bilgiçlerin yazıları

theborek
börekseverler mesela genellikle okankavurga.wordpress.com adresinde buluşuyor.

yakın dönem yazılarından biri mesela ne olur geri dön(me)

o günün diğer günlerden hiç bir farkı yoktu. sabah yine aynı mahmurlukla kalkmış, aynı bıkkınlıkla adımlarımı saya saya liseme gitmiş, aynı sandalyeye yanımdaki aynı adamlarla oturmuş, mesaisinin bitmesini bekleyen bir memur gibi takamadığım saatlerde, bakamadığım telefonlarda, açısını ölçemediğim güneşte vaktin geçmesini bekliyordum. süper bir cuma gününü yine evde oturarak heba etmeme sadece dakikalar kalmıştı.
sonunda kulaklara tecavüz zil acı acı çaldı. bu yeni ve yeniden kazanılmış özgürlük, en taze meyvelerin karışımlarından edinilmiş bir nektar gibiydi…kokusu havaya yayılmıştı bile…hepimizi bir kovanın içerisindeki arılar gibi çekiyordu; saf, içgüdüsel ve doğal bir çağrıydı bu. oysa ben bütün bu çalışkan arılara nispet yaparcasına yatağıma sadece yatmayacaktım, onunla bir bütün olacaktım. balkondan gelen ışımaya ve kuşların sesine siktir çekip götümü dönüp fosur fosur uyumaya devam edecektim. evet ya, gece geç yatıp pazar günü tüm ödevlerin yükü ile kesinlikle boktan olacak bir havanın eşliğinde küfrede küfrede ödev yapıp “dinlenmiş” olacaktım, ve bunu benden kimse alamazdı.
bitmesin diye dua ettiğim bu rüya ise boktan bir megafondan çıkan “raat…zırol” ile bölünmüştü. ben, müdür muavini ve bedenci. her pazartesi ve cuma bu kaderi paylaşan üç silahşörler gibiyiz. önce kim silahına davranacak? ben tören başlamadan kaçabilecek miydim? bedenci koşarak beni yakalayacak mıydı yoksa muavinin avazı bir pranga görevi görebilecek miydi? yoksa usul usul kaderime razı mı olacaktım? sabırla bu dansın bitmesini bekledim. son “istiklal”’le beraber tıpış tıpış evime yollanmaya başladım. her şey olağandı; “çıkışa gel”enler, sigara “göm”enler, liseli kıyafetlerinden küçük kadınlar çıkartmayı başarıp sanki üniversitenin son demlerinde gibi gözükenler. ortalamanın altındaki bir liseli sit-comundan beklenen her halt buradaydı. sadece “o” yoktu.
dolmuş durağından geçerken, gayri ihtiyari bir şekilde gözlerim “o”nu gördü. kusursuz bir güzelliği vardı, sadeliği baş döndürecek düzeydeydi ve nutkum tutulmuştu çünkü zaten esmerlere düşkünlüğü olan ben, bu bebeğe karşı kayıtsız kalamazdım. hayatımda bu kadar afalladığım, kendimi boşlukta ve “anlamamışlık” içinde hissettiğim bir an olmamıştı. ne söyleyeceğimi bilmeden, üstüme başıma bakmaksızın yanına gitmek istedim. sanki sokakta sadece “o” ve ben vardık. ne bizim apartmanın altında sigara içenler, ne birbirlerine şakalar yapan dolmuş şoförleri, ne ailem, ne de dilenci çocuklar. o ve ben, daha fazlası ya da azı değil.
menopozdan önce son çıkıştaki kadınların gece yatmadan önce okuduklarında göğüslerine bastırıp, yanlarında uyuyan meşeye burunlarından solutacak türden saçma sapan “fabrikalaştırılmış” bir romantizm söz konusu değildi. ya da ne bileyim, salak saçma 15 16 yaşlarındaki kızların ağızlarının sularını akıtacak bir tutku yoktu, aşk değildi bu. aşk buz gibi bir kalede, tahtında çırılçıplak oturan hüzünlü kralın döktüğü gözyaşı değildi. aşk yoğurt gibiydi; içinde bir parça mikrop olmadan, sütten çıkmış ak kaşık gibi olamazdı. yaşanan an saftı, ama kesinlikle temiz değildi. pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden bir fahişenin çekiciliği vardı üstünde. abartılı makyajı eğitimsiz bir göz için sadece bir süstü, benim içinse farının siyahlığı ile yediği dayağın morluğu arasındaki renk, yağmur sonrası asfaltta oluşan yağ-yerkuşağı kırmasının eksikliğini çektiği yegane renkti. yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu bu bedene dokunmak zorundaydım.
hayatında bir kere bile bir barda bir kıza yaklaşıp kendini tanıtmamış ben, belki de ilk kez bu kadar etkilenmenin getirdiği bir özgüvenle yaklaştım ona. asık suratındaki iki küçük zeytin tanesi ile içime işler gibi baktı. dayanamayıp ona dokunduğumda ise ne sesini çıkarttı, ne de kendini geri çekti. buz gibi olmasına rağmen içten içe, etrafında toplanılmış mutlak gitar çalan bir elemanın olduğu sahil ateşinin havaya saçılan son kıvılcımlarının sıcaklığına sahipti. zeytin taneleri bana döndü ve “ne olur geri dönme!” dedi.
o an ne hissettiğimi “sıcaklığından” anlayamamıştım. kemik kırmak gibi, önce sıcaklığından bir halt hissetmezsin ardından eşekler gibi anırmaya başlarsın ya… “ne olur geri dönme!”. nasıl ya? neredeydim, neredeydik ki geri dönelim? bu lafı söyleyen kimdi?
pençeleri ile avının etlerini acımasızca parçalayan sırtlanlar gibi beni yere yatırıp uzun, ojesi bozuk, simsiyah tırnaklarıyla çarşaf yırtar gibi etlerimi koparmaya başlamıştı. vahşet gözümün önünde olurken ben sadece saf saf izliyordum, tanımadığım etmediğim biri beni canlı canlı öldürüyordu ve ben ağzımı dahi açamıyordum. büyülenmekle lanetlenmek arasında, araf’taydım. bu hollywood’dan araklanmış mide kaldıran bir sahne değildi, düpedüz sokak ortasında gırtlağım ve belim arasında ne varsa sokağa saçılmış, organlarım toplanamayacak şekilde dağılmış, kanlarım caddenin sonundaki gidere doğru yavaşça akarken pişmaniye gibi tel tel olmuş etlerim sokağın kiri, pası ve yalnızlığı içerisinde kaderine terkedilmişken o inatla bağırmaya devam ediyordu…“ne olur geri dönme!”.
ciğerlerimi sökmüş, bağırsaklarımı deşmiş, geriye kalan ne varsa mahvetmiş biri için gerçekten sabır sınırını çoktan aşmıştı. nişantaşı’nın ortasında nasıl alenen böyle bir cinayet işlenir ve kimse tepki göstermez? ya da bu kadar mı kopmuştum insanlardan ve ölümüm kimsenin umursamayacağı sadece başka yöne bakmalarına sebebiyet verecek kısa süreli bir kaostu? elbette aklımdaki en yoğun soru ise: sen kimsin ve neden göğsümde kalan kırılmamış son üç kemiğime vurarak “ne olur geri dönme!” diyorsun?
gözümü nasıl açtığımı gerçekten hatırlayamıyorum, yaşamam gereken acıyı hissetmememi geçtim, kan kaybından zaten saatler önce ölmem gerekirdi. nedensiz bir şekilde hayattaydım. ve yine oradaydı: ne olur geri dönme!
bir halt olmamışçasına ayağa kalktım. teknik olarak ölüydüm, zira kalbim dışında ne varsa bedenimin ortasından çekip alınmıştı. ellerimle buz gibi duvarı tutup ferahlamaya başladım önce, daha sonra tüm kıvrımlarına dokundum “ne olur geri dönme!”’nin. rutinin dışında hiç bir şey için fazladan hızla atmayan kalbim bir rock konserinde zıplayan insanların altındaki zemin gibiydi…
mükemmeliyete yakın sadeliği ve özensizliğiydi beni vuran.
ve sadece basit bir duvar yazısıydı.
biri şehri mektup olarak kullanıyordu. affetmek veya affedilmek istemiyordu, yüksek ihtimalle de terkedilmişti. o’ndan geriye ne kadar hatıra varsa yakmıştı. acısınıysa sadece alkol dindirebilirdi. köpekler gibi ağlamıştı, sevgilisinin sürünmesini istediği köpekler gibi hem de. ve gözyaşlarının bittiği yerde mürekkebi devralmıştı görevi. geberse bile aşkından, ikimiz (hatta üçümüz) de biliyorduk ki hüznünün raf ömrü ilişkisinin beşte biriydi. geriye sadece mahalleme bırakacağı iz kalacaktı, haliyle bir de ister istemez bende bırakacağı iz.
yazmak için en büyük ilhamlarımdan biriydi bu duvar yazısı; sonunda birinin sömürüle sömürüle cılkı çıkmış, bolca aşk, sevgi, beyaz atlı prens bulunduran masalların çekirdeğinden bu kadar özgün bir iş çıkartabilmiş olması bana ümit ve teşvik vermişti. yazan kişi kendisi için, sevdiği için veya başka bir amaç için yazmıyordu. şehir için yazıyordu. ve “ne olur geri dönme!” bu şehre en çok yakışacak cümlelerden biriydi.
iki yakayı kucaklarmış gibi görünmesine rağmen nice ayrılığa evsahipliği yapmış, pis, kirli, çiğ, basit, bakımsız, olduramamış, nesillerdir şairler ve yazarlar tarafından fahişelere benzetilen bu şehir hiç hesapta yokken karşıma pis bir duvara yaslanmış, file çoraplarıyla sokaktaki delikanlıları tahrik eden, yırtmacının daha önceden yediği façaları saklamaktan aciz olduğu esmer bir katil-fahişenin bedeninde kendini yeniden tanıtmıştı.
bedenimi parçalamış ve beni kaderime terketmişti. tıpkı sevgilisinin ona yaptığı gibi. o ise bana hayatta varolmak ile kalmak arasındaki farkı en vahşi şekilde göstermişti. bu kadar “nezih” gözüken bir semtin içerisinde idamımı gerçekleştirmesi ise yazılarımda umarsızca kullandığım ironinin habercisiydi sanki. oluk oluk akmış kanlarım tüm sıcaklığımı almış götürmüş ve yerine sadece mekanik aksamı bırakmıştı. içeriyi tekrardan, ama bu sefer işe yarar şeylerle doldurmak bana kalmıştı.
o gün bu gündür, apartmanımın duvarını “kirleten” o sanatçı sayesinde yazıyorum.
şu an son 5 yıl içerisindeki 2. taşınmamın sonuna geldim sayılır. o sokaktaki evi sattık, önce ulus’a sonra da ataşehir’e geçtik. şimdi sokağıma araba girişi de yasaklandı, altı aya kalmaz beyoğlu’ndan çıkma bir sokağa da dönüşmesi yakındır. yenileme kisvesi altında boyalar da değişir, yazı da kaybolur gider. ve sadece ben bilirim bana “ne olur geri dönme!” diye bağıran atiye’mi.
tıpkı bir kehanet gibi; ayrılıkların en büyüğü, en hasretlisi. çocukluğunun geçtiği sokağa olan özlem.
işin en güzeli, benimkisi edebi bir sokak da değildi. yani ne sokakta futbol oynadım, ne de mahallenin abileri vardı. ne cinselliği bir “fahriye abla”dan öğrendim, ne de bakkalın oğluyla ilk sigaramı paylaştım. bizim sokakta bakkal bile yoktu. bizim sokak tam da benim gibiydi aslında; bazı kısımları çok eski, bazı kısımları gereksizce yeni, kimsenin kimseyi tanımadığı ve buna rağmen gereksizce popülerleşmiş, zamanla iyice çirkinleşmiş bir sokaktı.
hayat sokaklarda.
size her ne kadar geri dönmemenizi söylese de, sokak seni kabul edecek yegane aşığındır.
kıymetini bilmek lazım.
bu başlıktaki tüm girileri gör

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol