entelektuel surgün marjinal yabancı

wily blake
orjinal adı ’representations of the intellectual: the 1993 reith lectures’ olan edward said eseri.

ayrinti yayinlari’ndan çıkan kitap türkçeye ’entelektüel: sürgün, marjinal, yabancı’ adı ile tuncay birkan tarafından çevrilmiş.

bir çok kişi tarafından refere edilen bir eser olmasına rağmen said’in entelektüel tanımı yaparken kendisini merkeze aldığı hatta kitabın tamamen kendisinin konumunu yüceltmek adına yazıldığı(amaç bu olmasa da sonucun bu olduğu) ile ilgili eleştiriler de yok değildir.


arka kapak:

düşünceyle arası zaten hiçbir zaman hoş olmamış bu topraklarda, son zamanlarda, düşünceyi ve onu cisimleştiren entelektüeli ’terörize eden’, doğrudan doğruya ’vatan hainliği’ ile damgalayacak kadar pervasızlaşan bir zihniyet iyice egemenliğini kurmuş durumda. milliyetçi ve dinsel fanatizm, kendisinden başkasına düşüncesini ifade etme bir yana, yaşama hakkı bile tanımıyor. bu toprakları ’sevme hakkı’nı kendi tekeline almak istiyor.

batı’nın islam anlayışının iki yüzlü önyargılarına karşı koymasıyla ünlendiği halde, salman rushdie’nin ifade özgürlüğü sonuna kadar savunarak gerçek bir entelektüel tavrı sergileyen edward said’in bu önemli kitabının türkiye bağlamında son derece ayrıştırıcı bir yere hizmet etmeyi reddedişiyle, sonra da milliyeti, dini ve geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlıyor.’artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir, diyen adorno’yu yankılayarak entelektüeli metaforik bir sürgün, bir evsizlik konumuna yerleştiriyor. sürgün içinde yaşadığı toplumun (ve hatta dünyanın yerlilerinden olmamayı, orada hep tedirgin, rahatsız ve başkalarını da rahatsız eden bir yabancı olmayı içeren bir konum ona göre. ama geçmişinin, dilinin, miliyetinin sunduğu ucuz kesinliklerin ötesine geçip evrensellik idealinde ısrar eden entelektüel, hep marjinal kalmayı bir yoksunluk olarak değil, bir özgürlük, bir kesif süreci olarak yaşar.

entelektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaşma oluşturacak genel simgeleri yaratan biri değil; bu simgeleri sorgulayan, kutsal sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teşhir eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir. profesyonelleşmenin baskısı giderek artarken, amatör kalarak kamusal alanda yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüşünü ve tavrını temsil etmekte ısrar eden bireydir entelektüel. hiçbir kahramana ve siyasi hiçbir tanrıya inanmaz.
düşünceden korkanların bu kitapla hiçbir ilişkisi yoktur!


http://www.ayrintiyayinlari.com.tr/ince62.htm

http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=aoq00m6m3e0e47yhtowo


wily blake

entellektüel kimdir?

entellektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri kırmaktır.

... kültürler cerrahi müdahalelerle doğu ve batı gibi geniş ve çoğunlukla ideolojik karşıtlıklar halinde ayrılamayacak kadar iç içe geçmişlerdir, içerikleri ve tarihleri birbirine bağımlı ve melez bir nitelik sergiler. (s.11)

entellektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen nereye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım. nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entellektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.

... bence entellektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır. (s.12)

entellektüelin amacı nedir?

düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entellektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar.

çoğunlukla başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen birer perde işlevi gören, yetiştiğimiz ortamın, sahip olduğumuz dilin ve milliyetin sağladığı ucuz kesinliklerin ötesinde geçebilme riskini göze alabilmek demektir evrensellik. (s.13)

kişinin değiştirme gücüne sahip olmadığı üzücü bir duruma tanıklık etmesi hiç de monoton, renksiz bir faaliyet değildir. (...)

ne koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacakları toprakları olan entellektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini beğenenleri de yok değildir ama daha çok kendileriyle dalga geçerler mesela, lâfı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. ama şu gerçekten kaçış yoktur: kendilerini böyle gören entellektüellerin ne yüksek mevkiilerde eş dostları, ne de resmi makamlarda itibarları olur. insan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık. (s.16)

gramsci’ye göre entellektüel:

gramsci toplumda entellektüel işlevi görenlerin ikiye ayrılabileceğini göstermeye çalışır; bunlardan birincisi nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entellektüeller, ikincisi ise entellektüellerin çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik entellektüellerdir.

nitekim, gramsci organik entellektüele ilişkin olarak şöyle der: "kapitalist girişimci kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır." bir deterjan ya da havayolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da halkla ilişkiler uzmanı, demokratik bir toplumda müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan biri, gramsci’ye göre bir organik entellektüeldir. (s.22)

yalnız ve muhalif

gerçek entellektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar.

benda’ya göre bugünkü entellektüellerin sorunu, sahip oldukları ahlâkî otoriteyi, sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi "kolektif duygular"ın örgütlenmesi adını verdiği şeye (bu deyim benda’nın ileri görüşlülüğünün işaretidir) devretmiş olmalarıdır. (s.23)

benda’nın tanımına göre gerçek entellektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar.

güçlü kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir. (s.24)

benda’nın özünde son derece muhafazakâr bir içerik taşıyan yapıtında kullandığı mücadeleci retoriğin altında, derinde bir yerlerde,ayrı bir varlık; iktidarın yüzüne karşı doğruları söyleyen biri; hiç bir dünyevî gücü eleştirilemeyecek ve sorgusuz sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nufuzlu görmeyen haşin, uzdilli, olağanüstü cesur ve öfkeli bir birey olan bu entellektüel figürü vardır.

günümüzde bilginin üretilmesiyle ya da dağıtılmasıyla bağlantılı herhangi bir alanda çalışan herkes, sözcüğe gramsci’nin verdiği anlamda, bir entellektüeldir.

ama gouldner ayrıca entellektüellerin artık geniş bir halk kesimine seslenen insanlar olmadıklarını (yükselişleri bunu içeren bir süreçtir) eleştirel söylem kültürü adını verdiği bir kültürün üyeleri haline geldiklerini de belirtmişti. (s.26)

hele bir entellektüelin dinleyicilerini mutlu etmesi diye bir şey söz konusu olamaz; işin özü sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmaktır. (s.28)

orwell’e göre entellektüel:

george orwell, "siyaset ve ingiliz dili" adlı denemesinde bunu gayet ikna edici bir biçimde anlatır. klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlar, der orwell, "dilin çürümesi"nin örnekleridir. sonuçta zihin uyuşup pasifleşirken bir süpermarketteki fon müziği etkisi yaratan dil, bilincin üzerini kaplayıp onu basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, edilgin bir biçimde kabul etmeye ayartır.

"siyasal dil" diyordu, "yalanları doğru, cinayetleri saygın göstermek ve içi tamamen boş sözlerle doluymuş görüntüsü vermek amacıyla tasarlanmıştır -belli farklılıklarla muhafazakârlardan anarşistlere tüm siyasal taraflar için doğrudur bu!-" (s.39)

ama salt (başka bir alternatifi olmadığı için) ulusal bir dili kullanmak bile, el altında bulunuveren hazır kalıp sözlere, gazetecilik, akademik profesyonalizm ve herkes tarafından kolayca anlaşılma tasası gibi bir çok fail ve unsurun tedavülde tuttuğu popüler "biz" ve "onlar" metaforlarına başvurmaya meyilli kılar insanı. (s.42)


kabuğunu yırtma ihtiyacı

sosyolog edward shils modern entellektüelin klasikleşmiş bir tanımını şöyle yapmıştır:

her toplumda... kutsal olana yönelik sıradışı bir duyarlığa sahip, içinde bulundukları evrenin doğası ve toplumlarını yönlendiren kurallar hakkında birçok insandan daha fazla düşünen bazı kişiler vardır. her toplumda, aynı toplumu paylaştığı, çoğunluğu oluşturan sıradan insanlardan daha sorgulayıcı; gündelik hayatın dolayımsız, somut durumlarından daha genel bir nitelik taşıyan ve zamanla mekândaki göndermeleri daha uzak olan simgelerle ilişki içinde olmayı daha sık arzulayan bir azınlık vardır. bu azınlıkta, arayışlarını sözlü ve yazılı söylem, şiirsel ya da plastik ifade, tarih yazımı, törenler ve tapınma edimleri yoluyla dışsallaştırma ihtiyacı hissedilir. bütün toplumlarda entellektüellerin varoluşuna, dolayımsız somut deneyim perdesinin ötesine geçme yolundaki bu içsel ihtiyaç damgasını vurur. (s.45)

islâm ve entellektüel

üçüncü dünya’daki çok sayıda ülkede bile, milli devletin statüko yanlısı güçleri ile bu devletin içinde hapsettiği, ama temsil etmediği hatta bastırdığı imtiyazsız halk kitleleri arasındaki gürültülü antagonizma, galiplerin ilerlemesine direnmek için gerçek bir fırsat sağlar entellektüele. arap-islam dünyasında daha da karmaşık bir durum vardır. mısır ve tunus gibi, bağımsızlıklarını kazanmalarından beri, hizipler ve mahfeller yüzünden artık iyice yozlaşmış laik milliyetçi partiler tarafından yönetilen ülkeler birdenbire islamî gruplar tarafından sarsılmaya başlamışlardır; bu gruplar ezilenlerin, kentli yoksulların, taşradaki topraksız köylülerin, islamî geçmişin restorasyonundan ya da yeniden inşasından başka umutları kalmamış bütün herkesin vekili olduklarını söylemektedirler ki bunda oldukça haklıdır.

ama ne de olsa çoğunluğun dinidir islam; içerdiği çok sayıdaki farklılığı ve görüş ayrılığını yok sayarak "tek yol islam" demek, islam’ın büyük farklılıklar gösteren yorumlarından hiç söz etmemek entellektüelin rolü değildir bence. tekbiçimli olmaktan çok uzak, karma nitelik taşıyan bir din ve bir kültürdür ne de olsa islam. ama islam büyük çoğunluğun inancı ve kimliği olduğu ölçüde entellektüele düşen görev islam’a övgüler düzen koroya katılmak olamaz.

islam’da entellektüel için bunun yolu, meydanı kuzu kuzu siyasal hırsları olan ulemâya ya da karizmatik demogoglara bırakmaktan değil, şahsi tefsirin, yani içtihatın canlandırılmasından geçer. (s.48)

fanon’a göre, cezayirli entellektüelin amacı sadece, beyaz polisin yerine yerli polis koymak olamaz; aimé césaire’den ödünç aldığı bir deyişle, "yeni ruhlar icat etmek" der bu amaca fanon. bir başka deyişle, ülke çapında aşırı olağanüstü bir durumun ortaya çıktığı dönemlerde topluluğun hayatta kalmasını sağlamak için entellektüelin yaptıklarının paha biçilmez bir değeri olsa bile, grubun hayatta kalmak için verdiği kavgaya duyduğu bağlılık onu, eleştiri duyusunu uyuşturacak, bu duyunun gereklerinden ödün verecek kadar ileriye götüremez. (s.49)

sürgün ve yabancı

bence entellektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir. (s.51)

fakat hiç bir şey onu bu denli gözden düşüremeyecek olsa da bir entellektüel bunun kendisine kişisel olarak nelere mal olacağını umursamadan bu tür sürü davranışlarına açıkça karşı çıkmalıdır. (s.52)

hayatları boyunca bir toplumun mensubu olmuş entellektüeller bile, bir bakıma, içerdekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilirler: bir yanda toplumun mevcut haline tamamen ait olanlar, onun içinde yoğun bir aykırılık ya da uyumsuzluk duygusu hissetmeksizin barınanlar ki bunlara evet-diyiciler diyebiliriz; öte yanda hayır-diyenler, toplumlarıyla yıldızları barışmayan, bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan şöhret edinememe anlamında yabancı ve sürgün olan bireyler. (s.58)

minima moralia’daki 18 numaralı fragman sürgünün anlamını çok iyi yakalar. "sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek" der adorno, "artık imkânsızdır. içinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hale gelmişlerdir: bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir."

"nitekim, der adorno, "ev bitmiştir... bütün bunlar karşısında en iyi davranış tarzı bağlanmamış, arada kalmış davranıştır hâlâ... bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur." (s.61-62)

sürgün ayrıcalığın, iktidarın ve (deyim yerindeyse) evde olmanın sağladığı konforların dışında marjinal bir figür olarak duran entellektüeli karakterize eden durumdur demek doğru olsa da, bu durumun kendisiyle birlikte belli ödüller ve hatta ayrıcalıklar getirdiğini vurgulamak da çok önemli. yani ne ödüller kazanıyor ne de parti çizgisine ayak uydurmayan can sıkıcı baş belâlarını dışlamayı adet haline getirmiş bütün o kendinden memnun pâye dağıtım cemiyetlerinde hoş karşılanıyor olsanız da sürgün ve marjinal olmak size olumlu bir şeyler kazandırır.

bunlardan biri şaşırmanın, hiç bir şeyi peşinen doğru saymamanın, çoğu insanı kafa karışıklığına ya da dehşete sürükleyecek istikrarsız ortamlarda ayakta kalmayı öğrenmenin verdiği hazdır şüphesiz.

bir entellektüel, gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan robinson crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan marko polo’dur. (s.63)

genelde onaylanmış bir düşmana karşı hüküm verme gibi basit bir konu olarak görülen şey, sürgünün çifte perspektifi içinde, batılı entellektüeli olaya çok daha geniş bir açıdan bakmaya, sadece gelenekel olarak altı çizilenlere karşı değil, bütün teokratik eğilimlere karşı laik (ya da değil) bir konum almaya itmektedir artık. (s.64)

son olarak, bütün gerçek sürgünlerin doğrulayacağı gibi, bir kere yurdunuzdan ayrıldıktan sonra nereye giderseniz gidin orada hayata kaldığınız yerden devam edemez, o yeni yerin bir başka yurttaşı olup çıkamazsınız. zamanınızın büyük bir bölümünü yitirdiklerinize yanarak, etrafınızdaki, hep yurdunda, sevdiklerinin yanında olmuş, ne bir zamanlar kendilerine ait olan bir şeyi kaybetme deneyimini ne de, daha önemlisi, asla geri dönemeyecekleri bir hayatın kavurucu hatıralarını yaşamak zorunda kalmış insanlara gıpta ederek geçirebilirsiniz.

entellektüel için sürgünle yerinden olma, asli yapıtaşlarını "idare etme"nin ve çizilmiş yollardan gitmenin oluşturduğu bildik bir hayat yaşamaktan kurtulmak demektir. sürgün her zaman bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu izleyemediğiniz için bir entellektüel olarak yaptığınız her şeyi kendi kendinize yapmanız gerektiği anlamına gelir. bu yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanılacak bir şey olarak değil de bir tür özgürlük; her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir amaç tarafından belirlenen, kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre yaptığınız, hangi konu ilginizi çekiyorsa onunla uğraştığınız bir keşif süreci olarak yaşayabilirseniz eşi benzeri olamayan bir haz alırsınız. (s.65)

yerleşmenin, evet-demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entellektüel için bir modeldir sürgün. kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ. bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiç bir zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan.

teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entellektüel de değil kafamdaki. dediğim şu: bir entellektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. sürgünsoylu entellektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil. (s.66)


paranın uysallaştırdığı entellektüeller

birey grupları kurumlarla ittifak kurar ve bu kurumlar sayesinde güç ve otorite kazanırlar. kurumların ağırlığı arttıkça ya da azaldıkça, onlara bağlı (antonio gramsci’nin yerinde nitlemesiyle) "organik entellektüeller"in önemi de artar ya da azalır.

debray’ın belirttiği gibi, bir entellektüelin çevresi, kendisine benzer entellektüellerden oluşan bir grubun ötekisine genişlediği zaman -bir diğer deyişle, tartışma ve yargıda bulunma konusunda entellektüellere duyulan bağımlılığın yerini bir izleyici kitlesini ya da bir işvereni memnun etme kaygısı aldığı zaman- entellektüelin yaptığı işte, verdiği uğraşta bir şeyler, yürürlükten kalkmasa bile, kesinlikle ketlenmiş olur. (s.69)

yirminci yüzyılda entellektüeller ya da entelijansiya -fikirleri karşılığı para alan yöneticiler, profesörler, gazeteciler, bilgisayar ya da hükümet uzmanları, lobiciler, allameler, sendikalı köşe yazarları, danışmanlar- adı verilen genel bir gruba ait olan insanların sayısındaki artışla birlikte, insan artık bağımsız bir ses olarak entellektüel birey var olabilir mi diye sormak zorunda kalıyor.

bütün entellektüelleri sadece hayatlarını bir üniversite ya da gazetede çalışarak kazandıkları için satılmış olmakla suçlamak kaba ve son kertede anlamsız bir ithamdır. "dünya öylesine yozlaşmış ki eninde sonunda herkes para denen puta teslim oluyor" demek tam bir kinizm örneğidir. öte yandan entellektüel bireyi ideal, maddi çıkarlarla hiç bir alakası olmayacak ölçüde saf ve soylu bir tür şövalye olarak görmek de ciddi bit tutum sayılamaz. böyle bir sınavdan kimse geçemez, joyce’un stephen dedalus’u bile; dedalus o kadar saf, o kadar hırçın bir idealliktedir ki sonunda hiç bir şey yapamaz hale gelir ve daha beteri susar.

işin özü, entellektüel ne salt yumuşak yüzlü bir teknisyen olup çıkacak denli tartışma ve huzursuzluk çıkarmaktan kaçınan biri olmalıdır ne de tüm zamanını naletlik yapmakta haklı ama sözüne kimse kulak vermeyen bir cassandra olmaya çalışarak geçirmelidir. toplum ne kadar özgür ve açık olursa olsun, birey ne kadar bohem olursa olsun herkes bir toplumun zaptı altındadır. her halükârda entellektüelin sesini duyurması ve pratikta tartışmalara, hatta mümkünse ihtilaflara yol açması gerekir. ama yegâne seçenekler topyekün atalet ya da topyekün isyan değildir. (s.70-71)

profesyonalizm

bu konferansların başından beri belirttiğim gibi, entellektüelin temsil ettiği şey heykelimsi bir put değil, bireysel bir iş, bir enerji, kendi dili ve toplumu içinde bir dizi meseleyi bir taraf alarak, net ve açık bir biçimde kendisine dert edinen inatçı bir güçtür ki bu meselelerin hepsi de son kertede aydınlanma ve özgürleşmeyle, yani özgürlükle bağlantılıdır. ister batı’da olsun ister batı dışında, entellektüele yönelik asıl tehdit ne akademiden ne de varoşlardan ne de basının ve yayınevlerinin insanın kanını donduracak ölçüde ticarileşmiş olmasından gelir; ben asıl tehdidi profesyonalizm dediğim bir tutumda görüyorum.

profesyonalizmle kasttettiğim şey, bir entellektüel olarak yaptığınız işi geçim kaygısıyla, sabah saat dokuz ila akşam saat beş arasında (bir gözünüzü saatten ayırmadan, öbür gözünüz devamlı profesyonel davranış standartlarına uygun davranıp davranmadığınız üzerinde) yaptığınız bir şey diye düşünmenizdir -denizi bulandırmamanız, kabul edilmiş paradigmaların ya da sınırların dışına çıkmanız, pazarlanabilir ve öncelikle de "prezentabl" olmak uğruna kendinizi "aman bir tatsızlık çıkmasın da" diye düşünen, apolitik ve "nesnel" biri haline getirmenizdir. (s.74)

günümüzdeki ortamı eleştirenler, entellektüelin toplumun ahlâkî ve zihinsel hayatı üzerinde bir egemenliğe ya da bir tür sınırsız otoriteye sahip olması gerektiğini varsayarlarken, son dönemlerde entellektüellerin kendi kendilerini temsil ediş tarzlarında meydana gelen köklü değişikliklerle birlikte, söz konusu otorite konumuna karşı koymak, hatta saldırmak yolunda ne kadar çok enerji sarf edildiğini görmezden geliyorlar.

entellektüelin en çok şöyle ya da böyle olması için toplum tarafından dört bir yandan kuşatıldığı, tatlı sözlerle kandırılmaya çalışıldığı, gözdağı verildiği zaman entellektüel olduğu, çünkü entellektüel çalışmaların ancak o zaman ve bu temel üzerinde inşa edilebileceğini söyler sartre. (s.75)

bilirkişi olabilmek için uygun otoritelerden tasdikname almak zorundasınızdır; bunlar size doğru dili konuşmayı, doğru otoriteleri zikretmeyi, doğru sahada bulunmayı öğretirler. (s.77)

her entellektüelin bir dinleyicisi ve bir muhatabı vardır. mesele o dinleyicinin orada memnun edilmesi gereken bir müşteri konumunda mı durduğu yoksa entellektüelin meydan okuyup doğrudan muhalefete ve topluma daha demokratik bir biçimde daha fazla katılmaya teşvik edebileceği biri mi olduğudur. ama her iki durumda da otorite ve iktidarı, entellektüelin bu otorite ve iktidarla ilişkisini es geçmenin yolu yoktur. entellektüel otoriteye nasıl hitap eder: profesyonel bir ricacı olarak mı yoksa onun itibar görmeyen amatör vicdanı olarak mı? (s.81)


iktidara hakikati söylemek

entellektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak entellektüelin işine ihanet etmesi demektir. (s.85)

yani artık herkes dünya hakkında yeni ve genellikle birbirleriyle çelişen görüşlerle ortaya çıkmaktadır: her biri diğerlerini dışlayan tamamlanmış bir program sunan yahudi-hıristiyan değerleri, afrika-merkezli değerler, müslüman hakikatleri, doğu hakikatleri, batı hakikatleri hakkında bitmez tükenmez lâflar ediliyor. bugün her yerde, tek bir sistemin başa çıkabileceğinden daha fazla tahammülsüzlük ve kulak tırmalayıcı bir iddiacılık var. (s.87)

burada göstermeye çalıştığım gibi, entellektüellerin temsil eylemlerini gerçekleştirdikleri kamusal alan aşırı karmaşık bir niteliktedir ve rahatsız edici özellikler içerir; fakat, ancak entellektüelin, milletler ve bireyler arasında farklar olmasına izin verirken aynı zamanda bu farkları gizli hiyerarşilere, tercihlere ve değerlendirmelere tâbi tutmayan bir adalet ve hakkaniyet kavrayışına sarsılmaz bir inanç duyması halinde, bu alana etkili bir müdahalede bulunmanın bir anlamı olabilir. bugün herkes için eşitlikten ve uyumdan dem vuran liberal dili kullanmayan yok. entellektüelin sorunu ise bu kavramları, eşitlik ve adalet lâfları ile o kadar da hoş olmayan gerçeklik arasındaki uçurumun son derece büyük olduğu fiili durumlarla ilişkilendirmektir. (s.89)

eskiden nesnel ahlâkî normlar ve makul otorite diye bilinen şeylerin ortadan kalkmasıyla kafası zaten karışmış olan bir dönemde yaşayan çağdaş entellektüelin kendi ülkesinin davranışlarını körü körüne desteklemesi ve işlediği suçları görmezden gelmesi ya da lâkayt bir tavırla "bütün ülkeler böyle yapıyor herhalde, dünyanın kanunu bu" demesi kabul edilebilir şeyler midir? oysa burada söylememiz, söyleyebilmemiz gereken şey, entellektüellerin aşırı hatalar yapan iktidara yaltaklanarak hizmet ettikleri için entellektüel vasıflarını yitirmiş profesyoneller değil, -yinelersek- sonuç olarak iktidara hakikati söylemelerini sağlayan alternatif ve daha ilkeli bir duruşu olan entellektüeller olduklarıdır. (s.91)

kimse hayatının her anında her konu hakkında söz alamaz. ama insanın kendi toplumunun, yurttaşlarına hesap vermek zorunda olan yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenme konusunda özel bir görevi olduğuna inanıyorum ben; özellikle de bu güçler apaçık ahlâk dışı ve kendisinden çok daha güçsüz bir tarafa karşı yürütülen bir savaşta ya da kasten ayrımcılığı, baskı yapmayı ve toplu zulümü hedefleyen programlar için kullanıldığında. (s.92)

bütün bu örneklerde bir durumun entellektüel anlamına eldeki bilinen olguları, yine eldeki bilinen bir normla kıyaslayarak ulaşılır. bu kolay bir iş değildir, zira bilginin genellikle bölük pörçük, paramparça ve zorunlu olarak kusurlu bir biçimde sunulduğu göz önünde bulundurulursa bunun ötesine geçmek için belgeler, araştırmalar, sondajlar gerekir. (s.93)

bence hiç bir şey entellektüeli sakınganlığa, doğru bildiği ama benimsememeye karar verdiği güç ve ilkeli bir konuma tipik bir biçimde sırt çevirmeye iten zihinsel alışkanlıklar kadar takdire lâyık değildir. fazla politik görünmek istemezsiniz; adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız; patronunuzdan ya da bir otoriteden onay almanız gerekir; dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz; kendisine fikir sorulan, danışılan biri, bir yönetim kurulu ya da prestijli bir komiteye üye olmak, sorumlu vasatlar arasından ayrılmak gibi bir umudunuz vardır; günün birinde bir şeref pâyesi, büyük bir ödül, hatta belki de bir elçilik kapma peşindesinizdir.

bir entellektüel için bu zihinsel alışkanlıklar par excellence yozlaştırıcıdır. tutkulu bir entellektüel hayatı biçimsizleştirebilecek, soğurabilecek ve nihayetinde öldürebilecek bir şey varsa o da bu alışkanlıkların içselleştirilmesidir. (s.94)

entellektüel bir dağa ya da kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz. tabii ki söyleyeceklerinizi en iyi nereden duyulacaksa oradan söylemek istersiniz; ayrıca söylediklerinizi süregelen, fiili bir süreci, sözgelimi barış ve adalet davasını etkileyecek bir biçimde temsil etmek istersiniz. evet, yalnız başına konuşur entellektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir halkın özlemleriyle, müşterek bir ideanın peşinde ortak olarak koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulur sesi. (s.95)

tanrılar hep iflâs eder

bir entellektüel olduğun halde niçin bir tanrıya inandın ki zaten? hem, eski inancının ve sonra ondan duyduğun hayal kırıklığının bu kadar önemli olduğunu düşünme hakkını kim verdi sana? (s.104)

işin komik yanı eski dönekle yeni müminin genellikle aynı ölçüde hoşgörüsüz, aynı ölçüde dogmatik ve saldırgan olmalarıdır. geçtiğimiz yıllarda aşırı soldan aşırı sağa kayış, sözde bağımsızlığı ve aydınlanmayı savunan ama, özellikle abd’de, aslında sadece reagancılığın ve thatchercılığın yükselişini yansıtan cansıkıcı bir gayretkeşliğe yol açtı maalesef. kendi kendilerinin reklamını yapan bu güruhun amerikan kolu kendine ikinci düşünceler adını takmıştı; o asi 60’larda savundukları ilk düşüncelerin hem radikal hem de yanlış olduğunu belirtiyorlardı akıllarınca.

altmışların radikalleri, vietnam savaşı ve amerika karşıtı polemikleriyle kendilerine ne kadar fazla güveniyor ve inançlarını ne kadar fazla dramatikleştiriyor idiyseler ikinci düşünceciler de kendilerine o kadar güveniyor, o kadar patırtı koparıyorlardı. tabii tek sorun artık ortada komünist dünya, şer imparatorluğu diye bir şey kalmamış olmasıydı, ama geçmişte söylediklerini işine geldiği gibi budama ve sofuca pişmanlık duaları okuma faslının sonu gelmeyecek gibiydi. aslında bir tanrıdan yeni bir tanrıya geçmekten başka bir şeyi kutladıkları yoktu. (s.104-105)

şimdi batı’nın büyük medya kuruluşlarında abd politikalarını ya da israil’i eleştiren bir şey söylemeye çalışmanın son derece güç, öte yandan bir halk ve kültür olarak araplara ya da bir din olarak islam’a karşı düşmanca şeyler söylemenin gülünç denecek ölçüde kolay olduğunu herkes biliyor. zira batı’nın sözcüleri ile müslüman ve arap dünyasının sözcüleri arasında kültürel bir savaş var esasında. böylesine alevli bir ortamda, bir entellektüel olarak yapılacak en güç şey eleştirel olmak, belli bir noktaya bomba yağdırmanın dildeki karşılığı olan belâgatli bir üslup takınmaktan kaçınıp bunun yerine abd’nin haklarını ezen kukla rejimlere verdiği destek gibi konular üzerinde odaklanmaktır ki abd’de yazan biri için bunu yapmak eleştirilere davetiye çıkarmak demektir. (s.107-108)

arap dünyasında entellektüeller

öte yandan eğer bir arap entellektüel olarak abd polikasını ateşli bir biçimde, hatta kör körüne desteklerseniz; bu politikayı eleştirenlere saldırır ve bunlar arapsa ne kadar alçak olduklarını gösteren kanıtlar icat eder, amerikalıysa ikiyüzlülüklerini kanıtlayan hikâyeler ve durumlar uydurursanız; araplar ve müslümanlarlar ilgili, geleneklerine kara çalan, tarihlerini tarif eden, zaaflarını (ki tabii ki bir sürü zaafları vardır) vurgulayan hikâyeler anlatırsanız söylediklerinize kulak verecek bir dinleyici kitlesi bulacağınız kesindir.

hele bir resmen onaylanmış düşmanlara, yani saddam hüseyin’e, baasçılığa, arap milliyetçiliğine, filistin hareketine ve arapların israil hakkındaki görüşlerine saldırırsanız beklediğiniz mükâfatlar mutlaka gelir: cesaretinizden dem vurulur, sözünüzü sakınmıyorsunuzdur, ateşlisinizdir vs. vs. yeni tanrı şüphesiz batı’dır. araplar, dersiniz, batı’ya daha çok benzemeye çalışmalıdırlar, batı’ya bir kaynak ve referans noktası olarak bakmalıdırlar. batı’nın gerçekte neler yaptığının önemi yoktur, bunlar tarih olmuştur. körfez savaşının yıkıcı sonuçları da tarih olmuştur. hasta olanlar biz araplar ve müslümanlarız, sorunlarımızın tek kaynağı biziz.

burada bir dizi şey göze çarpıyor. bir kere burada evrenselcilik diye bir şey yoktur. siz bir tanrıya sorgusuz sualsiz taptığınız için bütün iblisler öteki taraftadır: bu siz bir troçkist’ken de doğruydu, sabık bir troçkist olduğunuz şu anda da doğru. siyaseti karşılıklı ilişkiler düzeyinde ya da örneğin, arapları ve müslümanları batı’ya, batı’yı da onlara bağlayan uzun süreli ve karmaşık dinamikler gibi ortak tarihler düzeyinde düşünmüyorsunuz.

oysa gerçek entellektüel analiz bir tarafa masum ötekine kötü demeyi yasaklar. aslında kültürler söz konusu olduğunda bir taraftan söz etmek bile hayli sorunlu bir şeydir, çünkü kültürlerin çoğu tamamen homojen, ya salt kötü ya da salt iyi, su geçirmez küçük paketler değildirler. (s.108-109)



kaynak: derkenar

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol