suikastın amerikan senatosunda oylanacak ermeni soykırımı yasasından önce olması oldukça ilginç olmaktadır.trabzonda işlenen papaz suikastıyla birlikte okunduğunda daha anlamlı oluyor.
her yönden bakıldığında tek kaybeden türkiyedir.
19 ocak 2007 hrant dink suikasti
sert içerikten dolayı şimdiden özür dilemekle beraber artık kendimi daha fazla tutamadığım bir konudur:
o öyle bir adamdı ki aşağıladığı türklerle yaşamanın bir şans olduğunu her yerde söylerdi. o öyle bir adamdı ki benim meselem ermenileri aşağılatmamakken ben türklüğü nasıl aşağılarım derdi. öyle bir adamdı ki benim en büyük kavgam ırkçılık. alnımda böyle bir lekeyle yaşayamam derdi. öyle bir adamdı ki ben türklüğü aşağılamadım. ben türkiyeliyim derken gözlerinden yaşlar gelirdi. ben bu ülkeden gidemem, istesem de yapamam derdi. her gün aldığı tehdit mesajlarına ve maillerine karşın ülkesini terk edemezdi, o kadar çok seviyordu bu toprakları. öldürüleceğini bile bile, hayatım tehlikede demesine karşın, terk edemeyecek kadar çok seviyordu bu ülkeyi. hayatından çok seviyordu. tetiği çeken milliyetçi orospu çocuğundan da daha çok seviyordu; bu yazıyı okuyandan da daha çok seviyordu; bu yazıyı yazandan da daha çok seviyordu.
tüm derdi demokrasi kavgası, eşitlik kavgası, düşünce özgürlüğü kavgası, ırkçılık karşıtlığıydı; ırkçı bir orospu çocuğu tarafından öldürüldü.
o tetiği çeken orospu çocuğu bu ülkeyi ondan daha mı çok seviyordu? ya da, o şerefsiz bu ülkeyi seviyor muydu? gerçek anlamda -ülkücülük değil- milliyetçi miydi? milletini seviyor muydu? milletini seven biri şu haberin uluslararası haber kuruluşlarından en büyüğünün sitesinde en baş haber olarak yayınlanmasını sağlar mıydı?
turkish-armenian writer shot dead
a prominent turkish-armenian editor, convicted in 2005 of insulting turkish identity, is shot dead in istanbul.
o tetiği çeken, o insan kisvesi altında dolaşan köpek milletini bir parça sevmiş olsa ülkesini uluslararası platformda kırk yıl geri taşır mıydı? 70 milyona bu hayvanlığı yapar mıydı, parmağının tek bir kasını oynatarak?
şüphesiz ki bugün türkiyede yeni bir çağ başlamıştır. şüphesiz ki bundan sonra fransız parlamentosuna onlarca parlamento eklenecektir. şüphesiz ki bugünden sonra çocuklara demokrasinin tanımı yapılırken o sözcükler bir daha bir daha boğazımıza dizilecek, şüphesiz ki bugünden sonra düşünce özgürlüğü nedir bilinmeyecektir. şüphesiz ki bugün o kurşun tüm aydınlarımıza, tüm öğrencilerimize, tüm eşitlik ve demokrasi sevdalılarına ve fikrini özgürce beyan edebilen herkese sıkılmıştır.
şüphesiz ki bugün bir soy daha kırılmıştır, ve tamir edilmesi belki de yüzyıllar alacak bir yara açılmıştır. şüphesiz ki bu yara uluslararası platformda 30 bin ördek 1 milyon kaz öldürdük diyerek kapanamayacaktır. evet, belki bir milyon ermeni öldürmedik; ama hrant dinki öldürdük; öldürülmesine göz yumduk. düşünce özgürlüğü, eşitlik ve demokrasi sevdalısı türk olmasa da türkiyeli bir aydınımızın öldürülmesine göz yumduk, hepimiz suçluyuz.
artık onun adı da uğur mumcu gibi, ahmet taner kışlalı gibi, sivas katliamında ruhlarını teslim eden otuzu aşkın aydınımız gibi türk tarihine altın harflerle yazılmıştır. keşke yazılmasaydı, keşke ermeni soykırımı vardır derken yedi cihana ne kadar modern bir ülke olduğumuzu kanıtlasaydı...
başımız sağ olsun, ruhu şad olsun.
o öyle bir adamdı ki aşağıladığı türklerle yaşamanın bir şans olduğunu her yerde söylerdi. o öyle bir adamdı ki benim meselem ermenileri aşağılatmamakken ben türklüğü nasıl aşağılarım derdi. öyle bir adamdı ki benim en büyük kavgam ırkçılık. alnımda böyle bir lekeyle yaşayamam derdi. öyle bir adamdı ki ben türklüğü aşağılamadım. ben türkiyeliyim derken gözlerinden yaşlar gelirdi. ben bu ülkeden gidemem, istesem de yapamam derdi. her gün aldığı tehdit mesajlarına ve maillerine karşın ülkesini terk edemezdi, o kadar çok seviyordu bu toprakları. öldürüleceğini bile bile, hayatım tehlikede demesine karşın, terk edemeyecek kadar çok seviyordu bu ülkeyi. hayatından çok seviyordu. tetiği çeken milliyetçi orospu çocuğundan da daha çok seviyordu; bu yazıyı okuyandan da daha çok seviyordu; bu yazıyı yazandan da daha çok seviyordu.
tüm derdi demokrasi kavgası, eşitlik kavgası, düşünce özgürlüğü kavgası, ırkçılık karşıtlığıydı; ırkçı bir orospu çocuğu tarafından öldürüldü.
o tetiği çeken orospu çocuğu bu ülkeyi ondan daha mı çok seviyordu? ya da, o şerefsiz bu ülkeyi seviyor muydu? gerçek anlamda -ülkücülük değil- milliyetçi miydi? milletini seviyor muydu? milletini seven biri şu haberin uluslararası haber kuruluşlarından en büyüğünün sitesinde en baş haber olarak yayınlanmasını sağlar mıydı?
turkish-armenian writer shot dead
a prominent turkish-armenian editor, convicted in 2005 of insulting turkish identity, is shot dead in istanbul.
o tetiği çeken, o insan kisvesi altında dolaşan köpek milletini bir parça sevmiş olsa ülkesini uluslararası platformda kırk yıl geri taşır mıydı? 70 milyona bu hayvanlığı yapar mıydı, parmağının tek bir kasını oynatarak?
şüphesiz ki bugün türkiyede yeni bir çağ başlamıştır. şüphesiz ki bundan sonra fransız parlamentosuna onlarca parlamento eklenecektir. şüphesiz ki bugünden sonra çocuklara demokrasinin tanımı yapılırken o sözcükler bir daha bir daha boğazımıza dizilecek, şüphesiz ki bugünden sonra düşünce özgürlüğü nedir bilinmeyecektir. şüphesiz ki bugün o kurşun tüm aydınlarımıza, tüm öğrencilerimize, tüm eşitlik ve demokrasi sevdalılarına ve fikrini özgürce beyan edebilen herkese sıkılmıştır.
şüphesiz ki bugün bir soy daha kırılmıştır, ve tamir edilmesi belki de yüzyıllar alacak bir yara açılmıştır. şüphesiz ki bu yara uluslararası platformda 30 bin ördek 1 milyon kaz öldürdük diyerek kapanamayacaktır. evet, belki bir milyon ermeni öldürmedik; ama hrant dinki öldürdük; öldürülmesine göz yumduk. düşünce özgürlüğü, eşitlik ve demokrasi sevdalısı türk olmasa da türkiyeli bir aydınımızın öldürülmesine göz yumduk, hepimiz suçluyuz.
artık onun adı da uğur mumcu gibi, ahmet taner kışlalı gibi, sivas katliamında ruhlarını teslim eden otuzu aşkın aydınımız gibi türk tarihine altın harflerle yazılmıştır. keşke yazılmasaydı, keşke ermeni soykırımı vardır derken yedi cihana ne kadar modern bir ülke olduğumuzu kanıtlasaydı...
başımız sağ olsun, ruhu şad olsun.
faşist bir saldırı olmama ihtimali , kanımca çok düşük olan suikasttir. bazı çevreler hemen kendilerini savunmaya başladılar bile. faşizme yönelttiğimiz eleştiriler(aslında eleştiri, onun karşısında hisettiğimiz duyguları ifade etmekte yetersiz kalsa da...)her zaman yanlış anlaşılmıştır. faşizm, doğrudan bir ideolojik görüşe bağımlı değldir. o, çeşitli ideolojileri kendine alet eden, bir psikolojik bozukluktur.hırs ve aşağılanma duygularının canavara dönüşmüş halidir. ideolojilerin saptırılmış son halidir. dünyayı, hayatı, yaşamı, insanı, kendini sevmemektir. ideolojiler kendi içlerinde bir bütündür. hayatı ve insanı tüm boyutlarıyla ele alırlar. . bu nedenledir ki faşizm, içinde barındırdığı nefretten dolayı, tüm insanlığı nefrete boğmaktadır.
işte hrant dinkte böylesine güçlü bir insanlık nefretinin kurbanıdır. hrant dinnk ve burda sayamayacağımız niceleri bu nefrete alet edilmiş olan, bu yolla insanları korkutmaya ve isyan ve ayaklanma çıkarmaya neden olan günah keçileridir.
burada bir insanlık ayıbı söz konusudur. sadece hrant dink değil, dünyada öldürülen sayısızca insan içindir bu matem. insan üzerine, hayat üzerine bir saniye bile düşünmemiş, düşünememeiş insanlarıdır isyanımız.
küreselleşme denilen muğlak "şey", amacına etnik grupları kışkırtararak, halkları birbiribe düşürerek ulaşıyor. toplumsal ayaklanmalardan rant elde edenler, kınayı yaksınlar .
yerli yersiz her düşünen varlığı 301 den yargılamak bir sorun..... güpegündüz sokak ortasında adam öldürme rahatlığına ve sapıklığına ve sosyopatlığına erişmek ayrı bir sorun.
hrant dinki saygı ve sevgiyle anıyoruz. soyal rolleinden bağımsız olarak, bir insan olarak öncelikle yas tutuyoruz. ve haksız rekabete kurban giden her insan evladı için...
biz kim miyiz?........ sağduyulu insanlarız
işte hrant dinkte böylesine güçlü bir insanlık nefretinin kurbanıdır. hrant dinnk ve burda sayamayacağımız niceleri bu nefrete alet edilmiş olan, bu yolla insanları korkutmaya ve isyan ve ayaklanma çıkarmaya neden olan günah keçileridir.
burada bir insanlık ayıbı söz konusudur. sadece hrant dink değil, dünyada öldürülen sayısızca insan içindir bu matem. insan üzerine, hayat üzerine bir saniye bile düşünmemiş, düşünememeiş insanlarıdır isyanımız.
küreselleşme denilen muğlak "şey", amacına etnik grupları kışkırtararak, halkları birbiribe düşürerek ulaşıyor. toplumsal ayaklanmalardan rant elde edenler, kınayı yaksınlar .
yerli yersiz her düşünen varlığı 301 den yargılamak bir sorun..... güpegündüz sokak ortasında adam öldürme rahatlığına ve sapıklığına ve sosyopatlığına erişmek ayrı bir sorun.
hrant dinki saygı ve sevgiyle anıyoruz. soyal rolleinden bağımsız olarak, bir insan olarak öncelikle yas tutuyoruz. ve haksız rekabete kurban giden her insan evladı için...
biz kim miyiz?........ sağduyulu insanlarız
bir yanda düşüncelerini dile getirdiği için infaz edilen bir kurban ve diğer yanda kahraman olduğunu sanıp cezaevinin en ücra köşelerini boylayan bir kurban .
gerçek faillerin avuçlarını ovuşturarak, bıyık altından güldüğü ve pervasızca kol gezebildiği senaryo. her dönem yazılan; oyuncuların her ikisininde kaybettiği bir senaryo. kazanan hep perde arkasındakiler.
gerçek faillerin avuçlarını ovuşturarak, bıyık altından güldüğü ve pervasızca kol gezebildiği senaryo. her dönem yazılan; oyuncuların her ikisininde kaybettiği bir senaryo. kazanan hep perde arkasındakiler.
bakalım yine kimin üstüne yıkılacakta asıl failler ve azmettirenler keyif sürecektir diye merak ettiren faşist saldırıdır.
üzülerek görüyorum ki olay tamami ile "aha türkiye ski tuttu, rezil olduk, şimdi ab ye ne hesap veririz" seviyesine indirilmiştir. lakin şu vardır ki ortada bir cinayet ve yitirilmiş bir hayat vardır ki bu hayat ister beğenilsin ister beğenilmesin bir gazeteciye, bir yazara, bir fikir adamına ait bir hayattır, her ne kadar olayı sıfatlara göre de değerlendirmememiz gerekse de durumu sadece "rezil olduk" yakarışlarına da taşımamamız gerekir. ortada kaybedilme yüz tutmuş vicdan gibi daha önemli değerler vardır.
tam da türkiye barışını arıyor diye konferanslar düzenleniyorken,tam da bazı tabuların yıkılması için gerekli cesur sözler ağızlarda yavaş yavaş yer buluyorken ,tam da yaşar kemaller,orhan pamuklar bu ülkenin gidişatını değiştirmek için kalemlerine sıkı sıkı sarılıyorken...tam da hep bir ağızdan barış ......!
saat 20.00de tüm demokratlar tarafından taksimde istanbulda, 18.30da da yüksel caddesinden ykm önüne yürüyerek ankarada protesto edilecek olan saldırı.
ısrarla ermeni bir örgütün ya da kolun gerçekleştirdiğine inanmaktayım.
hala inanamadığım ve sinirden deliye döndüğüm olaydır.fransada soykırımın inkarını suç sayan yasa çıkarsa ilk ben deleceğim diyen bir insana -ki kendisine saldırı düzenleyenlerden en önemli farkı budur- bunun reva görülmesi ülkemiz için üzüntü vericidir.gerçi benzer saldırıları düşününce şaşırtmayan olaydır.
son kaleme aldigi yazisi:
"ruh halimin güvercin tedirginliği"
başlangıcında, “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla şişli cumhuriyet savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. bu ilk değildi. benzer bir davaya zaten urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “türk olmadığımı... türkiyeli ve ermeni olduğumu” söylediğim için “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. hiç ilgilenmiyordum. urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
şişli savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.kendimden emindim
ama hayret işte! dava açılmıştı.
yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
o kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat kerinçsiz’e “çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. kendimden emindim, gerçekten yazımda türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen istanbul üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“ya sabır” çeke çeke...
ama dönülmedi.
savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. şaşkındım... kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
davanın her celsesinde “türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. her seferinde “türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
tüm bunlara “ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
tek silahım samimiyetim ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
hakim “türk milleti” adına karar vermişti ve benim “türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
işte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“avukatlarıma danışacağım. yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse avrupa insan hakları mahkemesi’ne de gideceğim. bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. tek silahım samimiyetimdi.
kara mizah
ama gelin görün ki beni türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de agos’takiydi. agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“türk devleti adına”
itiraf etmeliyim ki türkiye’deki “adalet sistemi”ne ve “hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
nasıl yitirmeyeyim? bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
ama gelin görün ki, bu ülkenin yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
yargı yurttaşın haklarını değil, devlet’i koruyor.
yargı yurttaşın yanında değil, devlet’in güdümünde.
nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “türk milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “türk milleti adına” değil, “türk devleti adına” verilmiş bir karardı bu. dolayısıyla, avukatlarım yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
hem sonra zaten, yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
azınlık vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı yargıtay imza atmamış mıydı?
başsavcının çabasına rağmen
nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
yargıtay başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama yargıtay yine de beni suçlu buldu.
ben yazdığımdan ne kadar eminsem yargıtay başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı genel kurul’a taşıdı.
ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. nitekim genel kurul’da da oy çokluğuyla benim türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
güvercin gibi
şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle hrant dink’i artık “türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(bu mektuplardan birinin bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu şişli savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “a bak, bu o ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
tıpkı bir güvercin gibiyim...
onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
başım onunki kadar hareketli... ve anında dönecek denli de süratli.
işte size bedel
ne diyordu dışişleri bakanı abdullah gül? ne diyordu adalet bakanı cemil çiçek?
“canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
işte size bedel... işte size bedel...
insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar..? bilir misiniz..?
siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“ölüm-kalım” dedikleri
kolay bir süreç değil yaşadıklarım... ve ailece yaşadıklarımız.
ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
o noktada hep çaresiz kaldım.
“ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek. kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
işte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. bana güveniyorlardı.
ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“gidelim” dersem geleceklerdi, “kalalım” dersem kalacaklardı.
kalmak ve direnmek
iyi de, gidersek nereye gidecektik?
ermenistan’a mı?
peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
şunun şurasında üç gün batı’ya gitsem, dördüncü gün “artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
rahat bana batardı!
“kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
kalacaktık ve direnecektik.
bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... atalarımız gibi... nereye gideceğimizi bilmeden... yürüyerek yürüdükleri yollardan... duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... her neresiyse.
ürkek ve özgür
dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
şimdi artık avrupa insan hakları mahkemesi’ne başvuruyorum.
bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
"ruh halimin güvercin tedirginliği"
başlangıcında, “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla şişli cumhuriyet savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. bu ilk değildi. benzer bir davaya zaten urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “türk olmadığımı... türkiyeli ve ermeni olduğumu” söylediğim için “türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. hiç ilgilenmiyordum. urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
şişli savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.kendimden emindim
ama hayret işte! dava açılmıştı.
yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
o kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat kerinçsiz’e “çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. kendimden emindim, gerçekten yazımda türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen istanbul üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“ya sabır” çeke çeke...
ama dönülmedi.
savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. şaşkındım... kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
davanın her celsesinde “türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. her seferinde “türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
tüm bunlara “ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
tek silahım samimiyetim ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
hakim “türk milleti” adına karar vermişti ve benim “türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
işte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“avukatlarıma danışacağım. yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse avrupa insan hakları mahkemesi’ne de gideceğim. bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. tek silahım samimiyetimdi.
kara mizah
ama gelin görün ki beni türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de agos’takiydi. agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“türk devleti adına”
itiraf etmeliyim ki türkiye’deki “adalet sistemi”ne ve “hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
nasıl yitirmeyeyim? bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
ama gelin görün ki, bu ülkenin yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
yargı yurttaşın haklarını değil, devlet’i koruyor.
yargı yurttaşın yanında değil, devlet’in güdümünde.
nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “türk milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “türk milleti adına” değil, “türk devleti adına” verilmiş bir karardı bu. dolayısıyla, avukatlarım yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
hem sonra zaten, yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
azınlık vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı yargıtay imza atmamış mıydı?
başsavcının çabasına rağmen
nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
yargıtay başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama yargıtay yine de beni suçlu buldu.
ben yazdığımdan ne kadar eminsem yargıtay başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı genel kurul’a taşıdı.
ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. nitekim genel kurul’da da oy çokluğuyla benim türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
güvercin gibi
şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle hrant dink’i artık “türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(bu mektuplardan birinin bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu şişli savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “a bak, bu o ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
tıpkı bir güvercin gibiyim...
onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
başım onunki kadar hareketli... ve anında dönecek denli de süratli.
işte size bedel
ne diyordu dışişleri bakanı abdullah gül? ne diyordu adalet bakanı cemil çiçek?
“canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
işte size bedel... işte size bedel...
insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar..? bilir misiniz..?
siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“ölüm-kalım” dedikleri
kolay bir süreç değil yaşadıklarım... ve ailece yaşadıklarımız.
ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
o noktada hep çaresiz kaldım.
“ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek. kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
işte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. bana güveniyorlardı.
ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“gidelim” dersem geleceklerdi, “kalalım” dersem kalacaklardı.
kalmak ve direnmek
iyi de, gidersek nereye gidecektik?
ermenistan’a mı?
peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
şunun şurasında üç gün batı’ya gitsem, dördüncü gün “artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
rahat bana batardı!
“kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
kalacaktık ve direnecektik.
bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... atalarımız gibi... nereye gideceğimizi bilmeden... yürüyerek yürüdükleri yollardan... duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... her neresiyse.
ürkek ve özgür
dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
şimdi artık avrupa insan hakları mahkemesi’ne başvuruyorum.
bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
agos gazetesi genel yayin muduru hrant dink bugun saat 15:00 sularinda halaskargazide suikaste ugrayarak hayatini kaybetti.saldirganin metro ile kactigi $uphesi sonucunda tum metrolar durduruldu ve hatta tum toplu ta$ima araclari durdurularak tum yolcular aranmaktaymi$.
4 merminin iki tanesi ba$ina isabet ederek hayatini kaybetmi$.
4 merminin iki tanesi ba$ina isabet ederek hayatini kaybetmi$.
hep aynı makara dönüyor.heh ulan daha iyiyiz sanki demeye niyetlendiğimiz anda kafamıza vuruluyor.düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ülkeyiz zaten,ama faşizan eğilimlerin arttığı bir ülke olduğumuzun farkıan varmak ve önlemlerini almak zorundayız.
faşist tabir edilen kişiler tarafından gerçekleştirilmediği kanaatindeyim.hatta ermeni tarafları bile yapmış olabilir diye de düşünüyorum.
dinkin yaşadığı zamandan daha fazla ermeniyi bir araya getirmesine sebebiyet veren olaydır
tehdit mektupları alan, mahkeme kapılarında tartaklanan, hatta vali yardımcısının odasında tehdit edilen bir adamın ölümü provakasyon değil, göstere göstere, bile bile yapılmış faşist bir suikasstir.
faşist zihniyetin yeni oyunu.ülke bir süre üzerinde konuşur sonra da çok alakasız birini ya da birilerini medyaya deşifre ederler ve böylelikle de olay kapanır.
yazının bulunmasından sonra ki en ilkel zihniyetin eseri olması muhtemel bu olayla ilgili olarak ülkenin sicili çok bozuk olduğu için ellerini ovuşturan beyzadeler şimdi daha çok konuşacaktır.
ne diyelim ölen öldüğüyle kalmaz umarım.
yazının bulunmasından sonra ki en ilkel zihniyetin eseri olması muhtemel bu olayla ilgili olarak ülkenin sicili çok bozuk olduğu için ellerini ovuşturan beyzadeler şimdi daha çok konuşacaktır.
ne diyelim ölen öldüğüyle kalmaz umarım.
bu olayı milliyetçilerin, hatta milliyetçi demekte yanlışlık olur ya faşistlerin yaptığını düşünmek ve söylemek bu olaya çok dar bir bakış açısıyla bakmaktan öte bir şey değildir. ikiz kuleleri ladin’in yıktığına inanıyorsan, bunuda faşistlerin yaptığına inan canım kardeşim benim. ön yargılarının seni çevrelidiği, gözlerinin hakikati görmediği dünyada yaşamaya devam edebilirsin. haklısın, sonuçta faşistler bu eylemden çok karlı çıktılar. hatta önümüzdeki seçim başa gelmelerine bile yarayabilir. öbür yandan başka kimin işine yarayacak canım bu cinayet. hala bundan en çok türkiye ve milliyetçilik akımının zarar göreceğini göremiyorsan ben sana daha ne diyeyim...
yabancı basında bir ölü yetmiş milyon yaralı başlığıyla yer almıştır.
hepimiz hrant dink iz sloganıyla protesto edilen/ettiğim suikast.
protesto yürüyüşünde göze çarpan diğer bir ayrıntı da anarşistlerin siyah bayrak açıp her devlet teröristtir pankartı taşımasıydı.
komplo teorisyenlerinin de haklı olma olasılıkları bulunmakla birlikte, "benim düşüncem", ya sev ya terk et zihniyetince gerçekleştirilen, düşünce özgürlüğüne yapılmış faşist bir saldırı olduğudur.
protesto yürüyüşünde göze çarpan diğer bir ayrıntı da anarşistlerin siyah bayrak açıp her devlet teröristtir pankartı taşımasıydı.
komplo teorisyenlerinin de haklı olma olasılıkları bulunmakla birlikte, "benim düşüncem", ya sev ya terk et zihniyetince gerçekleştirilen, düşünce özgürlüğüne yapılmış faşist bir saldırı olduğudur.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?