pisliği bıraktığınız yerin kapısı ardında en az bir kişi olmak suretiyle yapılan faaliyet.
+ ben geliyoruwşhş..
- geldim geldim.. sen rahatına bak..
- geldim geldim.. sen rahatına bak..
nemli bölgelerde yetişen çiçekli bitki.
boş, anlamsız söz
(bkz: laf u güzaf)
bahçemdeki erik ağacı
ben her bahar pişman olurum
güneşe kanar baharlarım
orospu bir gülüşün gamzelerine
yaprak yaprak teslim olurum...
y. cumhur gürbüz
hiçbir yere doğru düzgün uğramadan, uğrasa bile kendini törpületecek, nasırını kalınlaştıracak pişmanlıklar ve an’ı uzatacak sevinçler toplamak için az biraz duraksayan ve sonra stabilize yolda seyrine devam eden bir ömür geçip gitti sandım bu sabah...
çok uzak bir dağkentte başlayan, sonra anadolu’nun ortasında, bazen sebepsiz görünen ama dünya nın en sevgili sonbaharlarını yaşatan o büyük başkentte yeşeren ve ardından dünyanın en dolambaçlı, en sahtekar ve en güzel şehrinde sürüp giden bir ömrün sonuna yöneldiğimi düşündüm bu sabah. henüz otuzlu yaşların başında ama davetsiz gelmiş bir baharın tam ortasında..
bahçeme nisan gelmiş, hiç haberim olmadı. her nisana hazırlıklı olamıyor insan. ne bir sevda hazırlığı mız var, ne de umut veren bir girişim... bilsek bir yerlerden bir şeyler uydururduk. hakiki bir aşk değilse de nisanı idare edecek bir didişme ayarlardık belki, ama olmadı.
yine yeni ve aşksız bir baharın kapısında buldum kendimi.her yerden hayat fışkırıyordu ve ben yalnızdım... içimdeki filizlerde tuhaf bir sonbahar yorgunlu ğu varken bu sabah ve durup dururken dedemin bahçesiyle buluştum.
toprağın rutubetini koklayıp içimin en gizli yerleri ne ulaştırdım. gökyüzüne bakıp yeşil bir yaşamak için uzun uzun gerindim.
onca beton yılın ve sentetik serüvenin ardından yalansız toprakla karşılaştım bu sabah.. çıplak ayakla yürüdüm nemli toprağın ve uzak geçmişimin üstün de..
dalları suyun üstünde (yani bir öpüşmenin en güzel yerinde) dururdu erik ağacının. havuzun suyunda cilveleşirdi dalından zamansız düşen, sırasını şaşırmış, yeşil, ekşi ve çocukluğumun en iyi arkadaşı erikler. nereden bilebilirdim o zaman bütün aşkların o erik tadının yeniden anımsanması olduğunu? o yıllar da bilemezdim elbet dedemin bahçesinde geçirdiğim günlerin hayatımın en uzak hasretine dönüşeceğini...
yaz sonu, okulun açıldığı ilk günlerde, ankara’nın ayva zamanlarında yani, ‘yazı nasıl geçirdiniz, yazınız” ödevlerinde anlattığın tek öyküydü dedemin bahçesindeki yeşil yaşamaklar. yerelmasını dalından, yaprağından tanıdığımız günlerdi. ciddiye alın, kolay iş değildir yerelmasını toprağın yüzünde tanımak. zaten ben de çok sonradan anlayacaktım bunun humuslu bir maharet olduğunu... ve çok yenilgi sonra anlayacaktım en gerçek sevdanın insanla toprak arasında yaşandığını. ölüm gibi bir kavuşma başka nasıl ve kiminle yaşanabilirdi ki?
ölüm dışındaki tüm kavuşmalarda belli belirsiz bir ayrılık tadı vardı çünkü. baharın hem sevda hem ayrılık tadı taşıması gibi. her sevinç uzak bir hüznü hatırlatır ya, öyle işte. biz o hüzünden kurtulduğumuza, onu geçmişte bıraktığımıza seviniriz aslında. oysa hiçbir acı bıraktığımız yerde kalmaz; onu yanımızda taşır, yeni baharlara ekleriz. erken açan filizlere soğuk vurur birden. güneşe güven olmaz çünkü, zamansız doğar bazen ve dolandırır yüreğimizdeki tomurcukları...
yalınayak ve kent yorgunu bir yürekle toprağa bastım bu sabah. etrafta bahar... içimde nedensiz bir yaprak dökümü. hep yanlış hesaplıyorum yaşımı... bir nisan ayı cıvıltısı için yaşlı mı sayılırım artık? herkeste bir kır gezintisi telaşı varken ben saçıma düşen kırları sayıyorum. henüz otuzlu yaşların başında ama habersiz gelmiş bir baharın tam ortasındayken...
oysa temiz bir aşk için her şey hazırmış gibi görünüyor: güneş en samimi ikliminde, ağaçlarda sevgili filizleri, deniz en yosma maviliğine kuşanmış ve kuşlar her sevda anma şahitlik yapmaya teşne...
dışarıda sevgili bahar... liseli defterlerde şiir izdi hami... ilk bakışmalarda güzelim kalp spazmları... ağaçlı yollarda yürürken ipe sapa gelmez sözler yüzünden boşluğa savrulan genç kahkahalar... bazen bir belediye otobüsünde gürültülü kahkahalar atan bir gruba rastlarsınız ve muhtemelen kızarsınız onlara. oysa onlar otobüsün içindeki bahan temsil etmektedir geri kalanlarda bir kış suskunluğu vardır.
baharın gürültüsü rahatsız eder bütün kışları.
bu sabah bahçeye çıkıp yeşil yaşamaklar için gerinmeden önce içime kırağı düşmüştü benim de. hiç hesapta yoktu bu gürültülü nisan günü. aklımda sebep siz yaprak dökümü... ama çıplak ayakta toprağa basınca, birden dedemin bahçesinde buldum kendi mi... o havuz, o ekşi erik tadı.
ne dedemin bahçesindeyim şimdi, ne de dalları değiyor erik ağacının suya. öksüz kalalı çok oldu dedemin bahçesi. kimse su vermiyor çocukluğumun havuzuna. dedemler beton ve cadde üstü bir hayata taşındı. şeftali ağaçlarının hüzünlü şarkısını söyleyen de dinleyen de kalmadı artık.
ama ben bu sabah aradan bir gençlik geçtikten sonra çıplak ayakla toprağa bastım. tepemde dalları yüklü, tepemde dalları güler yüzlü bir erik ağacı... işte o zaman hala toprakla dost olmak mümkün diye düşündüm. sanki ben hep aynı yerde durmuştum da bütün yaşamaklar yanımdan geçip gitmişti. ben hala dedemin bahçesindeydim ve hala erik ağacının dalları suya düşüyordu bir sevgilinin saçları gibi.
bu sabah, tepemde dalları hayat yüklü bir erik ağacı, nemli toprağa çıplak ayakla basarak ve geçmiş pişmanlıkları yeni korkulara ulayarak dedim ki; haydi yüreğim! işte yeniden toprağa ve hayata aşık olma zamanı!..
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
ben her bahar pişman olurum
güneşe kanar baharlarım
orospu bir gülüşün gamzelerine
yaprak yaprak teslim olurum...
y. cumhur gürbüz
hiçbir yere doğru düzgün uğramadan, uğrasa bile kendini törpületecek, nasırını kalınlaştıracak pişmanlıklar ve an’ı uzatacak sevinçler toplamak için az biraz duraksayan ve sonra stabilize yolda seyrine devam eden bir ömür geçip gitti sandım bu sabah...
çok uzak bir dağkentte başlayan, sonra anadolu’nun ortasında, bazen sebepsiz görünen ama dünya nın en sevgili sonbaharlarını yaşatan o büyük başkentte yeşeren ve ardından dünyanın en dolambaçlı, en sahtekar ve en güzel şehrinde sürüp giden bir ömrün sonuna yöneldiğimi düşündüm bu sabah. henüz otuzlu yaşların başında ama davetsiz gelmiş bir baharın tam ortasında..
bahçeme nisan gelmiş, hiç haberim olmadı. her nisana hazırlıklı olamıyor insan. ne bir sevda hazırlığı mız var, ne de umut veren bir girişim... bilsek bir yerlerden bir şeyler uydururduk. hakiki bir aşk değilse de nisanı idare edecek bir didişme ayarlardık belki, ama olmadı.
yine yeni ve aşksız bir baharın kapısında buldum kendimi.her yerden hayat fışkırıyordu ve ben yalnızdım... içimdeki filizlerde tuhaf bir sonbahar yorgunlu ğu varken bu sabah ve durup dururken dedemin bahçesiyle buluştum.
toprağın rutubetini koklayıp içimin en gizli yerleri ne ulaştırdım. gökyüzüne bakıp yeşil bir yaşamak için uzun uzun gerindim.
onca beton yılın ve sentetik serüvenin ardından yalansız toprakla karşılaştım bu sabah.. çıplak ayakla yürüdüm nemli toprağın ve uzak geçmişimin üstün de..
dalları suyun üstünde (yani bir öpüşmenin en güzel yerinde) dururdu erik ağacının. havuzun suyunda cilveleşirdi dalından zamansız düşen, sırasını şaşırmış, yeşil, ekşi ve çocukluğumun en iyi arkadaşı erikler. nereden bilebilirdim o zaman bütün aşkların o erik tadının yeniden anımsanması olduğunu? o yıllar da bilemezdim elbet dedemin bahçesinde geçirdiğim günlerin hayatımın en uzak hasretine dönüşeceğini...
yaz sonu, okulun açıldığı ilk günlerde, ankara’nın ayva zamanlarında yani, ‘yazı nasıl geçirdiniz, yazınız” ödevlerinde anlattığın tek öyküydü dedemin bahçesindeki yeşil yaşamaklar. yerelmasını dalından, yaprağından tanıdığımız günlerdi. ciddiye alın, kolay iş değildir yerelmasını toprağın yüzünde tanımak. zaten ben de çok sonradan anlayacaktım bunun humuslu bir maharet olduğunu... ve çok yenilgi sonra anlayacaktım en gerçek sevdanın insanla toprak arasında yaşandığını. ölüm gibi bir kavuşma başka nasıl ve kiminle yaşanabilirdi ki?
ölüm dışındaki tüm kavuşmalarda belli belirsiz bir ayrılık tadı vardı çünkü. baharın hem sevda hem ayrılık tadı taşıması gibi. her sevinç uzak bir hüznü hatırlatır ya, öyle işte. biz o hüzünden kurtulduğumuza, onu geçmişte bıraktığımıza seviniriz aslında. oysa hiçbir acı bıraktığımız yerde kalmaz; onu yanımızda taşır, yeni baharlara ekleriz. erken açan filizlere soğuk vurur birden. güneşe güven olmaz çünkü, zamansız doğar bazen ve dolandırır yüreğimizdeki tomurcukları...
yalınayak ve kent yorgunu bir yürekle toprağa bastım bu sabah. etrafta bahar... içimde nedensiz bir yaprak dökümü. hep yanlış hesaplıyorum yaşımı... bir nisan ayı cıvıltısı için yaşlı mı sayılırım artık? herkeste bir kır gezintisi telaşı varken ben saçıma düşen kırları sayıyorum. henüz otuzlu yaşların başında ama habersiz gelmiş bir baharın tam ortasındayken...
oysa temiz bir aşk için her şey hazırmış gibi görünüyor: güneş en samimi ikliminde, ağaçlarda sevgili filizleri, deniz en yosma maviliğine kuşanmış ve kuşlar her sevda anma şahitlik yapmaya teşne...
dışarıda sevgili bahar... liseli defterlerde şiir izdi hami... ilk bakışmalarda güzelim kalp spazmları... ağaçlı yollarda yürürken ipe sapa gelmez sözler yüzünden boşluğa savrulan genç kahkahalar... bazen bir belediye otobüsünde gürültülü kahkahalar atan bir gruba rastlarsınız ve muhtemelen kızarsınız onlara. oysa onlar otobüsün içindeki bahan temsil etmektedir geri kalanlarda bir kış suskunluğu vardır.
baharın gürültüsü rahatsız eder bütün kışları.
bu sabah bahçeye çıkıp yeşil yaşamaklar için gerinmeden önce içime kırağı düşmüştü benim de. hiç hesapta yoktu bu gürültülü nisan günü. aklımda sebep siz yaprak dökümü... ama çıplak ayakta toprağa basınca, birden dedemin bahçesinde buldum kendi mi... o havuz, o ekşi erik tadı.
ne dedemin bahçesindeyim şimdi, ne de dalları değiyor erik ağacının suya. öksüz kalalı çok oldu dedemin bahçesi. kimse su vermiyor çocukluğumun havuzuna. dedemler beton ve cadde üstü bir hayata taşındı. şeftali ağaçlarının hüzünlü şarkısını söyleyen de dinleyen de kalmadı artık.
ama ben bu sabah aradan bir gençlik geçtikten sonra çıplak ayakla toprağa bastım. tepemde dalları yüklü, tepemde dalları güler yüzlü bir erik ağacı... işte o zaman hala toprakla dost olmak mümkün diye düşündüm. sanki ben hep aynı yerde durmuştum da bütün yaşamaklar yanımdan geçip gitmişti. ben hala dedemin bahçesindeydim ve hala erik ağacının dalları suya düşüyordu bir sevgilinin saçları gibi.
bu sabah, tepemde dalları hayat yüklü bir erik ağacı, nemli toprağa çıplak ayakla basarak ve geçmiş pişmanlıkları yeni korkulara ulayarak dedim ki; haydi yüreğim! işte yeniden toprağa ve hayata aşık olma zamanı!..
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
selahattin dedemin adıydı
beni incittiniz. önce bunu söylemek zorundayım. merhaba bile demeden. kendimi tanıtmadan. kendimi tanıtmak mı? ben bunu hiç yapamadım ki.. ne yaşarken ne de ölürken anlatabildim kendimi. ailem için talihsiz bir kazaydı doğumum ve yirmi beş yaşındaydım beni öldürdüğünüzde. babamın utancı yirmi beş yaşındaydı.
beni incittiniz. hayatımın her yerine pis bakışlarınızdan bıçaklar soktunuz. beni kanattınız. oysa ben size hiçbir şey yapmamıştım. beni öldürdüğünüzde yirmi beş yaşındayım. zararsızlığım yirmi beş yaşındaydı.
biraz çocukluğumdan söz edeyim. ilk aklıma gelen bahçemizdeki kayak ağaçlarıdır.. kayak ağaçları pamuk dağıtırdı bize rüzgarda. içimden, hiç kimsenin duymadığı bir şarkı söyler dans ederdim rüzgarda, pamukların arasında. anneme sorardım: “anne pamuk ağaçta mı yetişir yoksa eczanede mi?”
çok sonra bir gün, beni evine götüren okumuş sakallı bir adamın salonunda, onun duş almasını beklerken (duş almadan sevişemezmiş), kütüphaneden rasgele çektiğim bir kitapta rastladım çocukluğumdaki pamuklara. şöyle yazıyordu:
“pamukladımıydı kavaklar, kiraz gelir ardından...”
“kim yazmış bunu” diye sordum sakallı adama sevişirken. “güzel bir adam” dedi. çoktan ölmüş meğerse. şiiri yazan adam yani... yazık diye düşündüm. keşke ölmeseydi. madem ki aynı bahçenin çocuklarıydık...
ne diyordum?.. çocukluğumu anlatıyordum değil mi? evet babamın bana taktığı isim selahattin ’di. dedemin adıymış. ama ben hiçbir zaman selahattin olmadım. olamadım. uğraştım aslında. lise son sınıfta bıyık bile bıraktım ama ancak iki gün sürdü bıyıklılığım. bıyıkla yüzüm anlaşamadılar ne yapalım?
anneme ev işlerinde yardım edişim önce övgüyle karşılandı. aferin dediler, ne akıllı çocuk bu. tığla işlediğim örtü uzun zaman kaldı televizyonun üstünde. ilk tokadı o zaman yedim babamdan. babam tokadın örtüyle ilgisi yokmuş gibi davrandı. güya ben ona cevap vermişim de bilmem ne. biliyordum, ilk işareti almıştı ama böyle bir şeyin gerçek olması ihtimalini düşünmek bile istemiyordu. sonra bütün arkadaşlarımın kız olması ve beş taş oyunundaki dillere destan başarım ailemi ve herkesi rahatsız etmeye başlamıştı. övünmek gibi olmasın ama hala beş taş oynanın ve beni yenecek kimse de yoktur... affedersiniz... yani beni öldürmeseydiniz oynardım ve yenerdim demek istiyorum. zaten beni yenemediğiniz için öldürdünüz ya, neyse...
hayatımın liseyi bitirdiğim güne kadar olan bölü mü, herkesin gözünün önündeki şeyi toplu olarak görmezden geldikleri bir dönem oldu. hani zeki müren size göre hiçbir zaman eşcinsel olmadı ya, o hesap işte... besbelli diğer erkek çocuklarına benzemiyordum. diğer erkek çocuklarının hepsi birbirlerine benziyorlardı ama bu durum kimseyi rahatsız etmiyordu. zaten hepiniz, herkes herkese benzesin istiyorsunuz. buna rağmen kızın biri lise birinci sınıfta bana bir aşk mektubu göndermişti. hatıra defterinden yırtılmış pembe bir kağıttı, hatırlıyorum. üstünde belli belirsiz çiçekler arasında fiyakalı bir kalp resmi vardı. “gözlerimi senden alamıyorum. bana gözlerimi geri ver” diye yazıyordu kağıtta. kalbin içine kendi adımın baş harfiyle benimkini yazmayı da unutmamıştı tabii. güzel bir çocuktum. kız beni beğenmişti. galiba gözleri hep bende kaldı. geri veremedim çünkü o günden sonra üç gün okula gitmedim. o kağıt beni derinden etkilemişti. hayatımda ilk kez kendime sorular sor maya başlamıştım. bu kız deli miydi? ben bir kızla... nasıl yani? evet adım selahattin ’di, evet selahattin de demin adıydı, evet güzel bir çocuktum, evet kızın gözleri bendeydi... ama o mektubu aldığım gün belki de ruhum ilk kez bedenimden firar etmek istedi.
sonra on sekiz yaşıma girdiğim bahar, bir çocuk sevdim. bakkalın oğluydu. hiç konuşmadık ama gözlerimiz öyle gevezeydi ki. benim gözlerim de onda kaldı anlayacağınız. hala da ondadır. vedat... bana amcasının kızıyla evleneceğini söylediği gün ilk ve son kez elimi tuttu. “üzülme” dedi. “neden üzüleyim ki” dedim, “bir gün biz de bir kısmet bulacağız elbet”
türünden saçma sapan laflar ettim. çok ağladım sonra. annem biliyordu her şeyi. babamla kavga ettikleri günlerin birinde (aslında kavga etmedikleri gün yoktu) öfkeden deliye dönen annem babamın gözlerinin içine bakarak “sen adam olsaydın bu çocuk da bakkalın oğluyla...” dedi... sözünü tamamlayamadı.
beni ve annemi çok dövdünüz. hepiniz babamın kılığına girmiştiniz. hepiniz babama benziyordunuz ve bu benzerlik sizi hiç rahatsız etmiyordu.
belki de en çok, karpuz kamyonunun kasasında o hayvanla yattığım gün sevindiniz ve kızdınız. sevindiniz, çünkü kuşkularınız gerçek olmuştu. siz zaten şüpheleniyordunuz. böyle olacağı belliydi, biliyordunuz. haklı çıkmış olmanın haklı gururunu tattığınız için sevindiniz... ve kızdınız, çünkü adım selahattin ’di. selahattin dedemin adıydı. selahattin ’ler km yon kasalarında hayvanlarla yatmazlardı.
sonrası malum hikaye. evden kovuluş... şehirde kendime benzeyenlerle, yani dedelerinin adını taşımak istemeyen arkadaşlarla birlikte sizin sahibi olduğunuz hayatın içinde, sizden gizlenebilecek bir yer arayışı ... ve ardından pis bir ameliyathanede bir kasap tarafından selahattin ’in hayatına son veriş. meğer koca selahattin ufacık bir et parçasıymış dedeciğim beni bağışla.
ama sinem öyle mi? onun güzel bir yüreği vardı. pamukladımıydı kavaklar, dans ederdi kiraz gelsin diye. ama siz selahattin ’in babası, selahattin ’in annesi, selahattin’in arkadaşı, selahattin ’in komşusu, selahattin’in bakkalı, selahattin’in ev sahibiydiniz... sinem’i hiçbiriniz tanımak istemediniz. iğrendiniz ondan. geriye bir tek sinem’in sinem gibi arkadaşları ve sinem’in polisleri kaldı.
ve en sonunda ben otobanda beni götürüp orman da düzecek bir hayvanı beklerken arabanızla çarptınız. önce telaşlandınız, çünkü bir insana çarptığımızı düşündünüz. indiniz arabadan, baktınız ki yerde yatan bir selahattin değil kalça kemikleri mini eteğini zora sokan bir sinem’di. rahatladınız... ve hızla terk ettiniz orayı...
ödeşmiştik çünkü...
ben sizin selahattin’inizi öldürmüştüm siz de benim sinem’imi öldürdünüz...
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
beni incittiniz. önce bunu söylemek zorundayım. merhaba bile demeden. kendimi tanıtmadan. kendimi tanıtmak mı? ben bunu hiç yapamadım ki.. ne yaşarken ne de ölürken anlatabildim kendimi. ailem için talihsiz bir kazaydı doğumum ve yirmi beş yaşındaydım beni öldürdüğünüzde. babamın utancı yirmi beş yaşındaydı.
beni incittiniz. hayatımın her yerine pis bakışlarınızdan bıçaklar soktunuz. beni kanattınız. oysa ben size hiçbir şey yapmamıştım. beni öldürdüğünüzde yirmi beş yaşındayım. zararsızlığım yirmi beş yaşındaydı.
biraz çocukluğumdan söz edeyim. ilk aklıma gelen bahçemizdeki kayak ağaçlarıdır.. kayak ağaçları pamuk dağıtırdı bize rüzgarda. içimden, hiç kimsenin duymadığı bir şarkı söyler dans ederdim rüzgarda, pamukların arasında. anneme sorardım: “anne pamuk ağaçta mı yetişir yoksa eczanede mi?”
çok sonra bir gün, beni evine götüren okumuş sakallı bir adamın salonunda, onun duş almasını beklerken (duş almadan sevişemezmiş), kütüphaneden rasgele çektiğim bir kitapta rastladım çocukluğumdaki pamuklara. şöyle yazıyordu:
“pamukladımıydı kavaklar, kiraz gelir ardından...”
“kim yazmış bunu” diye sordum sakallı adama sevişirken. “güzel bir adam” dedi. çoktan ölmüş meğerse. şiiri yazan adam yani... yazık diye düşündüm. keşke ölmeseydi. madem ki aynı bahçenin çocuklarıydık...
ne diyordum?.. çocukluğumu anlatıyordum değil mi? evet babamın bana taktığı isim selahattin ’di. dedemin adıymış. ama ben hiçbir zaman selahattin olmadım. olamadım. uğraştım aslında. lise son sınıfta bıyık bile bıraktım ama ancak iki gün sürdü bıyıklılığım. bıyıkla yüzüm anlaşamadılar ne yapalım?
anneme ev işlerinde yardım edişim önce övgüyle karşılandı. aferin dediler, ne akıllı çocuk bu. tığla işlediğim örtü uzun zaman kaldı televizyonun üstünde. ilk tokadı o zaman yedim babamdan. babam tokadın örtüyle ilgisi yokmuş gibi davrandı. güya ben ona cevap vermişim de bilmem ne. biliyordum, ilk işareti almıştı ama böyle bir şeyin gerçek olması ihtimalini düşünmek bile istemiyordu. sonra bütün arkadaşlarımın kız olması ve beş taş oyunundaki dillere destan başarım ailemi ve herkesi rahatsız etmeye başlamıştı. övünmek gibi olmasın ama hala beş taş oynanın ve beni yenecek kimse de yoktur... affedersiniz... yani beni öldürmeseydiniz oynardım ve yenerdim demek istiyorum. zaten beni yenemediğiniz için öldürdünüz ya, neyse...
hayatımın liseyi bitirdiğim güne kadar olan bölü mü, herkesin gözünün önündeki şeyi toplu olarak görmezden geldikleri bir dönem oldu. hani zeki müren size göre hiçbir zaman eşcinsel olmadı ya, o hesap işte... besbelli diğer erkek çocuklarına benzemiyordum. diğer erkek çocuklarının hepsi birbirlerine benziyorlardı ama bu durum kimseyi rahatsız etmiyordu. zaten hepiniz, herkes herkese benzesin istiyorsunuz. buna rağmen kızın biri lise birinci sınıfta bana bir aşk mektubu göndermişti. hatıra defterinden yırtılmış pembe bir kağıttı, hatırlıyorum. üstünde belli belirsiz çiçekler arasında fiyakalı bir kalp resmi vardı. “gözlerimi senden alamıyorum. bana gözlerimi geri ver” diye yazıyordu kağıtta. kalbin içine kendi adımın baş harfiyle benimkini yazmayı da unutmamıştı tabii. güzel bir çocuktum. kız beni beğenmişti. galiba gözleri hep bende kaldı. geri veremedim çünkü o günden sonra üç gün okula gitmedim. o kağıt beni derinden etkilemişti. hayatımda ilk kez kendime sorular sor maya başlamıştım. bu kız deli miydi? ben bir kızla... nasıl yani? evet adım selahattin ’di, evet selahattin de demin adıydı, evet güzel bir çocuktum, evet kızın gözleri bendeydi... ama o mektubu aldığım gün belki de ruhum ilk kez bedenimden firar etmek istedi.
sonra on sekiz yaşıma girdiğim bahar, bir çocuk sevdim. bakkalın oğluydu. hiç konuşmadık ama gözlerimiz öyle gevezeydi ki. benim gözlerim de onda kaldı anlayacağınız. hala da ondadır. vedat... bana amcasının kızıyla evleneceğini söylediği gün ilk ve son kez elimi tuttu. “üzülme” dedi. “neden üzüleyim ki” dedim, “bir gün biz de bir kısmet bulacağız elbet”
türünden saçma sapan laflar ettim. çok ağladım sonra. annem biliyordu her şeyi. babamla kavga ettikleri günlerin birinde (aslında kavga etmedikleri gün yoktu) öfkeden deliye dönen annem babamın gözlerinin içine bakarak “sen adam olsaydın bu çocuk da bakkalın oğluyla...” dedi... sözünü tamamlayamadı.
beni ve annemi çok dövdünüz. hepiniz babamın kılığına girmiştiniz. hepiniz babama benziyordunuz ve bu benzerlik sizi hiç rahatsız etmiyordu.
belki de en çok, karpuz kamyonunun kasasında o hayvanla yattığım gün sevindiniz ve kızdınız. sevindiniz, çünkü kuşkularınız gerçek olmuştu. siz zaten şüpheleniyordunuz. böyle olacağı belliydi, biliyordunuz. haklı çıkmış olmanın haklı gururunu tattığınız için sevindiniz... ve kızdınız, çünkü adım selahattin ’di. selahattin dedemin adıydı. selahattin ’ler km yon kasalarında hayvanlarla yatmazlardı.
sonrası malum hikaye. evden kovuluş... şehirde kendime benzeyenlerle, yani dedelerinin adını taşımak istemeyen arkadaşlarla birlikte sizin sahibi olduğunuz hayatın içinde, sizden gizlenebilecek bir yer arayışı ... ve ardından pis bir ameliyathanede bir kasap tarafından selahattin ’in hayatına son veriş. meğer koca selahattin ufacık bir et parçasıymış dedeciğim beni bağışla.
ama sinem öyle mi? onun güzel bir yüreği vardı. pamukladımıydı kavaklar, dans ederdi kiraz gelsin diye. ama siz selahattin ’in babası, selahattin ’in annesi, selahattin’in arkadaşı, selahattin ’in komşusu, selahattin’in bakkalı, selahattin’in ev sahibiydiniz... sinem’i hiçbiriniz tanımak istemediniz. iğrendiniz ondan. geriye bir tek sinem’in sinem gibi arkadaşları ve sinem’in polisleri kaldı.
ve en sonunda ben otobanda beni götürüp orman da düzecek bir hayvanı beklerken arabanızla çarptınız. önce telaşlandınız, çünkü bir insana çarptığımızı düşündünüz. indiniz arabadan, baktınız ki yerde yatan bir selahattin değil kalça kemikleri mini eteğini zora sokan bir sinem’di. rahatladınız... ve hızla terk ettiniz orayı...
ödeşmiştik çünkü...
ben sizin selahattin’inizi öldürmüştüm siz de benim sinem’imi öldürdünüz...
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
bir yılmaz erdoğan eseri
iyi, kötü, salak...
biliyorum, çoğunuz iyi insanlarsınız. bu yüzden hep kötüler kazanıyor zaten.
birçok kötü, hatta alçak tanıdım. çoğu neşeli insanlardı. hiçbirinde çekingen bir ruh haline rastlamadım.
kötüler atak, iyiler pısırıktır.
etrafınıza bakın, en heyecan verici, en eğlenceli insanlar hep sahtekarlardır. hepsi paldır küldür konuşan, ağız dolusu gülen insanlardır. çünkü sahtekar, sempatik olmak zorundadır. iyinin böyle bir mecburiyeti yoktur. iyi, sıkıcıdır.
kadınlar “iyiler”e değil, güvenilmez erkeklere aşık olur bu yüzden. zaten aşk denen altüst oluşla ancak bir üçkağıtçı başa çıkabilir. aşkın tadını çıkaramaz iyiler. onlar sarılıp sessiz bir uzanmayı aşk zanneder. tekdüzedirler. yavaştırlar. kadınlar da dertlerini onlarla paylaşır ama gidip bir güvenilmezle sevişirler.
tutku kötülerin işidir.
“sessiz ve efendi bir insan” cümlesiyle tanımlanan bir iyilik kolaydır.
sahtekarlık daha zordur, maharet ister. zeki, hızlı ve atak olmalıdır. enerjiktir.
(tabii “kötü’ kötüler konumuz dışındadır. yani hem salak hem kötü olmaya çalışanlar için düşünmeye, yazmaya değmez.)
üçkağıtçı... sahtekarın en sempatik, en başarılı şekli. iyi bir hatiptir o. inandırıcıdır. konuştuğu zaman etrafındaki tüm “iyi ve dürüst” insanlar ağzının içinde kaybolur. hem çok iyi fıkra anlatır hem hüznün tüm renklerinden haberdardır. kahkahasında pirzola tadı, hüznünde bazen ölümün sesi vardır. adam başarılıdır. yeteneklidir.
iyilik kolaydır kötülük maharet ister.
iyi olmak için kimseye kötülük yapmamak yeterlidir. ama kötü olmak için daha çok çalışmalısınız!
iyi, kötü karşısında güvensiz, enerjisiz, çaresizdir. filmlerde bile iyi, kötüleşmeden kötünün hakkından gelemez. “yeminini bozar ve kavgaya girer. oysa kavga kötünün mesleğidir asıl. biz “iyi” seyirciler perdedeki iyi adamımız kan döktükçe rahatlarız. ve iyi kötüyü yendi diye seviniriz. oysa artık hepimiz kötüyüzdür filmin sonunda. hatta biz ”kötü”den daha çok insan öldürmüşüzdür.
bir iyi için en zor olan, kötüye “sen kötüsün” demektir. çünkü iyi, utangaçtır. hırsıza “hırsız” diyemez. kötünün yerine utanır, sahtekarın yerine yüzü kızarır, hırsızın yerine yerin dibine geçer... bu sırada kötüler, sahtekarlar, hırsızlar deli gibi eğlenmektedir. çünkü onların yerine utanan, sıkılan, yerin dibine geçen birçok “iyi” insan vardır.
kötünün en büyük avantajı iyideki kahrolası utanma duygusudur.
bu duygu iyiyi öylesine zayıf düşürür ki ağzını açıp bir kelime söyleyemez. halbuki öylesine kararlı çıkmıştır ki kötünün karşısına. her şeyi açık açık söyleyecektir. başına gelecekleri göze almıştır! ama olmaz. yapamaz.
çünkü iyiler korkaktır.
çünkü iyiler herkese acır, en çok da kendilerine.
susmak, anmak, utanmak, korkmak... farkında mısınız, ey iyi insanlar, ne kadar sıkıcı şeylerle uğraşıyorsunuz! kötüler kazanınca da şaşırıyorsunuz!
babalarımız iyi insanlardı ve bize de iyi olmamızı öğütlediler.
biz de iyi insanlarız.
ve çocuklarımıza aynı şeyi öğütlüyoruz.
hepimiz kötülerin yanında çalışıyoruz.
haydi iyi insanlar!
haydi sessiz, efendi, sıkıcı, korkak, utangaç ve iyi insanlar! çalışın!
kötülerin size ihtiyacı var!
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
biliyorum, çoğunuz iyi insanlarsınız. bu yüzden hep kötüler kazanıyor zaten.
birçok kötü, hatta alçak tanıdım. çoğu neşeli insanlardı. hiçbirinde çekingen bir ruh haline rastlamadım.
kötüler atak, iyiler pısırıktır.
etrafınıza bakın, en heyecan verici, en eğlenceli insanlar hep sahtekarlardır. hepsi paldır küldür konuşan, ağız dolusu gülen insanlardır. çünkü sahtekar, sempatik olmak zorundadır. iyinin böyle bir mecburiyeti yoktur. iyi, sıkıcıdır.
kadınlar “iyiler”e değil, güvenilmez erkeklere aşık olur bu yüzden. zaten aşk denen altüst oluşla ancak bir üçkağıtçı başa çıkabilir. aşkın tadını çıkaramaz iyiler. onlar sarılıp sessiz bir uzanmayı aşk zanneder. tekdüzedirler. yavaştırlar. kadınlar da dertlerini onlarla paylaşır ama gidip bir güvenilmezle sevişirler.
tutku kötülerin işidir.
“sessiz ve efendi bir insan” cümlesiyle tanımlanan bir iyilik kolaydır.
sahtekarlık daha zordur, maharet ister. zeki, hızlı ve atak olmalıdır. enerjiktir.
(tabii “kötü’ kötüler konumuz dışındadır. yani hem salak hem kötü olmaya çalışanlar için düşünmeye, yazmaya değmez.)
üçkağıtçı... sahtekarın en sempatik, en başarılı şekli. iyi bir hatiptir o. inandırıcıdır. konuştuğu zaman etrafındaki tüm “iyi ve dürüst” insanlar ağzının içinde kaybolur. hem çok iyi fıkra anlatır hem hüznün tüm renklerinden haberdardır. kahkahasında pirzola tadı, hüznünde bazen ölümün sesi vardır. adam başarılıdır. yeteneklidir.
iyilik kolaydır kötülük maharet ister.
iyi olmak için kimseye kötülük yapmamak yeterlidir. ama kötü olmak için daha çok çalışmalısınız!
iyi, kötü karşısında güvensiz, enerjisiz, çaresizdir. filmlerde bile iyi, kötüleşmeden kötünün hakkından gelemez. “yeminini bozar ve kavgaya girer. oysa kavga kötünün mesleğidir asıl. biz “iyi” seyirciler perdedeki iyi adamımız kan döktükçe rahatlarız. ve iyi kötüyü yendi diye seviniriz. oysa artık hepimiz kötüyüzdür filmin sonunda. hatta biz ”kötü”den daha çok insan öldürmüşüzdür.
bir iyi için en zor olan, kötüye “sen kötüsün” demektir. çünkü iyi, utangaçtır. hırsıza “hırsız” diyemez. kötünün yerine utanır, sahtekarın yerine yüzü kızarır, hırsızın yerine yerin dibine geçer... bu sırada kötüler, sahtekarlar, hırsızlar deli gibi eğlenmektedir. çünkü onların yerine utanan, sıkılan, yerin dibine geçen birçok “iyi” insan vardır.
kötünün en büyük avantajı iyideki kahrolası utanma duygusudur.
bu duygu iyiyi öylesine zayıf düşürür ki ağzını açıp bir kelime söyleyemez. halbuki öylesine kararlı çıkmıştır ki kötünün karşısına. her şeyi açık açık söyleyecektir. başına gelecekleri göze almıştır! ama olmaz. yapamaz.
çünkü iyiler korkaktır.
çünkü iyiler herkese acır, en çok da kendilerine.
susmak, anmak, utanmak, korkmak... farkında mısınız, ey iyi insanlar, ne kadar sıkıcı şeylerle uğraşıyorsunuz! kötüler kazanınca da şaşırıyorsunuz!
babalarımız iyi insanlardı ve bize de iyi olmamızı öğütlediler.
biz de iyi insanlarız.
ve çocuklarımıza aynı şeyi öğütlüyoruz.
hepimiz kötülerin yanında çalışıyoruz.
haydi iyi insanlar!
haydi sessiz, efendi, sıkıcı, korkak, utangaç ve iyi insanlar! çalışın!
kötülerin size ihtiyacı var!
(bkz: yılmaz erdoğan)
(bkz: hijyenik aşklar)
sıradan olduğunun farkına varmak. herkes de olduğu gibi kendinde de bir göt deliği olmasından; anlamsız ego yu standart seviyeye çekmesi için istemsiz yapılan eylem.bilmem anlatabildim mi?
tam sayı veremiycem ama bayağa kalabalıktılar.
sosyalleşmenin getrdiği bilinçsiz hareketler bütünü
(bkz: başından savmak)
emeği geçen arkadaşlarımı can-ı gönülden kutlarım.
(bkz: show must go on)
(bkz: show must go on)
can dündar ın hrant dink in ardından adlı yazısında kullandığı cümle.
hayvani sevgi boyutu
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?