confessions

stella

- Yazar -

  1. toplam entry 2038
  2. takipçi 1
  3. puan 69472

anarşist

stella
"lenin bir gün, ’anarşist bir gericidir’ demişti. bu söz çelişkilidir, ama derin bir anlamı vardır. anarşist antidemokratizm, demokrasinin gerçek olan, ama düzeltilebilir eksikliklerine çare olacak yerde, halkın halk için iktidarına, bunun iğrenç bir aldatmaca olduğu gerekçesiyle temelden karşı çıkar. bu nedenle, tamamen başka kaynaklardan esinlenen antidemokratik eğilimlerle karıştırılması tehlikesi vardır. benito mussolini proudhoncu georges sorel’in tilmizi olduğunu ilan etmemiş miydi?"

(h. arvon/l anarchisme)

saçmalik

stella
yaşamın tanımına en yakın kelimedir. derinlere inilince, yazarken, kalemin ucuna bu sözcük gelir. güçlüdür, kapsamlıdır, korkutucudur; açıklayıcıdır, en açıklayıcı olandır. sıkışınca kullanılır, bir nevi kaçıştır. ama daha da ötesinde, varılabilecek en son noktadır. ilerlenir, ilerlenir, pek çok şey öğrenilir, yaşanır tabii bu arada, sonra, bir kayaya toslar insan. işte bu saçmalıktır. arada sırada -normal insanlarda çok nadir- kafaya dank eder. her.şey.bir.saçmalıktan.ibaret. ergenlik bunalımı denir, geçilir. bu "ergenlik bunalımını" koruyabilenler, hastalıklılar, büyümeyen kimseler saçmalığı kavrar. kendine karşı dürüst olur. saçmalığı anlar. saçmalığa karışır. o ilk kıvılcım saçmalıktır, evren saçmalıktır, tanrı saçmalıktır. saçmalığın üstüne temelsiz yeni mantıklı saçmalıklar eklenir. mülkiyet; beraberinde hukuk, hiyerarşi. soy çeşitliliği, soykırım. ayrım. temelsiz binalar öyle kuvvetlidir ki asla yıkılmaz. ama temelsizdir işte. saçmalık üstüne saçmalıktır.

bu kadar.

kusbeyin

stella
kuşbeyin yönetiyor dünyayı!
kuşbeyin en son ürünü anamalcılığın
kuşbeyin rus bürokrasisinin başı, esneyip duruyo
kuşbeyin, f.d. roosevelt’in atadığı, 30 yıl yönetip fbi’yı
bir türlü defedemedi cosa nostra’yı!
kuşbeyin bölüştürür yakılacak buğdayı, tabii
dünya pazarındafiyatlar yüksek kalmalı!
kuşbeyin uluslarası para fonu aracılığıyla borç verip durur
gelişmekte olan ulusların polis devletlerine!
kuşbeyin, kendi başına yaralayamaz kimseyi asla
bağımlıdır kendisine pezevenklik eden dairesine
kuşbeyin beyin nakilleri sunuyor isviçre’de
kuşbeyin gecenin köründe kalkıp düzeltiyor çarşaflarını
kuşbeyinim ben!
ben yönetiyorum rusya’yı, yugoslavya’yı, ingiltere’yi, polonya’yı, arjantin’i,
amerika birleşik devletleri’ni, el salvador’u
kuşbeyin çoğalıp duruyor çin’de
kuşbeyin kremlin’in duvarına yerleştiriyor stalin’in cenazini
kuşbeyin zorla benimsetiyor petrokimyasal tarımı afrika’nın çöl bölgelerine!
kuşbeyin düşürüp duruyor kuzey kaliforniya’daki su tabakası düzeyini
orange ili ziraat bankaları için emerek
kuşbeyin zıpkınlayıp balinaları bi güzel lüpletiyor yağlarını tropik
bölgelerde
kuşbeyin kafalarına vura vura öldürüyor yavru ayıbalıklarını sonra
ne giyecek paris’e gittiğinde
kuşbeyin pentagon’u yönetiyor kardeşiyse cia’yi, yükseliyor semizgöt!
kuşbeyin düzenliyor time’ı newsweek’i wall street journal’ı pravda’yı
izvestiya’yı bi yandan da o biçim yazılar
kuşbeyin işte papa, başbakan, başkan, komiser, ulu lider, senatör!
kuşbeyin reagan’a oy verdi abd başkanlığı için!
kuşbeyin mucize ekmek pişiriyor rafine beyaz undan!
kuşbeyin köleler sattı, şeker, tütün, alkol
kuşbeyin ele geçirip yeni dünya’yı kıydı popocatetl’deki
mantar tanrı xochopili’ye!
kuşbeyin başkandı yüzlerce gizemli öğrenci makinalılarla tarandığında
tlatelulco’da
kuşbeyin 20.000.000 aydınla yahudi gönderdi sibirya’ya,
15.000.000’u asla geri gelmedi başıboş köpek kafesi’ne
kuşbeyin bi bıyık bırakıp ikinci dünya savaşı’nın son yılında
amfetaminlerle kafa bulup yönetti almanya’yı
kuşbeyin buldu kesin çözümü
avrupa’daki yahudi sorunu’na
kuşbeyin kotardı bu işi gaz odalarında
kuşbeyin kodesten bi süreliğine çıkardı lucky luciano’yu
herif mafya güvenlik altına alsın diye
sicilya’yı abd kuşbeyini için kızıllara karşı
kuşbeyin silah yapıp kutsal topraklar’da hepsini sattı güney afrika’daki
beyazlara hani
herifler yahudi bile değil nasıl olsa
kuşbeyin helikopterlerle donattı orta amerika’daki generalleri, herifler
rahat durmak bilmeyen bi yığın yerliyi temizlesinler de uygun bi iş
ortamı yaratsınlar şöyle
kuşbeyin bi yıldırma savaşı başlattı israilli yahudilere karşı
kuşbeyin siyonist savaş uçakları yolladı gidip vursunlar diye
filistinlilerin beyrut çevresindeki ufak barınaklarını
kuşbeyin yasadışı kıldı dünya pazarında afyon kökenli ilaçları
kuşbeyin biçimlendirdi afyon karaborsa’sını
kuşbeyinin babası zımbaladı eroinci kuşları aşağı doğu yakası’nda
kuşbeyin akbaba operasyonu’nu düzenledi zehirli gazlar püskürtmek amacıyla
sonora’daki marihuana tarlalarına
kuşbeyin hastalandı harvard meydanı’nda meksika otu tüttürüp durmaktan
kuşbeyin avrupa’ya vardı propaganda yoluyla hamamböceklerini kazanmak uğruna
kuşbeyin yüce bir uluslararası ozan oldu dolaştı
dünyanın dört bir yanını kuşbeyin övgüleri söyleyerek
sonuçları bildiriyorum, şiir yarışması’nı kazanan kuşbeyin
kuşbeyin dünya ticaret merkezi’ni kurdu new york limanı sularına,
tuvaletlerin umursamazca boşaltıldığı-
kuşbeyin kesmeye başladı amazon’un yağmur ormanları’nı ırmak kıyısında bir
kağıt hamuru fabrikası kurmak için
irak’taki kuşbeyin saldırdı iran’daki kuşbeyin’e
kuşbeyin belfast’ta bombalar fırlatıp duruyor anasının götüne
kuşbeyin yazdı das kapital’i! incil’i döktürdü!
kaleme aldı ulusların zenginliği’ni!
kuşbeyin insanlığı, rockefeller merkezi’nin tepesine
gökkuşağı odası’nı yaptı dansedelim diye bi güzel
bağıllık kuramı’nı buldu, hani ya colorado’nun kayalık yörelerinde
nötron bombaları yapabilsin rockwell şirketi
kuşbeyin aleti uzar sanıyor böyle yaparak
kuşbeyin yeni bir casusu görüyor dubrovnik’te pazar yeri’nde,
gözlük oteli’nin dışında-
kuşbeyin malafanızı emmek istiyor avrupa’da,
yaşamı çok ciddiye alıyor, kalbi kırılır işbirliği yapmazsanız-
kuşbeyin zorlu bi göreve gidiyor komünist ülkelere
kız arkadaşlar edinebilir öyleyse kgb’den gök gürülderken-
kuşbeyin kavrıyor buda olduğunu meditasyon yoluyla
kuşbeyin pek korkuyor gezegeni havaya uçuracağım diye anlayacağınız
bu şiiri yazıyor ölümsüz olma isteğiyle-


(subrovka oteli, dubrovnik, 14 ekim 1980, sabah 4.30)

allen ginsberg

beat kuşağı

stella
taner ay’ın "sistem harici’nde olmak ile sistem içi’nde olmak arasındaki med-cezir manzaraları" başlıklı yazısı:


şayet bu metne başlamadan önce roland barthes’ın o küçük dev eseri yazının sıfır derecesi (le degre zéro de pécriture, 1953) bir defa daha okunacak olursa, beat edebiyatı’nı normların haricinde yeniden keşfetmenin orgazma benzeyen hazzı yaşanacaktır.

yazının sıfır derecesi’nde ideolojilerin iklimlerinde ticarileşen bütün büyük edebi akımların açık veya gizli bir biçimde burjuva dil’ine köleliğinden midesi bulanan ve edebiyat diye bildiğimiz edebiyat’a yakın çizgi çekmek isteyen bir roland barthes ile tanışırız; "genç" karl marx’ın 1844’ün iktisadf ve felsefi yazıları ile politik iktisatta gerçekleştirdiği ihtilâle mümasil ihtilâli edebiyat’ta yazının sıfır derecesi ile başarmaya çabalayan "genç" roland barthes’la. ona göre, klâsik yazı, iktidardaki bir topluluk içinden doğduğundan ve dogmatik kararlarla oluşturulduğundan kesinlikle sınıf yazısıydı. ayrıca, burjuva sınıfının ideolojik birliğinin mahsulü olan bu tek yazı veya klâsik yazı, aynı zamanda klâsik öncesi edebiyattaki yazı çeşitliliğine de uzunca bir müddet için son vermiştir. ancak, 1850’lerde, liberalizmin hayallerini yıkarak toplumu düşman sınıflara bölen bazı büyük tarihî olaylar, burjuva sınıfının mevzilenmesinde değişikliklere neden olmuş ve değişikliklerin neticesinde ise, klasik yazı yahut tek yazı kölesi yazar da siyah ile beyaz arasındaki belirsizliğin cehenneminde küçük burjuvalaşarak, "sunî" bir edebiyat tragedyasını yaratmıştır. edebiyatın küçük burjuvalaşmasının neticesi olan edebiyat tragedyası, yazı’nın tıpkı klâsik öncesi edebiyattakine benzer yeniden çeşitlenmesi gibi gözükmüşse de, aslında hepsi malûm işçilikleriyle "edebiyatın mukaddes dolabındaki mukaddes yazı" ile, yani klâsik yazı ile, satıhta dahi flûlaşmış bir uzlaşmayı yansıtıyorlardı. zira küçük burjuva edebiyatı, burjuva sınıfının eski ideolojik birliğinin bir mahsulü olan klasik yazı’nın bütün kuralcı göstergelerini sonuna kadar, ama ağır bir tül perde arkasında mekanikleştirerek almıştı. ne var ki, küçük burjuvanın "devrimci" atalarından çaldığı mukaddes klâsik yazı da, zamanla "sosyalist gerçekçi" yazarlar tarafından aynı yöntemle küçük burjuvalardan çalınacaktır. kısacası, dil ve edebiyat, bazı outsider’lar istisna tutulursa, kapitalizmin haricine genelde çıkamamıştır: tarihi boydan boya kat ederek gelen bu nüsha edebiyat hiçbir sistemi tedirgin etmemiştir, yazar da hep "biçim doğurmak" tutkusunda boğulmuştur.



oysa sistemleri tedirgin etmeyen edebiyat, edebiyat değildir; "biçim doğurmak" tutkusundaki yazar da, yazar değildir. edebiyat ile yazarın aslî görevi, kelimelerin çölündeki dil’i ve düzensizliğin sentaksını uzaklara kaçırarak, dil’in muayyen sistemine kölelik etmekten kurtulmuş yeni bir yazı yaratmaktır. roland barthes, yazının sıfır derecesi’nde,

"yaşayan dil’lerden ve gerçek anlamıyla edebî dil’den aynı derecede uzak bir dil’e bağlanarak edebiyat’ı aşmak bahis konusudur burada"

der. lakin tam da bu safhada, dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmin olanca çoraklığından kimin kaçıracağı meselesi belirir. kapitalizm ve şizofreni’nin (capitalisme et schizophrénie, 1980) yazarları gilles deleuze ile félix guattari, kapitalizmin haricinde kalanların sadece şizofrenler olduğunu söylerken, aslında dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmden kaçıracak olanları işaretliyorlardı. gerçekten de, kelimeyi en geniş anlamında kullanmak şartıyla, dil’in ve edebiyat’ın bütün ayrıkotları hep şizofrenler olmuştur: meselâ, arthur rimbaud. edebiyat’ı’ sınıfsızlaştırmanın bir yolu olarak, dil’i susma’ya kaçırmıştır; suskunluğu ile mukaddes yazı’nın büyüsünü parçalayabilmiş ve yaşayan dil’lerden uzaklaştığı derecede yeni bir dil, sessiz dil yaratabilmiştir. meselâ, stéphane mallarmé. roland barthes’ın ifadesiyle,

"sevdiğini ancak ondan vazgeçerek kurtarabilen, gene de başını biraz geriye doğru çeviren orpheus’tur"

stéphane mallarmé’nin dil’i. meselâ, howard phillips lovecraft. bir yabancı’dır, bir hariçteki’dir, bir outsider’dır; profesyonellikten pulp yazarlığına kaçışı’ndaki lâneti, konuşkan olmayan hikâyelerindeki tekrarlarla, benzer şekillerle, ısırgan kelimelerle ve çıplak deyimlerle terör’e dönüştürmüştür. meselâ, albert camus. bir üslûb yokluğu olan yokluk üslûbu’nu gerçekleştirerek, yazı’yı bir nev’î olumsuz kip durumuna düşürmüş ve bu olumsuz kip içinde de dil’in gerek içtimaî gerekse mitik özelliklerini biçimin tarafsızlığı menfaatine ortadan kaldırmıştır.


yolda (on the road, 1957) ile jack kerouac’ın, junike (1953) ve naked lunch (1959) ile william s. burroughs’un ve de uluma (howl for cari solomon, 1955) ile allen ginsberg’ün, "sessizliğe ulaşmış ilk şair" arthur rimbaud veya

“peşine düştüğü mutlağı araştırmaya başlayabilmek, bu mutlağı kurabilmek için her şeyden önce bu araştırmanın aracı olan dil’i amaca göre uyarlamak, daha doğrusu başkalarının bulduklarına başvurmak yerine, yeniden yaratmak gerktiğini herkesten daha önce anlayan”

stephane mallarme veyahut "gecelerin ve geceyle gelenlerin seyyahı" howard phillip s lovecraft gibi dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmden kaçırmalarına gelince: hepsi de malûm doktor raporlarıyla kapitalizm ve şizofreni’nin gilles deleuze’ü ile félix guattari ’sini teyit ederler. edebiyat’ın bütün ayrıkotları’nın bir biçimde "raporlu" oldukları dikkate alındığında, gilles deleuze ile félix guattari’nin edebiyat tarihine dahi kanallar açan en büyük şizo-analistler oldukları sarihlik kazanır. lakin ben, dil’in ve edebiyat’ın kapitalizmden kaçırılması hususunda, edebiyatçının şizofren olmasından ziyade dil’inin şizofrenliğini önemsiyorum.


yolda, dil’in şizofren olma halinin birinci yüzünü sergiler; hiç aşağıya düşmeyen, aksine mütemadiyen yukarıya doğru tırmanan marazi bir coşkusu vardır yolda’nın üslûbunun. jazz’a benzer; en fazla da charlie parker ile miles davis arasında süratle rafineleşen jazz’a. yolda’nın üçüncü bölümüne geldiğimizde, sadece jack kerouac açısından değil, bütün kahramanları açısından da jazz’ın yegâne belirleyen haline geldiğini keşfederiz. bilhassa gece kulüplerindeki çılgın eğlencelere dair pasajlarda, jack kerouac’ın üslûbu ile, kahramanlarının hiddetini, sevincini, iç sıkıntısını veya ümitsizliğini seslendiren zenci’nin müziği çakışır ve böylelikle orgazmın ritmi başlar; şizofren bir dil’dir bu.


yolda’nın dil’i şizofren olma halinin birinci yüzünü sergilerse, junkie ile naked lunch da dil’in şizofren olma halinin ikinci yüzünü sergiler. bu "cehennem haritaları", âdeta okura morgdan iadeli taahhütlü gönderilen birer rapordur. junkie’nin şizofren dil’inin kökeninde, hiç şüphesiz external ile mitik uzamın birlikte ve karşılıklı varoluşları yatar.

"konuşmak yalan söylemektir"

diyen william s. burroughs, naked lunch’da, junkie’nin dil’ini artık bir daha ehlileştirilemeyecek derecede pathos’laştırarak, okuruna karşı dürüst olabilmek için, yani "konuşmamak" için, cut-up tekkniğine yönelir. william s. burroughs imzalı bu cut-up, tractatus’un (tractatus logico-philosophicus, 1921) ludwig wittgenstein’ı ile mentalite birliği halindedir; zira, ona göre de, klâsik yazı mirasçısı kelimeler hayatın ve hislerin baş düşmanıdır. bu nedenle, william s. burroughs’un kelimeleri, junkie’de "benzedrin" ile uçmuş bir oyunun jon vollmer burroughs’una benzerken, naked lunch’ın kelimeleri de budaklı dalıyla küçümen bir ağacın kol kanat gerdiği ve meksika’da kimselerin uğramadığı bir bahçenin yaban otları arasında yağmurun bezediği lekeciklerin ardındaki o okunmaz mezar taşının joan voller burroughs’una benzer: kelimeler yazı’dan kovulduğu için, junkie ile naked lunch’ın alışılmış anlamda hikâyeleri bulunmaz. halil turhanlı’nın çıplak şölen’ in görkemli konuğu’nda (1986) belirttiği gibi, çizgisel bir akışları da yoktur; gölge-karakterler’i ise, son derece basit ve önemsizdir, dolayısıyla bahis konusu "cehennem haritalarını" william s. burroughs sanki her an onlardan vazgeçecekmişçesine okuruz.



beat kuşağı

stella
beat yazarları, değişimin gerçek mimarlarıdır. hiç şüphe yok ki; ülkede son kırk yıl boyunca yaşanan siyasi ve kültürel değişimin geniş resminin önemli bir parçası olan beat edebiyat hareketinin sonucu olarak, daha özgür bir amerika’da yaşıyoruz.” (william s. burroughs)

ikinci dünya savaşı’nın ardından gelen yıllarda soğuk savaş dönemi başlamış durumdaydı ve dünyada artık atom bombası diye bir şey vardı. milyonlarca insan ölmüş, bir o kadarı da ölmekte veya acı çekmekteydi. öte yandan 1950’li yıllarda amerikan gençliği rahat ve orta sınıf değerlerine bağlı bir hayat sürdürmekteydi. (üniversiteye gitmek, iyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir ev edinmek ve karşı cinsle olan ilişkisinde fazla ileri gitmemek gibi...) (2) işte böyle bir dönemde ortaya çıkan beat kuşağı yazarları, amerika’yı o günlerinden alıp 1960’ların ve 70’lerin dünyasına doğru götürdüler.

kuşağın liderleri; jack kerouac, allen ginsberg, gary snyder, william s. burroughs, neal cassady, lawrence ferlinghetti, gregory corso, philip whalen, lew welch, diane di prima, joanne kyger ve peter orlovsky olarak sayılabilir. “beat kuşağı” terimi ise ilk olarak 1948 yılında, jack kerouac tarafından, john clellon holmes ile sohbeti esnasında kullanılmıştı. kerouac: “bize beat kuşağı denebilir.” deyivermişti. daha sonra 1952 yılında holmes’ın new york times magazine’de bir makalesi yayımlandı ve makale şu başlığı taşıyordu: “bu, beat kuşağı”.

“beat”, kelime olarak; meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebilmektedir. ancak, jack kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “beatific”, yani kutsal veya kutsanmış. kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenmektedir.
beat kuşağı mensupları; otostopla ülkeyi dolaşarak, caz müzik dinleyerek, başkalarının hayatlarına karışmayarak ve uyuşturucu maddeler kullanarak yaşamakla işe başlamışlardı. bir yandan da özgürlükçü; tutuculuğa, baskıya, savaşa, faşizme karşı; doğu inanışlarına, budizme dönük ve azınlık haklarını savunan bir düşünce sistemini yavaş yavaş geliştiriyorlardı.

beat edebiyat hareketinin ilk romanı john clellon holmes’in “git” (go) adlı kitabı sayılmaktadır. kitap 1952’de yayımlanmış, fakat fazla ilgi görmemiş ve hiçbir hareket başlatmamıştır. bu iş, jack kerouac’ın beş yıl sonra yayımlanan ve beat kuşağının en önemli romanı olarak tanımlayabileceğimiz kitabı “yolda”ya (on the road) kalmıştır.

kerouac bu romanı, günlerce başka hiçbir şey yapmadan daktilosunun başında oturarak yazmış ve üç haftada bitirmişti. üzerinde düşünmeden, gelişine, kelimelerin aktığı gibi içindekileri yazıya dökmüş; hatta kağıt değiştirmenin kendisini yavaşlatacağını düşündüğü için daktiloya rulo kağıt takmış ve bütün romanı böyle yazmıştı. kerouac’ın kitabı yazdığı ve yayınevine götürdüğü yıl 1951’di, ancak yayınevi kitabı altı yıllık bir gecikmeyle 1957’de bastı ve bu roman insanlar, özellikle gençler üzerinde büyük bir etki yaptı. (4) kerouac’ın kendini, arkadaşlarını ve yollarda yaşadıkları gerçek hikayeleri anlattığı bu kitabı okuyanlar, anlatılanın kendi hikayeleri olduğuna inandılar. “yolda” onların romanıydı, onların hayatıydı, onların yollarda yaşadığı öykülerdi. (1)

aslında beat hareketini tasarlanmamış da olsa tam olarak ateşleyen olay, 1955’te san francisco’da düzenlenen ve kuşağın öncülerinin şiirlerini okuduğu “galeri altı’da altı şair” (six poets in six gallery) adlı organizasyondur. bu geceye allen ginsberg, dönemin en önemli yapıtlarından biri sayılan “uluma” (howl) isimli şiiriyle katılmıştır:

“...
ne biçim çimentodan ve alüminyumdan bir sfenkstir ki o,
kafataslarını delmiş, beyinlerini ve düş güçlerini kemirmiştir?
molok! yalnızlık! çirkeflik! çirkinlik! çöp tenekeleri ve kazanılmayan dolarlar!
merdiven altında çığlık atan çocuklar! ordularda hıçkıran çocuklar!
parklarda ağlayan yaşlılar!
molok! molok! molok! karabasan! molok! aşksız molok! düşsel molok!
insanların insafsız yargıcı molok!
anlaşılmayan mapus molok! acılar topluluğu ve ruhsuz zindanın kuru kafatası molok!
yapıları birer yargı olan molok! geniş savaşın alabildiğine uzanan
kayalığı molok! taş kesilmiş hükümetler molok!
kafası saf bir makine olan molok! damarlarında kan değil para akan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü insan yiyen bir dinamo olan molok!
kulağı tüten bir mezar olan molok!
gözleri binlerce kör pencere olan molok! sokaklarında sonsuz yehovalar gibi
gökdelenler yükselen molok! fabrikaları sis içinde düş gören ve
can çekişen molok! bacaları ve antenleri kentleri taçlandıran molok!
sevisi sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik ve bankalar olan molok!
yoksulluğun dehanın hayaleti sayıldığı molok! alınyazısı cinsiyetsiz bir
hidrojen bulutu olan molok! adı akıl olan molok!
üstünde tek başıma oturduğum molok! melekleri düşündüğüm molok!
deli molok! azgın molok! aşksız ve erkeksiz molok! içime küçükken
işleyen molok! içinde gövdesiz bir bilinç olduğum molok!
benim doğal kendimden geçişimden kendimi korkutan molok!
uyandığım molok! gökyüzünün akan ışığı!
...”

o gece orada bulunan michael mc clure, “uluma”nın okunmasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “bir bariyer yıkıldı. bir insan sesi ve bedeni; amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi.”

bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, şiir herkesin üstünde büyük bir etki yapmıştı ve dinleyiciler arasında bulunan lawrence ferlinghetti, ginsberg’e şiirini yayımlamayı önerdi. hummalı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan kitap tüm dikkatleri üstüne çekip, on binlerce sattı. ve beat kuşağı nihayet edebiyat sahnesindeki yerini almış oldu.

tüm bunları başka kitaplar, başka şiirler izledi. beat hareketi artık geniş kitlelere ulaşmıştı. ancak sapkın çocuklarımız alışkın oldukları yaşamdan kopmadan, felsefelerinden ödün vermeden hayatlarına devam ediyorlar; hala otostopla ülkeyi dolaşıyor, dağlara tırmanıyor ve dibine vuruyorlardı... doğu felsefeleriyle, özellikle zen ve budizmle gerçeğe ulaşma çabalarını sürdürüyorlardı. bunların izleri, kerouac’ın “zen kaçıkları” (the dharma bums) adlı romanında da belirgin olarak görülmektedir:

“...
içimde bir tedirginlik, sınırı geçiyorum ve el paso’dan geçip tren istasyonundan sırt çantamı alıyorum; içim rahatlayıveriyor. gene o üç mili tepip kumluğa varıyorum; ay ışığında kolay oluyor yolumu bulmam ve tırmanıyorum çizmelerimle rap rap diye giderek... japhy’den dünyanın ve kentlerin mihnetlerini bir yana fırlatıp kendi gerçek ve saf ruhumu bulmayı öğrenmiş olduğumun farkına varıveriyorum. tek gereksinimim işte bu sırt çantam. (...) oturup meditasyon yaptım, dualar ettim. bir kış çölünün gecesinde uyunan uyku gibisi var mı!.. tabi güzel bir uyku tulumunuz olacak ve başınızı çekeceksiniz içeriye, ıpılık. öyle sessiz ortalık, insan kendi damarlarındaki kanın kulaklarında zonk zonk çağıldamasını işitebiliyor, ama ondan daha gizemli bir çağıldama daha var işitilen, ki hep bilgelik elmasının kendi gizemiyle gürlemesidir; doğduğun günden başlayıp içine daldığın dünya mihnetlerinin sana
unutturmuş gibi olduğu bir şeyi anımsatırcasına süregiden ulu bir şşş. sevdiğim kimselere, anneme, japhy’e anlatabilmeyi çok isterdim bunu; ama bu hiçliği ve ondaki saflığı anlatabilecek sözcük bulamam... sarkık kaşlı, ak saçlı dipankara’ya sorulmuştur çokça ‘tüm canlı varlıklara öğretilmesi gereken kesin bir öğreti var mıdır?’ diye de, onun verdiği yanıt elmasın gürleyen sessizliği olmuştur hep.
...”

onların felsefeleri tabii ki sadece kendini var etmek adına değil, toplumu da içine almış bir felsefeydi. bunun doğal sonucu olarak da; kadın erkek ayrımcılığından ırkçılığa, toplumsal eşitsizlikten sınıf ayrımcılığına, eşcinsel ve zencilerin dışlanmasından kadınların cinsel özgürlüğüne kadar pek çok konuda bir karşı duruş oluşturmuşlardı. topluma sundukları öneri ve kendi yaptıkları ise; dünyayı kasıp kavuran yoğun tüketimi reddetmek, daha fazla sanat ve meditasyondu.

bu felsefe ve hareket elbette sadece edebiyatla sınırlı kalmadı. sanatın başka alanlarına da bulaşıcı bir hastalık edasıyla yayıldı. film yapımcıları, yönetmenler, ressamlar, müzisyenler, yayımcılar, yayınevlerinde çalışanlar ve medyanın diğer kolları da bu akımla dalgalandı. bütün bu kollar birleşerek amerika’nın uzun yıllardır içinde barındırdığı bohem geleneğini tazelediler ve allen ginsberg’ün söylediğini yapmaya koyuldular:“yapacak büyük bir işimiz vardı ve bunu yapıyoruz. amerika’nın ruhunu kurtarmaya ve iyileştirmeye çalışıyoruz.”

(alıntı: muratoğlu, b. ve sayın, p. (2004). edebiyatın sapkın çocukları: beat kuşağı. pivolka, 3(15), 5-7.)

ps: alıntı yaptığım için üzgünüm fakat benim tam anlamıyla "kıt" tanımlama girişimim bu yazının yanına bile yaklaşamadığı için böyle yapmayı tercih ettim. anlayışınıza sığınıyorum.

türkiye

stella

allen ginsberg’e

oğlanlardan ve alkolden vaktim arrtıkça seni düşü-
nüyorum türkiye, inan doğru bu kere yanılsamam
ve ruhumun yavşak zıpırlığı, hiç değilse ayık
dolaşamayacak kadar dürüstüm,

türkiye, tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bu-
nadı kurt. playboy’a annemin çıplak resimlerini
satarak beyaz saray’a sırnaşmayı düşlüyorum
spermi biraz fazla kaçırdığımda,

beş parasız paraladığım sokaklarında embesillerini
ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını
görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken
televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi aç-
mak ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutlu-
luk bana verdiğin,

otuz bir çekmediğim gecelerde düşler kuruyorum se-
nin hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar
yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun,

sosyal demokrat idiotlarını, orospu tavukların
uğrak yeri sanat galerilerini, festival sar-
kaçlarını, ölüsevici kültürünün uyanık tez-
gâhtarlarını ve tezgâhın altında neler dön-
düğünü farkedecek kadar sosyalistim,

hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu sa-
yılmam köle pazarı piyasanda, kıçına cop
girdiği için şair olanlardan da değilim; eli
kulağındadır tımarhanelerinden birinde tes-
cilli manyak olmamın ve koynuna girmediğim-
den dorukta sıçanların, o yüzden ibneliğim
de test edilip onaylanmadı,

uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip çaktır-
madan, sonnet’leriyle, balad’larıyla köçek-
leşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu
mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilir-
sin ki havlayan it ısırmaz türkiye, bak, biz-
bizeyiz, çekinme, şu azınlıkları ne zaman ke-
sip kızartacağız, çok acıktım türkiye,

nâzım’ını severim, buna kızabilirsin, ama bazı
-ne demekse- naif şairlerinin, devlet sanat-
çısı olmasına ve adının iktidar şakşakçısı
starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin
verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, inti-
harımı hızlandırıyorsun böylelikle, böylelik-
le artıyor kirim ve seninle kirimiz, ne gam?
iyi akşamlar. persil supra.

mustafa suphi, artık hamsi mi türkiye, dikkat et,
balıkları örgütlemesin,

allah’a inanmıyorum, osmanlı’yım velhasıl, akın
edip avrupa’ya, toplayıp getiremesem de cil-
lop gibi veletleri, n’apalım, buradaki lüm-
pen teen-ager’larla idare ediyorum,

türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllanacağız;
türkiye, kıbrıs’ın yakasını ne zaman bıraka-
cağız ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce
devrim şehidimize,

türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu ka-
dar; çük kadarken okudum sabahattin ali’yi,
kafka’yı, dostoyevski’yi, london’ı; kapital’e
başlayışım babamla aramızda çıkan küçük bir
harçlık sorununa dayanır,

iq’larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki
bir eşek şakası mı bu; köy enstitüleri,
halk eğitimler, halkevleri ne ayak; behice
boran, iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline
sağlık türkiye,

hasbelkader bir önerim var: cia, eurovision’u
kazanmamızı, aet’na girmemizi sağlayamaz
mı acaba, şüphesiz, eh benimki de salaklık,
haklısın türkiye,

bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağız-
larını burunlarını kırarak onlara medeniyet
öğretmek istiyorum türkiye,

ben, sex-shop’ların, komünist partinin, müslü-
man demokrat partinin, rock partinin,
çeşit çeşit gay barların açılmasını, askerliğin
kaldırılmasını istiyorum türkiye; bu top-
raklarda nobel, oscar, lsd, özgürlük ve sik
anıtları görmek istiyorum: kişi başına düşen
milli gelirden bana ait payı iade ediyorum
bütün bu harcalamalar adına sana; hapishane-
ler, hayvanat bahçeleri, kamplar, tımarhane-
ler boşaltılsın derhal; ben bütün kentlerin-
den barışla, erdemle, insanlık haklarımla ke-
yiften gebere gebere, ıslık çalarak dolaşan
bir seyyah olmak istiyorum; mandela kötü a-
dam, döv onu türkiye,

`uzak asya’dan gelip akdeniz’e bir kısrak ba-
şı gibi uzanan bu memleket... sizin! afiyet
olsun efendiler’ demekten bıktım, bıktık,
anlıyor musun, orada mısın türkiye,

ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve
kızıyorsan ve sinirleniyorsan, olsun, biz
yine geliriz; yine yazar, söyleriz; ölürüz;
biz yine gideriz; sen, rahatını bozma o za-
man, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya ya-
tağında, böyle masum böyle mazlum uyu tür-
kiye

küçük iskender
+bkz; a. ginsberg’in amerika şiiri.

amerika

stella
amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim
17 ocak 1956 ve iki dolar yirmi-yedi sent.
kendi kafam bile destek değil bana.
insanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz amerika?
al şu atom bombanı kıçına sok.
kafam bozuk, amerika, bir de sen üstüme varma,
kafam yerine gelene dek şiir miir de yazmayacağım.
söyle bana amerika ne zaman melekleşeceksin sen?
ne zaman anadan doğma olacaksın
ne zaman bakacaksın mezarlıktan amerika?
ne zaman milyonlarca troçkistine yakışır olacaksın?
amerika, kitaplıkların niçin gözyaşı ile dolu?
amerika, hindistan’a yumurtaları ne zaman yollayacaksın?
amerika bu senin kılı kırk yarmalarından bıktım artık.
ne zaman süpermarket’e gidip, şu güzel gözlerim için
gerekenleri alabileceğim?
amerika, her şeyin bir yana, eksiksiz olan bir sen varsın
bir de ben, öbür dünya değil.
şu makinalarına da dayanasım kalmadı amerika, bil.
bende bir ermiş olma isteği uyandırdın.
bu tartışmayı çözmek için bir başka yol olmalı.
burroughs şimdi tanca’da, sanmıyorum ki geri dönsün
korkunç bir şey olurdu bu.
sen de korkunç musun amerika yoksa bir oyun mu bu?
saplantımdan döneceğimi sanıyorsan aldanıyorsun.
öyle üstüme varma amerika, ne yaptığımı biliyorum ben.
amerika, erikler çiçek döküyor.
aylardır gazete okuduğum yok, her gün
cinayetten birisi kodesi boyluyor.
amerika, wobblie’lere tutkunum ben.
küçükken komünisttim amerika, özür mözür de dilemiyorum
şimdi her fırsatta esrar çekiyorum.
günlerce evde oturup iş olsun diye kilerdeki gülleri seyrediyorum.
chinatown’a gittiğimde kafayı çekiyorum ölesiye,
ama hiç kimselerle yatamıyorum.
bu işin içinde bir şamata olduğunu sanıyorum.
ah! sen beni marx okurken görmeliydin amerika.
ruh doktorum hiçbir şeyin yok diyor.
hiçbir şeyim yok gerçekten, tanrı’ ya yakarma dahil.
mistik görünümlerim ve kozmik titreşimlerim var yalnız.
amerika, daha sana max amcam rusya’dan döndükten sonra
ona yaptıklarından söz açmadım.
sana sesleniyorum amerika.
heyecanlarının daha time eliyle yönetilmesine göz yumacak mısın?
ben time’a tutkunum amerika
her hafta bir tane alıp okuyorum
köşebaşındaki şekercinin yanından geçerken kapağı beni gözlüyor
onu berkeley halk kitaplığı’nın bodrum katında okuyorum.
sana hep sorumluluktan söz ediyor. iş adamları ciddi.
film yapımcıları ciddi. herkes ciddi, ben hariç.
zaman zaman amerika ben değil miyim diye düşündüğüm oluyor.
yeniden kendi kendimle konuşmaya başladım işte.
asya bana karşı ayaklanıyor amerika.
bir metelik talihim yok.
en iyisi ulusal kaynakları inceleyip, onlara dönmek.
ulusal kaynaklarım, biliyorum, iki parça esrar,
binlerce cinsiyet organı, saatde 1400 mil hızla giden
bir özel basılmaz edebiyat ve yirmibeşbin tımarhane.
cezaevlerinden ve beşbin güneş ışığı altında saksılarda
yaşayan fakir fukaradan sözetmiyorum.
fransa’daki kerhaneleri kaldırdım, şimdi sıra tanca’da.
katolik olmasına katoliğim ama gene de başkan olmak istiyorum.
amerika senin bu alık ve çılgın havanda nasıl kutsal bir yakarma yazabilirim?
dörtlüklerime henry ford gibi devam edeceğim,
yazdıklarım onun çıkardığı otomobiller kadar
kişisel, üstelik her biri değişik cinsiyetten.
amerika dörtlüklerimi peşin para 2500 dolardan satarım sana,
eski dörtlüklerimi de 500 eksiğine alırım.
amerika tom mooney’i serbest bırak.
amerika ispanyol cumhuriyetçilerini kurtar.
america sacco ve vanzetti ölmemeli. amerika ben scottsboro çocuklarıyım.
amerika, yedi yaşımdayken anam hücre toplantılarında götürürdü beni,
orda bize leblebi satarlardı, bir karneye bir avuç leblebi
beş sent ve söylev beleşti
herkes bir melekti orda amerika ve işçiler karşı iyi
duygularla doluydu herkes içtendi amerika ve bilemezsin
parti 1833’de nasıl iyiydi ve scott nearing ne hoş
bir ihtiyardı bloor ana bir seferinde nasıl da ağlatmıştı
beni bir kez israel amter’i görmüştüm orda.
her biri birer casus olmalıydı onların.
amerika biliyorum gerçekten savaşmak istemiyorsun.
amerika onlar rus haydutları biliyorum.
ruslar onlar ruslar ve çinliler. ve ruslar. ve ruslar.
rusya bizi canlı canlı gövdeye indirmek istiyor.
lüpletmek istiyor. gücünde çılgına dönmüş moskof.
elimizden arabalarımızı ve garajlarımızı almak istiyor.
chicago’yu ele geçirmek istiyor. onun kızıl reader digest’a ihtiyacı var.
bizim otomobil fabrikalarımızı sibirya’ya taşımak istiyor.
benzin istasyonlarımızı o büyük iğrenç bürokrasi yönetsin istiyor.
iyi bir şey değil bu.
o kızılderililere okuma yazma öğretmek istiyor.
onun güçlü kuvvetli zencilere ihtiyacı var.
bizi günde on-altı saat çalıştırmak istiyor.
imdat.
amerika bu iş ciddi.
amerika ben bunları televizyona bakarak çıkarıyorum.
amerika doğru mu bunlar ?
hemen çalışmaya başlasam iyi olacak, öyle görülüyor.
ama orduya yazılmak istemiyorum, ne de fabrikalarda tasviye tekerleği çevirmek,
miyobun biriyim, üstelik kafadan çatlak.
amerika dönsün çark. nasılı masılı yok. şu oğlan omuzlarımızla dönsün.

allen ginsberg

notos öykü

stella
türkiye’deki büyük bir boşluğu dolduran, öykünün ölmekte olduğunu düşünen, daha doğrusu gören ve bunu engellemek için belirgin bir çaba gösteren bir insanın; semih gümüş’ün genel yayın yönetmenliğini yaptığı iki aylık edebiyat degisi. genç yazarların kendilerini göstermesi, gelişmesi için çalıştıkları da bir gerçektir. hatta büyük bir kolaylık sağlayarak, dergi adı altında bu yazar adaylarına kendi bloglarını yaratma fırsatı sunmaktalar. ilgilenenler için bkz;http://www.notoskitap.blogspot.com

renkli

stella
mücap ofluoğlu’nun insanın içine dokunan şiiri.
şiirin yalnızca bir kısmını biliyorum ;

gül gibi doğmalısın
rengin ne olursa olsun
siyah, beyaz, sarı...
bir kalbin olmalı
bir beynin
kalbin durmadan sevmeli
bıkmadan düşünmeli beynin
insan doğmuşsun, insan ölmelisin
rengin ne olursa olsun
siyah, beyaz, sarı...

orospu çocuğu

stella
ne boktan bir küfürdür bu. kullanmadım mı? kullandım. artık kullanmıyorum; neden mi? çünkü gerçek bir orospu çocuğu tanıdım. ilginçtir ki kızdı. "ben annem gibi olmayacağım." diyordu, bu yıl üniversiteye girdi, çok iyi bir bölüme olmasa da, dediğini yaptı. hayır tamam, biz gerçek anlamıyla kullanmıyoruz diyorsunuz fakat hangi sıfata sahip olan kişilere yöneltilen bir küfürdür bu? orospunun çocuğu olmak o kadar kötü bir şey de sanki, her "kötü" insana -hak etmediği halde- yakıştırılabilmekte ha?

anarsist terörizm

stella
anarşist kitlelerce bile onaylanmayan bir saçmalıktır. eylem yoluyla propagandanın verimli bir yol olmadığı, anarşistlerce işlenen cinayet ve yapılan bombalamaların sonucunda, anarşizmin yüzyılda çürümesi görülerek anlaşılmıştır. fakat yine entelektüel bir kesim art arda gelişen olaylara hayranlık duymuş, idam edilen anarşistleri ululaştırmışlardır.

mika brzezinski

stella
msnbc’nin "morning joe" programında, paris hilton’un hapisten çıkması hakkındaki haberi okumayı "gündemimizde daha önemli şeyler var" diyerek reddeden, hatta haber kağıdını yırtan, yeni kağıdı da kağıt imha makinesine atan spikerdir. iyi etmiştir. paris saçmalarından bunalan medya mensupları da varmış, öğrenmiş olduk.

kaydı izlemek için;http://www.youtube.com/watch?v=6vdncccwel0
20 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol