confessions

kirlisakal

- Yazar -

  1. toplam entry 339
  2. takipçi 1
  3. puan 49311

evrenin kişiligi ve evrensel notlar

kirlisakal
kendimce bir denemem :

17.01.2007

evrenin kişiliği ve evrensel notlar

bu yazımda gözlemlediğim, okuduğum, öğrendiğim ve çeşitli yerlerden (çevremdeki insanlarla yaptığım tartışmalar, çeşitli filozofların, tarihî insanların öğretileri) yaptığım çıkarımlarımı ve irili ufaklı sentezlerimi paylaşacağım. bazı kalın formatta yazılmış kelimeler yazının ilerleyen yerlerinde başlıklar olacak. ve bir bütünsellik yakalamaya, ya da hayata dair yakaladığım bütünselliği yazıya aktarmaya çalışacağım.

herbir başlık kendi içerisinde çok detaylı ve ayrı bir araştırma konusu olabileceği için sadece temel fikri verip, belki küçük bir örneklendirmeyle açıklamaya çalışacağım. bu yüzden cümleler üzerinde durulması, okuyanın kendi yaşamından örneklendirmeler yapması, yazının anlaşılması açısından faydalı olacaktır.


evrenin zenginliği

insanoğlunun şu ana kadar evrene dair edindiği ve nesilden nesile topladığı bilgi birikimi gerçekten de çok önemli bir boyuttadır. pratik hayatımızda, bir uçağa binip yaklaşık 600 km’lik istanbul-ankara yolunu 2 saatte alıp da bunun aksini iddia etmek pek mümkün değil. yalnız insanlık evrenin tüm bilgisine acaba ulaşabilecek mi? cevabı çok açık ki hayır. bugün hala bütün bilim dallarında yeni verilere ulaşılıyor. ve yeni verilere ulaşıldıkça eski verilerin eksikliği ancak farkediliyor. mesela fizikte kuantum teoremi çıktıktan sonra klasik fizik anlayışı -ki ucu ilk çağ filozoflarına kadar dayanan bir birikimdir- tabiri caizse yerlebir olmuştur. aynı şekilde, matematik gibi en sağlam bilim dalında bile çözülemeyen bir problem yakın bir dönemde, 2006 yılında çözülmüştür. zaten evrenin heryerde kendisini modellemesi kuralından da şöyle bir örnek verilebilinir ki bir insan bazen öyle bir cümleyle, öyle bir veriyle karşılaşıyor ki o ana kadar bütün bildikleri başka bir anlama bürünüyor birden. konumuzdan fazla sapmadan evren bilgisinin zenginliğinin en bariz şekilde yaşandığı bir diğer bilim dalından bahsetmek istiyorum ki o tıp... tıptan da en güncel örnek olarak antibiyotikleri gösterebiliriz. bugüne kadar hastalıklara karşı bir çözüm olarak görülen antibiyotikler bu gün biliniyor ki uzun vadede biyotlara dayanıklılık kazandırıyor ve iyileşmek daha da güç bir hal alıyor. bu gün kök hücre teknolojisinin de keşfedilmesiyle birlikte tıpın genel mantığı, yani “hastalıklarla mücadele etmek”, “hastanın mücadele edebilme yetisini geliştirmek” olarak değişmekte. bu köklü değişim bize sadece evren bilgisinin ne kadar uçsuz bir boyutta olduğunu ispatlıyor. ki açık bir gözle evrene bakan bir insan için ne kadar muazzam bir bilgi denizinin içinde yüzüyor olduğu açıktır.


kabule dayalı bilgi birikimi

yukarıdaki örnekten anlaşılacağı üzere bir evrende herhangi bir zaman-mekan’da doğru olarak bilinen herhangi bir yargı yeni verilerin keşfedilmesiyle “yanlış” hükmünü alabiliyor. bu da bizim bilemeyeceğimizi, sadece bazı gerçeklikleri belli zaman aralığında doğru olarak kabul ettiğimizi açıklar. bu yargı sokratesin “bildiğim tek şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” fikrinden gelen bir yargıdır. halbuki sokrates kendi zamanında çok bilgili bir insan olarak bilinirdi. lakin evren bilgisinin tümünün yanında kendi bildiklerinin yok denilebilecek kadar az olduğunu fark etti.

evrenin kurallarının heryerde kendisini modellemesi

çok basit bir örnek vereceğim. güneş sistemi ve bir atomun hareketini inceleyecek olursak, temel olarak merkezde göre-büyük ve çekim gücü olan bir yapı ve çevresinde de göre-küçük ve çekilen ve dönen yapıların varlığı söz konusudur. bu hareket modeli, bize göre en küçük ve en büyük yapılarda ne kadar büyük bir benzerlik gösterir dikkatinizi çekmek isterim. bu evrenin kendisini modellemesidir. yani herhangi bir bilim dalından herhangi bir kuralı hareket modelini alın, hayatın birçok farklı yerinde de aynı şekilde işlediğini görebilirsiniz. ayrıca bir ülkeyi ele alacak olursak bir insanın modellemesi olarak görebiliriz. yönetimi insanın karar mekanizması olan kafası, bilimi ve teknolojiyi insanın iskeleti, orduyu yaptırımı en fazla olan eller ve kollar ve işçi kısmını da toplumun genel hareketini sağlayan ayakları olarak düşünebiliriz. bunun gibi sayısızca modelleme yapılabilir. bu bana tasavvufta var olan “insan, kendi başına bir alemdir“ fikrini hatırlatıyor. yani bir vücutta tüm evren olayları modellenmektedir. bunu kuantum fiziğiyle birleştirecek olursak, evrende ele aldığınız herhangi bir birim bütün evrenin oluşlarını, hareketlerini modelleyerek, bütün evren bilgisini içeriyor diyebiliriz.

esnekliğin ve değişimin anlayabilmeyi getirmesi

yine basit bir örnek vereceğim, uzun süre bilgisayar kullanan insanlarda açığa çıkan kronolojik bel ve sırt ağrıları vardır. lakin o kişi belli periyotlarla ara verip sırt ve bel kaslarını gevşetecek egzersizleri yaparsa, kasların uzun süre aynı posizyonda kalmasından dolayı, doğal şeklini kaybetmesi durumunu yaşamaz. yani aslında problem şudur ki o kaslar o kadar çok fazla aynı pozisyonda kalmıştır ki kendi asli yada ideal şeklini kaybetmiştir. bu oluşumu evrenin kurallarının kendini modellesi kuralı gereğince psikolojik boyutta örneklendirirsek eğer şunu görürüz ki fikirsel anlamda değişime uğramayan ya da uzun süre aynı fikirde sabit kalan insanların bir yerden sonra bundan dolayı psikolojik rahatsızlık duymaya başlayacakları gerçeğiyle karşılaşırız. bir diğer anlatımla bel egzersizleri gibi fikirsel anlamda belli aralıklarla değişimler ya da değişik ifadelerle aynı şeyi keşfetmeler yaşanmazsa kişinin anlam dünyası bundan büyük hasar görüyor ya da ihtiyacı olana cevap veremez bir hal alıyor.
değişimin fikir dünyasına kattığı bir diğer şey ise farkındalıktır. bunu da şu örnekle anlatabilirim ki; şu an biz yaklaşık olarak 450 bin km hızla gidiyoruz. yani dünya kendi ekseni etrafında 450 bin km hızla dönmekte. ama bu bir sabit hareket olduğu için yani dünyanın hızında bariz değişimler olmadığı için insanlar öne arkaya ve yana savrulmuyorlar, bu da hareketi algılamamızı engelliyor. aynı şekilde fikir dünyasında da insan sağa sola öne arkaya savruldukça diğer fikirler ve değerler arasında bir görecelik oluşturabiliyor ve bence en kutsal olan şeyi gerçekleştiriyor : algılıyor.

kontrol edilemeyen isteklerin esiri olmak

özgürlük çoğu zaman istediğini yapabilmek olarak tanımlanır. lakin gerçekten ne istediğimizi kimse söyleyemez.
insan fikir dünyasında, islam’da nefs, doğu felsefesinde qi olarak adlandırılan, insanı harekete geçiren istekler ve güdüler barındırır. bu istekler insana yapma gücü verir. bu gücü verdiği için zaten nefes, yani en önemli yaşamsal kaynağımızla aynı kökenli bir kelime tercih edilmiş zannımca. ve bu gücün isteklerin hakimi olabilmek bütün felsefelerin temelinde vardır. çünkü eğer bu hakimiyet yakalanamazsa bu istekler insana hakim oluyor ve insanı yanlış, kendisi ve çevresi için uygun olmayan seçimlere yöneltiyor. bunu da insana yalan söyleterek yapıyorlar. yapıyorlar dediğime bakmayın bu sadece beynin işleyişinin ve bir çeşit savunma mekanizmasının ta kendisi. bu kontrol edilemeyen istekler, “illaki yapılması lazım” a inandırınca insanı, insan da uygun olmayan bir durumda bile olsa onu gerçekleştirmek için gerçekleri değiştiriyor. ama önemli bir nokta var, arkaplanda bunlar olurken insan hiç de farkında olmadan, kendi uydurduğu yalanlara inanmış olarak bu isteklerini gerçekleştiriyor. bu mekanizmanın içinde köle olma durumundan sıyrılmanın da bir yolu var ki o da nefs terbiyesi denilen oruç ya da diğer felsefelerde çeşitlilik gösterebildiği halde mantığı hiç değişmeyen bir yapmama süreci. bu hangi konuda olursa olsun, eğer kendinizi yapmadan tutamıyorsanız ve yerli yersiz onu yapıyorsanız bundan kurtulmanın yolu onu belli bi süreliğine mutlaka ama mutlaka yapmamaktır. böylece o isteğinizin ya da güdünüzün yapıp yapmama kararının kendi elinizde olduğunu hissedeceksiniz ve artık sadece uygun olan koşullarda siz tercih ettiğiniz için yapacaksınız. bu konuda binlerce örnek verilebilir. ama ben kendimden de çok iyi bildiğim sigara örneğini vericem. sigara içmemem gerektiğini biliyorum. bunun çoğu açıdan bana zararlı olduğunu da biliyorum, lakin her yaktığımda bir şekilde içmem gerektiğine inandırıyorum kendimi. mesela istersem bırakırım yalanı... çoğu tiryakiler de bu yalanı söyler. yada bir şekilde oldu bittiye getirip hemen sigarayı yakma durumu. yada sonra bırakacağım diyerek erteleme. evet ben sigara içme isteğinin hükmü altında oldukça, yani bu konuda özgürlüğümü yakalayamadıkça her koşulda bir yalan bulup sigarayı içmeye devam edeceğim. tabiki sigara sadece bir örnek, ve özgürlüğe ancak bu ve bunun gibi isteklere hakim olarak yaklaşılabilir. yoksa gençlik arasında yüzeysel şekilde yaşanan asilik ve anarşistlik iddialarının arkasına saklanıp bütün güdülerinin kölesi olma durumu ve toplumun kurallarına aykırı olma durumu özgürlük değildir. bilakis tam anlamıyla köleliktir. çünkü onlar bu karşı koyamadıkları isteklerini yerine getirebilmek adına, ve toplumsal kurallarla çeliştiği için toplum kurallarına uymak zorunda olmayan bir isim, anarşizm, altında toplandılar (burada pratik hayattaki anarşizmin yerinden bahsediyorum, yoksa anarşizm fikrinin kendisine yaptığım eleştiri değildir, anarşismin kendisine de karşı olduğum halde...).

kader

evrenin sahip olduğu ve tam olarak anlaşılmamış aynı zamanda hiçbir zaman da tam olarak anlaşılamayacak fiziksel kuralları neticesinde her bir ân, bir sonraki ânı doğuruyor. belli ama bilinmeyen kurallar olduğu için bu gelecek ânlar koşulsuz şartsız, evrenin kurallarının neticesinde elde edilenler olacaktır. yani, elimize herhangi bir ânı alalım ve evren makinasina koyalım, onun ürettiği bir sonraki ân hep aynı olur, oluşan ikinci ânı alıp evren makinasına koyduğumuzda yeni oluşacak ân da bellidir. bu da bize sıralı anlar kümesi oluşturur ve bu küme evrenin olacakları, yani kaderidir. tamamen bilimsel bir olaydır bu. ama biz hiç bir zaman tam olarak yani %100 emin olarak bu sıralı anlar kümesinin nereye varacağını bilemeyeceğiz. çünkü biz de bu evrenin içerisinde birimsel ve kısıtlı olarak varlığımızı sürdürüyoruz. tam olarak bilebilmek için evrenin tüm bilgilerini bilip, tüm evreni komple tarayabilmemiz ve verilerini işleyebilmemiz lazım. lakin evrenin zenginliği bizim yetilerimizin çok öresinde. ama bu bizim gelecek ile ilgili tahmin yürütemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. mesela cia’in web sayfasında gelecek 30 yıl için dünya güç dengesinin değişim raporları var. elde edilen verilere göre yorum yapıp belli nedensellikler etrafında sadece tahminde bulunmak bu. kesin gelecek değil. çünkü hayat bize sırlı yüzünü gösterip kimsenin hesaba katmadığı bir şey ortaya çıkarabilir ve bu hayatın huyudur. bütün raporların ötesinde bir gerçek gelebilir.
aynı şekilde bir insan birimselliğinin kaderi çok büyük ölçüde insanın kendi seçimleri neticesinde yönlenecektir. en basitinden başarmak için çalışmak gerektiği bariz bir gerçektir. kaderi bahane edip bazı şeyleri yapmaktan kaçmak mazeret olamaz. çünkü bunu yapan sadece kendi geleceğine zarar vermiş olur. ve evren mazeret kabul etmiyor.

kelebek etkisi ve evrensel neden

evrende istisnasız her şey birbiriyle ilişkili ve birbirinin nedeni. kaos teoremini açıklamak için kullanılan kelebek örneğini herkes duymuştur. bir kıtada kanat çırpan bir kelebek diğer bir kıtada kasırgaya neden olabilir. evet bu gerçekten de böyledir. hareketin küçük olması oluşan neden sonuç ilişkileriyle büyük bir şeye dönüşemeyeceği anlamında değildir. ama şu var ki kasırgaya neden olan kelebeğin kanat çırpması gibi kelebeğin kanat çırpmasına da neden olan diğer geçmiş nedenler vardır. ve bu nedensellik birbirinden ayrı değildir. yani herşeyin birbiriyle dolaylı ve dolaysız ilişkili olduğu bir evrende bir şeyi değiştirmek herşeyi değiştirmek anlamına gelir. aynı fikirden bir şeyin sebebi herşeyin sebebidir ve kasırgaya da yol açan, kelebeğe de kanat çırptıran, o kelebeğin oluştuğu kozayada ev sahipliği yapan ağacın üremesini sağlayan, o ağacın üremesini sağlayan toprağı oluşmasına neden olan ve böyle ilk âna, big bang patlamasına kadar giden “bir” evrensel neden vardır. bizim kelebekle anlattığımız neden sonuç ilişkisi ise sadece evrensel nedenin kısıtlanmış halidir. yani kelebekle kasırga arasında bir kesiti anlattık. bu evrensel nedenin sadece bir kesitidir ki bizim de yapabildiğimiz sadece evrenden kesitler almaktır. bu evrensel ilişkiyle, elimde tuttuğum kahve fincanının ta uzaklarda gördüğüm yıldızlarla olan ilişkisinin ve evrendeki her şeyin birbirini etkilemesiyle oluşan bütünselliğinin farkına varmak... aynı fikri canlandıran bir ayet vardır ki; “bir insanın hayatını kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” ve “bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur”. ayrıca hatanın büyüğü küçüğü olmaz yargısı da aynı fikirden gelmektedir.

görevimiz

insan olarak evrendeki diğer bütün varlıklardan ayırd edici bir özelliğimiz var ki o da bilinçtir, yani farkına varmak, düşünebilmek. o zaman bizim görevimiz farkına varmak düşünmek ve bilinçlenmektir.

perhiz

“tefekkür ibadetin yarısı, az yemekte tamamıdır” dünyanın gelmiş geçmiş en bilge insanı hz. muhammed (s.a.v) tarafından söylenmiş bir sözdür. tefekkür ve az yemek? neden bunlar önemli? bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi düşünmek ve düşünmeyi arttıran derin düşünme hali bizim asli görevimiz. iyi ama az yemek neden? hem yemek bize lazım olan bir şey değil mi?
normalde karnımız doyana kadar yeriz. evet çünkü normalde bunun çok yanlış bir şey olduğunu kimse bize söylememiştir. karnımız tamamen dolana kadar, yani o doygunluğu hissedene kadar yiyip, ondan sonra doydum daha yemeyeceğim deriz. ama bu bize yemekten sonra, uzun bir yorgunluk hissi, bir süre hiçbir şey yapamama ve özellikle hiçbir şey düşünememe halini getirir. insanın potansiyel enerjisinin çoğu bu gibi yemeklerde sadece yemeği sindirmekle harcanır. bu da gün de üç kere olduğunu varsayarsak, günün hemen hemen bütün enerjisini yemekle harcayarak gitmesi demektir. neticesinde düşünsel olarak da fiziksel olarak da dinçliğini kaybediyor insan.
hayatımın yakın döneminde ki iki ayı çok az yiyerek geçirdim. normal bir insanın yediğinin yarısı belki daha da az... bunun bende ki muazzam derecede değişikliklerini deneyimlediğim için rahatça söyleyebiliyorum ki, az yemek kesinlikle düşünsel anlamda insana çok şey katıyor. öğrenmeye ve düşünmeye çok daha açık bir hale getiriyor insanı. ve asli görevimizi daha iyi icra edebilmemizi sağlıyor.

imam i rabbani den bir ogut

kirlisakal
ey oğul! ibadete yönelme vakti gençliktir. akıllı olan bu vakti kaçırmaz, fırsatı ganimet bilir. zira iş önemlidir. insan yaşlılık zamanına kalmayabilir. kaldığını farz edelim, derlenip toparlanmak nasip olmaz. böyle bir derlenip toparlanmanın mümkün olduğunu farz edelim, bir amel işlemeye güç yetiremez. zira o zaman, zaafın ve aczin bastırdığı zamandır. halbuki şu anda derlenip toparlanma durumu vardır, elde edilmesi kolaydır.
anne-babanın hayatta olmaları yüce hakk’ın nimetlerinden biridir. senin geçimini onlar üzerine almıştır. işte bu mevsim fırsat mevsimidir. güç ve kuvvetinin yettiği mevsimdir. bugünün işini yarına bırakmak için şu andaki durum nasıl bir özür olabilir? resulullah (sas) bu manada şöyle buyurmuştur: “işi erteleyen helak olur.”

evet, bugün ahirete ait işlerle bir meşguliyet varsa, bu düşük dünyanın işini yarına bırakmak cidden güzel olur, tam bunun aksi ise pek çirkin bir şey olur.

şu zaman gençlik zamanıdır. bu zamanda yapılan az amele biçilen itibar, bu vakitlerden başka zamanlarda yapılan amellere biçilmez.

ahmed hulusi

kirlisakal
gerçekten de şahsen içimdeki, yobazlara karşı din bu değil! fikrinin yarattığı hararete su serpmiş, aklıma ferahlık vermiş, mantıklı, aklı kullanarak düşünenlere hitap eden, yıllarca çilelerce araştırma yapan, ve ancak tahkik ehlinin anlayacağı dini anladığınca anlatan, sınırsızca, kaygısızca paylaşan allah kulu olmaya çalışan bir insan. bana göre ki bu aciz vücutta acziyetinin en çok farkına varan şey mantığımdır, mantıklı bir insan yok ki hak vermesin, güzelliğine, duruluğuna ve o kadar sadeliğine bakıp hayran olmasın ve hangi yalan beni bu güzelliklerden mağrum etti deyip küfüre kızmasın. bağnazlara kızıp hayyam gibi sövmesin.

ortulen gerçekler

kirlisakal
bir ahmed hulusi yazısıdır :

bizlere “dinci” diyen “dinsiz”lerle tartışmak abesle iştigal; çünkü onlar, içinde yaşadıkları evrensel sistemi “oku”makta özürlüler!.

onlar, “din” konusunu tartışabilecek yeterli veritabanına sahip olmadıkları için, bırakın onları bir yana da; dünya’da insanları “robotlaştırma”da olağanüstü başarı gösteren müslüman “güdücü”lerin başarısına bir göz atın!

tarihte hiçbir devirde gerçekleşmemiş böylesine “insanları robotlaştırma” evresi!.. yetersiz “güdücü”ler eliyle günümüzde yüzmilyonlarca “müslüman robot” üretimi gerçekleştirilerek, evrensel bir başarıya(!) imza atılmıştır!.

yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem bilgi kaynağı kurân-ı kerîm ve yeryüzünde yaşamış en muhteşem insan ve dahi sonsuzluğun en muhteşem ruhu hazreti muhammed (aleyhisselâm)’a tarihte hiçbir devirde bu kadar zulmedilmemiştir…

bu zulmü yapan, o muhteşem zât’ı inkâr edenler olsa, ne gam!.. onlar zaten ne o’nu severler, ne inanırlar, ne de “ne demiş” diye sorgularlar!. onları dile alıp da kınamak dahi zaman ve nefes israfı olur!

âlemlere rahmet olarak açığa çıkmış (irsâl olmuş) o muhteşem zât’a ve öğretisine zulmedenler, maâlesef, ne yazık ki bir sürü müslümandır!.

“robotlaştırılmış müslüman”lar!.

“oku”mayan, ağzından çıkan kelimelerin anlamından şuurunun haberi olmayan, aklını kullanmayan kişiler!

ne kadar korkunç bir vebâl altında olduklarını farkedemiyecek ölçüde perdelilik ile yaşayan “güdücü”ler!.

“sakın düşünme!”, “hikmetini araştırma!”, “sorgulama!”, “aklını kullanma!”, “nedenini kurcalama!”, “anlamaya çalışma!” denerek beyinlerinin işlevi, basîretleri köreltilen müslümanlar!

kurân-ı kerîm, “ilimle diri olun”; “yeryüzünde halifesiniz (kadın-erkek ayrımsız olarak)”; “düşünün, misâllerle anlattıklarımızın neye işaret etmekte olduğunu fark ve keşfedin”, derken; “güdücüler”, insanları beyinsiz yaşama programlamak için ellerinden geleni yapıyorlar, taaa çocukluklarından başlayarak…

artık o “robotlaşmış müslümanlar”, tıpkı hipnoza girmiş insanlar gibi, “güdücü”lerinden gelen hitap ve emir dışında hiçbir şeye kulak vermez oluyorlar!.. rasûlullah (aleyhisselâm)’ı bile, “güdücü”leri nasıl anlamalarını istiyorsa öylece kabulleniyorlar!.

“teşbih”tir deyip, örtüyorlar!.. “tenzih”tir deyip ötelere yerleştiriyorlar!..

kelimelerle boğuyorlar, insanları!.. kelimelerin işaret etmek istediği anlamlara, tefekkür yelkeni açtırmak yerine!

“bilgi”, gereği kavranmak, işareti fark edilmek, üzerinde düşünülüp yeni açılımlar edinilmek; sonuçları hissedilip yaşanmak için, “anahtardır”!.

bilgi, ezberlenip tekrar edilesi yük değildir, hammallığı yapılası!

kurân, “akıl sahibi insanlara” hitap eder; “robotlaştırılmış”, şuursuzca yaşayanlara değil!

kurân isimli muhteşem bilgi kaynağı, insanlar anlamını anlamadan, kuru kuruya ezberleyip tekrar etsinler diye gelmemiştir!.

robotlar namazın hareketlerini taklit edip kurân’ı ezbere okurken, müslümanın robottan farkı ne olacaktır?

“robotlaştırılmış” olanlar, neslin kayıplarıdır!. geçip gidiyorlar veya gidecekler öylece de!..

onları “neslin kayıpları” hâline getirenler, yüklendikleri vebâlin azametini zerre kadar fark edebilseler; bu işlevleriyle, o muhteşem insan allah rasûlü ve son nebîsi muhammed mustafa (aleyhisselâm)’a nasıl zulmetmekte olduklarını fark edebilseler, belki de akıllarını kaçırırlardı!.

bir yandan “sevgili peygamberim ben seni çok seviyorum” deyip; ardından da insanları, “aman o bilgileri sakın okumayın, araştırmayın, sorgulamayın, sonra kafanız karışır, imanınızdan olursunuz” diyerek rasûlullah’ın getirdiklerini farketmekten anlamaktan, uzaklaştıranlar; büyük çoğunlukla yaptıklarının veya söylediklerinin nereye uzandığının bilincinde bile değillerdir!. ne var ki güdülenler bu yüzden kaybettiklerini asla geri alamayacaklardır.! sistemde mazerete yer yoktur!

“la ilahe illallah”ın anlamını, “en büyük tanrı bizim tanrı başka büyük yok!” ilkelliğiyle müslümanlara enjekte edip, rasûlullah’ın tüm düşündürtme işlevini ortadan kaldıran; sonsuza dek en muhteşem bilgi kaynağı olarak kalacak kurân’ı, gökten gelmiş –pardon inmiş– “fermanname” anlayışıyla örtüp işlevsiz hâle getirenlere daha ne denebilir ki!.

rasûlullah (aleyhisselâm), “halife”siniz uyarısıyla “salât”ı yaşamayı (namazı ikameyi) öğretirken… bugün, her tarafta namaz kılan(?) robotların(!) nasıl yatıp kalkacağının programlanması bilgisi yayılıyor!!!

tevhid anlayışının açıklayıcısı allah rasûlü ve nebîsi ibrahim aleyhisselam, “rabbiy cealniy mukıymes salati ve min zürriyetiy” yani, “rabbim bende salât yaşamayı oluştur; benden meydana gelen nesillerde de” diye dua ederken; ve bu olay, bize bir ibret ve tefekkür vesilesi olsun diye kurân’da vurgulanırken… biz, yalnızca, “robotların namazının” propogandasını yapıp; “salâtın (namazın) nasıl yaşanılacağı” hakkında tek söz etmiyoruz!

“din”in direği salât (namaz)!

“müminin mirâcı salât (namaz)!

şuurda yaşanılası bir muhteşem olay salât!. yalnızca bedensel hareketler değil!.

“la ilâhe illalah”ı kavrayamamış beyinler “allah” ismiyle işâret edileni anlayamaz!.

“allah” ismiyle işâret edileni fark etmemişler, hu’nun “ekber”iyetinin anlamını hiç düşünemez!.

“allah” ismiyle neye, nasıl işâret edildiğini anlamamış “robotlaştırılmış”ların, “bi-ismi allah” demesi de mümkün değildir; “rahman-ir rahîm”i fark edebilmesi de!.

“fatiha’sız namaz olmaz” vurgulamasının, olayın sesli kelime tekrarı olmadığını anlattığını da anlayamaz; düşünmekten – sorgulamaktan, anlamaya çalışmaktan “kafan karişir!” diye perdelenmiş olanlar!. bunun anlamının, “fatiha’nın mânâsını idrak edip hissedip yaşamadan, namazın ikame edilmiş olmaz”; uyarısı olduğunu hiç düşünmezler!

yazık!.. yüzmilyonlarca yazık!...

“güdücü”ler ve “güdülen”ler, allah’ın kendilerine bahşetmiş olduğu en muhteşem bilgi "kurân’ı okumaktan", en büyük nimet “salâtı (namazı) yaşamaktan” mahrum olarak gidiyorlar bu dünyadan, öte yaşam boyutuna!.

“kurân’ı okumayı”, arapça harfleri doğru telaffuz etmek olarak düşünmenin ötesine geçemediklerinden; öylece şartlandıklarından!.

“salât”ı (namazı), tanrıya tapınmak, ya da kibarcasıyla “allah’a tâ’zim” olarak düşünmenin ötesine geçemediklerinden; öylece şartlandıklarından!.

“allah’a ibadet içindir salât (namaz)”!.

“tanrıya tapınmak için” değildir namaz!

“allah’a ibadet”, kulluğunun idrakında olmak demektir!.

“kul”luğunun idrâkında olmak demek; tüm varlığının, vücudunun, “ben”liğinin, o’nun esmâsından var olduğunu, bunun ötesinde mutlak bir “hiç”likten ibâret olduğunu bilmek, hissetmek, yaşamak demektir!. esmâsına sınır koymamaktır “kul”luk!.. (bunun anlamını çok iyi düşünmek gerek; zirâ “şirki hafî” yani “gizli şirkin” sebebi budur.)

“ihlâs” ve “fâtiha” sûreleri, mümine bu gerçeği kavratıp yaşatmak için gerekli olan her inceliği açıklayan kurân’ın, özü mahiyetindeki bilgiyi ihtiva eder.

bunların anlamını kavrayıp yaşayan, “ben”liğinin hakikatine ererek, “ben”inin o mutlak vücutta “yok”luğunu hissedip yaşar! salâtı (namazı), ikâme edilmiş olarak, mirâc olur!.. mirâcı tamam olur!.

tüm bu anlattıklarımız, daha, rasûlullah (aleyhisselâm) ’ın bize açtığı muhteşem güzelliklerin kapısıdır… içeri girenler için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir dilin anlatmadığı nîce güzellikler daha vardır!.

dünyada basîreti kör olan, âhırette de kör olacaktır!. bu sistemin, “sünnetullah”ın gerçeğidir!.

allah kimin selâmetini dilemişse, o kişi bu yazdıklarımızı iyi düşünür ve yaşamına ona göre yön verir yeni baştan!.

“huzuruna çıkan” hüsrandadır!.

“huzurda olmanın sonuçlarını yaşayan”, yanmaktan azâd olmuştur!

“huzurdan uzaklaştırılmışlığı” yaşayanın alâmeti, çeşitli indî, nefsanî, şeytanî gerekçelerle yaptığı dedikodu ve gıybetle ömür tüketmesidir!.

lutfa ermişliğin sonucu, beş duyu kayıtlarından azâde, tefekkürün kanatlarıyla, esmâ aleminin özelliklerinin açığa çıkışını seyirdir!.

gözünle, görebildiklerini seyrediyorsun…

ya göremediğin diğer görünmezleri, mesafe kaydından beri olarak diğer sistemlerdeki yaşayanları görebilseydin; daha doğrusu algılayabilseydin de, beynin o algıladıklarını da görüntüye çevirebilseydi!..

hele hele…

algılama sisteminle, yalnızca yaşadığın sistemi değil, galaksi veya evreni değil; tüm semâlardakileri; yani katmanlardakileri; yani hücreler boyutundaki bilinç türlerini yaygın ve katmansal olarak; yani moleküler boyuttaki bilinç türlerini yaygın ve katmansal olarak; yani atom altı katmanların bilinç türlerini yaygın ve katmansal olarak algılasaydın aynı anda da; beynin onları da görüntüleyebilseydi!..

fesubhanallah!

allahu ekber!.

gel dostum… ne olursan ol, gel tefekkür dünyasına, aklını değerlendirenler arasına!.

bırak taklitçiliği!

bırak, “kafan karışsın”!.. denizler durulmaz dalgalanmadan!.

elbette, şartlandırıldığın yanlışlar, eksikler, yetersizlikler, gelen doğru bilgilerle karşılaşınca karışacaktır!. kafan, allak bullak olacaktır!.

katarakttan kurtulmak istiyorsan, ameliyatı kabulleneceksin!.

ameliyattan korkarsan kör kalırsın!.. bunu anla artık!.

körler, baskı yaparlar sana; ameliyatı kabullenip, “gören”ler ve sonuçlarını yaşayanlar arasına katılmaman için!.

bir düşün ne olur, biraz gerçekçi ol!

ister gavsı âzam abdulkadîr geylanî, ister şahı nakşıbend, ister hacı bektaşı velî; ister bir başka değer verdiğin…

bunlar veya bunlar gibi nîceleri, “kör”ler âleminden kaçıp, öte âlemde ebedî olarak kör olmamak için rasûlullah (aleyhisselâm)’ın getirdiklerini ve o muhteşem bilgi kaynağı kurân’ı değerlendirip “mukarreb” olmuşlar.

müslümanlık, “gardırop” ve “kıl” dini değildir!.

olay, kıyafet ve yüzdeki kılların şekli olayı değildir!

“kişi kendini benzettiği kavimdendir” uyarısını yapan rasûlullah’tır; ki rasûlü olduğu allah, açıkladığı bilgi kaynağında şunu vurgulamaktadır:

“allah sizin suretlerinize değil şuurunuzdakine (kalbinizdekine) bakar”!

yetersiz bilgisi olan “güdücüler” sizi bedene dönük boyutla kayıtlarken, “yaşanilasi” nasıl bir muhteşemlikten perdelendiğinizi ne zaman fark edeceksiniz?..

allah, dünya’da yaşamış en muhteşem insan, rasûlü muhammed mustafa (aleyhisselâm)’ın açıkladıklarının hakikati doğrultusunda şuurumuzdakileri yenilemeyi kolaylaştırsın!.

ahmed hulûsi
07 nisan 2007
http://www.ahmedhulusi.org/

salavat ve ayna noronlar

kirlisakal
bir ahmed hulusi yazısıdır :

bu güne kadar yazmadığım bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum… ama önce şu biline…

acelem yok!.

en kötü ihtimalle, birkaç yıl içinde, belki de dünyamı değiştirdikten sonra kesinleşecek…

insan beyninin, ingilizce’de “wave” denen “dalga” yapılı kendi “ruh”unu ürettiği…

her beynin, kendi parmak izini, yani “özel şifresini”, taşıyan -http://en.wikipedia.org/wiki/brain_fingerprinting - ruhunu ürettiği kesinleşecek; bundan dolayı da, reenkarnasyonun, yani ölümü tatmış kişinin tekrar yeni bir bedende dünyaya gelmeyeceği gerçeği netleşecek.

1972 yılında yayınlanan “ruh insan cin” isimli kitabımda ilk defa yazmıştım her insan beyninin, kendi özel şifresiyle kendi ruhunu ürettiğini; “insan” denen “bilinç” yapının, beyinle iletişimi kesildikten sonra, “ruh” adı verilen “dalga” bedenle (ruhu nurânî), yaşamına değişik boyutlarda, çeşitli aşamalardan geçerek hep ileriye doğru devam ettiğini..

yeryüzüne gelmiş en muhteşem insan allah rasûlü muhammed mustafa’yı, orion yıldızında oturan tanrının peygamberi sananlar; insan ruhunun da, oradaki ruhlar âleminden, kanatlı meleklerle getirilip, ceninin içine sokulduğunu tasavvur etmekteler…

evrensel boyutlardan, galaksi içinde dünya’nın yerinden ve dahi dünya üstündeki insan bedeninin ölçütünden habersiz; kozası içinde yaşamakta olanlar; elbette ki, rasûlullah (aleyhisselâm)ın kurân ile açıkladığı, hâlâ değeri fark edilememiş işâret, sır ve bilgilerden de mahrumdurlar!.

bilelim ki, “ruh”, bir anlamı itibariyle, varlığın var oluş özellik ve amacıdır. (“sen bu işin ruhunu kavramamışsın”; cümlesi örneğinde olduğu gibi).. diğer anlamı itibariyle de, beynin ürettiği “dalga”ların oluşturduğu “bilinc”i ihtiva eden beden, manasınadır.

“ruhumdan nefhettim” işaretinin anlamı ise…

“üflemek” anlamına gelen “nefh”, ciğerdeki havanın dudaktan açığa çıkarılması anlamında olduguna göre; kişinin hakikatini oluşturan allah isimlerinin işaret ettiği özelliklerin, kişinin içinden-özünden-derûnundan “irsâl olup”, gelip(?) beyinde açığa çıkarılışını ifade etmektedir.

yoksa yukarıdan üfleyen, dudaklı bir tanrı mevcut değildir bazılarının sandığı gibi!.

esasen yazmak istediğim konu bu değildi… ama kalem, geçerken uğradı buraya…

ana konumuz, “bilgi”!.

kozmik okyanus, gerçekte “dalga” hareketinden başka bir şey değil!. bir diğer deyişle, “bilgi” hareketliliği ve akışından başka bir şey değildir evren içre evrenler!.

her şey, bir “bilgi dalgacığı”…

“hiçbir şey hariç olmamak üzere her şey o’nu anar, ama siz bunu kavrayamazsınız!” hükmü apaçık dalga-bilgi bütünlüğünün uyarısıdır!. çünkü, her şey “can”lıdır “ölü” yoktur. “ölü” tanımının anlamı “canlı”lığını yaşamayan demektir. “can”, “bilgi”dir! “can” mutlaktır; “ölü” ise göresel (muzaf)!.

“bilinç” ise, “bilgi”den başka bir şey değil!.

bir düşünün bakalım… bilinciniz ile bilginizi ayırabilir misiniz?

“ben”, dediğiniz şey, gerçekte, “bilgi”den başka bir şey değildir!.

evrendeki her şey aslında çok boyutlu “tek kare” bilgiden ibaret olmasına rağmen; algılayan bilgi birikimlerinin algılamalarına göre, çok kareler olarak kabul edilmektedir. -ilim sıfatının açığa çıkışıyla var olan ilmî sûretler!-

her an sürekli etkileşen; gelenlerle her an yeni bir hâl, yeni bir şan alan, “bilgi” birikimlerinin oluşturduğu “dalga” okyanusu!.

“bilgi” ve “dalga” aynı şeyin algılayana göre iki ayrı değerlendirilişi!... sureti itibariyle “dalga”; mahiyeti veya muhteviyatı itibariyle “bilgi”!.

bedeni ve beyni oluşturan da, gerçekte, “bilgi”den başka bir şey değildir!.

bilgi, rasûlullah’ın, “allah” ismiyle işaret ettiğinden açığa çıkan; evren içre evrenler suretinde algılanan, “nefh” olmuş “nefesi rahman”dan başka bir şey değildir!.

nokta, ilm-i ilahîdir.

“bilgi”, allah isimleri, diye geçmişte açıklanmış olan özelliklerin, manâ sûretleridir.

algılayanın, algılama kapasitesini oluşturan “bilgi” birikimine göre, algılanan varlık ve kapasiteler söz konusudur.

varlıktaki tüm oluşumlar, tüm birimlerde, kendi noktalarından dışa doğru açığa çıkmaktadır, bilgi birikimleri oranında ve getirisine göre!.

her yazı veya resim, gerçekte, nasıl ak kâğıt üzerinde yan yana gelmiş noktalardan oluşmuşsa; tüm varlığı, tüm boyutları ve katmanlarıyla meydana getiren ve her an yeni bir şan alan “bilgi” de, “tek kare” resmi öylece meydana getirmiştir.

bu yüzdendir ki her insan, kendi “nokta”sının oluşturduğu “bilgi” kozasında yaşar; kâh mutlu kâh mutsuz bir hâlde!. “bilgi”sinin sonucu olarak!... “sünnetullah” gereği…

beyin sağlığı, insan için yeryüzünde en büyük nimettir. beyin, “bilgi” yumağıdır, hazinesidir!.

insan yaşamındaki her şey beyinden açığa çıkar!. beyin, insandır!. beyin nakli yapılsa dahi hiçbir şey değişmez; beyin kendi kişiliğiyle yaşar çünkü!. işe yaramadığı için çıkarılan beynin yaşamı bitmiş ve onun ürettiği kişilik madde dünyasından kopmuştur artık!.

beyin, aklı kısıtlıların sandığı gibi “et parçası” değildir!.

bugünün bilimi, daha beynin ne olduğunu çözememiştir… beyin hakkında bildiklerimizle, okyanus kıyısında dizine kadar denize giren insanın konumundan farklı değiliz.

dna’ların “bilinçli bilgi birikimleri”nden başka bir şey olmadığını yeni fark ediyoruz.

nöronların ya da dna’ların “dalga”larla değişik veri tabanları oluşturduklarını yeni yeni fark ediyoruz!.

beynin biyokimyasının, biyoelektrik yapı tarafından yönlendirildiğini daha dün fark ettik…

enzimlerin dahi “can”lı ve “bilgi” li olduğunu hayretle fark ettik!... her hücredeki binlerce enzimin her birinin özel görevi olduğunu şaşkınlıkla izlemeye başladık… örneğin, dna’yı kesen enzimler var. bunlar dna’daki belli dizilimleri tanıyor, oraya bağlanıyor ve bir makas gibi dna sarmalını o noktadan ikiye ayırıyorlar… dna’daki “bilgi”, proteinde bir “action”a dönüşmüş oluyor… işte böylece, dna’daki “bilgi” enzimde "can" olarak ortaya nasıl çıkıyorsa; enzimlerden oluşan vücutta da, daha farklı bir düzeyde “can" ortaya çıkıyor!... “bilgi-can”ı izliyoruz derin düşüncelere dalarak!.

öte yandan beynin, dışardan dalgalarla değişik işlevlere yönlendirilmesi olayını (mind control) daha yeni yeni kavramaya ve görmeye başladık.

günümüzün, “dünde yaşayan bilgi birikimlerinin”, bunları algılaması veya kabullenmesi elbette ki çok zor!.

bundan 30 yıl evvel bir dileğim vardı… insanlık uzaya para saçacağına beyni tanımaya (neuroscience’a) bu yatırımı yapsa, diyordum… bugün bu gerçekleşiyor… bu yolda çok önemli çalışmalar yapılıyor…

“zikir” diye işaret edilmiş “beyinde kavram tekrarı” şeklindeki çalışmanın, yukarıdaki tanrıyı hoşnut etmek için değil, insan beynindeki farkında olmadığımız özelliklerin ortaya çıkması için tavsiye edildiğini yazdığım zaman; çağlar öncesi anlayışı günümüzde tekrarlayanların şiddetli karşı çıkışlarına maruz kalmıştım..

beynin aldığı ve yaydığı mikrodalgalardan söz ettiğimde, “beyinde mikrodalganın ne işi var, mikrodalga fırınlarda olur, mikrodalgada beyin pişer” diyen bilgi sahipleri(!) tarafından eleştirilmiştim… bugün, internetteki, beynin mikrodalga alışverişi hakkındaki yazıları toplasam kamyon dolar!.

dedim ya, acelem yok!.

şükrederim, rabbimin açığa çıkarttıklarına!.

bilim dünyasının buluşları, her geçen gün, yazdıklarımı bir kere daha haklı çıkartıyor.

kilitlenmiş beyinler dışında kalan, yeterli bilgi sahibi beyinler, bir gün gelecek kurân’ın kıyâmete kadar geçerli tek bilgi kaynağı olduğunu; allah rasûlü muhammed mustafa’nın yeryüzüne gelmiş en muhteşem beyin ve “ruh” olduğunu tasdik edeceklerdir.

çünkü zaman içinde, kurân’daki işaret yollu anlatımların neye işaret ettiğini fark edecekler ve böylece de kurân-ı kerîm adını taşıyan bilgi kaynağının kodlarını çözerek, gerçekleri göreceklerdir.

rasûlullah’ın “nokta”sından “arş”ına, oradan da melekî kuvveler ile beynine ve dolayısıyla bilincine inzâl olan kurân-ı kerîm; “nokta”dan açığa çıkması sebebiyle, tüm evrensel sistem ve düzenin işleyiş mekânizmasını, “sünnetullah” ismiyle işaret ederek, anlatır. zira her birim kendi “nokta”sının projeksiyonu olarak vardır ve hepsi aynı sistem ve düzene tâbidir!.

önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, gökten uzaydan bir yerden ciltli veya ciltsiz kitap veya sayfalar inmemiş; rasûl veya nebîlerin hakikat “nokta”larından bilinçlerine “bilgi” inzâl olmuştur.

bilgi aynen bilinçtir. bilgi ile bilincin ayırt edilmesi asla mümkün değildir.

unutulan veya hatırlanmayan bilgi dolayısıyla bilinç de mi ortadan kalkıyor, diyenlere deriz ki, bilgisiz bilinç olmaz!. bilinç dendiği anda ortada bilgi vardır. bilgi, bilincin suretidir!. bilinç, bilginin benliğidir. kısacası, ikisi aynı şeydir.

bu yazımda esas üzerinde durmak istediğim konu ise, yukarıda anlattıklarıma bağlantılı olarak, rasûlullah aleyhisselâma “salâvat” okumak konusudur.

“dua ve zikir” isimli kitabımda “rasûlullah’a salâvat”lar bahsinde bu konunun önemi üzerinde durmuştum.

şimdi rasûlullah (aleyhisselâm)a salâvat getirmenin ne demek olduğu hakkındaki bazı düşüncelerimi yazmaya çalışayım..

biz, “dinadamları” gibi düşünmüyoruz, “ölüm ve ölü” konusunda!.

inancımız, onlarınki gibi değil… ölüp, toprak olup, yok olup sonra kıyâmette yeniden topraktan dirilmek gibi bir anlayışta değiliz. götürülüp yukarıdaki bir tanrının huzuruna çıkmayacağız! iki kefeli ya da digital terazi kullanan bir tanrıya inanmıyoruz biz!.

kurân-ı kerîmden anladığımıza ve rasulullah’tan bize intikâl eden bilgiye göre…

“her bilinç (nefs) ölümü tadar”!.

bilinç, ölmez; ölümü tadar!.

ölümü tadan, bu tadıştan sonra da yaşamına devam eder…

“ölüm”, bilinc-ruh bütünlüğünün, beden-beyinle ilişkisinin kesilmesi anlamınadır!. bunun detaylarını, “insan ve sırları” kitabımda “ölüm” bahsinde anlatmıştım… isteyen oraya baksın internetten…

burada anlatmak istediğim husus daha başka…

şu an var olan bilinç, ne kadar gerçekleri fark etmişse, beynin işlevini kaybetmesiyle birlikte, onun ürettiği “ışınsal” (nurânî) bedende yaşamına kesintisiz olarak devam eder…

“dünyada amâ olan sonrasında da amâdır” hükmünce; ölümü tatmadan önce gerçeği görememiş kişi, beyinle ve dolayısıyla bedenle ilişkisi kesildikten, yani ölümü tattıktan sonra da, ebediyen gerçeği göremez!.

buna karşın, dünya yaşamındayken, gerçeği görüp bunun sonucunu yaşamış bilinçler, ölüm sonrası, yani beyin ötesi yaşam boyutunda, gerçeği yaşamanın getirisi kuvvelerle, “kabir âlemi” diye isimlendirilmiş –berzah- da denilen boyutta yaşamlarına devam ederler.

insanların bir kısmı, çağlar öncesinde, “her şey maddedir” diyor; bazıları da “bir de ötelerde uzayda bir yerde, maneviyat âlemi olabilir”, görüşünü savunuyordu… oysa günümüzde, bilimsel temeli olan çevrelerde, bu iki âlemin, birbirinden ayrı iki mekân olmayıp; algılayanın algılamasından doğan, aynı tek yapı olduğu fark edilmeye başlandı.

dolayısıyla, kişinin, bedeni ve beyni itibariyle, madde diye kabul edilen boyutta iken; bilinci ve ruhu (ışınsal dalga bedeni) itibariyle de maneviyât âleminde yaşamını sürdürdüğü, konunun ehilleri tarafından fark edildi.

bugün batıda, sayısız araştırma ve yayın var insan beyinlerinin yaydıkları “dalga”larla birbirlerini etkilemeleri, yönlendirmeleri hakkında.

http://rakmanenuff.blogspot.com/

insan, yeryüzünde “halife” ise; kurân-ı kerîme göre…

insan beyni, “allah” ismiyle işaret edilenin, sayısız isimlerle işaret edilen özelliklerinin “nefh” olmasıyla oluşmuş bir kuvveler merkezi ise, bedende…

nihayet, insan beyni, her an aldığı ve yaydığı, her biri bir bilgi ihtiva eden “dalga”larla tüm çevresiyle iletişim hâlindeyse…

avam diliyle, “ölü olmayan”, nebî ve rasûllerle de iletişim mümkün değil midir?

bu iletişimi hemen karşılıklı iki insanın konuşması gibi anlamayın sakın!.

beyinler çeşitli frekanslara açık alıcı-vericilerdir, tıpkı çeşitli frekanslara açık radyo alıcıları gibi… dolayısıyla o beynin alıcı frekanslarına uygun dalga yayan, hiç tanımadığı kişilerden gelen dalgaları da alırlar farkında bile olmadan… sonra da “aklıma geliverdi”, derler! nereden?!

burada, konuyu bilen kişilere, “mirror neurons” – “ayna nöronlar” işlevini hatırlatalım…

asırlar öncesinde, “ayna nöronlar” işlevinin insanlardaki açığa çıkışına şöyle işaret edilmiştir toplumlar tarafından:

“üzüm üzüme baka baka kararır”!

evet, beraber olduğunuz kişilerin veya içinde bulunduğunuz toplumu oluşturan beyinlerin yaydıkları “dalga”lar sizin beyninizde akis bulur ve o yönde programlanmaya tâbi tutulursunuz. iyi veya kötü… toplumsal cinnet veya toplumsal huzur nasıl oluşuyor sanıyorsunuz?

bu olayda olduğu gibi beyin ayrıca yöneldiği kişiyle de iletişime girebilir. “telepati” de derler bunun bir türüne…

evet, bir diğer deyişle yöneldiğiniz yapı tarafından, beyniniz yönlendirilir siz hiç farkında olmadan.

işte beyindeki bu özellik dolayısıyla…

rasulullah, kendisine inananlara, çokça “salâvat” getirmelerini tavsiye etmiştir.

“kesinlikledir ki allah ve melekî kuvveleri nebî’sine yönlenmektedir. ey iman edenler siz de ona yönlenin ve teslim olun, selâmet bulun”. uyarısı işte buna işaret eder.

“allah ismiyle işaret edilen, tüm varlığı yaratan hakikatin “nokta”sındaki varlığı; ve o’nun isimlerinin özelliklerinin açığa çıkışı olan melekî kuvveler, “nübüvvet” dediğimiz sistemin gerçeklerini, ”sünnetullah”ı okuma hâline yönlendirir o’nu… siz de o’na yönlenerek, o’ndan yayılan bu frekansı alıp, “ayna nöron”larınızın bu “dalga”ları (gelen yayını) değerlendirmesi suretiyle selâmete erin”; denmektedir belki de kurân-ı kerîmdeki bu âyette! (özden gelen bilginin bilinçte açığa çıkması için oluşan işlev = yusallune).

işte bu yüzdendir ki, kişi, ne kadar çok rasûlullah (aleyhisselâm)a yönelir ve o’nu anarsa, salâvat getirirse, o nispette o’nun ruhuyla, bilinciyle bağlantı kurup, o yayın kanalından kendisine bilgi akmaya başlar; kapasitesi kadarıyla da bu gelen bilgiyi değerlendirir.

hazreti muhammed mustafa (aleyhisselâm)dan gelen “bilgi” ile “sünnetullah”ı daha iyi fark ederek; sistemin gerçeklerini idrak etmeye başlar ve yaşamına bu gerçeklere göre yön verir. bu de geleceğinin selâmet olmasını sağlar.

esasen bu olay, sadece o’na mahsus bir olay değildir; bu bir sistemdir!. bir tür mekânizmadır!. beynin sayısız işlevlerinden biridir.

kişiler, yaşayan veya boyut değiştirmiş kapsamlı ve kuvvetli bilinçlere (ruhaniyet sahiplerine) yöneldikleri zaman, o kişiden gelen dalgayı hiç fark etmeden alırlar ve “ayna nöronlar” ile bir şekilde değerlendirirler… bu hayli geniş bir konudur. maneviyât ehlinin, kendilerine yönelenlere bilgi aktarışı da bu yoldandır. “rabıta”nın aslı da buna dayanır. “murakabe” ise kişinin kapasitesine göre kendi derûnuna, “nokta”sına açılımıdır.

her an ve her alanda en son bilgileri takip etmeye çalışıyorum ki, rasûlullah’ın getirdiği verileri deşifre ederek, “sünnetullah”ı daha iyi anlayabileyim… anlayışı sınırlı insanların oluşturduğu, gök tanrılı gökten inme din anlayışından korunabileyim!. “allah” adıyla işaret edileni daha iyi tanıyabileyim…

zira, tanrılık kavramından münezzeh “allah” adıyla işaret edilenin, “zât”ını kavramak imkansızdır!. o, ancak açığa çıkarttıkları kadarıyla seyredilebilir…

bunun da yegâne yolu ilimdir!.

“ilim-irade-kudret” üçlüsünün eseri ise “bilgi evreni”dir. bu evrendeki varlığın, bilgin; kendini tanıyıp ne olduğunu fark etmen kadardır.

beyin ve bilgi konusunda yazılacak daha çok tespitlerimiz var amma… bu kadarı bile…

neyse…

sürçü lisân ettiysek, haddimizi aştıysak affola…

ahmed hulûsi
22 aralık 2006
north carolina, usa
http://www.ahmedhulusi.org/

açıkkonuşalim

kirlisakal
bir ahmed hulusi yazısıdır :

müslüman toplumlara, “islâm adıyla hazreti muhammed aleyhisselâmın bildirdiği orijin din anlayişi” anlatılmadığı sürece, bugünkü toplumsal kargaşa asla son bulmayacak; hatta daha büyük çatışmalara yol açılacaktır!.

bugün dünya üzerinde müslüman toplumların yaşadıkları ülkelerdeki çatışmaların sebebi, yüzyıllar içinde değişik yorumlarla örtülmüş ve saptırılmış “din” anlayışıdır!.

kıyâmete kadar geçerli kurân-ı kerîm’i, çağın bilimsel gerçekleriyle bütünleşmeyen bir biçimde yorumlayan yüzyılların yorumları, müslüman toplumlara orijin “din” anlayışıymış gibi kabul ettirildiği içindir ki, günümüzde bu çatışmalar yaşanmaktadır. bu saptırmaların bir kısmının neler olduğunu “anladığım islâm” başlıklı önceki yazımda belirtmiştim.

müslüman toplumların “din” anlayışının reforme edilmesi zorunluluğu artık apaçık ortaya çıkmıştır!.

bırakın kurân kursları ya da ilahiyat okullarında yetişmiş yetersiz bilgili din adamlarını bir yana; gökteki tanrının yanından gelip sokak kapısının üç metre dışında bekleyen meleklerden söz eden profesörlerin verdiği “din” eğitimi ile daha nereye kadar gidilebileceğini düşünebilirsiniz!.

açık konuşayım...

ben, bir kısım çevrelerin, amaçlı – ardniyetli ve kasıtlı olarak empoze etmeye çalıştıkları şekilde, ne bir şeyhim tarikatı olan, ne bir hoca efendiyim cemaati olan, hele hele ne de müceddidlik, mehdilik iddiası içinde olan biri!.

türkiye’de sürekli görüştüğüm birkaç aile dostum dışında hiç bir toplumsal ilişkim yoktur!. kitaplarımı okuyanların nasıl yaşadıkları, özel hayatları, davranış biçimleri beni hiç ilgilendirmez!. çünkü ben hiç kimsenin hocası, efendisi, önderi, lideri değilim!. her isteyen yazılarımı okur; kendine göre değerlendirir; dilediği gibi yaşar ve sonuçlarına da katlanır!.

ayrıca benim, uzunca bir süre (62 yaşından sonra ne kadar yaşarım bilmem), türkiye’ye dönmeye hiç niyetim yok, herhangi bir dönüş engelim olmadığı halde!. dolayısıyla, türkiye’ye dönüp acaba ne yapar, diye kimse de tasalanmasın!.

bunların yanısıra, türkiye’deki siyasîlerle hiç bir ilişki ve iletişimimin olmadığı da zaten bütün ilgililerce bilinmektedir!.

öte yandan, bugün okunulan görüşlerim, sekiz yıl önce amerika’ya geldikten sonra oluşmuş fikirler değildir!. aksine, 1967 yılında yayınladığım “tecelliyât” ve 1986 yılında yayınlanan “insan ve sirlari” isimli kitaplarımda yazmış olduğum düşüncelerimdir. “din” konusunda yaptığım yoğun ve kapsamlı araştırmalar sonucunda edindiğim kanaâtlerimdir.

defalarca belirttiğim üzere, dünya üzerinde hiç bir teşkilat, kurum, organizasyon içinde yer almak bir yana; onlar ile hiç bir ilişkim dahi olmamıştır bugüne kadar!. bu konuda atılan iftiralara, her türlü ispat hakkı açıktır!.

bunları şunun için tekrarlamakta yarar gördüm...

bugüne kadar yazdıklarım ve yazacaklarım, maddî veya manevî hiç bir çıkar amaçlı veya beklentili değildir!.

yalnızca, bilgi paylaşımı amaçlıdır.

insanları konuyu gerçekçi bir biçimde düşünmeye ve incelemeye davet gayesi gütmektedir!.

işte bütün bunlar bilinerek, hatırlanarak konumuzu değerlendirmeye başlayalım!.

rasûl ve nebiler, kral veya sultan veya diktatör olarak insanları gütmek amacıyla gelmiş kişiler değillerdir!.

insanların yaşamlarına uyulası zorunlu kanunlar koyup, zorla onları kendilerine tâbi kılmak gibi bir dert ve amaçları da yoktur rasûl ve nebîlerin!.

rasûl ve nebilerin, ne kendilerine tâbi olanlar dolayısıyla kazançları vardır ne de tâbi olmayanlar yüzünden kayıpları!.

bugünkü devlet anlayışının olmadığı çağlarda, kabileler, yerel topluluklar halinde yaşayan insanlara ölümle birlikte yeni bir boyutta yaşamın devam ettiğini fark ettirmek, ölümötesi boyut yaşamına hazırlanmalarını sağlamak ve gerçekte varolmayan tanrılara tapınarak kendi varlıklarındaki kuvvelerden mahrum kalmamalarını sağlamak ana amaçları olmuştur!.

ismi “islâm” olan “din” anlayışını, hükümranlık amacıyla kullanan emevî veya osmanlı hanedanının “islâm” devleti olduğu savı yanlıştır!. ne onlar, ne de bugünkü başka saltanatlar “islâm devleti” değillerdir!. belki “müslümanların saltanatı” denebilir bunlara!. “din” gerçeğini, kendilerine göre kabullenmiş ve yorumlamış kişilerin saltanatlarıdır!. oysa, “din” saltanat ve hükmetme aracı olarak kullanılamaz!.

hazreti muhammed aleyhisselâm, “islâm” ismiyle bilinen “din” anlayışını insanlığa açıklamış allah rasûlü ve son nebisidir!. devlet reisi veya sultan veya diktatör değildir!. tanrı olmaktan ve tanrılık kavramından münezzeh ismi “allah” olanı açıklama misyonuyla gelmiş “allah rasûlü”; “sünnetullah”ı okumak suretiyle de insanlığa neler yapıp nasıl yaşaması konusunda “teklif”lerde bulunan “son nebî”dir!. çevresindeki kişilerin bir rasûle çeşitli konularda sorular sorup cevap almaları, o rasûlü, “devlet başkanı” veya “sultan” koltuğuna oturtmaz. böyle kabul etmek rasûl’ün veya nebî’nin mertebesini tenzil sonucunu getirir!.

“islâm”, ismidir “din”in!.

“din”, devlet için değildir; yönetim biçimi değildir!.

devlet idaresinin “din” ile alâkası yoktur!.

devletin dini olmaz!.

“din”in devleti olmaz!.

devlet, gerçekte insanların sağlık, huzur ve mutluluğu için oluşturulmuş kurumdur! o ülkenin tüm insanlarına eşit mesafede ve ölçüde hizmet vermekle mükelleftir!. birbirlerine baskı ve zorlamada bulunmadığı sürece her kişinin “din” anlayışına ve uygulamasına saygılı olmak mecburiyetindedir!. devlet, mazlumun yani zulüm görenin yanında olmak, onu korumak mecburiyetindedir!. aksi hâlde mazlûmun ahı devletin varlığına zarar getirir!.

“din”, insanlara, “teklif” esasına dayalı olarak, bildirilmiştir!. bu cümlenin anlamı ve getirisi olan sonuçlar çok iyi değerlendirilmelidir!.

devlet kanunlarla yönetir insanları, emretme ve hükmetme esasına dayalı olarak!. kuralına uymazsan devletin, kaba gücüyle cezalandırır sizi!.

“din” ise bir sistem olarak, size, neler yaparsanız yaşadığınız ana veya geleceğe dönük ne yararlarınız olacağını bildirir!. yapmanız veya yapmamanız gereken hususları “teklif” eder!. buna uyup uymamak kişinin bileceği iştir; bu konuda kimsenin kimseye bildiklerini zorla uygulatma hakkı yoktur!.

“din” insanlara “teklif” eder!.

devlet ise insanlara “emreder ve hükmeder”!.

“din” devlet konumuna geçerse; “lâ ikrâhe fiyd dîn” (din uygulanmasında zorlama yoktur) âyeti anlamını yitirir!. çünkü devlet konumuna geçen “din”, bu durumda “teklif” edici konumdan çıkıp “zorlayici” konumuna geçer!.

“din” insanın sonsuz yaşamına katkıda bulunup, onu ebeden mutlu edecek gerçekleri bilmesi için bildirilmiştir!.

devlet ise, o günün anlayış ve şartlarına göre, akıllı ve güçlü kişilerin oluşturduğu bir yönetim kurumudur!.

“din” insanlığın yaşadığı anda ve geleceğe dönük çıkarları doğrultusunda içinde yaşadığı sistem gerçeklerini açıklar.

devlet, kurucularının düşünce ve bakış açısına göre, insanları yaşatma ve mutlu etme amacı güder!.

insanlar, dünyanın hangi ülkesinde, hangi rejim altında olursa olsun, “din”i bildiği ve imkân bulduğu şartlar kadarıyla uygulayabilir.

“islâm”da, kimsenin kimseye “din” anlayışı veya değerlendirmesi dolayısıyla bir pâye vermesine veya aksine onu aşağılamasına yer yoktur!.

“din” anlayışı, kişinin “özel”idir ve herkes bu “özel”ini dilediği gibi muhafaza eder!. kimsenin, başkasının “özel”ine girme hakkı olamaz!.

insanlara, kendi anlayışlarını başkalarına zorla uygulatma amacıyla devlet yönetme hakkı tanınamaz!.

devletin, insanların “özel”ine müdahale hakkı olamaz!. olursa, o devletin idare şekline dikta yönetimi denilir!.

şimdi gelelim “din” konusunu nasıl değerlendirmemiz gerektiği hususuna...

kişi, eğer hazreti muhammed mustafa aleyhisselâmın allah rasûlü ve son nebisi olduğunu, “allah” ismiyle açıkladığı, bildirdiği kurân-ı kerîm’in o’na vahyolmuş gerçek ve doğru bilgiler olduğunu kabul ederse, bu şartlar altında o bir “müslüman”dır!. kurân-ı kerim’de bildirilenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlıştır diyen, kurân’ı kabul etmemiş olur!. çünkü tamamı aynı kaynaktan ve aynı kişiden açığa çıkmıştır. buna karşın bir kısmını değerlendirip bir kısmını değerlendiremeyen ise “müslüman” olmaktan çıkmış sayılmaz!.

bu konuda en büyük ve hatta zorunlu öncelik, hazreti muhammed’in allah rasûlü ve son nebisi olarak kesin gerçekleri bildirmiş olduğunu, kabullenmektir.

dileyen buna inanır, dileyen inanmaz! herkes inancının sonuçlarını yaşar!.

bu konuda ikinci çok önemli nokta da şudur:

dünya üzerinde yaşayan her kişi, direkt olarak allah rasûlü hazreti muhammed’in bildirdiklerine muhataptır!. arada asla aracı yoktur!. hazreti muhammed aleyhisselâmın bildirdikleri kendisine ulaştığı kadarıyla, dilediği gibi değerlendirir!.

adı “islam” olan “din” anlayışına göre...

kişi kendisine allah rasûl ve son nebisinden ulaşan bilgileri dilediği gibi değerlendirir ve bunun sonuçlarını da otomatik olarak yaşar!. bu sebeple, bir “müslüman”ın, hiç bir din adamına veya din teşkilâtına, organizasyonuna ihtiyacı yoktur “müslüman olmak” veya “müslüman kabul edilmek” için!. insanlar birbirlerinin bilgilerinden yararlanırlar, ama kimse kimseye tâbi olmak mecburiyetinde değildir!. kesin hükümler bellidir. bunun dışındaki konularda herkes anladığına göre davranır ve sonucunu da yaşar. fetva kurtarici değildir!.

allah rasûlü’nün bildirdiği kurân-ı kerîm ortadadır!. allah rasûlü’nün “din” konusundaki açıklamaları ortadadır!. müslüman, bunları araştırır, sorgular, inceler ve kanaâtine göre de olayı değerlendirir!. din konusu kişinin kendi vicdanî olayıdır!. tâbi olmak yanlişa mazeret olmaz! sünnetullah’ta mazerete yer yoktur!. kişi, mazereti ne olursa olsun sonuçta elleriyle yaptığının, düşündüğünün sonuçlarını yaşar!.

kişi, namazı yaşar veya yaşamaz; orucu yaşar veya yaşamaz, haccı yaşar veya yaşamaz, kadınsa başını örter veya örtmez, bunlar hep kişinin kendisini ilgilendirir!. başkasını ilgilendirmez!. bunları yapmanın getirisi de, yapmamanın götürüsü de kişinin kendisini ilgilendirir; başkasını asla ilgilendirmez!. kimsenin bu konularda başkasını kınamaya hakkı yoktur!. herkes kendi doğrusunu yaşamak için vardır; başkalarına hükmedip, onların, kendi istediği gibi yaşamasını sağlamak için değil!.

“müslüman”, hazreti muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine iman hâlindeyken, adam öldüremez, hırsızlık yapamaz, hakkı olmayan şeye el uzatamaz, yalan söyleyemez, gıybet yapamaz, iftira atamaz! bu hâllerden biri üzereyken ölümü yaşarsa “imansız” gitmesinden korkulur. çünkü “iman” edilesi şeylere inanılırken onlara ters düşen şeyleri kişinin yapması mümkün değildir!.

insanlar dünyaya tek gelmişlerdir ve tek gideceklerdir yeni yaşam boyutuna... kişi kendini o sonsuzluğa hazırlamak için gelmiştir dünya yaşamına...

“müslümanım” diyen kişi, dünya yaşamındaki çok sınırlı zamanını, kendini geliştirmek ve geleceğe hazırlamakla değerlendirmek yerine; başkalarının dedikodu ve gıybetiyle harcıyorsa; onun, kendine yaptığı zulmü, asla başkası ona yapamaz!.

herhangi bir kişi hakkında konuştuğunuz her konu dedikodu kapsamına girebilir ve muhtemelen gıybet olabilir!. “eğer o konuştuğunuz şey o kişide varsa bu gıybet; konuştuğunuz şey o kişide yoksa bu defa yaptığınız iftiradır!”... “kişiye günah olarak her duyduğunu başkasına nakletmesi yeter!” uyarılarına çok dikkat etmek zorunludur. zirâ, gıybet kurân-ı kerîm’de “ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek” kadar tiksindirici bir olay olarak tanımlanmıştır!. iftiranın faturası ise insanın karşısına nasıl çıkar, hayâl bile edemeyiz!. şahidi olmadığınız konu hakkında konuşmak ve hüküm vermek çok büyük vebal getirir!.

bu oluşum, “din” olarak anlatılan “sünnetullah” sonucudur ki; kişi kendisinden açığa çıkanların sonucunu kesinlikle yaşayacaktır!. yaşamakta oldukları, kendisinden açığa çıkmış olanların sonucudur!. yaşadıklarından ders almayanların daha yaşayacakları var demektir!.

evet, artık kesinlikle bilmeliyiz ki...

dünya üzerindeki müslüman toplumların çektikleri bütün sıkıntılar, yüzyıllar içinde yanlış yorumlar veya örf-âdetlerle harmanlanmış “din” anlayışının, toplumlarca gerçek “din” diye kabullenilip; orijin “islâm”dan ayrı düşülmekten kaynaklanmaktadır!.

yanlışa devam ile doğrunun elde edilmesi asla mümkün değildir!.

bugünkü yanlışların altında, hep, yanlış yorumların, gerçek “din” olarak insanlara kabul ettirilmesi yatmaktadır!. bu yanlış düzeltilmedikçe, “din” konusunun gerçekleri aydınlar tarafından medya aracılığıyla topluma yansıtılmadıkça, “müslüman”ların çilesi son bulmaz!.

sorunun çözümü, kendi doğru bildiğini zorla başkalarına kabul ettirmekte değil; elbirliği ile eldeki bilgileri temelden sorgulamaya alıp, temel gerçeklerden başlayarak, “din” anlayışımızı yeniden bina etmekte yatmaktadır!.

bunda da iş, yaşadığımız dünyanın aydınlarına düşmektedir!.

ahmed hulûsi
20 mayıs 2006
north carolina, usa
http://www.ahmedhulusi.org/

şeriat devleti

kirlisakal
bir ahmed hulusi yazısıdır :

bana ulaştırılan samimî ve önemli bir mektuptaki “şeriat devleti” konusu dolayısıyla düşüncemi sizlerle paylaşmak istedim. zira bu konu dolayısıyla insanlar, allah’ın kendilerine vermiş olduğu sınırlı enerjiyi hakkıyla değerlendirememenin acısını çok fazla çekeceklerdir geleceklerinde!.

mektup şöyle:

“selam üzerinize olsun üstad! yazım biraz uzun ama lütfen okuyun. yazılarınızı devamlı olarak takip eden ve sizin sayenizde bazı gerçekleri idrak etmeye çalışan bir gencim. ama bazı konularda kararsız kalıyorum. şu yazınız hakkında bir soru sormak istiyorum.

www.ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/insan/insan105.htm

üstadım, burada islâm devletine gerek yok demişsiniz. allah aşkına dünyada şu an dahi onlarca müslüman öldürülmekte olduğu ve güçlü bir islâm devleti olmadığı halde bunun sebebini anlamış değilim. bizim gayemiz tâbi ki allah yolunda savaşmak olmalıdır diye düşünüyorum. islâm devlete gelmiş değil insanlara gelmiş bir düzendir diyorsunuz ama eğer insanın içinde yaşadığı devlet allah’ın kurallarını uygulamıyorsa nasıl islâm’dan söz edebiliriz? tâbi ki asıl önemli olan imanımızdır. ama islâm’ı daha fazla yaşamak varken niye sadece imanımızla yetinelim. ben mesela islâm’ı anlatamıyorum. gerici damgası yiyorum, şeriatçı diyorlar. şeriatçıyım yalan değil. şer’i olanları uygulamakla mükellefim. ama bunu bilmeyenlerin de öğrenmesini istiyorum. şimdi sizin bu yazınız, “din allah’ın oluncaya kadar savaşın” emrine uyanları bir parça da olsa kararsızlığa itmez mi? eğer islâm devletine gerek yoksa niçin rasûlullah (s.a.v) islâm devleti kurdu? onlar da kurulu düzen içinde islâm’ı yaşayabilirlerdi. ayrıca allah da islâm kanunlarını indirmezdi. bunun çok önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. beni bilgilendirmenizi rica ediyorum. benim yazımı okuduğunuz için de teşekkür ederim. allah’ın selamı üzerinize olsun. hayırlı günler...”

şeriât devleti kurulmalı mı?..

şeriât devleti nasıl olur?..

yeryüzünde bir örneği var mı?..

şeriat devletini kimler yönetecek?..

bakın geçmişe dair bir devremi anlatayım size...

henüz 18 yaşındayım; bu konulara yeni girmişim... yalın olarak kelime çeviri bazında hadisleri ve kurân’ı okumuşum... büyük bir aşk ve enerji taşması hâli... alabora olmuş duygu ve düşünceler!. kadın eli tutmak bir yana, kafamı kaldırıp kadına bakmıyorum bile!.. o heyecanla, pencereden komşu hanımlara bağırıyorum başlarını örtmeleri için!. sakal bıraktım, bere giyiyorum, şapka giyenlere ters gözle bakıyorum!

o heyecanla, o zaman çıkmakta olan “yeni istiklâl” dergisine şeriatçı yazılar yazıyorum değişik isimlerle... şeriat uygulanmalı falan gibi konularda.

bu arada imam gazâlî, abdulkadir geylanî, ibrahim hakkı, erzurumî, imam caferi sadık, hacı bektaş veli gibi “tasavvuf”, yani islâm’ın düşünsel yanını irdeleyen kişileri okumaya başladım. konunun ezberci değil akılcı bir şekilde ele alınması gerekliliğini gördüm. islâm’ın bambaşka bir yüzünü fark ettim tasavvuf ehli sayesinde!. gerçek amacını keşfettim islâm’ın!. uygulamalarım, çalışmalarım değişti... hayli açılımlar oldu... bakış açım tümüyle farklılaştı ve 20 yaşındayken “tecelliyat” isimli kitabımı yazdım, o günkü anlayışımı anlatan.... o günden bugüne de bu bakış açım hiç değişmedi!.

o bakış açısı ve açılımlar olduğu zaman, yaşadığımız müslüman toplumların “şeriat” tepsisinde önümüze getirdiği ile, “orijin şeriatın” birbirinden hayli farklı olduğunu tespit ettim.

orijin islâm’da, bugünkü lâik uygulamaların vermediği ölçüde insan hakları mevcuttur!. başkalarına bilfiîl zarar verme söz konusu olmadıkça, islâm kişiyi inancıyla başbaşa bırakır ve zorlamaz; cezalandırmaz!.

allah rasûlü ve nebisi muhammed aleyhisselâmın yaşadığı süreçte uygulanan kurallar ile, daha sonraki süreçte uygulanan müslümanlık anlayışının çok çok farklı olduğu apaçık ortada idi...

hadsiz hesapsız kişisel yorumlardan oluşan fetvalarla; kar topu gibi olan şeriat, günümüze ulaştığında bir çığ olmuştu!.

geçmişte, tek bir islâm devleti olmamıştır hazreti âli’nin dünyadan ayrılışından sonra!. hep saltanatlar veya diktatörlükler vardır!. ondan önce ise zaten devlet kavramı yoktu... kabile yaşamı, bir tür devlet yaşamına döndürülmeye çalışıldı!. bugünkü devlet anlayışı ile o günkü devlet anlayışı arasında sadece isim benzerliği vardır!.

kulaktan dolma dedikodu din bilgisiyle ancak hüsrana varılır!.

kişiler kendi anladıkları islâm’ı, ele geçirdikleri güç ile insanlara “orijin islâm’mış” gibi kabul ettirerek saltanatlarını sürdürmüşlerdir yüzyıllardır.

“orijin islâm” kurân ve hadis’tir!.

bugünkü yanlış kabul ise, “kurân + hadis + kıyası fukuha + ümmetin ortak kararı”dır!.

işte yanlış bu noktada başlamaktadır!.

kurân veya hadiste olmayan her şey, “kişisel yorumdur”, yani “fetva”dir ve kimseyi bağlamaz din adina!.

hele hele, kurân’da veya hadiste olmayan bir konuya ilişkin kişisel yorumunun(fetva) din hükmüymüş gibi uygulatılmaya kalkışılması, insanlara en büyük zulümdür!.

bırakalım geçmişi bir yana...

bugün dünya üzerinde, yalnızca kurân ve hadis temeline dayalı tek bir islâm devleti var mıdır?.. yoktur!.

kişinin imanı veya islâm anlayışı, “islam devleti” veya “şeriât devleti” kapsamına bağlı olsaydı, bugün yeryüzünde imanlı veya islâmı kabul etmiş tek kişi olmazdı!. oysa bugün binlerle evliyâullah, “islâmî olmayan rejimlerle” yönetilen ülkelerde yaşıyor yeryüzünde!.

mezheb, tarîkat, cemâat anlayışları dolayısıyla, bölgesel müslümanlık anlayışları ihtiva eden; kendi anlayışları dışındaki tüm inananları “kâfir” gören dar ve sınırlı bakış sahiplerinin oluşturduğu devletleri nasıl islâm’a bağlayıp, islâm’ı küçültebilir, o yüzden islâm’a laf getirtebiliriz?..

islam’ın yüceliği beşeri yanlışlar yüzünden karalanmaktan münezzehtir!

kendi cemâatlerinden olmayanı, kendi târikatlarından olmayanı, müslüman kabul etmeyen; başı örtülü olmayan hanımı dinsiz, kâfir kabul edip, kendilerinden saymayan zihniyetler mi şeriât devleti kuracak da toplumları yönetecek elinde sopa ve satır ile?!

hangi mezheb ya da tarikat veya cemâat anlayışına göre şeriat devleti kurulacak?... böylece de, kaç kişi, kaç kişiye hükmedecek allah ve din adina; diyerek!. düşünebiliyor musunuz bunun sonucunu!.

bugün müslümanlar, böylesine birbirini dışlayan veya arkasından kuyusunu kazan anlayış farklılıkları içinde kümelenmişken; kendi görüşünde olmayanların kitaplarını yasaklayan bir kafa yapısına sahipken, nasıl bir birlikten ve o birliğin yönetiminden söz edilebilir ki!.

gerçekçi olalım ve kendimizi aldatmaktan vazgeçelim. köyümüz sınırları içinde düşünmekten arınıp, global bakmayı ve değerlendirmeyi öğrenelim!.

kesin olarak bilin ki, “mehdî” lakabıyla bildirilen yenileyici, eğer olağanüstü kuvvelerle donanmış bir ordu beraberinde, beyaz atlı komutan olarak gelmezse, “şeriat devleti” beklentisi, insanların enerjisini yanlış yolda harcatan ham hayal olmaktan öteye gitmeyecektir!.

hayal edildiği şekilde bir mehdi’nin, ortaya çıkmayacağını 1985’te yazdım. yenileyici’nin, ta o tarihlerde (1400-1410), işlevini yerine getirmeye başlamış olabileceğini yazdım... yıllardır her sene hacda mehdi çıkacağını bekleyenler hep boşa çıktılar!. suudî saltanatı sürdüğü sürece de o zât’ın açığa çıkacağını sanmıyorum! bu benim kişisel düşüncemdir. bundan sonra da ömrü olanlar haklılık derecemi bu konuda da göreceklerdir inşâallah!.

yenileyici, diyelim 1980 ya da 1985 ten beri görevine başlamış, işlevini yerine getiriyorsa, bu kadar zamandır acaba neyle meşgul? ne yapıyor?

yaşadığınız günün gerçeklerini iyi görün!.

islâm yeryüzünde, dar kafalı, şekilci anlayışlı, robot beyinli, ezberlediğini tekrardan öteye gidemeyen din âlimleriyle(!?) değil, işin hakikatini görüp yaşayan gönül ehliyle yayılmıştır!.

devleti değil, gönülleri fethetmeye çalışalım!.

allah yolunda savaşmak demek, din hakkında bilgi sahibi olup, insanları rasûlullah yolundan uyarmak demektir!. insanların neye, neden, nasıl iman etmeleri gereklerini onların anlayabileceği lisanla anlatmak, açıklamak; onları sürü olarak görüp gütmeye kalkışmamak, demektir!.

yaşadığımız devir, insanların imanlarının kurtulmasına hizmet vermek devridir! onlara anladıkları dilden anladıkları tarzda hitap etmek devridir! ehlinin anlamakta zorlandığı lisanla yazılmış kitap veya hitaplarla topluma hiç bir mesaj verilemez!.

rasûlullah, devrinde "kılık-kıyafet müslümanlığı" yapmamıştır! “gardıropçuluk” ilkel kafalara mahsus bir haslettir!. ilkel insanlar birbirlerinin kıyafetlerine ambargo koymaya kalkarlar!. rasûlullah, din gerçekleriyle ilgili olmayan konularda, yaşadığı putperest toplumun örf ve âdetlerine saygı göstermiştir!. bu bize açık örnektir!

mevcut yönetimlerin yanlış, haksız ve belki de inançsızlığı doğrultusunda amaçlı uygulamalarını, yerinde bulmamak ve karşı çıkmak ayrı şeydir; onun yerine bir başka yanlışı uygulamak uğruna ömrü hebâ etmek ayrı şeydir!.

yıllardır, kapkaç olaylarını “gasp” kapsamında değerlendirecek tek bir kanun maddesi çıkartamayıp, toplumu rahatlatamayan kişilerden, daha büyük sorunların çözümünü nasıl beklersiniz?..

yaşadığınız dünyanın gerçeklerini görün!. kendinizi aldatmayın!. bunun faturası en ağır fatura olacaktır!

yıllardır, türkiye’de perde arkasından “solcuları” veya “şeriât isteklilerini” dar kalıplı söylemlerle itekleyen aynı merkezin; ve bu süreçte de amaçlarına ulaşanların, kimler olduğunu iyi araştırın!. o söylemlere kanan devrimcilerin bugün hangi çizgide olduklarına bakın!.

yıllar içinde, çeşitli sebeplerden dolayı, “din” anlayışı türkiye’de yozlaşmış; gizli kuran kurslarında, cemaat evlerinde, yetersiz ve kalıpsal bilgiyle bloke olmuş,kendi doğrusundan başka birşey bilmeyen beyinler, topluma din adına yön veren noktalara yerleşmiştir!.

ölüp yok olup, kıyamette topraktan biteceğini düşünen din bilginleri(!) yetiştiren bu kurslar ve cemaatler, islâm’ın önündeki en büyük perdelerdir esasta, devlet değil!.

insanlar kendi iyilikleri için, âcilen, bizzât yeni baştan din’i araştırmak ve sorgulamak zorundadır!.

ömür geçiyor ve hızla tükeniyor!. süre hızla azalıyor!. yalnızca dünya yaşamında kazanabilecekseniz ebedi hayatı, bu sizin son ve tek şansınız!.

türkiye’de sorun, “şeriat devleti” değil, gerçek islâm dini bilgisinin kasıtlı olarak örtülmesidir!.

tek bir anlayış, tek bir yorum insanlara ezberletilerek din öğretilmiş olmaz!.

ne devletin işine gelmektedir gerçek islâm dini’nin dillendirilmesi; ne de tarîkat veya cemâat ehlinin!.

neden acaba?...

bunu iyi sorgulamak ve düşünmek gerekir kanaatimce.

hiç bir dinî işlev, para karşılığı yapılmaz!. yapılırsa, ticâret olur adı, din’e hizmet değil!.

din, meslek değildir!. meslek olmaz!.

mesleği din olanın, işi de ticârettir!.

din, para kazanmak veya dünyevi başka çıkarlar için kullanılabilir, ama bunun sonucu hüsrandan başka bir şey olmayacaktır!.

kafasında “tanrı” yaratan, kendi anlayışına göre herşeyi mubah görebilir istekleri doğrultusunda... ancak hazreti muhammed’in açıkladığı allah’ı ve o’nun getirdiklerini anlayanların dünyası bambaşka bir dünyadır!.

dünya geçicidir!.

hazreti isa, kendisini siyâset için kullanmak isteyen barabbas’ın oyununa gelmedi!.

çünkü o “allah” ehli idi... biliyordu ki insanlar için önemli olan, “sonsuz olan ölümötesi yaşam”dır!.

bıraktı onları kendi yaratılış şekilleri üzere dünyevi faaliyetlerle kulluklarını yapmaya!.

yaşamlarında, şeriâtın ne olduğunu farketmemiş insanların, devlete şeriat isteme duyguları ne kadar enteresandır!.

bütün bu konularda yanlış anlamanın gerçekte tek bir sebebi vardır:

kurân işaretleri ve uyarıları ile rasûlullah uygulamasının bir bütün olarak ele alınmayıp; içinden seçilen tek bir âyet veya hadisin doğrultusunda meseleye bakılması!. gizli kurslarda veya evlerde ezberletilen yorumların gerçek orijin din sanılması!.

devlet müsaade etse de, herkes görüşünü açıkça tv’lerde söyleyebilse, toplum gerçekleri anlayıp herşeyi değerlendirebilecek; telekomik ilahiyatçıları fark ettiği gibi!.. ne var ki buna bile izin yoktur! çünkü düşündüğünü dile getirme özgürlüğü yoktur ülkelerin çoğunda!.

gerçek özgürlük, düşündüğünü özgürce dillendirebilme özgürlüğüdür! uygar ve gelişmiş toplumlarda yaşanan bir özgürlüktür!. bütün özgürlüklerin de başıdır!.

yol uzun... ömür kısa... şiddetli depremler ve çöküntüler, meteorlar yolda!. üçüncü dünya harbi kapıda... deccal sırada!.. yenileyici kendi işlevini yapmakta ortaya çıkmadan!..

hakikata eremeden, allah’ı bilemeden, allah sistem ve düzenini kavrayamadan ve buna göre hazırlanamadan dünyadan ayrılmak her an söz konusu!

dünya’da yaşamaktan amaç, özündeki allah’a ait kuvveleri keşfedip onları uygulamaya sokarak sonsuz yolculuğa çıkmaktır!. bunu başaramazsak, diri diri gireceğimiz mezarda başlayacak sonsuz yolculukta hâlimiz perişan olacak!..

kâbirdeki üç soru, “rabbin”, “nebin”, “kitabın” sorularıdır sana; şeriat devleti kurup sopayla insanları hidayete eriştirip eriştirmediğin değil!.

“biz isteseydik tüm insanlara hidayet ederdik” veya “... sen onlar üzere zorlayıcı değilsin” âyetlerini iyi düşünmek gerek!..

konu çok daha geniş, ama sıkmamak için kısa kesmek lazım...

prensibimizi rasûlullah koymuş:

“kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!..”

allah kolaylaştıra...

ahmed hulûsi
21 ocak 2006
north carolina, usa
http://www.ahmedhulusi.org/

super quotes

kirlisakal
sıcak sıcak bir dialog var. yeni oldu:

someone seperated’in maili : bilo_as...
kirlisakal:
selamınaleyküm billa..
someone seperated:
a.s
someone seperated:
sen kimsindir?

kirlisakal:
erhan..
kirlisakal:
hazırlıktan
kirlisakal:
nasılsın bilalim ?
someone seperated:
hangi hazırlık?
someone seperated:
ben bilal değilim...bülentim..
kirlisakal:
o zaman neden bilo adında mail alıyon abicim
kirlisakal:
:d
someone seperated:
bülent de bilo
someone seperated:
ama ben seni hatırlayamadım demek ki sen de beni tanımıyrsun
kirlisakal:
o zaman sen ceitten sin abi..
kirlisakal:
ben sakallı ya..
someone seperated:
sakallı kim
someone seperated:
tanımıyrum
someone seperated:
rammstein dinliyor musun?

kirlisakal:
burcun ne ?
kirlisakal:
:d
someone seperated:
balık
12 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol