemli değil). ayağının takıldığı şey bir kutuydu, üstünde sigarakahveçikolata yazıyordu. açtılar, gerçekten bir sigara, bir mug içinde kahve ve bir tablet çikolata vardı. bir de not iliştirilmişti; "bu sigaranın tütünü, insanlık ile harmanlanmıştır, izin verin dolsun içinize duman. bu kahvenin çekirdekleri, yeşil-gri-pembe insanların el birliğiyle toplanmıştır, izin verin karışsın kanınıza kafein. bu çikolataysa bir küçük kızdan size armağandır, izin verin damağınızda erisin, belki gözlerinizi nemlendirir ve hatta belki, bir şeyleri değiştirebilir..."
bir tablet çikolata, bir küçük kızdan size armağan.
fin
eğer aşkı karşılık bulursa, gayet sevimli bir çift olurlar.
(bkz: külotlu çorap)
çok rahatsız edicidir. görüntüsü de komiktir. bir de yüzücüler, kışın yarışmalarda vs. parmaklı çorap ile parmak arası terlik giyerler ki bu görüntü komik olmaktan çok iğrençtir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?