confessions

wily blake

- Yazar -

  1. toplam entry 131
  2. takipçi 1
  3. puan 47401

kaplan kaplan

wily blake
william blake’in the tyger adlı şiirinin selahattin ozpalabiyiklar tarafından dilimize çevrilmiş halidir.
diğer blake çevirilerine göre başarılı olsa da zannımca orijinal dilinden okunulmalıdır.


kaplan! kaplan!

kaplan! kaplan! gecenin ormanında
işıl ışıl yanan parlak yalaza,
hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
kurabildi o korkunç simetrini?

hangi uzak derinlerde, göklerde
yandı senin ateşin gözlerinde?
o hangi kanatla yükselebilir?
hangi el ateşi kavrayabilir?

ve hangi omuz ve hangi beceri
kalbinin kaslarını bükebildi?
ve kalbin çarpmaya başladığında,
hangi dehşetli el? ayaklar ya da

neydi çekiç? ya zincir neydi?
beynin nasıl bir fırın içindeydi?
neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
ölümcül korkularını alabilir avcuna?

yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
güldü mü o, görünce eserini?
kuzu’yu yaratan mı yarattı seni?

kaplan! kaplan! gecenin ormanında
işıl ışıl yanan parlak yalaza,
hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
kurabilir o korkunç simetrini?

the lamb

wily blake
william blake’in "songs of innocence and of experience: shewing the two contrary states of the human soul" adlı iki ciltlik eserinin ilk kitabı olan songs of innocence’da bulunan bir şiir.


"the lamb"

little lamb who made thee
dost thou know who made thee
gave thee life & bid thee feed.
by the stream & o’er the mead;
gave thee clothing of delight,
softest clothing wooly bright;
gave thee such a tender voice,
making all the vales rejoice!
little lamb who made thee
dost thou know who made thee

little lamb i’ll tell thee,
little lamb i’ll tell thee!
he is called by thy name,
for he calls himself a lamb:
he is meek & he is mild,
he became a little child:
i a child & thou a lamb,
we are called by his name.
little lamb god bless thee.
little lamb god bless thee.



http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/d/d3/blake_lamb_color.jpg

the tyger

wily blake
william blake’in "songs of innocence and of experience: shewing the two contrary states of the human soul" adlı iki ciltlik eserinin ikinci kitabı olan songs of experience’ın en meşhur şiiri.
şiir songs of innocence’daki the lamb’in tamamlayıcısıdır.


"the tyger"

tyger tyger, burning bright,
in the forests of the night;
what immortal hand or eye,
could frame thy fearful symmetry?

in what distant deeps or skies.
burnt the fire of thine eyes?
on what wings dare he aspire?
what the hand, dare seize the fire?

and what shoulder, & what art,
could twist the sinews of thy heart?
and when thy heart began to beat,
what dread hand? & what dread feet?

what the hammer? what the chain,
in what furnace was thy brain?
what the anvil? what dread grasp,
dare its deadly terrors clasp!

when the stars threw down their spears
and water’d heaven with their tears:
did he smile his work to see?
did he who made the lamb make thee?

tyger tyger burning bright,
in the forests of the night:
what immortal hand or eye,
dare frame thy fearful symmetry?



http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/e/e2/tyger.jpg

kerim akbaş tarzi entry girmek

wily blake
ana akım medyanın ilgi göstermediği bir halk kahramanı olan ’kerim akbas’ tarzında korkusuz, cesur entryler girebilmeek, şer odaklarının üzerine yılmadan gidebilen bir bilgic olmaktır.

kerim akbas tarzi entry girmek: fakirin, yoksulun, tüyü bitmemiş yetimin hakkını savunmayı, halkın sözlükteki temsilcisi olabilmeyi başarmaktır.

bu yol delikanlı ve yüreği yanık insanların, adam gibi adamların yoludur.

allah’tan başka kimseden korkmayıp, entrylerini sadece memleketi için giren, tehditlere hiçbir zaman boyun eğmemiş bu yazarlar gerekirse "bugunden itibaren vatanseverlik baslatiyorum!" diyerek nasıl bir misyona sahip olduklarını herkese gösterirler.

artık herkes anlamalıdır ki bu yazarlar sözlük yönetimi arkalarında durduğu sürece mücadelelerinden vazgeçmeyecek, karanlık ilişkileri aydınlatıp, bazılarının tekerlerine çomak sokmaya devam edeceklerdir.

entelektuel surgün marjinal yabancı

wily blake

entellektüel kimdir?

entellektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri kırmaktır.

... kültürler cerrahi müdahalelerle doğu ve batı gibi geniş ve çoğunlukla ideolojik karşıtlıklar halinde ayrılamayacak kadar iç içe geçmişlerdir, içerikleri ve tarihleri birbirine bağımlı ve melez bir nitelik sergiler. (s.11)

entellektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen nereye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım. nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entellektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.

... bence entellektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır. (s.12)

entellektüelin amacı nedir?

düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entellektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar.

çoğunlukla başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen birer perde işlevi gören, yetiştiğimiz ortamın, sahip olduğumuz dilin ve milliyetin sağladığı ucuz kesinliklerin ötesinde geçebilme riskini göze alabilmek demektir evrensellik. (s.13)

kişinin değiştirme gücüne sahip olmadığı üzücü bir duruma tanıklık etmesi hiç de monoton, renksiz bir faaliyet değildir. (...)

ne koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacakları toprakları olan entellektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini beğenenleri de yok değildir ama daha çok kendileriyle dalga geçerler mesela, lâfı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. ama şu gerçekten kaçış yoktur: kendilerini böyle gören entellektüellerin ne yüksek mevkiilerde eş dostları, ne de resmi makamlarda itibarları olur. insan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık. (s.16)

gramsci’ye göre entellektüel:

gramsci toplumda entellektüel işlevi görenlerin ikiye ayrılabileceğini göstermeye çalışır; bunlardan birincisi nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entellektüeller, ikincisi ise entellektüellerin çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik entellektüellerdir.

nitekim, gramsci organik entellektüele ilişkin olarak şöyle der: "kapitalist girişimci kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır." bir deterjan ya da havayolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da halkla ilişkiler uzmanı, demokratik bir toplumda müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan biri, gramsci’ye göre bir organik entellektüeldir. (s.22)

yalnız ve muhalif

gerçek entellektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar.

benda’ya göre bugünkü entellektüellerin sorunu, sahip oldukları ahlâkî otoriteyi, sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi "kolektif duygular"ın örgütlenmesi adını verdiği şeye (bu deyim benda’nın ileri görüşlülüğünün işaretidir) devretmiş olmalarıdır. (s.23)

benda’nın tanımına göre gerçek entellektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar.

güçlü kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir. (s.24)

benda’nın özünde son derece muhafazakâr bir içerik taşıyan yapıtında kullandığı mücadeleci retoriğin altında, derinde bir yerlerde,ayrı bir varlık; iktidarın yüzüne karşı doğruları söyleyen biri; hiç bir dünyevî gücü eleştirilemeyecek ve sorgusuz sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nufuzlu görmeyen haşin, uzdilli, olağanüstü cesur ve öfkeli bir birey olan bu entellektüel figürü vardır.

günümüzde bilginin üretilmesiyle ya da dağıtılmasıyla bağlantılı herhangi bir alanda çalışan herkes, sözcüğe gramsci’nin verdiği anlamda, bir entellektüeldir.

ama gouldner ayrıca entellektüellerin artık geniş bir halk kesimine seslenen insanlar olmadıklarını (yükselişleri bunu içeren bir süreçtir) eleştirel söylem kültürü adını verdiği bir kültürün üyeleri haline geldiklerini de belirtmişti. (s.26)

hele bir entellektüelin dinleyicilerini mutlu etmesi diye bir şey söz konusu olamaz; işin özü sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmaktır. (s.28)

orwell’e göre entellektüel:

george orwell, "siyaset ve ingiliz dili" adlı denemesinde bunu gayet ikna edici bir biçimde anlatır. klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlar, der orwell, "dilin çürümesi"nin örnekleridir. sonuçta zihin uyuşup pasifleşirken bir süpermarketteki fon müziği etkisi yaratan dil, bilincin üzerini kaplayıp onu basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, edilgin bir biçimde kabul etmeye ayartır.

"siyasal dil" diyordu, "yalanları doğru, cinayetleri saygın göstermek ve içi tamamen boş sözlerle doluymuş görüntüsü vermek amacıyla tasarlanmıştır -belli farklılıklarla muhafazakârlardan anarşistlere tüm siyasal taraflar için doğrudur bu!-" (s.39)

ama salt (başka bir alternatifi olmadığı için) ulusal bir dili kullanmak bile, el altında bulunuveren hazır kalıp sözlere, gazetecilik, akademik profesyonalizm ve herkes tarafından kolayca anlaşılma tasası gibi bir çok fail ve unsurun tedavülde tuttuğu popüler "biz" ve "onlar" metaforlarına başvurmaya meyilli kılar insanı. (s.42)


kabuğunu yırtma ihtiyacı

sosyolog edward shils modern entellektüelin klasikleşmiş bir tanımını şöyle yapmıştır:

her toplumda... kutsal olana yönelik sıradışı bir duyarlığa sahip, içinde bulundukları evrenin doğası ve toplumlarını yönlendiren kurallar hakkında birçok insandan daha fazla düşünen bazı kişiler vardır. her toplumda, aynı toplumu paylaştığı, çoğunluğu oluşturan sıradan insanlardan daha sorgulayıcı; gündelik hayatın dolayımsız, somut durumlarından daha genel bir nitelik taşıyan ve zamanla mekândaki göndermeleri daha uzak olan simgelerle ilişki içinde olmayı daha sık arzulayan bir azınlık vardır. bu azınlıkta, arayışlarını sözlü ve yazılı söylem, şiirsel ya da plastik ifade, tarih yazımı, törenler ve tapınma edimleri yoluyla dışsallaştırma ihtiyacı hissedilir. bütün toplumlarda entellektüellerin varoluşuna, dolayımsız somut deneyim perdesinin ötesine geçme yolundaki bu içsel ihtiyaç damgasını vurur. (s.45)

islâm ve entellektüel

üçüncü dünya’daki çok sayıda ülkede bile, milli devletin statüko yanlısı güçleri ile bu devletin içinde hapsettiği, ama temsil etmediği hatta bastırdığı imtiyazsız halk kitleleri arasındaki gürültülü antagonizma, galiplerin ilerlemesine direnmek için gerçek bir fırsat sağlar entellektüele. arap-islam dünyasında daha da karmaşık bir durum vardır. mısır ve tunus gibi, bağımsızlıklarını kazanmalarından beri, hizipler ve mahfeller yüzünden artık iyice yozlaşmış laik milliyetçi partiler tarafından yönetilen ülkeler birdenbire islamî gruplar tarafından sarsılmaya başlamışlardır; bu gruplar ezilenlerin, kentli yoksulların, taşradaki topraksız köylülerin, islamî geçmişin restorasyonundan ya da yeniden inşasından başka umutları kalmamış bütün herkesin vekili olduklarını söylemektedirler ki bunda oldukça haklıdır.

ama ne de olsa çoğunluğun dinidir islam; içerdiği çok sayıdaki farklılığı ve görüş ayrılığını yok sayarak "tek yol islam" demek, islam’ın büyük farklılıklar gösteren yorumlarından hiç söz etmemek entellektüelin rolü değildir bence. tekbiçimli olmaktan çok uzak, karma nitelik taşıyan bir din ve bir kültürdür ne de olsa islam. ama islam büyük çoğunluğun inancı ve kimliği olduğu ölçüde entellektüele düşen görev islam’a övgüler düzen koroya katılmak olamaz.

islam’da entellektüel için bunun yolu, meydanı kuzu kuzu siyasal hırsları olan ulemâya ya da karizmatik demogoglara bırakmaktan değil, şahsi tefsirin, yani içtihatın canlandırılmasından geçer. (s.48)

fanon’a göre, cezayirli entellektüelin amacı sadece, beyaz polisin yerine yerli polis koymak olamaz; aimé césaire’den ödünç aldığı bir deyişle, "yeni ruhlar icat etmek" der bu amaca fanon. bir başka deyişle, ülke çapında aşırı olağanüstü bir durumun ortaya çıktığı dönemlerde topluluğun hayatta kalmasını sağlamak için entellektüelin yaptıklarının paha biçilmez bir değeri olsa bile, grubun hayatta kalmak için verdiği kavgaya duyduğu bağlılık onu, eleştiri duyusunu uyuşturacak, bu duyunun gereklerinden ödün verecek kadar ileriye götüremez. (s.49)

sürgün ve yabancı

bence entellektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir. (s.51)

fakat hiç bir şey onu bu denli gözden düşüremeyecek olsa da bir entellektüel bunun kendisine kişisel olarak nelere mal olacağını umursamadan bu tür sürü davranışlarına açıkça karşı çıkmalıdır. (s.52)

hayatları boyunca bir toplumun mensubu olmuş entellektüeller bile, bir bakıma, içerdekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilirler: bir yanda toplumun mevcut haline tamamen ait olanlar, onun içinde yoğun bir aykırılık ya da uyumsuzluk duygusu hissetmeksizin barınanlar ki bunlara evet-diyiciler diyebiliriz; öte yanda hayır-diyenler, toplumlarıyla yıldızları barışmayan, bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan şöhret edinememe anlamında yabancı ve sürgün olan bireyler. (s.58)

minima moralia’daki 18 numaralı fragman sürgünün anlamını çok iyi yakalar. "sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek" der adorno, "artık imkânsızdır. içinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hale gelmişlerdir: bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir."

"nitekim, der adorno, "ev bitmiştir... bütün bunlar karşısında en iyi davranış tarzı bağlanmamış, arada kalmış davranıştır hâlâ... bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur." (s.61-62)

sürgün ayrıcalığın, iktidarın ve (deyim yerindeyse) evde olmanın sağladığı konforların dışında marjinal bir figür olarak duran entellektüeli karakterize eden durumdur demek doğru olsa da, bu durumun kendisiyle birlikte belli ödüller ve hatta ayrıcalıklar getirdiğini vurgulamak da çok önemli. yani ne ödüller kazanıyor ne de parti çizgisine ayak uydurmayan can sıkıcı baş belâlarını dışlamayı adet haline getirmiş bütün o kendinden memnun pâye dağıtım cemiyetlerinde hoş karşılanıyor olsanız da sürgün ve marjinal olmak size olumlu bir şeyler kazandırır.

bunlardan biri şaşırmanın, hiç bir şeyi peşinen doğru saymamanın, çoğu insanı kafa karışıklığına ya da dehşete sürükleyecek istikrarsız ortamlarda ayakta kalmayı öğrenmenin verdiği hazdır şüphesiz.

bir entellektüel, gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan robinson crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan marko polo’dur. (s.63)

genelde onaylanmış bir düşmana karşı hüküm verme gibi basit bir konu olarak görülen şey, sürgünün çifte perspektifi içinde, batılı entellektüeli olaya çok daha geniş bir açıdan bakmaya, sadece gelenekel olarak altı çizilenlere karşı değil, bütün teokratik eğilimlere karşı laik (ya da değil) bir konum almaya itmektedir artık. (s.64)

son olarak, bütün gerçek sürgünlerin doğrulayacağı gibi, bir kere yurdunuzdan ayrıldıktan sonra nereye giderseniz gidin orada hayata kaldığınız yerden devam edemez, o yeni yerin bir başka yurttaşı olup çıkamazsınız. zamanınızın büyük bir bölümünü yitirdiklerinize yanarak, etrafınızdaki, hep yurdunda, sevdiklerinin yanında olmuş, ne bir zamanlar kendilerine ait olan bir şeyi kaybetme deneyimini ne de, daha önemlisi, asla geri dönemeyecekleri bir hayatın kavurucu hatıralarını yaşamak zorunda kalmış insanlara gıpta ederek geçirebilirsiniz.

entellektüel için sürgünle yerinden olma, asli yapıtaşlarını "idare etme"nin ve çizilmiş yollardan gitmenin oluşturduğu bildik bir hayat yaşamaktan kurtulmak demektir. sürgün her zaman bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu izleyemediğiniz için bir entellektüel olarak yaptığınız her şeyi kendi kendinize yapmanız gerektiği anlamına gelir. bu yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanılacak bir şey olarak değil de bir tür özgürlük; her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir amaç tarafından belirlenen, kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre yaptığınız, hangi konu ilginizi çekiyorsa onunla uğraştığınız bir keşif süreci olarak yaşayabilirseniz eşi benzeri olamayan bir haz alırsınız. (s.65)

yerleşmenin, evet-demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entellektüel için bir modeldir sürgün. kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ. bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiç bir zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan.

teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entellektüel de değil kafamdaki. dediğim şu: bir entellektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. sürgünsoylu entellektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil. (s.66)


paranın uysallaştırdığı entellektüeller

birey grupları kurumlarla ittifak kurar ve bu kurumlar sayesinde güç ve otorite kazanırlar. kurumların ağırlığı arttıkça ya da azaldıkça, onlara bağlı (antonio gramsci’nin yerinde nitlemesiyle) "organik entellektüeller"in önemi de artar ya da azalır.

debray’ın belirttiği gibi, bir entellektüelin çevresi, kendisine benzer entellektüellerden oluşan bir grubun ötekisine genişlediği zaman -bir diğer deyişle, tartışma ve yargıda bulunma konusunda entellektüellere duyulan bağımlılığın yerini bir izleyici kitlesini ya da bir işvereni memnun etme kaygısı aldığı zaman- entellektüelin yaptığı işte, verdiği uğraşta bir şeyler, yürürlükten kalkmasa bile, kesinlikle ketlenmiş olur. (s.69)

yirminci yüzyılda entellektüeller ya da entelijansiya -fikirleri karşılığı para alan yöneticiler, profesörler, gazeteciler, bilgisayar ya da hükümet uzmanları, lobiciler, allameler, sendikalı köşe yazarları, danışmanlar- adı verilen genel bir gruba ait olan insanların sayısındaki artışla birlikte, insan artık bağımsız bir ses olarak entellektüel birey var olabilir mi diye sormak zorunda kalıyor.

bütün entellektüelleri sadece hayatlarını bir üniversite ya da gazetede çalışarak kazandıkları için satılmış olmakla suçlamak kaba ve son kertede anlamsız bir ithamdır. "dünya öylesine yozlaşmış ki eninde sonunda herkes para denen puta teslim oluyor" demek tam bir kinizm örneğidir. öte yandan entellektüel bireyi ideal, maddi çıkarlarla hiç bir alakası olmayacak ölçüde saf ve soylu bir tür şövalye olarak görmek de ciddi bit tutum sayılamaz. böyle bir sınavdan kimse geçemez, joyce’un stephen dedalus’u bile; dedalus o kadar saf, o kadar hırçın bir idealliktedir ki sonunda hiç bir şey yapamaz hale gelir ve daha beteri susar.

işin özü, entellektüel ne salt yumuşak yüzlü bir teknisyen olup çıkacak denli tartışma ve huzursuzluk çıkarmaktan kaçınan biri olmalıdır ne de tüm zamanını naletlik yapmakta haklı ama sözüne kimse kulak vermeyen bir cassandra olmaya çalışarak geçirmelidir. toplum ne kadar özgür ve açık olursa olsun, birey ne kadar bohem olursa olsun herkes bir toplumun zaptı altındadır. her halükârda entellektüelin sesini duyurması ve pratikta tartışmalara, hatta mümkünse ihtilaflara yol açması gerekir. ama yegâne seçenekler topyekün atalet ya da topyekün isyan değildir. (s.70-71)

profesyonalizm

bu konferansların başından beri belirttiğim gibi, entellektüelin temsil ettiği şey heykelimsi bir put değil, bireysel bir iş, bir enerji, kendi dili ve toplumu içinde bir dizi meseleyi bir taraf alarak, net ve açık bir biçimde kendisine dert edinen inatçı bir güçtür ki bu meselelerin hepsi de son kertede aydınlanma ve özgürleşmeyle, yani özgürlükle bağlantılıdır. ister batı’da olsun ister batı dışında, entellektüele yönelik asıl tehdit ne akademiden ne de varoşlardan ne de basının ve yayınevlerinin insanın kanını donduracak ölçüde ticarileşmiş olmasından gelir; ben asıl tehdidi profesyonalizm dediğim bir tutumda görüyorum.

profesyonalizmle kasttettiğim şey, bir entellektüel olarak yaptığınız işi geçim kaygısıyla, sabah saat dokuz ila akşam saat beş arasında (bir gözünüzü saatten ayırmadan, öbür gözünüz devamlı profesyonel davranış standartlarına uygun davranıp davranmadığınız üzerinde) yaptığınız bir şey diye düşünmenizdir -denizi bulandırmamanız, kabul edilmiş paradigmaların ya da sınırların dışına çıkmanız, pazarlanabilir ve öncelikle de "prezentabl" olmak uğruna kendinizi "aman bir tatsızlık çıkmasın da" diye düşünen, apolitik ve "nesnel" biri haline getirmenizdir. (s.74)

günümüzdeki ortamı eleştirenler, entellektüelin toplumun ahlâkî ve zihinsel hayatı üzerinde bir egemenliğe ya da bir tür sınırsız otoriteye sahip olması gerektiğini varsayarlarken, son dönemlerde entellektüellerin kendi kendilerini temsil ediş tarzlarında meydana gelen köklü değişikliklerle birlikte, söz konusu otorite konumuna karşı koymak, hatta saldırmak yolunda ne kadar çok enerji sarf edildiğini görmezden geliyorlar.

entellektüelin en çok şöyle ya da böyle olması için toplum tarafından dört bir yandan kuşatıldığı, tatlı sözlerle kandırılmaya çalışıldığı, gözdağı verildiği zaman entellektüel olduğu, çünkü entellektüel çalışmaların ancak o zaman ve bu temel üzerinde inşa edilebileceğini söyler sartre. (s.75)

bilirkişi olabilmek için uygun otoritelerden tasdikname almak zorundasınızdır; bunlar size doğru dili konuşmayı, doğru otoriteleri zikretmeyi, doğru sahada bulunmayı öğretirler. (s.77)

her entellektüelin bir dinleyicisi ve bir muhatabı vardır. mesele o dinleyicinin orada memnun edilmesi gereken bir müşteri konumunda mı durduğu yoksa entellektüelin meydan okuyup doğrudan muhalefete ve topluma daha demokratik bir biçimde daha fazla katılmaya teşvik edebileceği biri mi olduğudur. ama her iki durumda da otorite ve iktidarı, entellektüelin bu otorite ve iktidarla ilişkisini es geçmenin yolu yoktur. entellektüel otoriteye nasıl hitap eder: profesyonel bir ricacı olarak mı yoksa onun itibar görmeyen amatör vicdanı olarak mı? (s.81)


iktidara hakikati söylemek

entellektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak entellektüelin işine ihanet etmesi demektir. (s.85)

yani artık herkes dünya hakkında yeni ve genellikle birbirleriyle çelişen görüşlerle ortaya çıkmaktadır: her biri diğerlerini dışlayan tamamlanmış bir program sunan yahudi-hıristiyan değerleri, afrika-merkezli değerler, müslüman hakikatleri, doğu hakikatleri, batı hakikatleri hakkında bitmez tükenmez lâflar ediliyor. bugün her yerde, tek bir sistemin başa çıkabileceğinden daha fazla tahammülsüzlük ve kulak tırmalayıcı bir iddiacılık var. (s.87)

burada göstermeye çalıştığım gibi, entellektüellerin temsil eylemlerini gerçekleştirdikleri kamusal alan aşırı karmaşık bir niteliktedir ve rahatsız edici özellikler içerir; fakat, ancak entellektüelin, milletler ve bireyler arasında farklar olmasına izin verirken aynı zamanda bu farkları gizli hiyerarşilere, tercihlere ve değerlendirmelere tâbi tutmayan bir adalet ve hakkaniyet kavrayışına sarsılmaz bir inanç duyması halinde, bu alana etkili bir müdahalede bulunmanın bir anlamı olabilir. bugün herkes için eşitlikten ve uyumdan dem vuran liberal dili kullanmayan yok. entellektüelin sorunu ise bu kavramları, eşitlik ve adalet lâfları ile o kadar da hoş olmayan gerçeklik arasındaki uçurumun son derece büyük olduğu fiili durumlarla ilişkilendirmektir. (s.89)

eskiden nesnel ahlâkî normlar ve makul otorite diye bilinen şeylerin ortadan kalkmasıyla kafası zaten karışmış olan bir dönemde yaşayan çağdaş entellektüelin kendi ülkesinin davranışlarını körü körüne desteklemesi ve işlediği suçları görmezden gelmesi ya da lâkayt bir tavırla "bütün ülkeler böyle yapıyor herhalde, dünyanın kanunu bu" demesi kabul edilebilir şeyler midir? oysa burada söylememiz, söyleyebilmemiz gereken şey, entellektüellerin aşırı hatalar yapan iktidara yaltaklanarak hizmet ettikleri için entellektüel vasıflarını yitirmiş profesyoneller değil, -yinelersek- sonuç olarak iktidara hakikati söylemelerini sağlayan alternatif ve daha ilkeli bir duruşu olan entellektüeller olduklarıdır. (s.91)

kimse hayatının her anında her konu hakkında söz alamaz. ama insanın kendi toplumunun, yurttaşlarına hesap vermek zorunda olan yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenme konusunda özel bir görevi olduğuna inanıyorum ben; özellikle de bu güçler apaçık ahlâk dışı ve kendisinden çok daha güçsüz bir tarafa karşı yürütülen bir savaşta ya da kasten ayrımcılığı, baskı yapmayı ve toplu zulümü hedefleyen programlar için kullanıldığında. (s.92)

bütün bu örneklerde bir durumun entellektüel anlamına eldeki bilinen olguları, yine eldeki bilinen bir normla kıyaslayarak ulaşılır. bu kolay bir iş değildir, zira bilginin genellikle bölük pörçük, paramparça ve zorunlu olarak kusurlu bir biçimde sunulduğu göz önünde bulundurulursa bunun ötesine geçmek için belgeler, araştırmalar, sondajlar gerekir. (s.93)

bence hiç bir şey entellektüeli sakınganlığa, doğru bildiği ama benimsememeye karar verdiği güç ve ilkeli bir konuma tipik bir biçimde sırt çevirmeye iten zihinsel alışkanlıklar kadar takdire lâyık değildir. fazla politik görünmek istemezsiniz; adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız; patronunuzdan ya da bir otoriteden onay almanız gerekir; dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz; kendisine fikir sorulan, danışılan biri, bir yönetim kurulu ya da prestijli bir komiteye üye olmak, sorumlu vasatlar arasından ayrılmak gibi bir umudunuz vardır; günün birinde bir şeref pâyesi, büyük bir ödül, hatta belki de bir elçilik kapma peşindesinizdir.

bir entellektüel için bu zihinsel alışkanlıklar par excellence yozlaştırıcıdır. tutkulu bir entellektüel hayatı biçimsizleştirebilecek, soğurabilecek ve nihayetinde öldürebilecek bir şey varsa o da bu alışkanlıkların içselleştirilmesidir. (s.94)

entellektüel bir dağa ya da kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz. tabii ki söyleyeceklerinizi en iyi nereden duyulacaksa oradan söylemek istersiniz; ayrıca söylediklerinizi süregelen, fiili bir süreci, sözgelimi barış ve adalet davasını etkileyecek bir biçimde temsil etmek istersiniz. evet, yalnız başına konuşur entellektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir halkın özlemleriyle, müşterek bir ideanın peşinde ortak olarak koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulur sesi. (s.95)

tanrılar hep iflâs eder

bir entellektüel olduğun halde niçin bir tanrıya inandın ki zaten? hem, eski inancının ve sonra ondan duyduğun hayal kırıklığının bu kadar önemli olduğunu düşünme hakkını kim verdi sana? (s.104)

işin komik yanı eski dönekle yeni müminin genellikle aynı ölçüde hoşgörüsüz, aynı ölçüde dogmatik ve saldırgan olmalarıdır. geçtiğimiz yıllarda aşırı soldan aşırı sağa kayış, sözde bağımsızlığı ve aydınlanmayı savunan ama, özellikle abd’de, aslında sadece reagancılığın ve thatchercılığın yükselişini yansıtan cansıkıcı bir gayretkeşliğe yol açtı maalesef. kendi kendilerinin reklamını yapan bu güruhun amerikan kolu kendine ikinci düşünceler adını takmıştı; o asi 60’larda savundukları ilk düşüncelerin hem radikal hem de yanlış olduğunu belirtiyorlardı akıllarınca.

altmışların radikalleri, vietnam savaşı ve amerika karşıtı polemikleriyle kendilerine ne kadar fazla güveniyor ve inançlarını ne kadar fazla dramatikleştiriyor idiyseler ikinci düşünceciler de kendilerine o kadar güveniyor, o kadar patırtı koparıyorlardı. tabii tek sorun artık ortada komünist dünya, şer imparatorluğu diye bir şey kalmamış olmasıydı, ama geçmişte söylediklerini işine geldiği gibi budama ve sofuca pişmanlık duaları okuma faslının sonu gelmeyecek gibiydi. aslında bir tanrıdan yeni bir tanrıya geçmekten başka bir şeyi kutladıkları yoktu. (s.104-105)

şimdi batı’nın büyük medya kuruluşlarında abd politikalarını ya da israil’i eleştiren bir şey söylemeye çalışmanın son derece güç, öte yandan bir halk ve kültür olarak araplara ya da bir din olarak islam’a karşı düşmanca şeyler söylemenin gülünç denecek ölçüde kolay olduğunu herkes biliyor. zira batı’nın sözcüleri ile müslüman ve arap dünyasının sözcüleri arasında kültürel bir savaş var esasında. böylesine alevli bir ortamda, bir entellektüel olarak yapılacak en güç şey eleştirel olmak, belli bir noktaya bomba yağdırmanın dildeki karşılığı olan belâgatli bir üslup takınmaktan kaçınıp bunun yerine abd’nin haklarını ezen kukla rejimlere verdiği destek gibi konular üzerinde odaklanmaktır ki abd’de yazan biri için bunu yapmak eleştirilere davetiye çıkarmak demektir. (s.107-108)

arap dünyasında entellektüeller

öte yandan eğer bir arap entellektüel olarak abd polikasını ateşli bir biçimde, hatta kör körüne desteklerseniz; bu politikayı eleştirenlere saldırır ve bunlar arapsa ne kadar alçak olduklarını gösteren kanıtlar icat eder, amerikalıysa ikiyüzlülüklerini kanıtlayan hikâyeler ve durumlar uydurursanız; araplar ve müslümanlarlar ilgili, geleneklerine kara çalan, tarihlerini tarif eden, zaaflarını (ki tabii ki bir sürü zaafları vardır) vurgulayan hikâyeler anlatırsanız söylediklerinize kulak verecek bir dinleyici kitlesi bulacağınız kesindir.

hele bir resmen onaylanmış düşmanlara, yani saddam hüseyin’e, baasçılığa, arap milliyetçiliğine, filistin hareketine ve arapların israil hakkındaki görüşlerine saldırırsanız beklediğiniz mükâfatlar mutlaka gelir: cesaretinizden dem vurulur, sözünüzü sakınmıyorsunuzdur, ateşlisinizdir vs. vs. yeni tanrı şüphesiz batı’dır. araplar, dersiniz, batı’ya daha çok benzemeye çalışmalıdırlar, batı’ya bir kaynak ve referans noktası olarak bakmalıdırlar. batı’nın gerçekte neler yaptığının önemi yoktur, bunlar tarih olmuştur. körfez savaşının yıkıcı sonuçları da tarih olmuştur. hasta olanlar biz araplar ve müslümanlarız, sorunlarımızın tek kaynağı biziz.

burada bir dizi şey göze çarpıyor. bir kere burada evrenselcilik diye bir şey yoktur. siz bir tanrıya sorgusuz sualsiz taptığınız için bütün iblisler öteki taraftadır: bu siz bir troçkist’ken de doğruydu, sabık bir troçkist olduğunuz şu anda da doğru. siyaseti karşılıklı ilişkiler düzeyinde ya da örneğin, arapları ve müslümanları batı’ya, batı’yı da onlara bağlayan uzun süreli ve karmaşık dinamikler gibi ortak tarihler düzeyinde düşünmüyorsunuz.

oysa gerçek entellektüel analiz bir tarafa masum ötekine kötü demeyi yasaklar. aslında kültürler söz konusu olduğunda bir taraftan söz etmek bile hayli sorunlu bir şeydir, çünkü kültürlerin çoğu tamamen homojen, ya salt kötü ya da salt iyi, su geçirmez küçük paketler değildirler. (s.108-109)



kaynak: derkenar

entelektuel surgün marjinal yabancı

wily blake
orjinal adı ’representations of the intellectual: the 1993 reith lectures’ olan edward said eseri.

ayrinti yayinlari’ndan çıkan kitap türkçeye ’entelektüel: sürgün, marjinal, yabancı’ adı ile tuncay birkan tarafından çevrilmiş.

bir çok kişi tarafından refere edilen bir eser olmasına rağmen said’in entelektüel tanımı yaparken kendisini merkeze aldığı hatta kitabın tamamen kendisinin konumunu yüceltmek adına yazıldığı(amaç bu olmasa da sonucun bu olduğu) ile ilgili eleştiriler de yok değildir.


arka kapak:

düşünceyle arası zaten hiçbir zaman hoş olmamış bu topraklarda, son zamanlarda, düşünceyi ve onu cisimleştiren entelektüeli ’terörize eden’, doğrudan doğruya ’vatan hainliği’ ile damgalayacak kadar pervasızlaşan bir zihniyet iyice egemenliğini kurmuş durumda. milliyetçi ve dinsel fanatizm, kendisinden başkasına düşüncesini ifade etme bir yana, yaşama hakkı bile tanımıyor. bu toprakları ’sevme hakkı’nı kendi tekeline almak istiyor.

batı’nın islam anlayışının iki yüzlü önyargılarına karşı koymasıyla ünlendiği halde, salman rushdie’nin ifade özgürlüğü sonuna kadar savunarak gerçek bir entelektüel tavrı sergileyen edward said’in bu önemli kitabının türkiye bağlamında son derece ayrıştırıcı bir yere hizmet etmeyi reddedişiyle, sonra da milliyeti, dini ve geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlıyor.’artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir, diyen adorno’yu yankılayarak entelektüeli metaforik bir sürgün, bir evsizlik konumuna yerleştiriyor. sürgün içinde yaşadığı toplumun (ve hatta dünyanın yerlilerinden olmamayı, orada hep tedirgin, rahatsız ve başkalarını da rahatsız eden bir yabancı olmayı içeren bir konum ona göre. ama geçmişinin, dilinin, miliyetinin sunduğu ucuz kesinliklerin ötesine geçip evrensellik idealinde ısrar eden entelektüel, hep marjinal kalmayı bir yoksunluk olarak değil, bir özgürlük, bir kesif süreci olarak yaşar.

entelektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaşma oluşturacak genel simgeleri yaratan biri değil; bu simgeleri sorgulayan, kutsal sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teşhir eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir. profesyonelleşmenin baskısı giderek artarken, amatör kalarak kamusal alanda yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüşünü ve tavrını temsil etmekte ısrar eden bireydir entelektüel. hiçbir kahramana ve siyasi hiçbir tanrıya inanmaz.
düşünceden korkanların bu kitapla hiçbir ilişkisi yoktur!


http://www.ayrintiyayinlari.com.tr/ince62.htm

http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=aoq00m6m3e0e47yhtowo


stop me if you think you ve heard this one before

wily blake
strangeways here we come albümünden güzel bir smiths parçası.


sözleri:

stop me, oh, stop me
stop me if you think that you’ve
heard this one before
stop me, oh, stop me
stop me if you think that you’ve heard this one before

nothing’s changed
i still love you, oh, i still love you
...only slightly, only slightly less than i used to, my love

i was delayed, i was way-laid
an emergency stop
i smelt the last ten seconds of life
i crashed down on the crossbar
and the pain was enough to make
a shy, bald, buddhist reflect
and plan a mass murder
who said i’d lied to her ?

oh, who said i’d lied because i never ? i never !
who said i’d lied because i never ?
i was detained, i was restrained
and broke my spleen
and broke my knee
(and then he really lays into me)
friday night in out-patients
who said i’d lied to her ?

oh, who said i’d lied ? - because i never, i never
who said i’d lied ? - because i never

(here -- and instead of oh)
and , so i drank one
it became four
and when i fell on the floor ...
...i drank more

stop me, oh, stop me
stop me if you think that you’ve
heard this one before
stop me, oh, stop me
stop me if you think that you’ve heard this one before

nothing’s changed
i still love you, oh, i still love you
...only slightly, only slightly less than i used to, my love

munich air disaster 1958

wily blake
morrissey’in, 1958 yılında kizilyildiz maçı için yugoslavya’ya giderken uçak kazası geçirip hayatlarını kaybeden manchester united’lı futbolcular için yazdığı şarkı.
you are the quarry albümünün iki cd’lik deluxe versiyonunda bulunur.


sözleri:

we love them
we mourn for them
unlucky boys of red

i wish i’d gone down
gone down with them
to where mother nature makes their bed

we miss them
every night we kiss them
their faces fixed in our heads

i wish i’d gone down
gone down with them
to where mother nature makes their bed

they can’t hurt you
their style will never desert you
because they’re all safely dead

i wish i’d gone down
gone down with them

how can anybody possibly know how i feel

wily blake
you are the quarry albümünden güzel sözlere sahip bir morrissey parçası.


sözleri:

she told me she loved me, which means, she must be insane
i’ve had my face dragged in , fifteen miles of shit, and i do not, and i do not,
and i do not like it
so how can anybody say, they know how i feel, the only one around here who is
me, is me

they said they respect me, which means, their judgement is crazy
i’ve had my face dragged in, fifteen miles of shit, and i do not, and i do not,
and i do not like it
so how can anybody say, they know how i feel, when they are they, and only i am
i

he said he wants to befriend me, which means, he can’t possibly know me
the voices of the real, and the imagined cry, the future is passing you by, the
future is passing you by

so how can anybody possibly think they know how i feel, everybody look, see
pain, and walk away
and as for you in your uniform, your smelly uniform, and so you think you can be rude
to me
because you wear a uniform, a smelly uniform, and so you think you can be rude
to me

but even i, as sick as i am, i would never be you
even i, as sick as i am, i would never be you
even i, sick and depraved, a traveller to the grave
i would never be you
i would never be you

özgürlük yoksa bilim de olmaz

wily blake
yıl 2000: 3 temmuz günü edward said lübnan sınırındaki bir israil karakoluna taş atıp "one stone tossed into an empty space scarcely warrants a second thought" diyor.
gazeteciler, televizyoncular, kısacası herkesler orada.

ertesi gün bu olay bütün dünyayı sallıyor, tüm gazetelerde said’in taş atarken şekilmiş şu fotografını yayımlıyor:

http://www.campus-watch.org/img/upload/large/25.jpg


birçok kişi böyle bir akadmisyen olup olamayacağını sorgulamaya kalkıyor, yahudi ögrencilerin bir kısmı üniversitesinin yaptırım uygulaması için eylemler düzenlemeye başlıyor, israil lobisi aynı amaç için harekete geçiyor...


edward said ne yapmış? fikrini mi açıklamış? akademik bir faliyet mi yürütmüş? israil-filistin meselesi hakkında bilimsel bir çalışma mı hazırlamış?
hayır.
bireysel bir eylem yapmış, hem de yasa dışı bir eylem. taraf olmuş, filistinli çocuklar gibi israil askerlerine taş atmış.

tepkiler üzerine said’in bağlı bulunduğu columbia universitesi’nin akademik başkanı (provost) yani bize göre rektör yardımcısı olan jonathan r cole edward said’e sahip çıkıp kendinin ve rektör george rupp’ın altına imza attığı, akademik özgürlüğün ne olduğunu anlatan şu yazıyı yayımlıyor:


ozgurluk yoksa bilim de olmaz:

bu yazı, columbia üniversitesi öğrenci konseyi’nin, profesör edward said hakkında bir süredir kampüs içinde yürütülen tartışma hakkında yönetimin tavrını ifade etmesi isteğine rektör rupp ve kendi adıma vereceğim yanıttır. bugüne kadar böyle bir yanıt vermek konusunda pek gönüllü değildim. çünkü bu tartışmanın başından bu yana, columbia’nın sahip çıktığı değerlerin iyi bilindiğine, sarih olduğuna ve yeniden teyidinin de gereksizliğine inanıyordum.

ne var ki, bu yazıyı yazacağım, çünkü büyük bir üniversitenin varlık koşulu olan temel ilkeleri hafızalarda tazelemenin yarar getireceği zamanlar olur ve sanırım bu da öyle bir zaman.

fakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler üniversite yönetmeliğinin, columbia’daki ’akademik özgürlüğün’ ele alındığı 70. maddesinde ifade edilir. şöyle ki:

’akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir. öğretim görevlileri fikirlerini ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da anımsamalıdırlar.’

ifade polisi gibi davranamayız

said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence altındadır. columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz. şimdi said’in bir ülke sınırının ötesine taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: bildiğime göre taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir yasa ihlal edilmiş değil; bu konuda herhangi bir dava açılmış değil; said aleyhine herhangi bir cezai veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. elimizde söylenti nevinden, kulaktan dolma bilgiler ve bir dizi iddialar var; ki bunlar said tarafından kendi ifadesinde reddedilmiştir.

said’in güvence altında tutulan türden bir ’fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal halinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum yoktur. kaldı ki, hakkında abd’de veya başka bir ülkede dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi kuralları itibarıyla said’in cezalandırılması söz konusu olmayabilirdi. kısacası, üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. karşılığı, hal ve şartlar belirler.

aynısı öğrencilerimiz için de geçerlidir. mesele eğer gerçekten de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir kenara bırakalım. ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor. çünkü bana öyle geliyor ki, said’in gayet iyi bilinen siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir bağ var. işte bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki temel değerlerin tam kalbine değiniyor.

ne olursa olsun

bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. john stuart mill, ’on liberty’ (özgürlük üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar; ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir: "eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanz, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz..." (on liberty, chapter ii, p.23 of the robson edition of john stuart mill a selection of his works)

fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, ’doğruluk’ mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir.

gerçek tehdit

bu nedenle, said’in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya profesör said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamalarn, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir.

columbia olarak biz, mccarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik; bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız.

said’e özel değil

bunun nedeni, üniversitede profesör olduğu için edward said’in güvenceli bir konumu bulunması değil, hayır. akademik özgürlükten yararlanmak söz konusu olduğunda profesörlere mahsus hiçbir özel uygulama yoktur. burada herkes aynı güvenceye sahiptir, said’den ne fazla ne az. said bir profesördür, çünkü kendi akademik alanında bir devdir; kendi dalında apayrı bir alan açmıştır. çalışmaları ve fikirleri üzerine kitaplar yaymlanmıştır ve başka üniversitelerde hakkında dersler verilmektedir. öğrencileri ve arkadaşları dünyann bütün önde gelen üniversitelerinde saygın görevlerde bulunmaktadr. said, en önde gelen hümanistlerden ve entelektüellerden biridir.

said, bir columbia üniversitesi profesörüdür, bu bizim en yüksek akademik derecemizdir ve kendisi bu mevkiye sadece bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir. onun politik görüşlerine atıfla, columbia’daki sıfatının uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini sorgulamak, said’i üniversitemizin önde gelen akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez. bu son tartışma, hatta said’in buradaki görevinden uzaklaştırılması yönünde tek tük öneriyle de birlikte, akademik çalışmanın kalbinde yatan gerçek değere duyduğum inancı daha da güçlendirdi. eğer said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?

öğrenciler için de geçerli

columbia’da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. ne var ki, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla said’e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. nasıl said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. ve said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim.

öğrenciler ve öğretim görevlileri benim de pek doğru bulmayabileceğim şeyler yapabilirler, ancak üniversitenin otoritesini asla bir dizi fikri, o sıra yönetsel pozisyonları işgal edenlerin fikirlerine uymaya zorlamak yönünde kullanmam.

4 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol