(bkz: veli)
uyuşmaz ve birbirine zıt gibi hakikati olmayan zanlar olmasına rağmen ahmet f. yüksel aradaki ilişkiyi çok güzel açıklayan bir yazı yazmıştır:
imanda hassas nokta
ünlü alman filozofu kant, "imana yer bulmak için, aklı aradan çıkarmak zorunda kaldım" derken, umulur ki, soyut ile somut dengelerdeki başkalaşım nedeniyle bu kelimeler ağzından dökülmüştür.
gerçekte, aklı başında, uygun, tutarlı; şuurlu bir yaşam biçimi içinde olmak; hırs, kin, nefret gibi duyguları kontrol altına alabilmek, asgari düzeyde inanç için gereken şartlar arasında sayılmaktadır. kuran, bütün bu vasıflan göz önünde bulundurarak iman eden bireyler için ayrı bir ikaz yapmış. "ey iman edenler, allaha iman ediniz" (nisa/ 136; hitabında bulunmuştur.
bir bakıma kantın anlatmak istedigi gibi "imana ulaşmayan aklı" aradan çıkartmak ve tazelemek gereğine işaret etmiştir.
aslında kuran a göre iman ile akıl, aynı varlığın gerçekte tek ve bölünmez bir realiteye bakış aşamalarındaki değişik adlandır.
şöyle ki, ilim kesret boyutunda bir beşer adı altında zuhura çıktıgında "akıl" adını alır. çoğunluğun cüzi akıl olarak tanımladığı ve kabul ettigi bu olgu, külli aklın veya bir başka deyişle ilmin, boyutumuzdaki degerlendirilişidir.
mutlak varlığın ilmi, perdeli olarak zahir olduğunda almış olduğu isim olan "akıl"ın; üst boyutlarda yerini alabilmesi için aracı katına yani, imana ihtiyaç vardır. imanın çeşitli şartlan vardır; onlardan birisini benimseyip diğerlerini kabul etmemek, bireyi kendi oluşturduğu bir inanç kürsüsüne ulaşdırır ki, bu tasavvuf diliyle açık şirki, halk dilindeki ifadesiyle de "yedek ilahçılığı benimseme"y i getirir.
hiç şüphe yoktur ki, kuranın birbirinden değerli ayetlerinin herbiri, allaha iman etmeyi direkt, dolaylı veya uyarı mahiyetinde bildirirken, aklı kullanmayı, düşünmeyi, muhakeme ve tefekkür gücünü çalıştırmayı öngörüyor ve ilk âyet ile tüm insanlığı içine alabilecek şekilde hitap ederek orijinal bir kavramla bizlere yönleniyor:
ikra oku! okumanın dayanmak istediği hedefe ulaşmak da, işte belirtilen iman sırrı ile mümkündür.
yani, varlık ve oluşların hikmetini bilmek, mutlak yaratıcı ile aradaki perdeyi kaldırabilmek, bu sırrın şartlan arasinda bulunuyor.
ayını zamanda, edinilen bilgilerle kuransal kavram ve düşüncenin günümüze yansıyan oluşlarının mutlaka birliktelik taşıması gerekiyor.
bu perspektiften bakıldığında, varlık aleminde her hareketin belli prensipler neticesinde ortaya çıktığı saptanacaktır.
iman, bilinmeyene hitap ederken, basireti örtüp köreltmek anlamına gelmez. bu noktada karşılaşılacak olan en korkunç şey, ilimsizlik ve cehaletin eseri olan şirk halidir.
"bu dünyada amâ olan, ahiret hayatında da amâdır. en berbat sapık da odur." (isra 72) âyeti, değindigimiz noktaya açıklık getirmektedir.
şurası kesin ki, iman rast gele bir anlayışın ifadesi değil, ilmin ve bir değerlendirmenin göstergesidir. bu tür düşünce haricindeki her inanç, amel kapısının dışında, olaya şuursuzca yaklaşım saglamaktan başka bir şey getiremez. hz. resûlullah şuurlu olana işaretle;
"işte bu imanın en güzel şekli, kendisidir! demektedir."
inançta oluşabilen tereddüt, bir anlamda nedencilik, sorgulama, yapıcı bir ortam içinde geliştiginde faydalı; tabu haline dönüştüğünde ise, zanna tabi ve zararlı olur.
"zannın hak adına hiçbir degeri yoktur." (necm, 28) âyeti karamsarlığın çekişmeciligin, aynı zamanda şüpheciliğin imanla ayrılış sebebi olduğuna işarettir. imana dayalı anlayış biçimleri oldukça farklı düzeylerde görünür. genelde, allah ismiyle işaret edilene, meleklere, bunun yanında kitaplara, resûllere ve bazı soyut kavramlara inanç baskın olur, bu arada gayba iman da geçerliliğini korurken, mutlaka zorlanılan, hatta imkânsız hâle gelebilen nokta "hayrın ve şerrin allahtan" oldugunu benimseme durağıdır.
insan, nefsine şu soruyu sormalıdır:
"ben allaha inanç sahibi bir insan olarak, hayrı terkibiyetime uygun bir şekilde, memnuniyetle birinci sırada kabul ederken, şer denilen oluşları da aynı hassasiyetle kabul edebilir miyim?"
kesin olan şu ki, kişi artı beş ile eksi beşi nötr hale getirmedikçe bu şıkkın geçerliligini sağlayamaz ve hakiki mânâda iman sahibi olamaz.
hz. resulullahın bir hadisini ömek alalım;
"allah yolunda uhud dağı kadar altın harcamış olsan, başına gelebilecek olanların senden şaşmayacağına, gelmeyecek olanların da asla isabet etmeyeceğine inanmadıkça allaha iman etmiş olamazsın"
tasavvufun yakine, ikana ve mutlak şuura giden yol adını verdiği iman anlayışı, mistisizm yönünde yaşayan insanda temel yapı taşını teşkil etmiyorsa, üzerinde kurulacak
binanın herhangi bir depremde yerle bir olacağından kuşkunuz olmasın.
bu nedenlerle, imanda akıl ve denge fonksiyonları çok iyi değerlendirilmelidir.
ahmet f. yüksel
http://www.sufizmveinsan.com/aksam/iman.html
imanda hassas nokta
ünlü alman filozofu kant, "imana yer bulmak için, aklı aradan çıkarmak zorunda kaldım" derken, umulur ki, soyut ile somut dengelerdeki başkalaşım nedeniyle bu kelimeler ağzından dökülmüştür.
gerçekte, aklı başında, uygun, tutarlı; şuurlu bir yaşam biçimi içinde olmak; hırs, kin, nefret gibi duyguları kontrol altına alabilmek, asgari düzeyde inanç için gereken şartlar arasında sayılmaktadır. kuran, bütün bu vasıflan göz önünde bulundurarak iman eden bireyler için ayrı bir ikaz yapmış. "ey iman edenler, allaha iman ediniz" (nisa/ 136; hitabında bulunmuştur.
bir bakıma kantın anlatmak istedigi gibi "imana ulaşmayan aklı" aradan çıkartmak ve tazelemek gereğine işaret etmiştir.
aslında kuran a göre iman ile akıl, aynı varlığın gerçekte tek ve bölünmez bir realiteye bakış aşamalarındaki değişik adlandır.
şöyle ki, ilim kesret boyutunda bir beşer adı altında zuhura çıktıgında "akıl" adını alır. çoğunluğun cüzi akıl olarak tanımladığı ve kabul ettigi bu olgu, külli aklın veya bir başka deyişle ilmin, boyutumuzdaki degerlendirilişidir.
mutlak varlığın ilmi, perdeli olarak zahir olduğunda almış olduğu isim olan "akıl"ın; üst boyutlarda yerini alabilmesi için aracı katına yani, imana ihtiyaç vardır. imanın çeşitli şartlan vardır; onlardan birisini benimseyip diğerlerini kabul etmemek, bireyi kendi oluşturduğu bir inanç kürsüsüne ulaşdırır ki, bu tasavvuf diliyle açık şirki, halk dilindeki ifadesiyle de "yedek ilahçılığı benimseme"y i getirir.
hiç şüphe yoktur ki, kuranın birbirinden değerli ayetlerinin herbiri, allaha iman etmeyi direkt, dolaylı veya uyarı mahiyetinde bildirirken, aklı kullanmayı, düşünmeyi, muhakeme ve tefekkür gücünü çalıştırmayı öngörüyor ve ilk âyet ile tüm insanlığı içine alabilecek şekilde hitap ederek orijinal bir kavramla bizlere yönleniyor:
ikra oku! okumanın dayanmak istediği hedefe ulaşmak da, işte belirtilen iman sırrı ile mümkündür.
yani, varlık ve oluşların hikmetini bilmek, mutlak yaratıcı ile aradaki perdeyi kaldırabilmek, bu sırrın şartlan arasinda bulunuyor.
ayını zamanda, edinilen bilgilerle kuransal kavram ve düşüncenin günümüze yansıyan oluşlarının mutlaka birliktelik taşıması gerekiyor.
bu perspektiften bakıldığında, varlık aleminde her hareketin belli prensipler neticesinde ortaya çıktığı saptanacaktır.
iman, bilinmeyene hitap ederken, basireti örtüp köreltmek anlamına gelmez. bu noktada karşılaşılacak olan en korkunç şey, ilimsizlik ve cehaletin eseri olan şirk halidir.
"bu dünyada amâ olan, ahiret hayatında da amâdır. en berbat sapık da odur." (isra 72) âyeti, değindigimiz noktaya açıklık getirmektedir.
şurası kesin ki, iman rast gele bir anlayışın ifadesi değil, ilmin ve bir değerlendirmenin göstergesidir. bu tür düşünce haricindeki her inanç, amel kapısının dışında, olaya şuursuzca yaklaşım saglamaktan başka bir şey getiremez. hz. resûlullah şuurlu olana işaretle;
"işte bu imanın en güzel şekli, kendisidir! demektedir."
inançta oluşabilen tereddüt, bir anlamda nedencilik, sorgulama, yapıcı bir ortam içinde geliştiginde faydalı; tabu haline dönüştüğünde ise, zanna tabi ve zararlı olur.
"zannın hak adına hiçbir degeri yoktur." (necm, 28) âyeti karamsarlığın çekişmeciligin, aynı zamanda şüpheciliğin imanla ayrılış sebebi olduğuna işarettir. imana dayalı anlayış biçimleri oldukça farklı düzeylerde görünür. genelde, allah ismiyle işaret edilene, meleklere, bunun yanında kitaplara, resûllere ve bazı soyut kavramlara inanç baskın olur, bu arada gayba iman da geçerliliğini korurken, mutlaka zorlanılan, hatta imkânsız hâle gelebilen nokta "hayrın ve şerrin allahtan" oldugunu benimseme durağıdır.
insan, nefsine şu soruyu sormalıdır:
"ben allaha inanç sahibi bir insan olarak, hayrı terkibiyetime uygun bir şekilde, memnuniyetle birinci sırada kabul ederken, şer denilen oluşları da aynı hassasiyetle kabul edebilir miyim?"
kesin olan şu ki, kişi artı beş ile eksi beşi nötr hale getirmedikçe bu şıkkın geçerliligini sağlayamaz ve hakiki mânâda iman sahibi olamaz.
hz. resulullahın bir hadisini ömek alalım;
"allah yolunda uhud dağı kadar altın harcamış olsan, başına gelebilecek olanların senden şaşmayacağına, gelmeyecek olanların da asla isabet etmeyeceğine inanmadıkça allaha iman etmiş olamazsın"
tasavvufun yakine, ikana ve mutlak şuura giden yol adını verdiği iman anlayışı, mistisizm yönünde yaşayan insanda temel yapı taşını teşkil etmiyorsa, üzerinde kurulacak
binanın herhangi bir depremde yerle bir olacağından kuşkunuz olmasın.
bu nedenlerle, imanda akıl ve denge fonksiyonları çok iyi değerlendirilmelidir.
ahmet f. yüksel
http://www.sufizmveinsan.com/aksam/iman.html
tüm ülkemize başsağlığı kampanyası! olarak değiştirilmesini uygun gördüğüm başlık!
"kamil insan iyi bir lügattır" desturuna dayanarak günümüz kamillerinin sesinin duyulmaması neticesinde ortalığı konuştuğunu bilmez insanların sarması haliyle toplumda büyük bir kargaşa ve birbirini anlayamama halinin doğmasının adıdır..
(bkz: kinim kinedir benim)
her türlü bunalıma karşı reçetede ilk yazılması gereken ilaçtır. insanın toplumla ve dolayısıyla kendisiyle barışmasını sağlar, toplumsal sevgisizliğe ve güvensizliğe en büyük ilaçtır. çünkü insan bilmediğinden korkar. herkesi tanısa ya da tanıma yollarını açsa korkusu gider.
birisi de yolda görülen herkese selam vermektir. denemeyenler için şiddetle tavsiye ederim, moralinizin en bozuk olduğu anda çıkın ve selam verin. geri döndüğünüzde yüzünüzde istemesenizde bir gülümseme, tabiri caizse tamamen beleşe pozitif enerjiyle dolmuş olarak bulacaksınız kendinizi. tabi önce toplumsal komplekslerin bastırdığı korkudan kurtulmak gerek.
yunus emrenin muhteşem sözü. her bir insanda varolagelen psikodinamikleri yok ederek değil iyi yönlendirebilerek kemale ulaşılabileceğini çok kısa ve öz anlatabilmiştir.
psikodinamik yönetimi için (bkz: imam gazali)
psikodinamik yönetimi için (bkz: imam gazali)
doğrusu guruplaşmanın gurupların hepsi nifaka yol açar mı? bence evet.. toplumun herhangi bir şekilde sınıflandırılması muhakkak nifağa yol açacaktır. futbol un en sevmediğim yanı budur. taraftarlar bu ayrılık yüzünden birbirini öldürmedi mi? o kadar kavga gürültü ve küfürler yaşanmadı mı? ve dahi sol örgütler dahil olmak üzere hatta yöresel dernekler bile günbe gün daha küçük parçalara bölünmüyor mu? en basitinden malatyalılar derneği, pötürgeliler derneği ve haskentolular derneği olmak üzere şehirden köye kadar bir bölünme yaşamıştır. işte bu toplumsal sevgimizin gittiğinin ve buyüzden hoşgörümüzü kaybettiğimizin ve birbirimizin hatasını kolladığımızın yani aramıza nifak sokulduğunun resmidir. bu bir ayak veya laf-ü güzaf değildir. lakin bu devirde yaşadığımız ve bu nifak durumu bizim normalimiz olduğu için farkedemeyebiliriz. ama biz görmesek de farketmesek de yer çeker, su akar, gerçek gerçektir.
ayrıca bu nifak sokmanın birilerince yapılan bilinçli bir çalışma olduğu da bilenlerce bilinir.
sevgiyle saygıyla kalın..
vesselam...
ben bunu böyle yapan yanıma söylüyorum, başkası da dinlerse dinlesin. ve kimseye kin duymuyorum. kinim kinedir benim. kimse bilerek kötülük yapmaz. üzerime alındığım için yeniden söyleyeyim dedim. sevgiyle saygıyla kalın, vesselam...
ayrıca bu nifak sokmanın birilerince yapılan bilinçli bir çalışma olduğu da bilenlerce bilinir.
sevgiyle saygıyla kalın..
vesselam...
ben bunu böyle yapan yanıma söylüyorum, başkası da dinlerse dinlesin. ve kimseye kin duymuyorum. kinim kinedir benim. kimse bilerek kötülük yapmaz. üzerime alındığım için yeniden söyleyeyim dedim. sevgiyle saygıyla kalın, vesselam...
ahmet f yükselden mevlana ve hayatı:
(bu yazı 15-16 aralık 1999 tarihli akşam gazetesinde yayınlanmıştır.)
“bugün ahmed benim;
ama dünkü ahmed değil...
bugün anka benim ;
ama yemle beslenen kuşcağız degil! “
bu dizeler, nasıl bir yankı yapıyor gönüllerde bilemem; ama mekânın ve zamanın kaybolduğu bir boyuttan sesleniyor gibi... aklın pek erişemediği bir yerlerden.. mevlâna adıyla sesleniyor şuurlara, sonsuzluktan bir nefes taşıyor sanki...
biz, zamanla sınırlandığımız penceremizden, beş duyu ile bakıp mevlâna celâleddin-i rumî adını veriyoruz ona... bir de şu hayat hikâyesini ögreniyoruz kayıtlardan :
30 eylül 1207 (bazı kaynaklarda 1182) de belh’te (bugünkü afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir muhammed celâleddin...
adına kendisini sevenlerce eklenen mevlâna sıfatı, aslında “efendimiz” anlamındadır. rumî ise, (eskiden anadolu yerine kullanılan) rum illerinden konya da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakap...
soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. annesi belh emiri rükneddin in kızı mümine hatun, babası, sultan-ül ulema muhammed bahâeddin veled’dir. bahâeddin veled in nesebi, hz. hüseyin ve hz. ebu bekir e uzanmaktadır.
çocuk denecek yaştayken, devrin büyük alim ve sûfîsi olan babasının medrese derslerine devam eder. ilk mânevi terbiyesini ondan alır.
moğol istilâsı nedeniyle, sultan -ül ulemâ, ailesi ve dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuğa çıkar. belh’ten ayrılıp kâbe’ye, oradan da konya ya gelene kadar birçok yere uğranır, konaklanır. buralarda, dönemin ünlü mutasavvıflarıyla tanışılıp sohbetler edilir. mevlâna için muazzam bir yetişme vesilesidir bu ziyâretler...
nişabur da şeyh feridüddin-i attar, sohbet sırasında, mevlâna nin alnındaki kemâli görüp ona esrarnâme adli eserini hediye eder, babasına da “çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının yüreğine ateşler salacaktır” der.
hac dönüşü ugranan şam da da muhyiddin -i arâbi, bahâeddin veled in arkasında yürüyen celâleddin e bakarak; “subhanallah! bir okyanus, bir denizin arkasında yürüyor...”demiştir.
göç kervanıyla şam dan malatya ya, oradan erzincan a ve karaman a uğranır. karaman’da kalındığı süre içinde mevlâna, babasının isteği ile hoca şerâfeddin lala’nın kızı gevher banu ile evlenir.
aile, 1228 de selçuklu sultanı i. alaeddin keykubat’ın daveti üzerine, ilim ve kültür merkezi olan konya ya gelip kendileri için yaptırılan medreseye yerleşir.
mevlâna1231 yılında bahâeddin veled’in vefâtıyla ilk mürşidini kaybeder. babasının vasiyeti, dostların ve halkın isteği ile sultan-ül ulemâ nın makâmına geçer. bir yıl süren yalnızlıktan sonra, bahâeddin veled in değerli halifesi seyyid burhâneddin’in terbiyesi altına girer. seyyid burhâneddin, onun babası gibi hâl ehli olmasını ister. mevlâna, bu kâmil mürşide tam bir teslimiyet ve samimiyetle bağlanıp dokuz yıl hizmet eder. ağır mücâhede ve riyâzatlara girer, sohbetlere devâm ederek olgunlaşır.
yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için halep e oradan da şam a geçer. burada dört yıl kalır, şam’daki âlim ve sûfîlerle tanışıp sohbet eder.
rivâyetlere göre, şems ile ilk karşılaşması burada olur. şems-i tebrizi halkın içinde, elini yakalayıp öper ve ona : “dünyanın sarrafı, beni anla!” diye hitâp ederek kaybolur. işte bu karşılaşmadan yaklaşık sekiz sene sonra şems, konya’ya gelecek, içli dışlı sohbetleri başlayacaktır.
bir gün seyyid burhâneddin mevlâna ya “akli, nakli ve keşfi ilimlerde nebi ve velilerin parmakla gösterdigi eşi bulunmaz bir aslan olduğunu” söyleyerek “onu artık insanların ruhunu, taze bir hayat ve ölçülmez bir rahmete boğması, alemin ölülerini kendi mânâ aşkıyla diriltmesi” için gönderir, kendisi de konya’yı terk edip kayseri ye gider. birkaç yıl sonra da vefât eder.
mevlâna, yine yalnız kalmıştır... fakat, şeyhinin dediği gibi, devrinde geçerli olan her türlü ilmi hazmetmiş, bunların dışında iran, hind, arap edebiyat türlerini incelemiş, rumcayı öğrenerek klasik yunan filozoflarının eserlerini okumuştur. artık verdiği dersler, vaazlar ve fetvâlarla insanları aydınlatma işini üstlenmiştir. dört yüz talebesi ve on binden fazla müridi vardır. vaazlarını toplayan mecalis-i seba ( yedi meclis ) adlı eseri bu sırada meydana gelir.
1244 yılının 25 ( ya da 29 ) kasım günü hayatının dönüm noktasıdır.
atına binmiş evine dönerken, fakir kılıklı bir derviş dizginlere yapışır. derin, esrarlı bir hâli vardır. keskin bakışlarını celâleddin e diker ve şöyle haykırır:
“ey, belhli bahâeddin oğlu, söyle! hz. muhammed mi büyük, bayezıd mı?”
“ nasıl söz bu ?!.tabii ki, hz.muhammed büyük! “
“ ama, hz. muhammed allaha ya rabbi ! seni tesbih ederim, biz seni lâyık olduğun vech ile bilemedik. derken, bayezıd ben kendimi tesbih ederim , benim şânım ne büyük!’ diyor?”
“hz. muhammed, günde yetmiş makâm aşıyordu, her makâmda da bir önceki makâmdan istiğfar ediyordu. bayezid ise, tek makâmin yüceliğinden kendinden geçti ve öyle söyledi.”
derviş, aradığı cevabı bulmuştur. mevlâna da bu çetin soruyu soran dervişten hayli etkilenir, atından atlar. böylece iki deniz, yüzyılların hasretiyle kucaklaşır. coşup dalgalanır.
bu olayın geçtiği yere, maracel bahreyn’ yani denizlerin buluştuğu yer adı verilir.
anlaşıldığı gibi, derviş kılığındaki bu zât şems-i tebrizîdir. yıllarca diyar diyar kendi sohbetine, suallerine dayanabilecek bir hak dostu arayan, kendinden geçercesine ilâhî aşka dalmış, fikren ve ruhen hür bir şahsiyettir. aldığı ilhamlar sonucunda, konya ya gelmiş, aradığı aşkını bulmuştur. zira, mevlâna’nın diliyle ifâde edersek;
“dilberler ( gönül çalan mânevi güzeller) âşıkları canla başla ararlar... bütün mâşuklar âşıklara avlanmıştır.... susuzlar, âlemde su arar; ama su da cihânda susuzları arar.”
mevlâna, babası ve seyyid burhâneddin’in elinde “pişmiş”, şems’in aynasında gördüğü kendi güzelliğinin ateşiyle de “yanmıştır”.
sultan veled e göre; “şems ansızın gelip ona ulaşmış, mâşukluk (sevilen ) olmanın hâllerini açıklamışıir. böylece sırrı yücelerden yüceye varmıştır.”
şems- i tebrizî ile buluştuktan sonra, artık bütün vaktini ona adar ve bambaşka bir âleme girer. şems in çekimiyle yanıp ilâhî aşkla kendinden geçerek semâ etmektedir.
ama, mevlâna’nın bütün zamanını mâşukuna ayırması, o hâle ve sırra yabancı olanların tepkisini çeker, haset yüzünden dedikodular yayılmaya başlar. şems, bunu sebep göstererek bütün yalvarmalara rağmen, konya’yı terk eder.
tekrar hasret başlamıştır denizin bu yakasında... “yana yana aşkın ta kendisi olur” coşar taşar... onun şamda olduğu haberi gelince özlem dolu mektuplar yazar ard arda... nihâyet, beklenen cevap gelir, şems dönmeyi kabul etmiştir. mevlâna, hemen oğlu sultan veled’i şemsini karşılayıp getirmesi için şam’a gönderir.
bekleyiş sırasında
“.....
o geliyor, o.
ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor !”
nakaratlı coşkun gazelini ve nicesini dillendirir. şems, kâfileyle birlikte şehre girdiğinde gazeller, kur’an ve kudüm sesleriyle karşılanır. ikinci kavuşmadan sonra, tekrar medreseye kendi hâllerine çekilirler. semâ meclisleri düzenlenir. artık âşık ile mâşuk; mürşid ile mürid karışmış, birbirlerine ayna olmuşlardır.
bir süre geçince, yine dedikodular ve kıskançlık yüz gösterir. kendisini ortadan kaldırmayı planladıklarını fark eden şems, 1247/48 tarihinde ansızın kaybolur. başka bir rivayete göre ise, bir gece karanlıkta pusu kuran ve aralarında mevlânanın oğlu alaeddin çelebinin de bulunduğu yedi kişinin hücumuna uğrayarak şehid edilip bir kuyuya atılır. ardında sadece birkaç damla kan lekesi kalmıştır...
mevlâna, onu her yerde arar; yürekleri yakan şiirler söyleyerek. kendisine şems’ten yalan bile olsa, haber getirenlere üstünde başında ne varsa verir, “doğru olsaydı canımı verirdim!” diyerek... iki kez şam’a gider. sultan veled in ifâdesiyle “tebrizli şems’i bulamaz; ama mânâ yönünden o’nu kendinde bulur.” ve der ki; ”ey arayan kişi! ister onu gör, ister beni, ben o’yum, o da ben!..” şiirlerinde de şems’ mahlasını kullanır. artık, aramaktan vazgeçmiştir.
daha sonra, şeyh selahaddini kendine dost seçer. şems e duyduğu muhabbeti ona yansıtır, böylece gönlü sükun bulur. şems’i çekemeyenler, bu defa da şeyh selahaddini ümmiliği dolayısıyla küçümsemeye, ona kara çalmaya kalkışırlar. şeyh ise onlara hitâben:
“mevlâna beni herkesten üstün tuttu diye inciniyorsunuz. bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. o bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin ?" diyerek kemâlatını da ortaya koyar.
böylece, on yıl görüşüp sohbet ederler. nihâyet, şeyh selahaddin hastalanıp ebedi âleme göçer. yalnızlık, yine yüzünü göstermiştir, ama artık coşku durulmuş, fırtınalar dinmiştir.
kuyumcu selahaddinden sonra, can dostu ve halifesi çelebi hüsâmeddin olur. daha önce haset edenler de o hareketlerden kurtulmuş, edeplenmişlerdir. itiraz etmeden çelebiye itaat ederler. mevlâna, ancak onun bulunduğu mecliste coşar, mânâlar saçar, hakikât ilminden bahis açar. mesnevi de buna işâretle şöyle demektedir:
“bu söz, can memesinde süttür; emen olmadıkça akmıyor.
dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa, söyler.”
islami tasavvuf edebiyatının şâheseri olan mesnevi, çelebi hüsâmeddinin ricâsı ile yazılmıştır. "mevlâna, onun cezbesi ile semâ ederken, ayakta, sükunet ve hareket hâlinde, hamamda otururken, devamlı beyitler söyler, çelebi hüsâmeddin de süratle yazıp yüksek sesle mevlâna ya okur." böylece, 1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan mesnevi, 1264-1268 yılları arasında tamamlanır.
bu dostluk da on beş yıl, fitne ve hasetten uzak bir hâlde sürer. ama, mevlâna artık son anlarını yaşadığını, özlediği aleme kavuşacağını anlar. hastalığına üzülüp ağlayanlara, şifâ dileyenlere şöyle hitâp eder:
” kardeş! mezarıma defsiz gelme; çünkü allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.”
“.... ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız; bizim mezarımız, ariflerin gönlündedir.”
çünkü, ona göre ölüm, yok oluş değil; bir geçiştir, şeb-i arus’tur( düğün gecesi )...
“ben tahtan inip tabuta binecek kişi değilim...
benim yerim, sonsuzluk makâmıdır!”
der ve...
17 aralık 1273 te sonsuzluk makâmında yerini alır, artık ariflerin gönlünden, dilinden çağrısını sürdürür; şu mesajla ışık tutmaya devam eder, daha nice yüzyıllara seslenir.
“gel gel, yine gel!
ne olursan ol,
ister kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,
ister yüz kere tevbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...
umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
nasılsan öyle gel !”
mevlâna’ yı mevlâna yapan şey acaba neydi?. gâyesiz bir sevgi mi?.. elbette ki hayır! şems’i görene kadar zâhir ilmi hocası iken, neden onu takip etti?.. zâhir ilmi ilmi bâtına uyuyor muydu? neden bu ilim herkese açılmıyordu?. hazmedilecek yönleri nelerdi?..
bütün bu suallerin cevabını açık şekilde mevlânanın yaşamında görebiliyoruz. şurası kesin ki, toplumun değer yargıları içinde yaşanan ihtirasların, kıskançlıkların, çekememezliklerin, ilmi bâtında ve onu yaşayanlarda asla yeri bulunmaz.
"bugün ahmed benim,
ama dünkü ahmed değil...."
ahmet f. yüksel
kaynakça:
uzel, nezih; mevlâna ve insan, göl yayınları.
önder; mehmet;hazret-i mevlâna, atlas kitabevi.
haynet internet sistemleri “merhaba dünya”
mevlâna; divan-ı kebir’den seçmeler; m.e. b. yayınları.
mevlâna; mesnevi, milli eğitim basımevi.
mevlâna; fihi mafih, m.e.b. yayınları.
(bu yazı 15-16 aralık 1999 tarihli akşam gazetesinde yayınlanmıştır.)
“bugün ahmed benim;
ama dünkü ahmed değil...
bugün anka benim ;
ama yemle beslenen kuşcağız degil! “
bu dizeler, nasıl bir yankı yapıyor gönüllerde bilemem; ama mekânın ve zamanın kaybolduğu bir boyuttan sesleniyor gibi... aklın pek erişemediği bir yerlerden.. mevlâna adıyla sesleniyor şuurlara, sonsuzluktan bir nefes taşıyor sanki...
biz, zamanla sınırlandığımız penceremizden, beş duyu ile bakıp mevlâna celâleddin-i rumî adını veriyoruz ona... bir de şu hayat hikâyesini ögreniyoruz kayıtlardan :
30 eylül 1207 (bazı kaynaklarda 1182) de belh’te (bugünkü afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir muhammed celâleddin...
adına kendisini sevenlerce eklenen mevlâna sıfatı, aslında “efendimiz” anlamındadır. rumî ise, (eskiden anadolu yerine kullanılan) rum illerinden konya da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakap...
soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. annesi belh emiri rükneddin in kızı mümine hatun, babası, sultan-ül ulema muhammed bahâeddin veled’dir. bahâeddin veled in nesebi, hz. hüseyin ve hz. ebu bekir e uzanmaktadır.
çocuk denecek yaştayken, devrin büyük alim ve sûfîsi olan babasının medrese derslerine devam eder. ilk mânevi terbiyesini ondan alır.
moğol istilâsı nedeniyle, sultan -ül ulemâ, ailesi ve dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuğa çıkar. belh’ten ayrılıp kâbe’ye, oradan da konya ya gelene kadar birçok yere uğranır, konaklanır. buralarda, dönemin ünlü mutasavvıflarıyla tanışılıp sohbetler edilir. mevlâna için muazzam bir yetişme vesilesidir bu ziyâretler...
nişabur da şeyh feridüddin-i attar, sohbet sırasında, mevlâna nin alnındaki kemâli görüp ona esrarnâme adli eserini hediye eder, babasına da “çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının yüreğine ateşler salacaktır” der.
hac dönüşü ugranan şam da da muhyiddin -i arâbi, bahâeddin veled in arkasında yürüyen celâleddin e bakarak; “subhanallah! bir okyanus, bir denizin arkasında yürüyor...”demiştir.
göç kervanıyla şam dan malatya ya, oradan erzincan a ve karaman a uğranır. karaman’da kalındığı süre içinde mevlâna, babasının isteği ile hoca şerâfeddin lala’nın kızı gevher banu ile evlenir.
aile, 1228 de selçuklu sultanı i. alaeddin keykubat’ın daveti üzerine, ilim ve kültür merkezi olan konya ya gelip kendileri için yaptırılan medreseye yerleşir.
mevlâna1231 yılında bahâeddin veled’in vefâtıyla ilk mürşidini kaybeder. babasının vasiyeti, dostların ve halkın isteği ile sultan-ül ulemâ nın makâmına geçer. bir yıl süren yalnızlıktan sonra, bahâeddin veled in değerli halifesi seyyid burhâneddin’in terbiyesi altına girer. seyyid burhâneddin, onun babası gibi hâl ehli olmasını ister. mevlâna, bu kâmil mürşide tam bir teslimiyet ve samimiyetle bağlanıp dokuz yıl hizmet eder. ağır mücâhede ve riyâzatlara girer, sohbetlere devâm ederek olgunlaşır.
yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için halep e oradan da şam a geçer. burada dört yıl kalır, şam’daki âlim ve sûfîlerle tanışıp sohbet eder.
rivâyetlere göre, şems ile ilk karşılaşması burada olur. şems-i tebrizi halkın içinde, elini yakalayıp öper ve ona : “dünyanın sarrafı, beni anla!” diye hitâp ederek kaybolur. işte bu karşılaşmadan yaklaşık sekiz sene sonra şems, konya’ya gelecek, içli dışlı sohbetleri başlayacaktır.
bir gün seyyid burhâneddin mevlâna ya “akli, nakli ve keşfi ilimlerde nebi ve velilerin parmakla gösterdigi eşi bulunmaz bir aslan olduğunu” söyleyerek “onu artık insanların ruhunu, taze bir hayat ve ölçülmez bir rahmete boğması, alemin ölülerini kendi mânâ aşkıyla diriltmesi” için gönderir, kendisi de konya’yı terk edip kayseri ye gider. birkaç yıl sonra da vefât eder.
mevlâna, yine yalnız kalmıştır... fakat, şeyhinin dediği gibi, devrinde geçerli olan her türlü ilmi hazmetmiş, bunların dışında iran, hind, arap edebiyat türlerini incelemiş, rumcayı öğrenerek klasik yunan filozoflarının eserlerini okumuştur. artık verdiği dersler, vaazlar ve fetvâlarla insanları aydınlatma işini üstlenmiştir. dört yüz talebesi ve on binden fazla müridi vardır. vaazlarını toplayan mecalis-i seba ( yedi meclis ) adlı eseri bu sırada meydana gelir.
1244 yılının 25 ( ya da 29 ) kasım günü hayatının dönüm noktasıdır.
atına binmiş evine dönerken, fakir kılıklı bir derviş dizginlere yapışır. derin, esrarlı bir hâli vardır. keskin bakışlarını celâleddin e diker ve şöyle haykırır:
“ey, belhli bahâeddin oğlu, söyle! hz. muhammed mi büyük, bayezıd mı?”
“ nasıl söz bu ?!.tabii ki, hz.muhammed büyük! “
“ ama, hz. muhammed allaha ya rabbi ! seni tesbih ederim, biz seni lâyık olduğun vech ile bilemedik. derken, bayezıd ben kendimi tesbih ederim , benim şânım ne büyük!’ diyor?”
“hz. muhammed, günde yetmiş makâm aşıyordu, her makâmda da bir önceki makâmdan istiğfar ediyordu. bayezid ise, tek makâmin yüceliğinden kendinden geçti ve öyle söyledi.”
derviş, aradığı cevabı bulmuştur. mevlâna da bu çetin soruyu soran dervişten hayli etkilenir, atından atlar. böylece iki deniz, yüzyılların hasretiyle kucaklaşır. coşup dalgalanır.
bu olayın geçtiği yere, maracel bahreyn’ yani denizlerin buluştuğu yer adı verilir.
anlaşıldığı gibi, derviş kılığındaki bu zât şems-i tebrizîdir. yıllarca diyar diyar kendi sohbetine, suallerine dayanabilecek bir hak dostu arayan, kendinden geçercesine ilâhî aşka dalmış, fikren ve ruhen hür bir şahsiyettir. aldığı ilhamlar sonucunda, konya ya gelmiş, aradığı aşkını bulmuştur. zira, mevlâna’nın diliyle ifâde edersek;
“dilberler ( gönül çalan mânevi güzeller) âşıkları canla başla ararlar... bütün mâşuklar âşıklara avlanmıştır.... susuzlar, âlemde su arar; ama su da cihânda susuzları arar.”
mevlâna, babası ve seyyid burhâneddin’in elinde “pişmiş”, şems’in aynasında gördüğü kendi güzelliğinin ateşiyle de “yanmıştır”.
sultan veled e göre; “şems ansızın gelip ona ulaşmış, mâşukluk (sevilen ) olmanın hâllerini açıklamışıir. böylece sırrı yücelerden yüceye varmıştır.”
şems- i tebrizî ile buluştuktan sonra, artık bütün vaktini ona adar ve bambaşka bir âleme girer. şems in çekimiyle yanıp ilâhî aşkla kendinden geçerek semâ etmektedir.
ama, mevlâna’nın bütün zamanını mâşukuna ayırması, o hâle ve sırra yabancı olanların tepkisini çeker, haset yüzünden dedikodular yayılmaya başlar. şems, bunu sebep göstererek bütün yalvarmalara rağmen, konya’yı terk eder.
tekrar hasret başlamıştır denizin bu yakasında... “yana yana aşkın ta kendisi olur” coşar taşar... onun şamda olduğu haberi gelince özlem dolu mektuplar yazar ard arda... nihâyet, beklenen cevap gelir, şems dönmeyi kabul etmiştir. mevlâna, hemen oğlu sultan veled’i şemsini karşılayıp getirmesi için şam’a gönderir.
bekleyiş sırasında
“.....
o geliyor, o.
ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor !”
nakaratlı coşkun gazelini ve nicesini dillendirir. şems, kâfileyle birlikte şehre girdiğinde gazeller, kur’an ve kudüm sesleriyle karşılanır. ikinci kavuşmadan sonra, tekrar medreseye kendi hâllerine çekilirler. semâ meclisleri düzenlenir. artık âşık ile mâşuk; mürşid ile mürid karışmış, birbirlerine ayna olmuşlardır.
bir süre geçince, yine dedikodular ve kıskançlık yüz gösterir. kendisini ortadan kaldırmayı planladıklarını fark eden şems, 1247/48 tarihinde ansızın kaybolur. başka bir rivayete göre ise, bir gece karanlıkta pusu kuran ve aralarında mevlânanın oğlu alaeddin çelebinin de bulunduğu yedi kişinin hücumuna uğrayarak şehid edilip bir kuyuya atılır. ardında sadece birkaç damla kan lekesi kalmıştır...
mevlâna, onu her yerde arar; yürekleri yakan şiirler söyleyerek. kendisine şems’ten yalan bile olsa, haber getirenlere üstünde başında ne varsa verir, “doğru olsaydı canımı verirdim!” diyerek... iki kez şam’a gider. sultan veled in ifâdesiyle “tebrizli şems’i bulamaz; ama mânâ yönünden o’nu kendinde bulur.” ve der ki; ”ey arayan kişi! ister onu gör, ister beni, ben o’yum, o da ben!..” şiirlerinde de şems’ mahlasını kullanır. artık, aramaktan vazgeçmiştir.
daha sonra, şeyh selahaddini kendine dost seçer. şems e duyduğu muhabbeti ona yansıtır, böylece gönlü sükun bulur. şems’i çekemeyenler, bu defa da şeyh selahaddini ümmiliği dolayısıyla küçümsemeye, ona kara çalmaya kalkışırlar. şeyh ise onlara hitâben:
“mevlâna beni herkesten üstün tuttu diye inciniyorsunuz. bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. o bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin ?" diyerek kemâlatını da ortaya koyar.
böylece, on yıl görüşüp sohbet ederler. nihâyet, şeyh selahaddin hastalanıp ebedi âleme göçer. yalnızlık, yine yüzünü göstermiştir, ama artık coşku durulmuş, fırtınalar dinmiştir.
kuyumcu selahaddinden sonra, can dostu ve halifesi çelebi hüsâmeddin olur. daha önce haset edenler de o hareketlerden kurtulmuş, edeplenmişlerdir. itiraz etmeden çelebiye itaat ederler. mevlâna, ancak onun bulunduğu mecliste coşar, mânâlar saçar, hakikât ilminden bahis açar. mesnevi de buna işâretle şöyle demektedir:
“bu söz, can memesinde süttür; emen olmadıkça akmıyor.
dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa, söyler.”
islami tasavvuf edebiyatının şâheseri olan mesnevi, çelebi hüsâmeddinin ricâsı ile yazılmıştır. "mevlâna, onun cezbesi ile semâ ederken, ayakta, sükunet ve hareket hâlinde, hamamda otururken, devamlı beyitler söyler, çelebi hüsâmeddin de süratle yazıp yüksek sesle mevlâna ya okur." böylece, 1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan mesnevi, 1264-1268 yılları arasında tamamlanır.
bu dostluk da on beş yıl, fitne ve hasetten uzak bir hâlde sürer. ama, mevlâna artık son anlarını yaşadığını, özlediği aleme kavuşacağını anlar. hastalığına üzülüp ağlayanlara, şifâ dileyenlere şöyle hitâp eder:
” kardeş! mezarıma defsiz gelme; çünkü allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.”
“.... ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız; bizim mezarımız, ariflerin gönlündedir.”
çünkü, ona göre ölüm, yok oluş değil; bir geçiştir, şeb-i arus’tur( düğün gecesi )...
“ben tahtan inip tabuta binecek kişi değilim...
benim yerim, sonsuzluk makâmıdır!”
der ve...
17 aralık 1273 te sonsuzluk makâmında yerini alır, artık ariflerin gönlünden, dilinden çağrısını sürdürür; şu mesajla ışık tutmaya devam eder, daha nice yüzyıllara seslenir.
“gel gel, yine gel!
ne olursan ol,
ister kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,
ister yüz kere tevbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...
umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
nasılsan öyle gel !”
mevlâna’ yı mevlâna yapan şey acaba neydi?. gâyesiz bir sevgi mi?.. elbette ki hayır! şems’i görene kadar zâhir ilmi hocası iken, neden onu takip etti?.. zâhir ilmi ilmi bâtına uyuyor muydu? neden bu ilim herkese açılmıyordu?. hazmedilecek yönleri nelerdi?..
bütün bu suallerin cevabını açık şekilde mevlânanın yaşamında görebiliyoruz. şurası kesin ki, toplumun değer yargıları içinde yaşanan ihtirasların, kıskançlıkların, çekememezliklerin, ilmi bâtında ve onu yaşayanlarda asla yeri bulunmaz.
"bugün ahmed benim,
ama dünkü ahmed değil...."
ahmet f. yüksel
kaynakça:
uzel, nezih; mevlâna ve insan, göl yayınları.
önder; mehmet;hazret-i mevlâna, atlas kitabevi.
haynet internet sistemleri “merhaba dünya”
mevlâna; divan-ı kebir’den seçmeler; m.e. b. yayınları.
mevlâna; mesnevi, milli eğitim basımevi.
mevlâna; fihi mafih, m.e.b. yayınları.
resulullah efendimiz hz muhammed s.a.v ramazan ayının son on günü mescid i nebevide itikafa çekilirmiş.
melekî boyuttan algılananın beşeri veri tabanına dayali bir şekilde açığa çıkmasıdır.
(bkz: ahmed hulusi)
aydın apaydın
"mekan, içerisinde oturanlardan dolayı şereflidir" anlamına gelen hadis.
ahmet f yükselden konuyla ilgili açıklayıcı güzel bir yazı :
o nun ahlakı
“ben mekârimi ahlâk için geldim”! buyuran rasulullah muhammed mustafa aleyhisselâmın ahlâkı, bilindiği üzere, “allah” ahlâkı idi…
öte yandan rasulullah sallalllahu aleyhi ve sellem bizlere şöyle buyurmuştu:
“tahalluku biahlâkillah”!. yani, “allah ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşayın”!.
esasen bu uyarıyı türkçeleştirirken dikkat etmemiz gereken birkaç incelik olmasına rağmen, burada çok detaya girmeyip, ana hatlarıyla konuya değinmek ve dikkatleri bu hususlar üzerinde toplamak istiyorum…
yakınlarına soruyorlar, “neydi allah rasulünün ahlâkı?” diye…
en yakınında yaşayanlardan biri olan değerli insan şu cevabı veriyor:
“o’nun ahlâkı, allah’ın ahlâkı idi”!.
o mükemmel insan allah rasulünün ahlâkı, allah ahlâkı idiyse…
o mükemmel insan allah rasulü bize, “allah ahlâk’ı ile ahlâklanmış olarak yaşamamız” uyarısı yapıyorsa…
nedir, “allah” ismiyle işaret edilenin “ahlâk”i?…
* * *
“biahlâkillah” kelimesinin anlamı, en mükemmmel türk kuran tefsiri yazarı elmalılı hamdi yazır’a göre(1), “mülâbese”ye dayalı olarak “b” sırrının işaret etmiş olduğu doğrultuda “fenâfillah” kavramına dayalı olarak değerlendirilirse…
en azından bunun sonucu olarak, ortaya çıkan gerçek ne olur düşündük mü hiç?…
“b” sırrıyla, denilerek; yüce kitap kur’ân-ı kerîm’in kalp gözüyle anlaşılmasına vesile olacak anahtara işaret edilir dâima… yani, eğer biz rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin “bu uyarısını” dikkate almak istiyorsak, islâm dini ve hakikata ermişlerin “bu sırla” olayı nasıl değerlendirdiklerini farketmek; ve o işareti anlamak zorundayız… tasavvuf da bundan ibarettir işte!.
* * *
basit insanın dünyasına “iyi ahlâklı olun”; şeklinde çevrilen “allah ahlâkı ile ahlâklanın” uyarısının, sanıyorum günümüzdeki anlamı da sanki “ormandaki hayvanı evcilleştirin” gibi bir manayla sınırlanmakta; bunun ötesindeki, “insanın yeryüzündeki halife”liğinin hikmetine uzanan ve karşılık olan, gerekçesi üzerinde hiç durulmamaktadır!…
nedir rasulullah aleyhisselâmın da üzere yaratılmış olduğu “allah ahlâki”?…
“vermek”! “karşılıksız vermek”! “çıkar düşünmeksizin vermek”!
zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında verici olmak!.
paranı vermek!… karşılık beklemeksizin!
sevgini vermek!.. karşılık beklemeksizin!
ilmini vermek!… karşılık beklemeksizin!
ilmini vermek, karşılık beklemeksizin deyince hemen aklıma geldi çok enteresan bir örnek… lütfen, olayı dikkatle izleyin…
internette sörf yaparken bir siteye geliyorum…
http://allah-sufism-islam.com
adında bir site bu… “allah için yazıyorum” dediğini duyduğumuz ve eserlerinde “telif hakkı ambargosu olmayan” bir yazarın sitesi bu!… ingilizce – fransızca – almanca – rusça çevirileriyle birlikte yayınlanmış tüm türkçe eserleri bu sitede tasavvuf ehli yazarın; ve “copyraght”sız!… isteyen, bu siteden, bu bilgileri kendi bilgisayarına indirebiliyor, çoğaltabiliyor!
yani, allah için çalışılan ilim, allah için karşılıksız veriliyor insanlara!..
bir süre önce amerika’ya yerleşmiş bulunduğunu öğrendiğimiz yazarın, çevresine insan toplayıp onlardan kişisel bir menfaat temin etmek gibi ticarî, veya siyasî bir amacı da yok!…
işte karşılıksız vermeye bir misâl!. ilim tüccarlarının, dini bilgilerini paraya çeviren, dinin sırtından geçinen müslüman(!)ların dünyasında!.
evet, rasulullah aleyhisselamın da üzere olduğu “allah ahlâki” en başta gelen şıkkıyla, vermektir!.
tüm yaratılmışlara karşılık beklemeksizin vermek, malını, paranı, mevkiîni, sevgini, elinde gerçekte emanet olan tüm varlığını karşılıksız olarak vermek!..
“hakikat”ı anlamış ve yaşayan tüm evliyâullah da böyle yaşamışlardır! abdulkâdir geylanî hazretlerinden şahı nakşıbend hazretlerine, seyyid ahmed rufaî’den muhyiddin a’rabî’ye kadar akla gelen tüm kemâl ehlinde görülen ortak vasıf karşılıksız “vermek”tir… ve bu da “allah ahlâkıyla” ahlâklanmış olmanın doğal davranış biçimidir!.
yaratılmış mahlûkât arasında “halife insan” hariç hepsinin doğası “almak” üzere programlanmışken; yanlızca “insan”, “vermek” üzere “yeryüzünde halife” olarak yaratılmış; ve bu “hilâfete”de verici olmak suretiyle liyâkât kazanmıştır..
rasullullah aleyhisselâm, hazreti hatice ile nikâhlandığı zaman mekke’nin en zenginleri arasına girmişken, âhırete intikâli sırasında geride nesi kalmıştı; bir araştırın bakalım!…
hazreti ebû bekr, mekke’nin en zenginlerinden iken, allah yolunda karşılıksız vermek suretiyle nasıl âhırete intikâl ettiğini de bir araştırın… ve dahi o devir iman edenlerinin davranışlarını da!…
bunlar maddî planda vermenin misalleriydi!…
ya manevî planda..?
insanlara ve sair mahlûkata sevgisini ve hizmetini karşılıksız vererek, hakikatın gereklerine uygun yaşam biçimi içinde bu dünyadan geçenlerin sayısı..?
kendini beden sanarak ve bedenine – benliğine dönük olarak yaşayanların hepsi, bütün yaradılmışlar gibi sadece “ben-beden” için yaşayan, “almak için”, “alarak” yaşayanlardır!..
özündeki, hakikatındaki, varlığını esma ve sıfatlarıyla oluşturan allah’a ermek için yaratılmış olanların hepsindeki ortak vasıf ise “vermek”tir!.
sevgini ve hoşgörünü vermek!.
yaratılmışı sevmek!… varlığındaki, ef’âlinin kaynağı esmâ ve sıfatın hakkı olan sevgiyi vermek!
fâili hakîkinin fiili meydana getirmedeki hikmetini görerek, fiîlin gereği “buğz”u ortaya koysan dahi, fâile sevgini vermek!
işte “allah ahlâkiyla ahlâklanmak” diye tarif edilen “tasavvuf”un dayandığı hakikat..
yaratılmışı âdeta görmeksizin, ondaki yaratanı görüp; karşılık beklemeksizin, sahip olduğunu sandığın herşeyini ve “ben”liğini vermek!. “allah” yolunda, canından geçip onu verene “şehîd” derler; “ben”inden geçip, varsaydığı “ben”ini verene ise “mukarreb”!… işte onlar “yakîn”e erdirilmiş “ikân” ehlidir.
“allah ahlâkı”nın, kuldaki zuhur şekli olan, “verme” sırrının açığa çıktığı kişilerdir onlar..
“veren el alan elden üstündür” anlamındaki rasulullah uyarısı da dikkatlerimizi bu gerçeğe çekme amacıyladır, anlıyabildiğimiz kadarıyla!…
mevlana celâleddin’in semâ yaparken sağ elinin yukarda yani hak’kın zuhur noktasını sembolize ederken; sol elini aşağı bakar vaziyette tutması da, “allah ehli=ehlullah”ın özündeki esmâ-sıfattan gelenin çevresindekilere “verilmesi”yle ilgili olduğu elbette ki bilinmektedir…
öyle ise artık farketmeliyiz ki…
allah rasûlü olan muhammed mustafa aleyhisselâm, “allah ahlâkıyla ahlaklanmış bir yaşam içinde” oluşunu zahire vurma ve diğer insanların da bunu yaşamalarını teklif anlamında rasullüğünü edâ ederken, bizlerin de bu güzelliği yaşayarak; bu hâlin cennetine girmemizi istemiştir.
bize düşen, şu dünyada yaşarken, “allah ahlâkıyla ahlâklanmış” en mükemmel örnek rasulullah aleyhisselamın yaşamını değerlendirip; o’nun hayatını iyi bilip, onun gibi düşünmesini öğrenerek; onun bakış açısıyla varlığı değerlendirmektir..
“allah ahlâkını” öğrenmenin yolu, o’nun rasulünü yakından tanımaktan ve o’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçer!…
gâfil, bedenin güdüleriyle bedene dönük, beden için yaşar!
ârif, “b”sırrını farketmenin getirdiği uyarı ile, “en mükemmel örnek rasullah” ahlâkını edinerek, “allah ahlâkını” izhâr eder!…
bütün bunların sonucu ise, olabildiğince vermektir!… malını, canını, sevgini, ilmini… karşılıksız olarak!…
zirâ hatırlana ki, karşılık beklemekte olan “ego”n yani “benliğin”dir!… ki bu da “şirk-i hâfi”nin kaynağıdır…
bilemiyorum, size anlatmak istediğim bakış açısını yeterince ifade edebildim mi?
allah, hepimize kolaylaştırsın; muînimiz olsun!.
kaynak:
(1) elmalılı hamdi yazır’ın hazırlamış olduğu tefsir “hak dini kuran dili”; cilt: 1 sayfa:42-43
o nun ahlakı
“ben mekârimi ahlâk için geldim”! buyuran rasulullah muhammed mustafa aleyhisselâmın ahlâkı, bilindiği üzere, “allah” ahlâkı idi…
öte yandan rasulullah sallalllahu aleyhi ve sellem bizlere şöyle buyurmuştu:
“tahalluku biahlâkillah”!. yani, “allah ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşayın”!.
esasen bu uyarıyı türkçeleştirirken dikkat etmemiz gereken birkaç incelik olmasına rağmen, burada çok detaya girmeyip, ana hatlarıyla konuya değinmek ve dikkatleri bu hususlar üzerinde toplamak istiyorum…
yakınlarına soruyorlar, “neydi allah rasulünün ahlâkı?” diye…
en yakınında yaşayanlardan biri olan değerli insan şu cevabı veriyor:
“o’nun ahlâkı, allah’ın ahlâkı idi”!.
o mükemmel insan allah rasulünün ahlâkı, allah ahlâkı idiyse…
o mükemmel insan allah rasulü bize, “allah ahlâk’ı ile ahlâklanmış olarak yaşamamız” uyarısı yapıyorsa…
nedir, “allah” ismiyle işaret edilenin “ahlâk”i?…
* * *
“biahlâkillah” kelimesinin anlamı, en mükemmmel türk kuran tefsiri yazarı elmalılı hamdi yazır’a göre(1), “mülâbese”ye dayalı olarak “b” sırrının işaret etmiş olduğu doğrultuda “fenâfillah” kavramına dayalı olarak değerlendirilirse…
en azından bunun sonucu olarak, ortaya çıkan gerçek ne olur düşündük mü hiç?…
“b” sırrıyla, denilerek; yüce kitap kur’ân-ı kerîm’in kalp gözüyle anlaşılmasına vesile olacak anahtara işaret edilir dâima… yani, eğer biz rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin “bu uyarısını” dikkate almak istiyorsak, islâm dini ve hakikata ermişlerin “bu sırla” olayı nasıl değerlendirdiklerini farketmek; ve o işareti anlamak zorundayız… tasavvuf da bundan ibarettir işte!.
* * *
basit insanın dünyasına “iyi ahlâklı olun”; şeklinde çevrilen “allah ahlâkı ile ahlâklanın” uyarısının, sanıyorum günümüzdeki anlamı da sanki “ormandaki hayvanı evcilleştirin” gibi bir manayla sınırlanmakta; bunun ötesindeki, “insanın yeryüzündeki halife”liğinin hikmetine uzanan ve karşılık olan, gerekçesi üzerinde hiç durulmamaktadır!…
nedir rasulullah aleyhisselâmın da üzere yaratılmış olduğu “allah ahlâki”?…
“vermek”! “karşılıksız vermek”! “çıkar düşünmeksizin vermek”!
zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında verici olmak!.
paranı vermek!… karşılık beklemeksizin!
sevgini vermek!.. karşılık beklemeksizin!
ilmini vermek!… karşılık beklemeksizin!
ilmini vermek, karşılık beklemeksizin deyince hemen aklıma geldi çok enteresan bir örnek… lütfen, olayı dikkatle izleyin…
internette sörf yaparken bir siteye geliyorum…
http://allah-sufism-islam.com
adında bir site bu… “allah için yazıyorum” dediğini duyduğumuz ve eserlerinde “telif hakkı ambargosu olmayan” bir yazarın sitesi bu!… ingilizce – fransızca – almanca – rusça çevirileriyle birlikte yayınlanmış tüm türkçe eserleri bu sitede tasavvuf ehli yazarın; ve “copyraght”sız!… isteyen, bu siteden, bu bilgileri kendi bilgisayarına indirebiliyor, çoğaltabiliyor!
yani, allah için çalışılan ilim, allah için karşılıksız veriliyor insanlara!..
bir süre önce amerika’ya yerleşmiş bulunduğunu öğrendiğimiz yazarın, çevresine insan toplayıp onlardan kişisel bir menfaat temin etmek gibi ticarî, veya siyasî bir amacı da yok!…
işte karşılıksız vermeye bir misâl!. ilim tüccarlarının, dini bilgilerini paraya çeviren, dinin sırtından geçinen müslüman(!)ların dünyasında!.
evet, rasulullah aleyhisselamın da üzere olduğu “allah ahlâki” en başta gelen şıkkıyla, vermektir!.
tüm yaratılmışlara karşılık beklemeksizin vermek, malını, paranı, mevkiîni, sevgini, elinde gerçekte emanet olan tüm varlığını karşılıksız olarak vermek!..
“hakikat”ı anlamış ve yaşayan tüm evliyâullah da böyle yaşamışlardır! abdulkâdir geylanî hazretlerinden şahı nakşıbend hazretlerine, seyyid ahmed rufaî’den muhyiddin a’rabî’ye kadar akla gelen tüm kemâl ehlinde görülen ortak vasıf karşılıksız “vermek”tir… ve bu da “allah ahlâkıyla” ahlâklanmış olmanın doğal davranış biçimidir!.
yaratılmış mahlûkât arasında “halife insan” hariç hepsinin doğası “almak” üzere programlanmışken; yanlızca “insan”, “vermek” üzere “yeryüzünde halife” olarak yaratılmış; ve bu “hilâfete”de verici olmak suretiyle liyâkât kazanmıştır..
rasullullah aleyhisselâm, hazreti hatice ile nikâhlandığı zaman mekke’nin en zenginleri arasına girmişken, âhırete intikâli sırasında geride nesi kalmıştı; bir araştırın bakalım!…
hazreti ebû bekr, mekke’nin en zenginlerinden iken, allah yolunda karşılıksız vermek suretiyle nasıl âhırete intikâl ettiğini de bir araştırın… ve dahi o devir iman edenlerinin davranışlarını da!…
bunlar maddî planda vermenin misalleriydi!…
ya manevî planda..?
insanlara ve sair mahlûkata sevgisini ve hizmetini karşılıksız vererek, hakikatın gereklerine uygun yaşam biçimi içinde bu dünyadan geçenlerin sayısı..?
kendini beden sanarak ve bedenine – benliğine dönük olarak yaşayanların hepsi, bütün yaradılmışlar gibi sadece “ben-beden” için yaşayan, “almak için”, “alarak” yaşayanlardır!..
özündeki, hakikatındaki, varlığını esma ve sıfatlarıyla oluşturan allah’a ermek için yaratılmış olanların hepsindeki ortak vasıf ise “vermek”tir!.
sevgini ve hoşgörünü vermek!.
yaratılmışı sevmek!… varlığındaki, ef’âlinin kaynağı esmâ ve sıfatın hakkı olan sevgiyi vermek!
fâili hakîkinin fiili meydana getirmedeki hikmetini görerek, fiîlin gereği “buğz”u ortaya koysan dahi, fâile sevgini vermek!
işte “allah ahlâkiyla ahlâklanmak” diye tarif edilen “tasavvuf”un dayandığı hakikat..
yaratılmışı âdeta görmeksizin, ondaki yaratanı görüp; karşılık beklemeksizin, sahip olduğunu sandığın herşeyini ve “ben”liğini vermek!. “allah” yolunda, canından geçip onu verene “şehîd” derler; “ben”inden geçip, varsaydığı “ben”ini verene ise “mukarreb”!… işte onlar “yakîn”e erdirilmiş “ikân” ehlidir.
“allah ahlâkı”nın, kuldaki zuhur şekli olan, “verme” sırrının açığa çıktığı kişilerdir onlar..
“veren el alan elden üstündür” anlamındaki rasulullah uyarısı da dikkatlerimizi bu gerçeğe çekme amacıyladır, anlıyabildiğimiz kadarıyla!…
mevlana celâleddin’in semâ yaparken sağ elinin yukarda yani hak’kın zuhur noktasını sembolize ederken; sol elini aşağı bakar vaziyette tutması da, “allah ehli=ehlullah”ın özündeki esmâ-sıfattan gelenin çevresindekilere “verilmesi”yle ilgili olduğu elbette ki bilinmektedir…
öyle ise artık farketmeliyiz ki…
allah rasûlü olan muhammed mustafa aleyhisselâm, “allah ahlâkıyla ahlaklanmış bir yaşam içinde” oluşunu zahire vurma ve diğer insanların da bunu yaşamalarını teklif anlamında rasullüğünü edâ ederken, bizlerin de bu güzelliği yaşayarak; bu hâlin cennetine girmemizi istemiştir.
bize düşen, şu dünyada yaşarken, “allah ahlâkıyla ahlâklanmış” en mükemmel örnek rasulullah aleyhisselamın yaşamını değerlendirip; o’nun hayatını iyi bilip, onun gibi düşünmesini öğrenerek; onun bakış açısıyla varlığı değerlendirmektir..
“allah ahlâkını” öğrenmenin yolu, o’nun rasulünü yakından tanımaktan ve o’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçer!…
gâfil, bedenin güdüleriyle bedene dönük, beden için yaşar!
ârif, “b”sırrını farketmenin getirdiği uyarı ile, “en mükemmel örnek rasullah” ahlâkını edinerek, “allah ahlâkını” izhâr eder!…
bütün bunların sonucu ise, olabildiğince vermektir!… malını, canını, sevgini, ilmini… karşılıksız olarak!…
zirâ hatırlana ki, karşılık beklemekte olan “ego”n yani “benliğin”dir!… ki bu da “şirk-i hâfi”nin kaynağıdır…
bilemiyorum, size anlatmak istediğim bakış açısını yeterince ifade edebildim mi?
allah, hepimize kolaylaştırsın; muînimiz olsun!.
kaynak:
(1) elmalılı hamdi yazır’ın hazırlamış olduğu tefsir “hak dini kuran dili”; cilt: 1 sayfa:42-43
arapça kökenli kelime sair : başka, öteki, diğer anlamına gelmektedir.
güneşin sahtesi olmadığı için kullanılamayacak olan gözlüklerdir.
aşk daim yenidir eskiyemez. eskiyen aşk değildir.
(bkz: eğitimin sistemsizliği)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?