müzik üzerine bir kac kelam
hem bilim hem de sanat olma özelliğine sahip müzik, biz pek farkına varamasak da aramızda konuştuğumuz dilin haricinde de kullandığımız, geçmişten günümüze köprüler kurup geçmişimiz, kültürümüz ve en sade şekliyle bizim hakkımızda, duyabilecek nezih kulaklara sahip zümreye, kulağa hitap eden bir şölen eşliğinde istenilen veriyi sunabilecek ve içten içe bizi anlatabilecek, kulaktan yüreğe intikal eden farklı bir dildir…
ve bizim için maddeden çok manayı temsil eden bu sanatın (ya da bilimin) tanımı herkese göre farklıdır. kimine göre seslerin veya sessizliğin notalarla uyum içerisinde bir zaman sürecinde düzenlenmiş hali olarak tasvir edilen müzik, kimine göre de matematiğin edebiyatla dansı, bir uyum ilmi veyahut hayatın ta kendisidir.
‘çok insan anlamaz eski musikimizden.
ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden …’
(yahya kemal )
yahya kemal beyatlı’nın bu mısrada altını çizmek istediği şey şöyle başımızı kaldırıp toplum olarak pek dönüp bakmaya mecalimiz kalmayan tarih sayfalarını biraz araştırmamız ve üzerinde düşünmemiz olabilir. ve bunun vurgulanmak istenen gerçeğin tecellisinde şüphesiz büyük bir rolü olacaktır. müziğin hayatımızdaki rolü ve toplum olarak yaşantımızı büyük ölçüde yansıttığı hatta hayatımızın öyküsünü anlattığı kaçınılmaz bir gerçektir. ‘bir müzik eserini meydana getiren bütün ayrıntılarda, bir toplumun hikayesi, uzunca bir geçmişi gizlidir. dikkatlice dinlendiğinde, toplumsal geçmişin uzun, hüzünlü, sevinçli bütün seslerini duyabilmek, müthiş bir yaşam zenginliğiyle karşılaşmak mümkündür. melodik bir tarih ya da tarihin melodik anlatımı niteliğini taşır toplumun müzikleri…’(1)
konfüçyüs’e göre bir toplumu en iyi şekilde tanımak için ilk önce o toplumun müziğini dinlemek gerekir. çünkü müzik, toplumun kendisini ifade etmek için kullandığı başka bir dildir. toplum, pek farkına varmasa da şarkılarında büyük ölçüde kendisini anlatır. ve mütemadiyen tekdüze giden bir alışveriş söz konusudur. toplum şarkıları söyler, şarkılar da toplumu…
toplum olarak müziğimizin çok çeşitli kültürlerle harmanlanması bir tesadüf değil, aksine sanattaki etkileşimin ne derece ciddi olduğunun kanıtıdır. zaten günümüzde bile birçok farklı millete, dine, dile ve ırka ev sahipliği yapan ve geçmişte de aynı ev sahipliliğini hoşgörüyle üstlenmiş anadolunun kültürel olarak bu denli zengin olması, bu etkileşimin boyutunu ortaya koyar mahiyettedir. ‘özellikle 18.yüzyılın ortalarından itibaren türk ezgilerinden ve mehterin ritmik yapısından yararlanarak eser bestelemek, batılı müzisyenler için deyimi yerindeyse adeta bir moda haline gelir. mesela wolfgang amadeus mozart, la majör piyano sonatı’nın son bölümünde ünlü ‘alla turca’sını yazar. bu eserinden başka, türkleri konu alan başka eserleri de vardır: kv 219 türk konçertosu, kv 344 zaide operası, saraydan kız kaçırma, kahire kazı, vs. mozart’ın yanısıra beethoven’ın bazı eserlerinde bu etkiyi görmek mümkündür.’(2) 19. yüzyılın başlangıcında batılı müzisyenlerin istanbul’da konser vermeye başlamaları batı müziğiyle doğunun çok güzel harmanlanmış osmanlı müziğini etkileşim sürecine sokmuştur. ve osmanlı’da 2. mahmut tarafından kurulan musika-yı hümayun’un başına italyan giuseppe donizetti’nin getirilmesiyle osmanlı müziğinde batı müziğinin yoğun olarak etkileri başlamış ve kendi tabiiliğinden zamanla ayrılmıştır. zamanında güneşin gerçekte olduğu gibi kültür ve medeniyet açısından da aydınlığı doğudan doğduran, doğu kültürünün en aydınlık ülkelerinden biri olan osmanlı bünyesindeki osmanlı müziği icracıları, saraydaki bu denli değişimden paylarını olumsuz yönde almışlardır. bu etkileşim süreci, osmanlı’nın bunalımlı dönemlerinde yaşayıp ‘müzik öyle bir deniz ki; ben sadece paçalarımı sıvayabildim, içine giremedim’ sözünün sahibi ve müziğiyle hem dünyasal hem de dinsel ve mistik kendine öz tavırlarıyla ünlenen, ünlü bestekar musikişinas hammamizade ismail dede efendi (dede efendi) ve onun gibi değerli musikişinasların saraydan ayrılmasına veyahut uzaklaşmasına zemin hazırlamıştır…
osmanlı’nın son devirlerine kadar klasik türk musikimiz, batı müziğiyle beraber saraydaki yerini eskisi kadar gözde olmasa da korunmaya çalışılmış ve en azından cumhuriyet’e kadar faaliyetlerini sürdüren dergahlarda ve mevlevihanelerde canlılığını sürdürebilmiştir. bu dönemde eser veren bestecilerimiz de batı müziğinin etkileri görülür.
cumhuriyet döneminde ise harf devrimi, kılık kıyafet devriminin yanında müzikte de birkaç kişinin kararı ile halka ait geleneksel ve köklü değerlerimiz köklü bir değişime uğratılmaya çalışılmıştır. musikimizin (doğu müziğinin) gayri milli ve hastalıklı olduğu görüşlerini ileri süren çevre ile batı müziğinin yeni medeniyetimizin müziği olduğunu kabul edip milli müziğimizin halk müziğimizle batı müziğinin izdivacından doğacağını kabul eden çevre maalesef aynıdır. ‘1926 yılında istanbul konservatuarındaki klasik türk musikisi bölümü kapatılmış bununla da kalınmamış, aynı yıl klasik müziğin tabii bir eğitim aktarım mekanı olan tekke ve dergahlar kapatılarak bu müziğin bütün gelişme yolları ortadan kaldırılmış ve daha sonra da bütün okullardan klasik türk musikisi eğitimi kaldırılmıştır. buna bir anlamda ‘kaynak kurutma operasyonu’ da denilebilir.’ (3)
20.yüzyıl sonuna doğru büyük ölçüde müziğin amacı değiştirilmiş, sanat adına eserler ortaya koymak, ruhu dinlendirmek, duygu adına bir şeyler paylaşmak, acıyı tatlıyı hissettirmek, yüreğe hitap etmek, kültürle yaşatmak yerine, müziğin kalitesi inanılmaz derecede düşürülüp sadece çıkarlarını ön planda tutan, tek derdi para kazanmak ve insanlara saçma sapan mesajlar vermek olan bir kitlenin insanlara müzik eseri diye sundukları ehemmiyetsiz ritimleri, ilkokul beş seviyesinde yazılmış sözleri ve müzik dedikleri emeksiz hazır gürültüleri, müzik gibi hem bilim hem de sanat kategorisine giren bir disipline dahil etmek ve bütün bu çirkeflikleri yapan ve sanatı öldüren insanları, asıl anlamı göze kulağa ve en önemlisi yüreğe hitap edebilen ‘sanatçi’ olarak anmak ne derece mantıklı olur?
zamanla insanlığın kendini ifade edebildiği soyut kavramların değer kaybedip sadece maddeye önem veren nesillerin ve düzenin tecelli etmesi mutlak olarak müziği de derinden etkilemiştir. müzikteki doğallık buna oranla azalmış ve müzik sanattan büyük derecede ayrılmıştır. bundan sonra müzik kendini ifade etmekte güçlük çeken bir takım insanlar için bir çeşit ninniye dönüştürülmüştür.
maalesef kendi kültürel değerlerimiz kendi vatanımızdan çok dünyanın farklı yerlerinde yankı bulmaktadır.gerçi bu gelişme de ülkemizin dünyada kültürel olarak tanınması haricinde pek iç açıcı sayılmaz. bütün bunlara rağmen ülkemizde veya farklı yerlerde tek tip insan üretmeye çalışan bu müzik gidişatının farkında olan insanlar var; bunalmış insanlar var; müziğin anlamını idrak etmeye çalışan insanlar var; bunları fark etmek müzikle ilgilenen biri olarak bana umut veriyor ve beni mutlu ediyor.
(1) yalçın çetinkaya/müzik yazıları/cumhuriyet ve müzik/s.89 (kaknüs-99)
(2) yalçın çetinkaya/müzikyazıları/müzik ve etkileşim /s.237 (kaknüs-99)
(3) yalçın çetinkaya/müzik yazıları/cumhuriyet ve müzik/s.91 (kaknüs-99)
bilgiclerin siirleri var neden bilgiclerin yazilari adli baslik yok denilip acilmistir bu baslik. velhasilikelam tuzluktan haberdar da degildir yazan bilgic kisi.ve tuzlugu farkedince ikinci entry sayesinde is degisir. nese uzun lafin kisasi budur vesselam...
bilgiçlerin yazıları
(bkz: tuzluk)
tüm sözlüğü başkaları yazıyor zaten.
tuzluk ya da benzeri bir oluşum olmadığına göre tekrar kullanıma açılması gereken başlık.
gelin saklambaç oynayalım birlikte. "ben"lerimizi çoklaştırarak yitirdiğimiz "kendi"lerimizi gizlendikleri köşelerde yabancılarından ayıklayarak birbirimize armağan edelim.
gelin elele tutuşalım. düğün alaylarının yollarını kesip kendimizi isteyelim onlardan. "kendimiz"i aramızda bölüştürelim. her birimizin cebinde bir ben, bir sen, bir de o olsun. her birimizin cebinde "kendi"si olsun.
takıp takıp çıkardığımız maskelerimiz vardı. benim, sizin ve hepimizin. baktığımız her zaman baktığımız şeydi. göremedik gerçekte birbirimizi. ne göründüğümüz gibi olduk, ne de olduğumuz gibi göründük. öylesine sahteleştik ki sahteliğimizi gerçeğimiz sandık.
bilmem kaç bilinmeyenliye dönüştürdük de kendi denklemimizi, karekökümüze bir türlü inemedik.
iki değil bir kaç yüzlü olduk da her bir yüzü bayram kartpostalları gibi birbirimize gönderdik.
başkalarını bulmak umuduyla yola çıktık da kendimizi yitirdik.
yitiyoruz işte;yitiyoruz.
yoklaştırılarak değil varlaştırılarak yitiyoruz. yürüyorsanız, konuşuyorsanız, gülüyorsanız, yiyip içip eğleniyorsanız, ağlıyorsanız, vesaire yüzlerce şeyiyorsanız bilin ki fotoğraflaştırılıyorsunuz. oysa yaşamak resmedilmemektir.
gelin elele tutuşalım. düğün alaylarının yollarını kesip kendimizi isteyelim onlardan. "kendimiz"i aramızda bölüştürelim. her birimizin cebinde bir ben, bir sen, bir de o olsun. her birimizin cebinde "kendi"si olsun.
takıp takıp çıkardığımız maskelerimiz vardı. benim, sizin ve hepimizin. baktığımız her zaman baktığımız şeydi. göremedik gerçekte birbirimizi. ne göründüğümüz gibi olduk, ne de olduğumuz gibi göründük. öylesine sahteleştik ki sahteliğimizi gerçeğimiz sandık.
bilmem kaç bilinmeyenliye dönüştürdük de kendi denklemimizi, karekökümüze bir türlü inemedik.
iki değil bir kaç yüzlü olduk da her bir yüzü bayram kartpostalları gibi birbirimize gönderdik.
başkalarını bulmak umuduyla yola çıktık da kendimizi yitirdik.
yitiyoruz işte;yitiyoruz.
yoklaştırılarak değil varlaştırılarak yitiyoruz. yürüyorsanız, konuşuyorsanız, gülüyorsanız, yiyip içip eğleniyorsanız, ağlıyorsanız, vesaire yüzlerce şeyiyorsanız bilin ki fotoğraflaştırılıyorsunuz. oysa yaşamak resmedilmemektir.
kimilerinehttp://www.tuzluk.org/ adresinden de ulaşılabilir.
bazen sadece alardan oluşur.
arada arkasındaki adamların aşağılamalarını anlamayı amaçlıyordu. anlarsa aklındaki acabalar artık aymazlığın adını ağzına almayacaktı. ancak ardındakiler akıllanmaktan aforozlanmışlardı adeta. alametini anlayamadıklarını ahmakça ajanlıklarla alıntılıyor, aynılaştırıyorlardı. ayrıntılardaki acayiplikler açıklandığında aynadaki akislerine; asabi azgın arsızlığında aşağılayabiliyorlardı aşık atamadıklarını. aleni ahlaksızlığa alışıldığından artık, apaçık araklamalar ayrıca ardınca aşağısamalar; alışılagelmiş asrilikler ayarında algılanıyordu.
arada arkasındaki adamların aşağılamalarını anlamayı amaçlıyordu. anlarsa aklındaki acabalar artık aymazlığın adını ağzına almayacaktı. ancak ardındakiler akıllanmaktan aforozlanmışlardı adeta. alametini anlayamadıklarını ahmakça ajanlıklarla alıntılıyor, aynılaştırıyorlardı. ayrıntılardaki acayiplikler açıklandığında aynadaki akislerine; asabi azgın arsızlığında aşağılayabiliyorlardı aşık atamadıklarını. aleni ahlaksızlığa alışıldığından artık, apaçık araklamalar ayrıca ardınca aşağısamalar; alışılagelmiş asrilikler ayarında algılanıyordu.
‘pozitif düşün’ tarzı kandırmaca parolalara karşı olsam da bir şey biliyorum. gün; sen daha yataktayken güzel olacağını hissederek başlarsan güzel olur. henüz yataktayken duysan güzel bir şarkının ritmini yahut güzel şeylerden bahseden yumuşak sesli adamın sesini... o gün gerek yokken ve tamamen kendi isteğinle kalkmış olsan, hiç çekinmeden... derli toplu bir güne başlayacağın henüz odandayken anlaşılsa... evin içi güneşin en tatlı rengiyle dolduğundan her şey hatta aynada sen bile en güzel renginde gözüksen... henüz yeni uyandığında yürümek eziyet gibi gelmezse sana, güzel olur o gün. attığın adımı saçma bir gülüşle bile atabilirsin. hatta senin o gülüşün saçma olduğu için bile güzel olabilir gün. en basitinden ağzına attığın şeyi sadece yiyebiliyor olduğun için mutlu olsan, ya da seçeneğin yoksa bile aslında onu yemek tercihin olsa veya öyle hissetsen... bir yerlere yetişme çaban olmasa, bir şey için acele etmesen güzeldir o gün ve aslında o gün en kolay şekilde yetişirsin her yere ve her şeye. düşünmeden giydiğin kıyafetten, sırf ona kafa yormak gereksiz olduğu için memnunsan pek hoş geçer o gün. aynada kendine seni seviyorum diyip gülümse demiyorum ama gözlerinin içine bakarsan samimi hissedersin kendini ve günü. dışarıya adımını attığında evdekiyle eş ruh halini taşırsan devam ettirirsin aynı mutluluk oyununu. ve o aslında bir oyun olsa da, kaptırmaz mıyız zaten biz kendimizi yerli yersiz her oyuna. hem düşünmez miydik küçükken oyunlar olmasa sürekli sıkılırdık diye. büyüdüğümüzde de günü hatta ömrü güzel hissetmek için belki de oyun oynamalıyız mütemadi surette.
börekseverler mesela genellikle okankavurga.wordpress.com adresinde buluşuyor.
yakın dönem yazılarından biri mesela ne olur geri dön(me)
o günün diğer günlerden hiç bir farkı yoktu. sabah yine aynı mahmurlukla kalkmış, aynı bıkkınlıkla adımlarımı saya saya liseme gitmiş, aynı sandalyeye yanımdaki aynı adamlarla oturmuş, mesaisinin bitmesini bekleyen bir memur gibi takamadığım saatlerde, bakamadığım telefonlarda, açısını ölçemediğim güneşte vaktin geçmesini bekliyordum. süper bir cuma gününü yine evde oturarak heba etmeme sadece dakikalar kalmıştı.
sonunda kulaklara tecavüz zil acı acı çaldı. bu yeni ve yeniden kazanılmış özgürlük, en taze meyvelerin karışımlarından edinilmiş bir nektar gibiydi…kokusu havaya yayılmıştı bile…hepimizi bir kovanın içerisindeki arılar gibi çekiyordu; saf, içgüdüsel ve doğal bir çağrıydı bu. oysa ben bütün bu çalışkan arılara nispet yaparcasına yatağıma sadece yatmayacaktım, onunla bir bütün olacaktım. balkondan gelen ışımaya ve kuşların sesine siktir çekip götümü dönüp fosur fosur uyumaya devam edecektim. evet ya, gece geç yatıp pazar günü tüm ödevlerin yükü ile kesinlikle boktan olacak bir havanın eşliğinde küfrede küfrede ödev yapıp “dinlenmiş” olacaktım, ve bunu benden kimse alamazdı.
bitmesin diye dua ettiğim bu rüya ise boktan bir megafondan çıkan “raat…zırol” ile bölünmüştü. ben, müdür muavini ve bedenci. her pazartesi ve cuma bu kaderi paylaşan üç silahşörler gibiyiz. önce kim silahına davranacak? ben tören başlamadan kaçabilecek miydim? bedenci koşarak beni yakalayacak mıydı yoksa muavinin avazı bir pranga görevi görebilecek miydi? yoksa usul usul kaderime razı mı olacaktım? sabırla bu dansın bitmesini bekledim. son “istiklal”’le beraber tıpış tıpış evime yollanmaya başladım. her şey olağandı; “çıkışa gel”enler, sigara “göm”enler, liseli kıyafetlerinden küçük kadınlar çıkartmayı başarıp sanki üniversitenin son demlerinde gibi gözükenler. ortalamanın altındaki bir liseli sit-comundan beklenen her halt buradaydı. sadece “o” yoktu.
dolmuş durağından geçerken, gayri ihtiyari bir şekilde gözlerim “o”nu gördü. kusursuz bir güzelliği vardı, sadeliği baş döndürecek düzeydeydi ve nutkum tutulmuştu çünkü zaten esmerlere düşkünlüğü olan ben, bu bebeğe karşı kayıtsız kalamazdım. hayatımda bu kadar afalladığım, kendimi boşlukta ve “anlamamışlık” içinde hissettiğim bir an olmamıştı. ne söyleyeceğimi bilmeden, üstüme başıma bakmaksızın yanına gitmek istedim. sanki sokakta sadece “o” ve ben vardık. ne bizim apartmanın altında sigara içenler, ne birbirlerine şakalar yapan dolmuş şoförleri, ne ailem, ne de dilenci çocuklar. o ve ben, daha fazlası ya da azı değil.
menopozdan önce son çıkıştaki kadınların gece yatmadan önce okuduklarında göğüslerine bastırıp, yanlarında uyuyan meşeye burunlarından solutacak türden saçma sapan “fabrikalaştırılmış” bir romantizm söz konusu değildi. ya da ne bileyim, salak saçma 15 16 yaşlarındaki kızların ağızlarının sularını akıtacak bir tutku yoktu, aşk değildi bu. aşk buz gibi bir kalede, tahtında çırılçıplak oturan hüzünlü kralın döktüğü gözyaşı değildi. aşk yoğurt gibiydi; içinde bir parça mikrop olmadan, sütten çıkmış ak kaşık gibi olamazdı. yaşanan an saftı, ama kesinlikle temiz değildi. pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden bir fahişenin çekiciliği vardı üstünde. abartılı makyajı eğitimsiz bir göz için sadece bir süstü, benim içinse farının siyahlığı ile yediği dayağın morluğu arasındaki renk, yağmur sonrası asfaltta oluşan yağ-yerkuşağı kırmasının eksikliğini çektiği yegane renkti. yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu bu bedene dokunmak zorundaydım.
hayatında bir kere bile bir barda bir kıza yaklaşıp kendini tanıtmamış ben, belki de ilk kez bu kadar etkilenmenin getirdiği bir özgüvenle yaklaştım ona. asık suratındaki iki küçük zeytin tanesi ile içime işler gibi baktı. dayanamayıp ona dokunduğumda ise ne sesini çıkarttı, ne de kendini geri çekti. buz gibi olmasına rağmen içten içe, etrafında toplanılmış mutlak gitar çalan bir elemanın olduğu sahil ateşinin havaya saçılan son kıvılcımlarının sıcaklığına sahipti. zeytin taneleri bana döndü ve “ne olur geri dönme!” dedi.
o an ne hissettiğimi “sıcaklığından” anlayamamıştım. kemik kırmak gibi, önce sıcaklığından bir halt hissetmezsin ardından eşekler gibi anırmaya başlarsın ya… “ne olur geri dönme!”. nasıl ya? neredeydim, neredeydik ki geri dönelim? bu lafı söyleyen kimdi?
pençeleri ile avının etlerini acımasızca parçalayan sırtlanlar gibi beni yere yatırıp uzun, ojesi bozuk, simsiyah tırnaklarıyla çarşaf yırtar gibi etlerimi koparmaya başlamıştı. vahşet gözümün önünde olurken ben sadece saf saf izliyordum, tanımadığım etmediğim biri beni canlı canlı öldürüyordu ve ben ağzımı dahi açamıyordum. büyülenmekle lanetlenmek arasında, araf’taydım. bu hollywood’dan araklanmış mide kaldıran bir sahne değildi, düpedüz sokak ortasında gırtlağım ve belim arasında ne varsa sokağa saçılmış, organlarım toplanamayacak şekilde dağılmış, kanlarım caddenin sonundaki gidere doğru yavaşça akarken pişmaniye gibi tel tel olmuş etlerim sokağın kiri, pası ve yalnızlığı içerisinde kaderine terkedilmişken o inatla bağırmaya devam ediyordu…“ne olur geri dönme!”.
ciğerlerimi sökmüş, bağırsaklarımı deşmiş, geriye kalan ne varsa mahvetmiş biri için gerçekten sabır sınırını çoktan aşmıştı. nişantaşı’nın ortasında nasıl alenen böyle bir cinayet işlenir ve kimse tepki göstermez? ya da bu kadar mı kopmuştum insanlardan ve ölümüm kimsenin umursamayacağı sadece başka yöne bakmalarına sebebiyet verecek kısa süreli bir kaostu? elbette aklımdaki en yoğun soru ise: sen kimsin ve neden göğsümde kalan kırılmamış son üç kemiğime vurarak “ne olur geri dönme!” diyorsun?
gözümü nasıl açtığımı gerçekten hatırlayamıyorum, yaşamam gereken acıyı hissetmememi geçtim, kan kaybından zaten saatler önce ölmem gerekirdi. nedensiz bir şekilde hayattaydım. ve yine oradaydı: ne olur geri dönme!
bir halt olmamışçasına ayağa kalktım. teknik olarak ölüydüm, zira kalbim dışında ne varsa bedenimin ortasından çekip alınmıştı. ellerimle buz gibi duvarı tutup ferahlamaya başladım önce, daha sonra tüm kıvrımlarına dokundum “ne olur geri dönme!”’nin. rutinin dışında hiç bir şey için fazladan hızla atmayan kalbim bir rock konserinde zıplayan insanların altındaki zemin gibiydi…
mükemmeliyete yakın sadeliği ve özensizliğiydi beni vuran.
ve sadece basit bir duvar yazısıydı.
biri şehri mektup olarak kullanıyordu. affetmek veya affedilmek istemiyordu, yüksek ihtimalle de terkedilmişti. o’ndan geriye ne kadar hatıra varsa yakmıştı. acısınıysa sadece alkol dindirebilirdi. köpekler gibi ağlamıştı, sevgilisinin sürünmesini istediği köpekler gibi hem de. ve gözyaşlarının bittiği yerde mürekkebi devralmıştı görevi. geberse bile aşkından, ikimiz (hatta üçümüz) de biliyorduk ki hüznünün raf ömrü ilişkisinin beşte biriydi. geriye sadece mahalleme bırakacağı iz kalacaktı, haliyle bir de ister istemez bende bırakacağı iz.
yazmak için en büyük ilhamlarımdan biriydi bu duvar yazısı; sonunda birinin sömürüle sömürüle cılkı çıkmış, bolca aşk, sevgi, beyaz atlı prens bulunduran masalların çekirdeğinden bu kadar özgün bir iş çıkartabilmiş olması bana ümit ve teşvik vermişti. yazan kişi kendisi için, sevdiği için veya başka bir amaç için yazmıyordu. şehir için yazıyordu. ve “ne olur geri dönme!” bu şehre en çok yakışacak cümlelerden biriydi.
iki yakayı kucaklarmış gibi görünmesine rağmen nice ayrılığa evsahipliği yapmış, pis, kirli, çiğ, basit, bakımsız, olduramamış, nesillerdir şairler ve yazarlar tarafından fahişelere benzetilen bu şehir hiç hesapta yokken karşıma pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden, yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu esmer bir katil-fahişenin bedeninde kendini yeniden tanıtmıştı.
bedenimi parçalamış ve beni kaderime terketmişti. tıpkı sevgilisinin ona yaptığı gibi. o ise bana hayatta varolmak ile kalmak arasındaki farkı en vahşi şekilde göstermişti. bu kadar “nezih” gözüken bir semtin içerisinde idamımı gerçekleştirmesi ise yazılarımda umarsızca kullandığım ironinin habercisiydi sanki. oluk oluk akmış kanlarım tüm sıcaklığımı almış götürmüş ve yerine sadece mekanik aksamı bırakmıştı. içeriyi tekrardan, ama bu sefer işe yarar şeylerle doldurmak bana kalmıştı.
o gün bu gündür, apartmanımın duvarını “kirleten” o sanatçı sayesinde yazıyorum.
şu an son 5 yıl içerisindeki 2. taşınmamın sonuna geldim sayılır. o sokaktaki evi sattık, önce ulus’a sonra da ataşehir’e geçtik. şimdi sokağıma araba girişi de yasaklandı, altı aya kalmaz beyoğlu’ndan çıkma bir sokağa da dönüşmesi yakındır. yenileme kisvesi altında boyalar da değişir, yazı da kaybolur gider. ve sadece ben bilirim bana “ne olur geri dönme!” diye bağıran atiye’mi.
tıpkı bir kehanet gibi; ayrılıkların en büyüğü, en hasretlisi. çocukluğunun geçtiği sokağa olan özlem.
işin en güzeli, benimkisi edebi bir sokak da değildi. yani ne sokakta futbol oynadım, ne de mahallenin abileri vardı. ne cinselliği bir “fahriye abla”dan öğrendim, ne de bakkalın oğluyla ilk sigaramı paylaştım. bizim sokakta bakkal bile yoktu. bizim sokak tam da benim gibiydi aslında; bazı kısımları çok eski, bazı kısımları gereksizce yeni, kimsenin kimseyi tanımadığı ve buna rağmen gereksizce popülerleşmiş, zamanla iyice çirkinleşmiş bir sokaktı.
hayat sokaklarda.
size her ne kadar geri dönmemenizi söylese de, sokak seni kabul edecek yegane aşığındır.
kıymetini bilmek lazım.
yakın dönem yazılarından biri mesela ne olur geri dön(me)
o günün diğer günlerden hiç bir farkı yoktu. sabah yine aynı mahmurlukla kalkmış, aynı bıkkınlıkla adımlarımı saya saya liseme gitmiş, aynı sandalyeye yanımdaki aynı adamlarla oturmuş, mesaisinin bitmesini bekleyen bir memur gibi takamadığım saatlerde, bakamadığım telefonlarda, açısını ölçemediğim güneşte vaktin geçmesini bekliyordum. süper bir cuma gününü yine evde oturarak heba etmeme sadece dakikalar kalmıştı.
sonunda kulaklara tecavüz zil acı acı çaldı. bu yeni ve yeniden kazanılmış özgürlük, en taze meyvelerin karışımlarından edinilmiş bir nektar gibiydi…kokusu havaya yayılmıştı bile…hepimizi bir kovanın içerisindeki arılar gibi çekiyordu; saf, içgüdüsel ve doğal bir çağrıydı bu. oysa ben bütün bu çalışkan arılara nispet yaparcasına yatağıma sadece yatmayacaktım, onunla bir bütün olacaktım. balkondan gelen ışımaya ve kuşların sesine siktir çekip götümü dönüp fosur fosur uyumaya devam edecektim. evet ya, gece geç yatıp pazar günü tüm ödevlerin yükü ile kesinlikle boktan olacak bir havanın eşliğinde küfrede küfrede ödev yapıp “dinlenmiş” olacaktım, ve bunu benden kimse alamazdı.
bitmesin diye dua ettiğim bu rüya ise boktan bir megafondan çıkan “raat…zırol” ile bölünmüştü. ben, müdür muavini ve bedenci. her pazartesi ve cuma bu kaderi paylaşan üç silahşörler gibiyiz. önce kim silahına davranacak? ben tören başlamadan kaçabilecek miydim? bedenci koşarak beni yakalayacak mıydı yoksa muavinin avazı bir pranga görevi görebilecek miydi? yoksa usul usul kaderime razı mı olacaktım? sabırla bu dansın bitmesini bekledim. son “istiklal”’le beraber tıpış tıpış evime yollanmaya başladım. her şey olağandı; “çıkışa gel”enler, sigara “göm”enler, liseli kıyafetlerinden küçük kadınlar çıkartmayı başarıp sanki üniversitenin son demlerinde gibi gözükenler. ortalamanın altındaki bir liseli sit-comundan beklenen her halt buradaydı. sadece “o” yoktu.
dolmuş durağından geçerken, gayri ihtiyari bir şekilde gözlerim “o”nu gördü. kusursuz bir güzelliği vardı, sadeliği baş döndürecek düzeydeydi ve nutkum tutulmuştu çünkü zaten esmerlere düşkünlüğü olan ben, bu bebeğe karşı kayıtsız kalamazdım. hayatımda bu kadar afalladığım, kendimi boşlukta ve “anlamamışlık” içinde hissettiğim bir an olmamıştı. ne söyleyeceğimi bilmeden, üstüme başıma bakmaksızın yanına gitmek istedim. sanki sokakta sadece “o” ve ben vardık. ne bizim apartmanın altında sigara içenler, ne birbirlerine şakalar yapan dolmuş şoförleri, ne ailem, ne de dilenci çocuklar. o ve ben, daha fazlası ya da azı değil.
menopozdan önce son çıkıştaki kadınların gece yatmadan önce okuduklarında göğüslerine bastırıp, yanlarında uyuyan meşeye burunlarından solutacak türden saçma sapan “fabrikalaştırılmış” bir romantizm söz konusu değildi. ya da ne bileyim, salak saçma 15 16 yaşlarındaki kızların ağızlarının sularını akıtacak bir tutku yoktu, aşk değildi bu. aşk buz gibi bir kalede, tahtında çırılçıplak oturan hüzünlü kralın döktüğü gözyaşı değildi. aşk yoğurt gibiydi; içinde bir parça mikrop olmadan, sütten çıkmış ak kaşık gibi olamazdı. yaşanan an saftı, ama kesinlikle temiz değildi. pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden bir fahişenin çekiciliği vardı üstünde. abartılı makyajı eğitimsiz bir göz için sadece bir süstü, benim içinse farının siyahlığı ile yediği dayağın morluğu arasındaki renk, yağmur sonrası asfaltta oluşan yağ-yerkuşağı kırmasının eksikliğini çektiği yegane renkti. yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu bu bedene dokunmak zorundaydım.
hayatında bir kere bile bir barda bir kıza yaklaşıp kendini tanıtmamış ben, belki de ilk kez bu kadar etkilenmenin getirdiği bir özgüvenle yaklaştım ona. asık suratındaki iki küçük zeytin tanesi ile içime işler gibi baktı. dayanamayıp ona dokunduğumda ise ne sesini çıkarttı, ne de kendini geri çekti. buz gibi olmasına rağmen içten içe, etrafında toplanılmış mutlak gitar çalan bir elemanın olduğu sahil ateşinin havaya saçılan son kıvılcımlarının sıcaklığına sahipti. zeytin taneleri bana döndü ve “ne olur geri dönme!” dedi.
o an ne hissettiğimi “sıcaklığından” anlayamamıştım. kemik kırmak gibi, önce sıcaklığından bir halt hissetmezsin ardından eşekler gibi anırmaya başlarsın ya… “ne olur geri dönme!”. nasıl ya? neredeydim, neredeydik ki geri dönelim? bu lafı söyleyen kimdi?
pençeleri ile avının etlerini acımasızca parçalayan sırtlanlar gibi beni yere yatırıp uzun, ojesi bozuk, simsiyah tırnaklarıyla çarşaf yırtar gibi etlerimi koparmaya başlamıştı. vahşet gözümün önünde olurken ben sadece saf saf izliyordum, tanımadığım etmediğim biri beni canlı canlı öldürüyordu ve ben ağzımı dahi açamıyordum. büyülenmekle lanetlenmek arasında, araf’taydım. bu hollywood’dan araklanmış mide kaldıran bir sahne değildi, düpedüz sokak ortasında gırtlağım ve belim arasında ne varsa sokağa saçılmış, organlarım toplanamayacak şekilde dağılmış, kanlarım caddenin sonundaki gidere doğru yavaşça akarken pişmaniye gibi tel tel olmuş etlerim sokağın kiri, pası ve yalnızlığı içerisinde kaderine terkedilmişken o inatla bağırmaya devam ediyordu…“ne olur geri dönme!”.
ciğerlerimi sökmüş, bağırsaklarımı deşmiş, geriye kalan ne varsa mahvetmiş biri için gerçekten sabır sınırını çoktan aşmıştı. nişantaşı’nın ortasında nasıl alenen böyle bir cinayet işlenir ve kimse tepki göstermez? ya da bu kadar mı kopmuştum insanlardan ve ölümüm kimsenin umursamayacağı sadece başka yöne bakmalarına sebebiyet verecek kısa süreli bir kaostu? elbette aklımdaki en yoğun soru ise: sen kimsin ve neden göğsümde kalan kırılmamış son üç kemiğime vurarak “ne olur geri dönme!” diyorsun?
gözümü nasıl açtığımı gerçekten hatırlayamıyorum, yaşamam gereken acıyı hissetmememi geçtim, kan kaybından zaten saatler önce ölmem gerekirdi. nedensiz bir şekilde hayattaydım. ve yine oradaydı: ne olur geri dönme!
bir halt olmamışçasına ayağa kalktım. teknik olarak ölüydüm, zira kalbim dışında ne varsa bedenimin ortasından çekip alınmıştı. ellerimle buz gibi duvarı tutup ferahlamaya başladım önce, daha sonra tüm kıvrımlarına dokundum “ne olur geri dönme!”’nin. rutinin dışında hiç bir şey için fazladan hızla atmayan kalbim bir rock konserinde zıplayan insanların altındaki zemin gibiydi…
mükemmeliyete yakın sadeliği ve özensizliğiydi beni vuran.
ve sadece basit bir duvar yazısıydı.
biri şehri mektup olarak kullanıyordu. affetmek veya affedilmek istemiyordu, yüksek ihtimalle de terkedilmişti. o’ndan geriye ne kadar hatıra varsa yakmıştı. acısınıysa sadece alkol dindirebilirdi. köpekler gibi ağlamıştı, sevgilisinin sürünmesini istediği köpekler gibi hem de. ve gözyaşlarının bittiği yerde mürekkebi devralmıştı görevi. geberse bile aşkından, ikimiz (hatta üçümüz) de biliyorduk ki hüznünün raf ömrü ilişkisinin beşte biriydi. geriye sadece mahalleme bırakacağı iz kalacaktı, haliyle bir de ister istemez bende bırakacağı iz.
yazmak için en büyük ilhamlarımdan biriydi bu duvar yazısı; sonunda birinin sömürüle sömürüle cılkı çıkmış, bolca aşk, sevgi, beyaz atlı prens bulunduran masalların çekirdeğinden bu kadar özgün bir iş çıkartabilmiş olması bana ümit ve teşvik vermişti. yazan kişi kendisi için, sevdiği için veya başka bir amaç için yazmıyordu. şehir için yazıyordu. ve “ne olur geri dönme!” bu şehre en çok yakışacak cümlelerden biriydi.
iki yakayı kucaklarmış gibi görünmesine rağmen nice ayrılığa evsahipliği yapmış, pis, kirli, çiğ, basit, bakımsız, olduramamış, nesillerdir şairler ve yazarlar tarafından fahişelere benzetilen bu şehir hiç hesapta yokken karşıma pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden, yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu esmer bir katil-fahişenin bedeninde kendini yeniden tanıtmıştı.
bedenimi parçalamış ve beni kaderime terketmişti. tıpkı sevgilisinin ona yaptığı gibi. o ise bana hayatta varolmak ile kalmak arasındaki farkı en vahşi şekilde göstermişti. bu kadar “nezih” gözüken bir semtin içerisinde idamımı gerçekleştirmesi ise yazılarımda umarsızca kullandığım ironinin habercisiydi sanki. oluk oluk akmış kanlarım tüm sıcaklığımı almış götürmüş ve yerine sadece mekanik aksamı bırakmıştı. içeriyi tekrardan, ama bu sefer işe yarar şeylerle doldurmak bana kalmıştı.
o gün bu gündür, apartmanımın duvarını “kirleten” o sanatçı sayesinde yazıyorum.
şu an son 5 yıl içerisindeki 2. taşınmamın sonuna geldim sayılır. o sokaktaki evi sattık, önce ulus’a sonra da ataşehir’e geçtik. şimdi sokağıma araba girişi de yasaklandı, altı aya kalmaz beyoğlu’ndan çıkma bir sokağa da dönüşmesi yakındır. yenileme kisvesi altında boyalar da değişir, yazı da kaybolur gider. ve sadece ben bilirim bana “ne olur geri dönme!” diye bağıran atiye’mi.
tıpkı bir kehanet gibi; ayrılıkların en büyüğü, en hasretlisi. çocukluğunun geçtiği sokağa olan özlem.
işin en güzeli, benimkisi edebi bir sokak da değildi. yani ne sokakta futbol oynadım, ne de mahallenin abileri vardı. ne cinselliği bir “fahriye abla”dan öğrendim, ne de bakkalın oğluyla ilk sigaramı paylaştım. bizim sokakta bakkal bile yoktu. bizim sokak tam da benim gibiydi aslında; bazı kısımları çok eski, bazı kısımları gereksizce yeni, kimsenin kimseyi tanımadığı ve buna rağmen gereksizce popülerleşmiş, zamanla iyice çirkinleşmiş bir sokaktı.
hayat sokaklarda.
size her ne kadar geri dönmemenizi söylese de, sokak seni kabul edecek yegane aşığındır.
kıymetini bilmek lazım.
bu yazıyı yazmak ile yazmamak arasında ince bir çizgideyim şuan. parmaklarım bu harflere basarken halen düşünüyorum... nasıl bi şey yazıcam elbette bilmiyorum ama içim çok dolu. herhangi bir konu üzerine doluysa namert olayım. kafam allak pullak. bir yandan iş stresi, bir yandan sevgiliye olan özlem, bir yandan para pul meseleleri, bir yandan var olma sebepleri, bir yandan ırkımın durumu, erkek kardeşimin durumu, kız kardeşimin durumu vs. vs. günlük tutmayı bırakalı uzun yıllar oldu. mazur görün...
benim için din’e inanmak tamamen saçma esasen. fakat içinde yaşadığımız dünya da dinin ayrışması dahilinde yaşam mümkün gözükmemekte ki bence bu yüzden müslümanım. yarın pagan da olabilirim. ama bugün büyük bir ihtimalle müslümanım. peygambere inandığımdan değil, sadece öyle olmam gerek gibi. allah var mı? bilmem. olmasa da olur benim için. an’ı yaşamak mı? asla ona da karşıyım, vücudum basit bir et parçası ama sistemi çok karışık. o yüzden uzun planlar hayatta tutar. ve anlaşılacağı üzere yaşamak için nedenler ararken karar verdiğim fikirler şimdilik bunlar.
yaşamak ne ki? şu dünya da varolmaktan bahsediyorum. bedenen ne yapıyoruz biz? ben bunu da indirgedim. bakın aşk diyorum. aşk dualiteyi sağlamlaştıran en temel taş. öyle ki, kimse beni inandıramaz, aşık olan bir adamın, aşık olduğu kadını kutsamadığına... işte öyle kafam dumanlı esasen, değişken bir ruh halinde, sabit bir fizik. hangi kanuna aykırıyım bilmiyorum ama, ben kendime bu aralar bayağı bir aykırıyım. hep bi şeyler eksik... hep yarımağız cümleler...
benim için din’e inanmak tamamen saçma esasen. fakat içinde yaşadığımız dünya da dinin ayrışması dahilinde yaşam mümkün gözükmemekte ki bence bu yüzden müslümanım. yarın pagan da olabilirim. ama bugün büyük bir ihtimalle müslümanım. peygambere inandığımdan değil, sadece öyle olmam gerek gibi. allah var mı? bilmem. olmasa da olur benim için. an’ı yaşamak mı? asla ona da karşıyım, vücudum basit bir et parçası ama sistemi çok karışık. o yüzden uzun planlar hayatta tutar. ve anlaşılacağı üzere yaşamak için nedenler ararken karar verdiğim fikirler şimdilik bunlar.
yaşamak ne ki? şu dünya da varolmaktan bahsediyorum. bedenen ne yapıyoruz biz? ben bunu da indirgedim. bakın aşk diyorum. aşk dualiteyi sağlamlaştıran en temel taş. öyle ki, kimse beni inandıramaz, aşık olan bir adamın, aşık olduğu kadını kutsamadığına... işte öyle kafam dumanlı esasen, değişken bir ruh halinde, sabit bir fizik. hangi kanuna aykırıyım bilmiyorum ama, ben kendime bu aralar bayağı bir aykırıyım. hep bi şeyler eksik... hep yarımağız cümleler...
robot süpürge
bebek maması
aptamil bebek maması
en ucuz klima fiyatları
klima fiyatları
dubai vize
sözlük scripti sütyenli atlet
bodrum escort şişli escort görükle escort türkçe seks hikayeleri izmir escort hatay escort izmir escort ankara escort
çankaya escort maltepe escort buca escort denizli escort denizli escort çiğli escort şirinevler escort çekmeköy escort
Anadolu Yakası Escort istanbul escort
şişli escort
esenyurt escort
beylikdüzü escort
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?