confessions

arafatta bir cocuk

- Yazar -

  1. toplam entry 113
  2. takipçi 1
  3. puan 7728

çırak aranıyor

arafatta bir cocuk
elim sanata düşer usta
yürek acıya
ölüm hep bana
bana mı düşer usta?

sevda ne yana düşer usta
hicran ne yana
yalnızlık hep bana
bana mı düşer usta?

gurbet ne yana düşer usta
sıla ne yana
hasret hep bana
bana mı düşer usta?


zülfü livaneli’nin çok güzel yorumladığı şarkıdır. tabi şarkı demek doğru olurmu. neyse lafı uzatmadan sizin beğeninize sunuyorum.
http://tinyurl.com/4slteum

bir kaç sual

arafatta bir cocuk
bir kaç sual

düşsem dizlerim kanasa
beni görsen öylece yerde upuzun
beni kaldırmak için elime el verirmisin?

zifiri karanlıklarda
ışıksız kalsam
gözlerindeki nurdan bana da verirmisin?

mecnun olsam düşsem çöllere
kaybettiğimi aramak için
sen leyla olsan içmeye bir yudum su verirmisin?

yada çıksam sokağa haykırsam
sesimin çıktığı kadar ismini
sesime ses verirmisin

arafatta bir çocuk

çaresizlik

arafatta bir cocuk
dışardan bakınca çok basit bir kelime gibi görünüyor ama insan bu döngünün içine düşünce o kadar anlam kazanıyor ki bu kelime kelime dağarcığındaki her şey siliniyor bir tek bu kelime kalıyor ve insan sık sık tekrarlıyor bunu ve yüceltiyor..

kanatılmış sözcükler kitabı

arafatta bir cocuk
ben deli değilim, benden başka herkes deli olduğu için beni deli zannediyorlar. insanın kendi olabileceği tek yer akıl hastanesidir! sanırdım, yanılmışım. delirmeye bile hakkınız yok burada. tımarhane delirme hakkının kutsandığı mabed değil midir? değilmiş. insan tımarhanede bile delirme hakkını elde edemiyorsa ölsün daha iyi. ben size ve kendime rahatça dil çıkarabilmek için burada değil miyim, bunun için kapatmadınız mı beni buraya. elektroşoklar tersini söylüyor bunun. hastabakıcının suratını görmem elektroşoka girmeme yetiyor da artıyor bile. şehir cereyanını boşa harcamayınız efendim.

hayatım boyunca kendim olabileceğim bi yer aradım. bu yer bazen bir insanın yüzü oldu, bazen sevdiğim bir kitapta altını çizdiğim cümle, bazen ölüler gibi haftalarca susmanın saltanatını yaşamak, bazen de denizin köpürdüyen mavi kaosunda eritmekle gözlerimi. ama yetmedi bunlar. sonuna kadar kendim olmak istedim, evreni kanatlamak pahasına. sanatı denedim; otoriteye karşı çıkanların birbirlerine karşı imgelerle iktidar olma çabası. polis olun efendim, daha saygın.

insanın kendi olabileceği tek yer gece kalbidir! dedim sonra, insan yalnızken kendisidir! diye de uzattım. ama insanların ruhuma bu izinsiz girişleri yok mu, beni delirtiyor: ”sevgilim beni ne kadar çok seviyorsun” lar, “felsefe yapma, aşka gel kendine gelirsin” ler, “insanları olduğu gibi kabul et, mutlu olursun” lar vb. insanları olduğu gibi kabul edersem bu savaşları, bu gizli sömürüyü, bu öldürücü şiirsizliği de kabul etmiş olmaz mıyım; bu isa’ya hem edip cansever’e, hem kendime, yeni doğan çocuklara ve gökyüzüne ihanet etmek olmaz mı?

hepimiz deliyiz, akıllı taklidi yapmayı bıraktığımız anda tımarhaneye kapatılırız. insanlar akıllı taklidi yapmakta ne kadar da usta tanrım. bense beceriksizliğim bu konuda, daha doğrusu akıllı taklidi yapmaktan bıktım. normal olmaya çalışmak deli olmaktan daha zor. beklide bunu anladım. bir ofiste çalışıyordum, deli gömleğimin (seçkin bir markaydı) üzerine kravat takmayı bıraktım.

beni kimin delirttiğini gerçekten merak ediyorum. babam olabilir diyorum, çocukluğumda az dövmedi beni sözcüklerle. lise 2’de beni derste kuşumla oynarken yakalayan son osmanlı aysel’de olabilir beni delirten.(kaltak dediğime bakmayın, kızgınlığımdan söylüyorum, yağmurda ıslanmış bir köpek kadar aşıktım ona.) tek tek beni kimin delirttiğini hesabını yapmak zor, kısaca beni insanlar delirtti diyebilirim. beni insanların çıldırtmasındansa gökyüzünün çıldırtmasını isterdim, karanlık yağmurun, müziğin… beni çıldırtma hakkını insanların elinden almalıyım.

önemsiz deliliklerimi saymayacağım, beni buraya kapattıran son çılgınlığımı anlatacağım. intihar fikri yine tanrım olmuştu, aynadaki yüzüme tükürüp silahımı aldım ve mahallemizdeki büyük çukurca camisine gittim. girdim içeri. caminin tavanına iki el ateş edip namazı böldüm. haklı olarak üzerime saldıran bir dindarı bacağından vurup “suküneti” sağladım. gerginlik caminin duvarını çatlatacak kadar büyüktü. fazla vaktinizi almayacağım dedim. ve perulu şair cesar mendoza’nın acı çekene saygı şiirini okumaya başladım.

aci çekene saygi

tanrı’yla aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığımda ruhum
intihar edeceğim bende
denenmemiş bir yolla

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı’ya küsen bir çocuğum
eğer tanrı intihar edenleri ve nietche’yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim bende

tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direk konuşurdum insanlarla

ben tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
acı çekmeyi öğrenemediğim için

sessizlik ağır bir kaya gibi hepimizin üzerine çökmiüştü. cemaat beni linç etmek için fırsat kolluyordu, seziyordum bunu. tabancam tek dostumdu o anda. o sırada cemaatten yaşlıca bir adam bana doğru yürümeye başladı. dur diye bağırdım, dur , yoksa…dinlemedi yavaş yavaş ağır çekimde yanıma kadar geldi gözlerinde diğerlerinde ki gibi öfke değil,merhamet gibi bir şey vardı. tanımıştım, babamın arkadaşı ahmet abiydi. “dinle beni, allah’ın- kendin – olduğunu anlayıncaya – kadar – hep – acı – çekeceksin” dedi usulca. ellerim titremeye başlamıştı, bu sözler dikenli bir çalı gibi saplanmıştı içime ama acıtmıyordu. silahımı aldı, beni linç etmek isteyen kalabalığı ve zamanı bir el hareketiyle durdurdu.

sonrası…sonrası buradayım işte. o yaşlı adamın ahmet abinin sözünü hatırladığımda sakinleşir gibi, içimdeki bir sırra erer gibi oluyorum ama izin vermiyor insanlar ve anılar kendim olmamama, içimin sularına bir balık gibi dalaraktan. dışarıdayken bir söz vermiştim kendime:onlar ne yaparsa ben tersini yapacağım! diye. onlar yalan mı söylüyor, ben doğruyu söyleyeceğim. onlar boyun mu eğiyor, ben isyan edeceğim. hem de her şeye. onlar sanattan nefret mi ediyor, ben inadına mozart dinleyeceğim, ölü yazarlarla dostluk kuracam, 7. mühür’ü, sonbahar’ı ve seven’ı izleyeceğim. onlar paraya mı tapıyor, ben yağmurda ıslanmaya tapacam . onlar statünün getirdiği saygınlığa mı inanıyor, ben serseriliğe ve kaybetmişliğe sokak olacağım. sonuç: insanın tanrı’ya inancının kaybetmesinden daha kötü olan bir şey varsa o da insanlığa inancını kaybetmesidir. siz insansanız ben insan olmayı reddediyorum. deli olmam güllerle birlikte açmama, zamanın dışına taşmama engel değil; tam tersine bunlara açılan kapı.

bu arada delilerin söz söyleme özgürlüğünden bol bol yararlanıyorum. geçen gün bağırmaya başladım:sizin sığınacak bir allah’ınız var, benim yok. benim sığınacak yalnızca kelimelerim var. deliliğini topluma kabul ettirebilene dahi derler; ben ettiremedim, tımarhanedeyim. güldüler.aklın fazlası cehennem. dedim, güldüler. her çocuk tanrı’nın gönderdiği bir peygamberdir. ve unuturuz büyüyünce peygamber olduğumuzu. gider bir öğretmen oluruz, işçi, pezevenk,mühendis, memur.dedim, güldüler. şehir cereyanına bağladılar beni. güldüler siktir çektiler, kalbimin içinde çarpan kalplere. çirkinleştireni her yerde, ey dünyayı kutsallaştıran çılgınlık nerdesin? dedim. güldüler. öyle bir şekilde yan yana getirelim ki sözcükleri, herkesin orospu olmaktan kurtaralım onları.dedim ,güldüler.

zaman geçti. artık çıplakken bir şey söyleyemiyorum insanlara, kişiliklerim birbirleriyle yaşamayı öğrendi, gidecek başka bir bedenleri olmadığını anladı en sonunda. ilaçlarımı düzenli kullanıyorum, sigarayı azalttım. buradan çıkmama az kaldı doktorum alper bey söyledi. geçende kendi kendime cemal dedim cemal! ismim cemal bu arada-: hayatı güzelleştiren şey tehlikeyi sevmektir. hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlikeli şeyini sevmeyi öğrenmelisin: insanı! buna kendini sevmekle başlayabilirsin. hak verdim cemal’e. güzel konuşuyordu, inandım ona. cemal’e borcumu ödeyeceğim. yeryüzünde insanlar tarafından kanatılmamış hiçbir aşık olmayı yeniden deneyeceğim. cemal’e borcumu ödeyeceğim. az kaldı, bekleyin beni.


http://tinyurl.com/3aaogxq




acı çekene saygı

arafatta bir cocuk
bir cesar mendoza şiiridir.


tanrı’ yla aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda.
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığımda ruhum,
intihar edeceğim ben de
denenmemiş bir yolla.

nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edip siktir çekmiş yeryüzüne.

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı’ ya küsen bir çocuğum.
eğer tanrı intihar edenleri ve nietzsche’ yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim ben de,
tanrı dürüstlüğü sever.

tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum.

ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direkt konuşurdum insanlarla.

ben tanrı olsam
hitler’ i iyi kalpli bir yahudi olmakla cezalandırırdım,
yahut yetenekli bir yazar yapardım onu.
içindeki kötülüğü insanlara değil
tuvallere boşaltırdı

ben tanrı olsam
devletler yok olur
gül kokulu bireyler var olurdu sadece,
atlar çılgın zamanlar koşardı.

ben tanrı olsam
düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım,
dünya bir şiirin
yaratılım sürecine dönüşürdü böylece.

ben tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
acı çekmeyi öğrenemediğim için.

yağmur yağar taş üstüne

arafatta bir cocuk
yağmur yağar yaş üstüne
ince kalem kaş üstüne
selam gelir baş üstüne

vay dili dili, kuş dili dili
mevla kulu, sevdim seni
vay dili dili, kurban dili heey

yağmur yağar yer yaş olur
uçan kuşlar sarhoş olur

vay dili dili, kuş dili dili
mevla kulu, sevdim seni
vay dili dili, kurban dili heey

yağmur yağar ordan burdan
üstümüzde taka, yorgan
öpeceksen işte burdan

vay dili dili, kuş dili dili
mevla kulu, sevdim seni
vay dili dili, kurban dili heey

buradanda dinleyebilirsiniz
(bkz: http://tinyurl.com/335lvvo)

ismail hakkı tonguç

arafatta bir cocuk
ismail hakkı tonguç (1893 - 24 haziran 1960), eğitimbilimci, köy enstitülerinin mimarı ve dönemin ilköğretim genel müdürü.

ismail hakkı tonguç, bugünkü bulgaristan’ın silistre iline bağlı totrakan ilçesinin bugünkü adı sokol olan tatar atmaca köyünde dünyaya geldi. baba adı hacı veli oğlu idris, anne adı ise vesile’dir. kendinden küçük bir kız altı erkek kardeşi vardır. kendi köyünde dört yıllık ilkokulu ve üç yıllık rüştiyeyi bitirdi. oradaki öğrenimi sırasında aynı zamanda köyün değişik işlerinde çalıştı ve tarımla uğraştı.

1914 yılında öğrenimine devam etmek üzere tek başına istanbul’a gitti, sıkıntı çekti, ardından maarif nazırı (eğitim bakanı) şükrü bey tarafından leyli meccani (parasız yatılı) öğrenci olarak kastamonu muallim mektebi’ne gönderildi. 1916’da naklen istanbul muallim mektebi’ne gelerek öğrenciliğine orada devam etti. muallim mektebi’nde öğrenciliği, birinci dünya savaşı’nın güç yaşam koşullarını dayattığı yıllara rastlamaktadır. okulu bitirdikten sonra 1918’de almanya’ya daha üst öğrenim için gönderildi. 1918-1919 yıllarında almanya’nın karlsruhe kentindeki ettlingen öğretmen okulu’nda sekiz aylık bir programa devam etti. 1919’da anadolu’ya dönerek, eskişehir muallim mektebi’nde resim ve elişi ile beden eğitimi öğretmeni olarak göreve başladı. 1921’de yunan işgalinden hemen önce ankara’ya atandı, 1922’de yeniden öğrenim görmek üzere almanya’ya gönderildi.

1922 sonundan başlayarak 1924 nisan’ına değin konya muallim mektebi’nde, aynı yılın güzüne değin ise ankara muallim mektebi’nde öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. daha sonra kısa bir süre adana muallim mektebi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra, 1925’te beş aylığına mesleki eğitim kurumlarında incelemeler yapmak üzere yeniden almanya’ya gitti. 1925’te ankara muallim mektebi’nde öğretmenlik yaptı, 11 mart 1926’da maarif vekaleti levazım ve alatı dersiye müzesi müdürlüğü’ne atanarak artık merkezdeki yöneticilerden biri oldu. 10 temmuz 1926 ile 26 ağustos 1926 tarihleri arasında, ilköğretim müfettişleri ve ilkokul öğretmenleri için ankara’da açılan "iş ilkesine dayalı öğretim kursu"nda, yabancı öğretim üyeleri ile birlikte çalışarak, daha sonra köy enstitülerinin temel ilkesi, sloganı (osmanlıca’da "şiar", ing. "motto") durumuna gelecek "iş için iş içinde işle eğitim" anlayışını geliştirdi.

26 ocak 1927’de ilkokul öğretmeni nafia kamil ile evlendi. aynı yıl, sivas’ta ve ankara’da ilköğretim müfettişleri için açılan kurslarda öğretmenlik yaptı ve ankara’da uluslararası ders araç-gereçleri sergisini açtı.

1928’de ilk çocuğu olan engin tonguç, 1936’da ikinci çocuğu yalım tonguç dünyaya geldi.

1929-1933 yıllarında, diğer görevlerinin yanısıra, gazi eğitim enstitüsü’nde de etkin görevlerde bulundu. orada hem öğretmenlik yaptı, hem de resim-iş bölümü’nü kurdu. 1934’te soyadı kanunu’yla tonguç soyadını aldı. 1934-1935 yıllarında gazi eğitim enstitüsü’nde vekil olarak müdürlük yaptı.

3 ağustos 1935’te köy enstitülerini kurmasına yarayacak ilköğretim genel müdürlüğü görevine vekaleten getirildi. dönemin kültür bakanı saffet arıkan’a, köy enstitülerinin temelini oluşturacak bir rapor sundu.

1936’da kayseri, çorum ve yozgat illerini kapsayan bir geziyle, buralarda eğitmen kurslarının açılabilirliğini araştırdı. temmuz 1936’da da köy enstitüleri’nin önceli sayılan ilk eğitmen kursu’nu eskişehir iline bağlı mahmudiye’de açtı.

atatürk’ün desteği ile o dönem türkiye’deki okuryazar oranı %10’dan az olduğundan, okuryazar sayısını artırmak için eğitmen kurslarında altı aylık bir eğitimle, askerliğini okuma yazma bilen çavuş olarak yapmış gençler eğitmen olarak yetiştirildi ve köylerine eğitmen olarak gönderildi.

1937’de köy eğitmenleri yasası çıktıktan sonra, izmir’de kızılçullu’da (bugünkü şirinyer), eskişehir çifteler’de ilk köy öğretmen okulları açıldı. 1938’de ilköğretim kurumlarını incelemek üzere bulgaristan’da, macaristan’da ve almanya’da bulundu. 28 aralık 1938’de hasan-âli yücel milli eğitim bakanı olduktan sonra, vekaleten yürüttüğü ilköğretim genel müdürlüğü görevine asaleten atandı.

17 nisan 1940’ta köy enstitüleri kanunu çıktıktan sonra açılmaya başlayan enstitülerle çok yakından ilgilendi. 1946’da görevden alınışına değin, enstitüler için canla başla çalıştı. öyle ki, kendi ailesiyle bile yeterince ilgilenemedi; ikinci oğlu yalım tonguç, 1944’te öldü. ikinci cumhurbaşkanı ismet inönü çalışmalarından dolayı kendisini takdir ettiğhalde, seçimleri kaybetmemek için, çok desteklediği köy enstitüleri sevdasından vazgeçen inönü, o’nu, 25 eylül 1946’da görevinden alarak, talim terbiye kurulu üyeliğine getirdi. ardından türkiye’nin değişik yerlerinde sürgün olarak öğretmenlik yaptı. 1954’te kendi isteğiyle emekli oldu.

1956’da avrupa’yı gezdi ve isviçre’deki pestalozzi çocuklar köyü’nü inceledi. 1958’de hastalanan ismail hakkı tonguç, 11 haziran 1960’ta çoktan kapatılan hasanoğlan köy enstitüsü’ne yıllar sonra ilk kez gitti. 24 haziran 1960’ta yaşama gözlerini yumdu. arkasından hakkında birçok kitap yazıldı ve adını taşıyan okullar açıldı.

ahmet telli

arafatta bir cocuk
imlasiz

ayağı kayan bir çocuk
kadar şaşkınım, bilemedim
düz yolda yürümenin imlâsını
kanayan dizlerime bakıp da
ağlamayı öğrenemediğim gibi

sevgilisi değildim kadınlarımın
bir papağan tüneğiydim belki
ama birkaç sözcük öğrendiysem
kadınlardan öğrendim, yine de
bilemedim sevgilim diyebilmeyi

büyülendim ama büyüyemedim
aklım ermedi aynalara ve suya
yüzümü gösterip kalbimi neden
sakladıklarını öğrenemedim
şaşkınım, cahilim ben bu dünyada

sabah ereksiyonu

arafatta bir cocuk
sabahları kalkıldığında penis bölgesinde oluşan doğal afet sonucu ile kurulan kızılay çadırı ile karşılaşılması durumudur. birde yurtta kalınıyorsa ortalık çadır kente döner.
hele birde kızlı erkekli aynı ortamda kalınıyorsa saklanacak yer aranır ama bulunamaz nafiledir saklama çabaları vahim bir durumdur...
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol