confessions

goetica

- Yazar -

  1. toplam entry 15657
  2. takipçi 3
  3. puan 262082

benim korkum ölümdeğil

goetica
ümit yaşar oğuzcan’a ait güzel bir şiir:

geçen gün senin yanında aklıma ölümüm geldi
sensizlik bir mızrak gibi saplandı kalbime
o son anı hatırladım, o seni koyup gidişimi
ilk defa bu kadar üzüldüm dünyaya geldiğime

ölüm! kaçınılmaz sonuç, o soğuk kelime
bir gün ucuz bir fahişe gibi koynuma girecek
yüzümde gezinecek pis ve iğrenç elleri
korkudan büyümüş gözlerimde hayaller can verecek

biliyorum, üzüleceksin, ama ölüm bir gerçek
bir yerde sevişmek gibi, bir yerde yaşamak gibi
ne hazin sıcaklığımızın bizi terketmesi
ve yüzümüze birbiri ardınca kapanan kapılar

er geç uzanır bir el, son kampanayı çalar
anlarız kaçınılmaz anın geldiğini
şehre bir bomba düşmüş gibi aynalar, camlar kırılır
insan arar da bir türlü bulamaz güzelliğini

kimse benim kadar bilemez ölümün rezilliğini
seni koyup gitmenin hüznünü ben anlarım
çünkü ben sende buldum kendimi, sende sevdim
senin yanında seninle değerlendi zamanlarım

ne acı gün kadehlerin boş kalması, şarkıların yarım
mevsimlerin birbiri ardınca bir anda bitivermesi
ansızın toprakla dolması gözlerimizin
kanımıza o çirkin böceklerin girmesi

kimbilir ölüm bir çilenin sona ermesi
belki güzeldir, şu sefil dünyaya boş gözlerle bakmak
ne çare ki sen varsın, o dünyada sen varsın
benim korkum ölüm değil seni yalnız bırakmak

gözlerimden çok yarami sevdim

goetica
cezmi ersöz den gene güzel bir yazı:


kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... yeryüzüne gönül indiremez onlar... hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...gönüllü sürgündür onlar...gizliden gizliye hissederler bunu...sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...yorulur kendisini anlatamamaktan...sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...o olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...insan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...insan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...kaybolmuşluğa çok yakındır...kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...daha az acı çekiyordur artık...ama daha mutsuzdur eskisinden....daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...kaybolmuşluğa yakındım...içimdeki acı hızla eksiliyordu...işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....gerçekten değil...kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
konuşmaya susamıştık...sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...oysa böyle bir şey yoktu...hep buradaydık...hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...o ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...hep o soluksuz kaldığımız yerde...daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
belki aynı gece,belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik...susuz ve yorgun...yaşamaya köpekler gibi aç,ama ölüme dünden razı...
bana geldik...belki içimizdeki acıyı avutur,koptuğumuz ışığı ikna eder,biraz olsun hiç yaşamamış,hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar,içimizden bir ömür çalar,yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır,buradan,bu hayattan yolumuza devam ederiz,sanmaya geldik...
içtik,şımardık,ağladık,hayatı özledik,çığlık attık;ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırıl kalp,onca vazgeçiş,onca erteleyiş,onca unutuş bir gecede bağışlanır sandık...
ama olmadı...bunu ilk ve son kez sevişirken anladık...birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda...aynı anda,belki de peş peşe,derinden,çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi kesik kesik ağlamaya başladık...engel olmaya çalışsak da,yine de kahredici bir hoşluğu vardı bu ağlayışın içimizde...bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu...geçmişimiz bizi geri çağırıyordu...gidecek bir yerimiz yoktu,ama kaybolmamıştık...bu yüzden kahredici bir boşluğu vardı göz yaşlarımızın...
sonra sabah oldu...sonra acı ve özlemin yerini utangaç bir boşluk aldı...bütün o eksik hazların yerini derin bir suçluluk duygusu aldı...
sonra o gitti,yaramda hiç unutamayacağım bir ürperti bırakarak gitti...yaram ki,kimse onun kadar beni anlayamaz,yaram ki onun kadar kimse beni sevemez...gözlerimden çok içimdeki yaramı sevdim ben...çünkü ondan başka kimse bana beni gösteremedi...herkese,ama herkese yalan söyledim,ama bir tek o biliyordu hepsini...bir tek o gördü beni kendimi aldatırken...onu unutmaya çok çalıştım...yok saymaya...hayat diye içine girmediğim akvaryum kalmadı...her mevsim mutluluk modaydı...o akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım...yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım...akvaryumun içinde,herkes gibi camların dışında bir yeri özledim...bana ait olmayan bir hayatta,hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla akvaryumun dışını özledim...yaramı unutup,neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim...bilmiyorum,belki bunu da kendi yaramı unutmak içim yaptım hep...anladım ki,nereye gitsem sonunda yarama dönüyorum...ne yapsam,ne etsem döndüğüm tek yer yine o eski kalbim...bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigar...ne kadar sevse de insan,tükenip,yorulduğu bir saat var...herkesin bencil bir ömrü var...işte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi,onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi,çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım...mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden;hayatlardan,yorgun ve bencil sevgilerden... utanarak...sanki kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım...güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte...kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben...onu her arzulayışımda karşıma tanrı çıkar...beni böyle eksik,böyle yarım,böyle susuz,böyle bir başına o bırakmıştır...tanrı vardır ve benim bu sonsuz susuzluğum ondandır...
bu susuzluğu hissettiğim andan beridir hayattan korkmamayı öğrendim...kime dokunsam tanrı’ya sonsuz bir yakarış;kime dokunsam o büyük kopuşun sancısıydı;kime dokunsam kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi...kime dokunsam eksik,ve yanlış bir tanrı’ya dokunmak gibiydi...
tanrı’yı unutmak,içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen...böyle zamanlarda kalkıp giden her şeyin peşine takılırım...bütün zamanların,bütün trenlerin,bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim...farklı olmak adına,kendim olmak adına,herkes gibi olmak adına koşarım giden her şeyin ardından...içimdeki tanrı’yı,içimdeki aşkı soluksuz,kimsesiz bırakarak koşarak giderim her şeyin ardından...kendimi hatırlamamak için her anımı,her dakikamı tıka basa bu hayatla doldururum...içimdeki aşkı,içimdeki susuzluğu unutabilmek için bir projeye,bir yaz boz tahtasına dönüştürürüm kendimi...her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım...herkesle ve her yerde olmak için,beni her yere bir an önce yetişmek için,kendime bana ait olmayan bir kalp,bir yüz alıp kimsenin bilmediği,uğramadığı bir boşluğa yerleşirim...herkes ve her şey olmaz için,beni çağırdıkları her yerde olmak için bu boşlukta yaşadım kimsesiz,bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar,bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim,bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır...bana tanrı’sız ömrümü,yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır...böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi...verdiğim sözleri,ettiğim yeminleri...atarım kendimi herkesin ortasına...gizlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne...önce ben başlarım kendimi yağmalamaya...o güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerek...öç alırcasına kendimden...dökerim her şeyi ortaya...herkesin kendinden kurtulmak için kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için...
böylesi gecelerde herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir;böylesi gecelerin sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakmaz...herkes bir an önce,eksik ve yanlış da olsa bir gece önceki ömrüne dönmek ister...herkes susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister...
bunları bilince,bunları hissederek yaşayınca kimseye kızamıyor insan...öfke dönüp dolaşıp geliyor yine içte patlıyor...içimde patlıyor...çünkü kime kızıp,kimi lanetlesem en sonunda onu içimde buluyorum...suçladığım herkeste biraz ben varım...kimi yargılasam elimde kanı var...kime bağlansam onda haksızlık ettiğim ömrüm ,susuz bıraktığım tanrı’m var...kime koşup sarılsam onda kolları bağlı erdemim var...başkalarını yargıladıkça kendini tutsak eden,başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var...oysa ne yapsam o yurtsuz gecem,susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz...sorar hesabını...defalarca gidip gelerek ömrümden,kimlerdi,diye sorar o kanayan yüz bana,kimdi bütün gece onda yargıladıkların...itildiğim ve sığındığım yüzümden tek bir yanıt çıkar,tek bir ses...o ses der ki,bütün gece yargıladıkların aslında sensin...bilirsin ki o ıssız gecede bunu sana söyleyen senin sesindir...sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur...içinde soluksuz bıraktığın tanrı’nın sesi,içinde öyle kimsesiz,öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir...ne olur sus ve öfkelenme der bu ses bana...boyun eğ bu sese...kabullen onu...bir kez olsun kendi sesinin önünde eğil der...bir kez olsun kulak ver ona...kulak ver ona,onun neleri yitirdiğini,neleri sonsuza dek kaybettiğini bir kez olsun anların ağzından duy...yüzünden akan kanı bir kez olsun öp...sadece gözyaşı değil onlar...dokun onlara,dokun kendi kanına,yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın...orada bütün yargıladıkların var...orada reddettiğin bütün ömrün var...bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa,hepsi kanında saklı...seni terk edip ihmal edenler,seni bir türlü anlamak istemeyenler,seni yargılayıp dışarıda bırakanlar orada...orada,seni deliler gibi sevenler ve senin içine bir türlü giremeyenler...ne olur bir kes olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır...ne olur bir kez olsun anla,ömründen daha uzağa gidemezsin...onca yıl susuz bıraktığın tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin...ne olur anla,onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin...ne olur bir kez olsun anla,yarını yok sayarak hiçbir yere gidemezsin...
yaşamak ne ki,hem kendini,hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil?..yaşamak yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?yaşamak her gittiğin yerde bıraktığın yüzleri kanayarak özlemek değil mi?..
yaşamak,içindeki o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini bu hayatta aramak değil mi?..
bu hayatın ne yengisi,ne yenilgisi teselli etti beni...ne zaman kazandım,ne zaman,artık kurtuldum,desem,daha derin bir boşluk açıldı önüme...bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola,kazandıkça kaybettim,yükseldikçe alçaldım...ne aklımdan kurtuldum,ne delirdim...
içimdeki erdem öylesine soluksuz kalmıştı ki,ne zaman aşkın bir güzellik görsem ertelediğim hayatım gelirdi aklıma...içimdeki erdemi suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü...
çünkü ne zaman yasadışı bir gece yaşasam anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden...
ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam;çok uzaktan,çok eski bir duygu bana rağmen,bana inat yanımdan geçip giderdi...kimi sevsem hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı...kimi sevsem bütün o yanlış hayatım gizlendiği yerden çıkıp gelirdi...kimi anlamaya çalışsam hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme...kime elimi uzatsam o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım...
kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim...kime sarılsam verip de tutamadığım sözler çıkardı karşıma...
insan her sabah doğan güneşten utanır...insan er ya da geç gelen mevsimlerden utanır...
insan onca yıl susuz bıraktığı tanrı’sından utanır...
insan bunca işarete,bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerden utanır...
insan yalan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır...

bir sevgi iletisi

goetica
cezmi ersözden güzel bir yazı:

kadın sevdiği adama sorar: ’ neden ağlıyorsun? ’ adam cevap verir: ’ seni sevemediğim için.’

işte bu yüzden bir kez daha iyi ki varsın diyorum sana.

senin de beni sevmeni elbette çok isterim. belki de inanmayacaksın ama, olmasa da olur. çünkü yıllarca sevgimin öyle çok düşmanı, öyle çok muhafızı vardı ki, ben seninle onları aştım, inan varolman bile yeterli ve seni seviyor olmak bile büyük bir nimet benim için.

ve şunu bil ki bu sevgime asla çoklarının yaptığı gibi yeteneksizliklerimi, kusurlarımı, yalnızlık korkumu, başarısızlıklarımı yüklemiyorum. eğer öyle olsaydı, yitirmekten ölesiye korkar, seni kör bir tutkuyla sahiplenirdim.

oysa seni bir dine bağlanır gibi değil, kendi özgürlüğümü sever gibi seviyorum.

biliyorum bu yara hiç kapanmayacak

goetica
cezmi ersozden insanın içine oturan bir yazı..uzun demeden okuyun derim.

biliyorum sevmeyeceksin beni..
telefonlarıma cevap vermeyeceksin…cevap versen bile, öyle yorgun öyle
isteksiz çıkacak ki sesin, bir küfür gibi…
sevmeyeceksin beni…biliyorum bu şehri bana dar edeceksin…
çünkü anladın; sevgimden tanıdın beni.o yanık, o hasta bakışımdan…uçuruma
atlar gibi sevdalanışımdan…
sevmek deyince, hemen ardından, ölüm, dememden anladın…
anladın ve kardeşini bir kabustan uyandırır gibi çırılçıplak gerçeğe
uyandırdın beni; uyandırdın ve kaçtın…
çünkü sen de benim gibiydin; sen de benim gibi seni sevmeyeni sevdin hep.sana
acı çektireni…seni aramayanı, telefonlarına çıkmayanı, çıkınca seninle bir küfür
gibi konuşanı sevdin…sen de benim gibi seni incitip üzeni sevdin hep.
bakışından hissettim bunu, kokundan, dokunuşundan…
beni sevmeyecektin biliyorum ama…ama, öyle susamıştımki kendim gibi birini
sevmeye…öylesine muhtaçtımki gercekten incitilmeye, gercekten acı
çekmeye, kendim gibi birini özlemeye öylesine muhtaçtım ki, seni tanır tanımaz
çözüldüm…
sana da olmuştur…öylesine susamışsındır ki sevilmeye, kendin gibi birini
bulunca tutamaz kendini, herşeyi, belkide söylenmiycek her şeyi o an, garip bir
telaşla söylersin…
hatta söylerken anlarsın, söylememen gereken şeyleri söylediğini
hissedersin, battığını, giderek çıkmaza girdiğini…ama yine de engelleyemezsin
kendini tutamazsın.
aleyhinde olabilecek herşeyi söylersin…üstelik bunu anladıkca daha da
batırmak istersin kendini…biraz daha zor duruma düşürmek…
daha da kaybetmek, daha da dibe batmak istersin…sanki bile isteye kendi
mutlulugunu kendi elinle bozmak istersin…kendinden gizli bir öç alır gibi.
sanki hiç mutlu olmak istemiyormuş gibi…sanki hiç sevilmek istemiyormuş
gibi…
bir tür gurur muydu bu?
birgün nasılsa ve hiç olmadık bir anda alınıp kopartılmadan, kendi
ellerimizle onu yok etmek, bizim gibilerin mutluluğuna tahammül edemeyen bu
hayatta, bu hayatın zorba kurallarına bir tür başkaldırmak mıydı?
bir şizofren çocuk tanımıştım bir gün.tam karşımda
oturuyordu.gencecik, yakışıklı bir çocuktu.şizofren olduğunu
biliyordu.biliyordu iyileşemiyeceğini…iki de bir, önce kolunu uzatıp, sonra
avucunu açıyor; mutluluk avuçlarımdaydı, yakalamıştım ama kaçtı
diyor, kaçtı, derken avuçlarını boşluğa kapatıyordu…
hiç unutmuyorum, bu hareketi defalarca yapmıştı…
yine hiç unutmuyorum; burjuvalara özenen bir ailede büyüdüm ben.görgü kitabı
masanın üstünde dururdu hep.
annem o kitabı defalarca ezberletirdi bize.yemeğe nasıl oturulacak..çorba
nasıl içilir? kaşık nerede, çatal nerede durmalı…balık nasıl yenir? peçete nasıl
katlanır…sinemada nasıl oturulur…
ben de eskiden senin gibi saftım.inanırdım bu dünyada bile şölenler
olacağına…bu dünyada anne, baba, kardeşler, bir sofrada lekesiz bir mutluluk
yaşayabilirler diye inanırdım…o kasvetli görgü kuralları kitabına rağmen
inanırdım…
önce dilediğim gibi başlardı herşey.herkes bir arada, sonsuz mutlu gibi…sonra
birden hiç beklenmedik bişey olur, biri ağlayarak odaya kaçardı…içerden, arka
odadan, ağlamaklı, sonsuz küskün sesler gelirdi; bıktım artık, bıktım, usandım
hepinizden, gideceğim buralardan, yetti artık! …
ben de senin gibi saftım o zamanlar…gidilecek neresi var dı ki derdim…işte
hep birlikteyiz…alemi var mı bu mutluluğu bozmanın? …
sonraları çok sonraları anladım.meğer biz, bizim aile, herkes, tesadüfen bir
araya gelmişiz tesadüften de öte…biz…bizim aile, herkes, aslında hiç
istemeden, nedeni bilinmeyen bir zorunluluk sonucu bir araya gelmişiz…
aslında biz bir araya gelmemek için yaratılmışız.
hayatın en büyük yanlışıymış bizim bir arada olmamız! …
evet cok geç anladım…
bıraktım lekesiz mutlulukları; ben kavgasız, üzüntüsüz bir pazar sofrası
özlerken, aslında herkes…annem, babam, kardeşim o evden uzaklara, hiç dönmemek
üzere çok uzaklara gitmek istiyormuş…
dünyanın en mutsuz otogarı…dünyanın en imkansız istasyonuydu bizim
evimiz…yıllarca uzaklara, cok uzaklara gitmek isteyip, bir türlü gidemeyenlerin
sonsuz bekleme durağıydı bizim evimiz…
işte bu yüzden sevmek benim için bir tutsaklıktı, tuzaktı böylesi sevip
bağlanmak.uzaklara cok uzaklara gitmek isteyenleri engellemekti.
sevgi yüzünden bizim ailedeki hiç kimse istediği yere
gidemiyordu…birbirimize duyduğumuz sevgi, aynı zamanda bizi birbirimize düşman
ediyordu…
hem biz, bizim aile…güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak yağmurlar
gibiydik…
bu yüzden hep hırçın, hüzünlü, kırgındık…
bu yüzdendi, her şeyi, çok iyi gidiyor sanırken, içimizde yükselmesine bir türlü
engel olamadığımız o felaket duygusu…
anlamıştım senin ailen de böyleydi…
üstelik öyle severlerdi ki sizi, birgün hiç olmadık bir anda, aslında
istenmeyen çocuklar olduğunuzu söylerlerdi size! …
sana ya da kardeşine…tesadüfen dünyaya geldiğinizi…beklenmedik bir misafir
olduğunuzu! …aksi gibi, istikbaliniz için hiçbir şeyi esirgemediklerini
söyledikten sonra söylerlerdi böyle sıradan şeyleri! …
sizin için…senin için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarını söyledikten
sonra…
senin de ailen benimki gibiydi…güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak
yağmurlar gibiydi…bu yüzden sen de benim gibi böyle hırçın, hüzünlü, kırgınsın
her şeye…
yıllar önce tanıdığım o şizofren çocuk gibi; tam mutluluğu yakalamışken
kaybetmiş gibisin hep…
ben beni istediğim gibi sevmemiş olan annemin hayaletini arıyorum imkansız
kadınlarda…
sen, seni istediğin gibi sevmemiş olan babanın hayaletini arıyorsun imkansız
erkeklerde…
biliyorum ne ben o kadını bulacağım ne de sen o erkeği bulacaksın…
ve ne acı ki, hep bizi sevmemiş olanları seveceğiz ikimizde…ne acıki, hep bizi
incitip üzenlere bağlanacağız…telefonlarımıza çıkmayanlara… çıksa bile küfür
gibi konuşanlara sevdalanacağız…
bizden bir çift güzel laf esirgeyenleri özleyecegiz…
ölesiye, amansız seveceğiz onları…
biliyorum, bu yüzden odan böyle…güncelerin ortalık yerde…kitapların
orada, burada…anıların saçılmış ortalık yere…her şeyin darmadağın…
biliyorum bu yüzden düzenden, adı düzen olan her şeyden nefret ediyorsun…sen
de benim gibi; toparlayıp da ne yapacağım, düzenli olunca ne olacak; sonunda bir
gün biri gelip her şeyi, biriktirdiğim, düzenlediğim, üzerine özenle titrediğim
her şeyi daha önce hep olduğu gibi hiç beklemediğim bir anda savurup, bozup
gitmeyecek mi, diye düşünüyorsun…
biliyorum, sen benim için hiç bir zaman ulaşamayacağım annemin
hayaletisin…ailemdeki insanlar gibisin çok duygusal çok güçlü, çok yaralı…
onlar da senin gibi seninkiler gibiydi…aklı başında, mazbut insan rolünü
oynamaktan ve ertelenmiş düşleri yüzünden yorgun düşmüş, yarı çılgınlardı…hepsi
yanlış evde ve yanlış bir yerde yaşadıklarını söylerlerdi…düşleri çok
garipti…en kısa yolculuk bile onları yorduğu halde; okyanusları aşmayı ve başka
kıtalara gitmeyi düşlerlerdi…
yine aradım seni, yoksun…bulsam, benimle küfür gibi konuşacaksın…
bir kere çözüldüm sana…bir kere sana senin gibi olduğumu hissettirdim…
oysa baştan beri biliyordum; sen.seni sevmeyenleri seversin.tıpkı benim
gibi…
ama öyle özledim ki benim gibi birini sevmeyi…öyle özledimki kendim gibi
biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi…
yine aradım seni yoksun…beni de birileri arıyor…beni de kendi gibi birini
sevmeyi özleyenler arıyor…kendi gibi biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi
özleyen birileri arıyor.
hiç cevap vermiyorum…ben seni istiyorum, seni ariyorum…
kayıtsızlığınla beni yok ediyorsun, geride sen kalıyorsun.ama seni de biri
yok ediyor…
aslında bu oyunda herkes birbirini yok ediyor…
ben birilerini, o birileri başkalarını.sen beni…seni bir başkası…
hem çok iyi biliyorum; beni sevsen bile hiç kapanmayacak bu yaram…seni biri
sevse de hiç kapanmayacak bu yaran…
hiç kapanmayacak!
avuçların hep boşluğa kapanacak.
tıpkı o şizofren genç
gibi…

sevmekten korkmak

goetica
ancak geçmişte canı çok yanmış bir insanın yapabileceği şeydir..
gidersiniz birini seversiniz..
adeta kendinizi ona adarsınız..
en çok onu seviyorsunuzdur hayatınızda..
veya o sizin hayatınızdır..
en çok onun yanında mutlusunuzdur..
veya mutluluğun adı o dur..
en çok onunla eğlenirsiniz..
veya gulumsemenin anlamı o dur..
en çok o uzer sizi..
gözyaşı da o dur..
sonra bir gun gider..
arkasına son bir kez bile dönüp bakmadan..
veya siz bırakır gidersiniz istemesenizde..
kimseyi sevemem dersiniz kendi kendinize..
" birdaha olmaz "
sonra bir gun birisi çıkar karşınıza..
ummadık bir anda..
pat diye..
aslında yıllardır aradığınız oymuşçasına..
korkarsınız kayıtsız şartsız kendinizi ona adamaktan..
bu sefer korkarsınız sevmekten..
ve sonunda gene kaybetmekten..
766 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol