(bkz: vinh hy bay)
otel
(bkz: çıplaklar oteli)
(bkz: otel odasi)
(bkz: tatil)
edip cansever siiridir.
i
denizin alçalışıyla otel bir düştü
binlerce kalıntı şehir değerinde
sularla kaçışan ölümler türküsü
sırdaş olan denizlerin diline
taşlaşmış hayat ürpertileri ardından
şekilsiz, oynak ve iniltili
pembe, daha doğrusu bir çocuk gülüşü renginde
izleri deniz hayvanlarının
belli ki bir adı var onların, varsa da
gezinir mi hiç mi hiç adı olmayan burada
bir dirilişe bile ayak uyduramayan burada
mevsimi olmayan mevsim sürüleri
yumuşak yüzgeçleriyle dalgınlığımı yalayan
anılar, anı sürüleri
hep birden unutulmuşluğa dadanan
hep birden, ama tek bir yaratık gibi
çıkarak gözlerime yarı loş mağrasından
görülmemiş bir şekilde intihar ederdi.
o zaman belki bendim, belki bir şekil bildirisi
gibi o zaman işte çok değerli bir taşa
bakar gibi ben
istekli, sonra durgun, giderek düşünceli
derdim ki -daha doğrusu yaşardım-
mutluluk alışılmış bir kötümserlikti
ki tarih aldatılırdı, korkardım
gözü dönmüş bir kuşun göğsünü didikler gibi
bağrını açar gibi bir azizin
açardım ben de içimi - bu şehir kimin?
kimsenin değil -
baktıkça, baktıkça oaraya bakır
ne düşerse içine zehir
köpürür köpürür köpürür
önce asit, derken bir doğa parçası gibi
yaprak bir parça yaprak olana kadar
su bir parça su olana kadar
ben onlara su ve yaprak diyene kadar
demek istediğim yaşamak bir parça yaşamak oluncaya kadar
zamanlar, zaman sürüleri..
bazı adamlar ki bu zamanlara
dokunur geçerlerdi
yani bir piyanya ve onun tek bir tuşuna
dokunur gibi
ses, o kalın ses, hiçbir şey umdurmayan
doru bir at dilinde orman ve su
korkuyu, sonra da yalnız korkuyu
büyüten ordan oraya
sayısız çeşitlendiren onu
yani bir hayat olarak çıkaran karşımıza
bir sesti bu
sadece bşr ses idiyse, bir durup bir boşaldıkça
içimize düşüren boynumuzu
yerleşen bizi pek az tanıyan yüzümüze sonra da
iğrenmenin koşulu bir at gibi durduğu
bir uzunluğu ya da bir alanı olmayan yüzümüze
yerleşen
sızdıkça sızan bir çay saati gibi içimize
yani bütün bir burukluğu birden içeren
ve soran birden sorusunu
hanlarda denk saran yolcuların
yağmura kuşkuyla bakan
gözleri gibi
ses, o büyük ses, desem ki
sorardı bize durmadan
sorardı ölümün bütün bildiklerini.
ii
ölüler dirilirdi. çıkamazdım ki otelden
ben otelden hiç çıkamazdım ki
her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi
kış
ve hayaletler halinde kuş sürüleri
gündüz ve gece
gece desem gece, gündüz desem gündüz
ve desem ki, sonuncu günü
dünyanın insan eliyle yaratılmasının
sonuncu günü
koridorlardan geçerdim.
koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa
aslında bana göre bir şekil
bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin
yer aldığı
kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de
koridor
ve benim çağrışımsız sesleri düşüren ellerime
meyhanelerden gelen ve bir daha gelmeyen
ölü sesleri
sokaklarda karşıma çıkan ve bir daha çıkmayan
ölü sesleri
masa örtülerinin altına saklanan ve bir daha saklanmayan
resim ve para sesleri
ölülerin
merdivenleri inerdim.
merdivenleri inmek kolay desem kolay, kolay demesem gene kolay
bir diyalog olduğu için değil, zaten bir diyalogdur merdivenler
içinde insan uğultularının yer aldığı
ve kimsenin kimseye bir şey sormadığı. ne var ki
ben onun yanından geçerken
o benim yanımdan geçerken
o döner dönmez köşeyi
ben yere eğilir eğilmez
o dönüp bakarken gizlice
ben cebime sokarken elimi
o gözetlerken beni köşeden
ben başımı çevirirken ansızın
bir anahtar sesi
bir sigara gürültüsü
yere düşen bir çakmak
kırmızı bir benzin istasyonu belirtisi.
güya tanrının hep birlikte olalım diye çizdiği
bir salon
ben o salona varıncaya kadar
tanrı yok -ne kadarda geçmiş aradan-
salon ki otelin salonu yani
ve dirilmiş ölüler ayakta
bir ikon tasviri gibi
ya da bir bruegel tablosundaki çılgın
belli bir zaman parçasını kımıldatıp da içinden
sayısız zamanlara götüren
o birtakım adamlar
ki artık ölü bile değil hiçbiri, değil de
gelecek bir zamanı ısırır gibi
kocaman dişleriyle
avurtları, göbekleri ve falluslarıyla
yani kaç yerinden delinmiş olmalı ki dünya
dünya desem dünya
değil desem değil
yaralı bir hayvan gibi soluk soluğa.
iii
o ben ki seviyordum beni yargılayan
bir otel diye seviyordum oteli
kendi yasalarıyla
aslına bakılırsa kendimi dolaştırıyordum bir bir
sokakları olmayan bir şehir için
yaralı ayaklarımla
alanları, parkları ve afişleri
olmayan bir şehir için
ben kimim -ki fülütler çalıyordum bazı-
çenk ve santur sesleri düşürüyordum tevrattan
bir ot, bir çöl motifi
bir kafatasını, bir h=96 kuşunun haykırışını =
düşürüyordum
karışık ve acıklı çöpleriyle
bir cellat ipi, bir korsan gemisi
bir yargıç ya da bir idam gerekçesi
zaten düşüyordu kendi kendine
"çıt" diye bir şey oluyordu bazen de -sessizlik-
diyelim bir ölü yer değiştiriyordu
tam yüz "sene" daha atlayarak geçmişten
yüz "sene"
ama belki de
issız ve sıcak duvarların ötesinde yaz
sert ve ince bir kabuk gibi
çatlayıp duruyordu gizlice
gidip ellerimi yağ kandillerine sürüyordum
nedense erimenin bu dıştan tadına
bırakıyordum kendimi
yukarda eski bir kule oluyordu, tahta
-uyarılmış sürgünlüğüm benim-
tahta desem tahta, değil desem değil
ya da bir kırıntı bir boşluk canavarının ağzında
oluyordu ki, bir rüzgar bile hiç yok
yok dediğim bile hiç yoksa
batırınca durgun göğsünü
gök kendini kanatıyordu orada.
fırtına, fırtına, fırtına
ben ki en azından bir durgunluğa çağrılıyordum
her şeyi bir bir yaşamış da..
ve yanıtsız ve sessiz
bana kalırsa:
- yani o sular ki içinden
peygamber yüklü bir yunus balığa çıkarsa
hangi ilgi onu bir süre boşlukta tutacak
canım elbette
yunus batacak
yunus batacak -
iv
denizse her şeyi unutturan bir adam gibi
gelecekti bir gün yeniden
demeye kalmadı geldi
sinirli bir gürültüyle yükseliverdi hemen
ardından bir iki şey daha oldu - nasıl anlatsam
kimse bunu daha yaşamadı ki -
sanki bir akvaryumun içinde
yapayalnız kaldım da ben
yanımda başka akvaryumlar ve
içinde başka birileri
doğrusu müthişti bu, denizin icat ettiği bir mezarlık gibiydik =
başka değil
hepimiz az çok kımıldanıyorduk çünkü
hepimiz ağzımızı açıyorduk arada
bir sesi dışından olsun yakalamak için
ama nafile
yoktu ses
yok bile yoktu ki bir yerde
kapıdaki bir yaylı arabayla
süslü bir cenaze arabasına benzer bir arabayla
solukların iniltili bir dram yaratmasa
yoktu ses
ve yaşlı barmenin başı tezgahın ardında
saint jean de baptistein kesik
kesik desem kesik, yaşayan desem yaşayan
başı gibi sakin durmasa.
ek
silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde
elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum
seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin
eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine
ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak
içki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum
bazen bir iki bardak
bazen de sabahtan akşama kadar
durmadan içiyordum
canım elbette, diyordum, nasılsa
otel batacak, otel batacak
en önemlisi de tanıştırılır gibiydim biriyle
hiç kimselerin ilgilenmediği
bazı olayların tarihçisi olarak.
i
denizin alçalışıyla otel bir düştü
binlerce kalıntı şehir değerinde
sularla kaçışan ölümler türküsü
sırdaş olan denizlerin diline
taşlaşmış hayat ürpertileri ardından
şekilsiz, oynak ve iniltili
pembe, daha doğrusu bir çocuk gülüşü renginde
izleri deniz hayvanlarının
belli ki bir adı var onların, varsa da
gezinir mi hiç mi hiç adı olmayan burada
bir dirilişe bile ayak uyduramayan burada
mevsimi olmayan mevsim sürüleri
yumuşak yüzgeçleriyle dalgınlığımı yalayan
anılar, anı sürüleri
hep birden unutulmuşluğa dadanan
hep birden, ama tek bir yaratık gibi
çıkarak gözlerime yarı loş mağrasından
görülmemiş bir şekilde intihar ederdi.
o zaman belki bendim, belki bir şekil bildirisi
gibi o zaman işte çok değerli bir taşa
bakar gibi ben
istekli, sonra durgun, giderek düşünceli
derdim ki -daha doğrusu yaşardım-
mutluluk alışılmış bir kötümserlikti
ki tarih aldatılırdı, korkardım
gözü dönmüş bir kuşun göğsünü didikler gibi
bağrını açar gibi bir azizin
açardım ben de içimi - bu şehir kimin?
kimsenin değil -
baktıkça, baktıkça oaraya bakır
ne düşerse içine zehir
köpürür köpürür köpürür
önce asit, derken bir doğa parçası gibi
yaprak bir parça yaprak olana kadar
su bir parça su olana kadar
ben onlara su ve yaprak diyene kadar
demek istediğim yaşamak bir parça yaşamak oluncaya kadar
zamanlar, zaman sürüleri..
bazı adamlar ki bu zamanlara
dokunur geçerlerdi
yani bir piyanya ve onun tek bir tuşuna
dokunur gibi
ses, o kalın ses, hiçbir şey umdurmayan
doru bir at dilinde orman ve su
korkuyu, sonra da yalnız korkuyu
büyüten ordan oraya
sayısız çeşitlendiren onu
yani bir hayat olarak çıkaran karşımıza
bir sesti bu
sadece bşr ses idiyse, bir durup bir boşaldıkça
içimize düşüren boynumuzu
yerleşen bizi pek az tanıyan yüzümüze sonra da
iğrenmenin koşulu bir at gibi durduğu
bir uzunluğu ya da bir alanı olmayan yüzümüze
yerleşen
sızdıkça sızan bir çay saati gibi içimize
yani bütün bir burukluğu birden içeren
ve soran birden sorusunu
hanlarda denk saran yolcuların
yağmura kuşkuyla bakan
gözleri gibi
ses, o büyük ses, desem ki
sorardı bize durmadan
sorardı ölümün bütün bildiklerini.
ii
ölüler dirilirdi. çıkamazdım ki otelden
ben otelden hiç çıkamazdım ki
her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi
kış
ve hayaletler halinde kuş sürüleri
gündüz ve gece
gece desem gece, gündüz desem gündüz
ve desem ki, sonuncu günü
dünyanın insan eliyle yaratılmasının
sonuncu günü
koridorlardan geçerdim.
koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa
aslında bana göre bir şekil
bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin
yer aldığı
kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de
koridor
ve benim çağrışımsız sesleri düşüren ellerime
meyhanelerden gelen ve bir daha gelmeyen
ölü sesleri
sokaklarda karşıma çıkan ve bir daha çıkmayan
ölü sesleri
masa örtülerinin altına saklanan ve bir daha saklanmayan
resim ve para sesleri
ölülerin
merdivenleri inerdim.
merdivenleri inmek kolay desem kolay, kolay demesem gene kolay
bir diyalog olduğu için değil, zaten bir diyalogdur merdivenler
içinde insan uğultularının yer aldığı
ve kimsenin kimseye bir şey sormadığı. ne var ki
ben onun yanından geçerken
o benim yanımdan geçerken
o döner dönmez köşeyi
ben yere eğilir eğilmez
o dönüp bakarken gizlice
ben cebime sokarken elimi
o gözetlerken beni köşeden
ben başımı çevirirken ansızın
bir anahtar sesi
bir sigara gürültüsü
yere düşen bir çakmak
kırmızı bir benzin istasyonu belirtisi.
güya tanrının hep birlikte olalım diye çizdiği
bir salon
ben o salona varıncaya kadar
tanrı yok -ne kadarda geçmiş aradan-
salon ki otelin salonu yani
ve dirilmiş ölüler ayakta
bir ikon tasviri gibi
ya da bir bruegel tablosundaki çılgın
belli bir zaman parçasını kımıldatıp da içinden
sayısız zamanlara götüren
o birtakım adamlar
ki artık ölü bile değil hiçbiri, değil de
gelecek bir zamanı ısırır gibi
kocaman dişleriyle
avurtları, göbekleri ve falluslarıyla
yani kaç yerinden delinmiş olmalı ki dünya
dünya desem dünya
değil desem değil
yaralı bir hayvan gibi soluk soluğa.
iii
o ben ki seviyordum beni yargılayan
bir otel diye seviyordum oteli
kendi yasalarıyla
aslına bakılırsa kendimi dolaştırıyordum bir bir
sokakları olmayan bir şehir için
yaralı ayaklarımla
alanları, parkları ve afişleri
olmayan bir şehir için
ben kimim -ki fülütler çalıyordum bazı-
çenk ve santur sesleri düşürüyordum tevrattan
bir ot, bir çöl motifi
bir kafatasını, bir h=96 kuşunun haykırışını =
düşürüyordum
karışık ve acıklı çöpleriyle
bir cellat ipi, bir korsan gemisi
bir yargıç ya da bir idam gerekçesi
zaten düşüyordu kendi kendine
"çıt" diye bir şey oluyordu bazen de -sessizlik-
diyelim bir ölü yer değiştiriyordu
tam yüz "sene" daha atlayarak geçmişten
yüz "sene"
ama belki de
issız ve sıcak duvarların ötesinde yaz
sert ve ince bir kabuk gibi
çatlayıp duruyordu gizlice
gidip ellerimi yağ kandillerine sürüyordum
nedense erimenin bu dıştan tadına
bırakıyordum kendimi
yukarda eski bir kule oluyordu, tahta
-uyarılmış sürgünlüğüm benim-
tahta desem tahta, değil desem değil
ya da bir kırıntı bir boşluk canavarının ağzında
oluyordu ki, bir rüzgar bile hiç yok
yok dediğim bile hiç yoksa
batırınca durgun göğsünü
gök kendini kanatıyordu orada.
fırtına, fırtına, fırtına
ben ki en azından bir durgunluğa çağrılıyordum
her şeyi bir bir yaşamış da..
ve yanıtsız ve sessiz
bana kalırsa:
- yani o sular ki içinden
peygamber yüklü bir yunus balığa çıkarsa
hangi ilgi onu bir süre boşlukta tutacak
canım elbette
yunus batacak
yunus batacak -
iv
denizse her şeyi unutturan bir adam gibi
gelecekti bir gün yeniden
demeye kalmadı geldi
sinirli bir gürültüyle yükseliverdi hemen
ardından bir iki şey daha oldu - nasıl anlatsam
kimse bunu daha yaşamadı ki -
sanki bir akvaryumun içinde
yapayalnız kaldım da ben
yanımda başka akvaryumlar ve
içinde başka birileri
doğrusu müthişti bu, denizin icat ettiği bir mezarlık gibiydik =
başka değil
hepimiz az çok kımıldanıyorduk çünkü
hepimiz ağzımızı açıyorduk arada
bir sesi dışından olsun yakalamak için
ama nafile
yoktu ses
yok bile yoktu ki bir yerde
kapıdaki bir yaylı arabayla
süslü bir cenaze arabasına benzer bir arabayla
solukların iniltili bir dram yaratmasa
yoktu ses
ve yaşlı barmenin başı tezgahın ardında
saint jean de baptistein kesik
kesik desem kesik, yaşayan desem yaşayan
başı gibi sakin durmasa.
ek
silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde
elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum
seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin
eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine
ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak
içki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum
bazen bir iki bardak
bazen de sabahtan akşama kadar
durmadan içiyordum
canım elbette, diyordum, nasılsa
otel batacak, otel batacak
en önemlisi de tanıştırılır gibiydim biriyle
hiç kimselerin ilgilenmediği
bazı olayların tarihçisi olarak.
(bkz: anayurt oteli)
(bkz: renkli rüyalar oteli)
en güzeli bile, 2 günden fazla kalındığında, evinizin sıcaklığını özleten, ruhsuz odalardan oluşan mekan.
(bkz: hostel)
kocanızı evden kovarsanız ve geç saatte gidecek yeri yoksa kalabildigi yerlerdir ve bana kalırsa evden kovmayın
(bkz: iki ucu boklu degnek)
(bkz: one night stand)
(bkz: iki ucu boklu degnek)
(bkz: one night stand)
jeneriğini televizyonda görmemle beraber alt çenemin boynuma yapışmasına sebebiyet vermiş film.
(bkz: pansiyon)
(bkz: motel)
$ehirdi$i yolculuklarda ucret kar$iligi konaklanilan, biraz luks olan binalar.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?