confessions

newsted35

- Yazar -

  1. toplam entry 899
  2. takipçi 1
  3. puan 22037

memleketimden insan manzaraları ndan

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
zayıf.
korkak.
burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
merdivenlerdeki adam
-galip usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"babamın bıçakçı dükkânından
akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"babam neden kapattı dükkânını?"
ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
ve zaman zaman işsiz kalarak
"işsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "ihtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
şimdi 52 yaşındadır.
işsizdir.
şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"kaç yaşında öleceğim?
ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
burnu sivri ve uzun.
yanaklarının üstü çopur.

denizde balık kokusuyla
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
haydarpaşa garında bahar
sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.

memleketimden insan manzaraları

newsted35
bir nazım hikmet eseridir


atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim,
atlantiğin dibinde
dirseğime dayanmış.
bakıyorum yukarıya:
bir denizaltı gemisi görüyorum,
yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde,
yüzüyor elli metre derinde,
balık gibi, efendim,
zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum.
orası camgöbeği aydınlık.
orda, efendim,
orda yeşil, yeşil,
orda ışıl ışıl,
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum.
orda, ey demir çarıklı ruhum,
orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum,
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti,
orda bir hamam tasının mahrem şehveti,
mahrem şehveti efendim,
gümüş kuşlu bir hamam tasının
ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları.
orda rengarenk otları, köksüz ağaçları
kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının,
orda hayat, tuz, iyot,
orda başlangıcımız, hacıbaba,
orda başlangıcımız
ve orda hain, çelik ve sinsi
bir denizaltı gemisi.
400 metroya kadar sızıyor ışık.
sonra alabildiğine derin
alabildiğine derin karanlık.
yanlız ara sıra
acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde
ışık saçarak.
sonra onlar da yok.
artık dibe kadar inen
kat kat kalın sular kati ve mutlak
ve en dipte ben.
ben, upuzun yatıyorum, hacıbaba,
upuzun yatıyorum dibinde atlantiğin
dirseğime dayanmış,
bakıyorum yukarlara.
avrupa amerika’ dan atlantiğin yüzünde ayrıdır
dibinde değil.
gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra.
omurgalarının altını görüyorum,
omurgalarının altını.
dönüyor keyifili keyifli pervaneleri.
dümenleri ne tuhaf suyun içinde
insanın tutup tutup kıvırası geliyor.
köpekbalıkları geçti gemilerin altından,
karınlarını gördüm
ağızları da orda.
gemiler şaşırdılar birdenbire,
herhalde köpekbalıklarından değil.
denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim
bir torpil.
gemilerin dümenlerine baktım:
telaşlı ve korkaktılar.
gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı,
gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini
karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.
denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz.
gazgemileri düşmana ateş açarak
insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak
batmaya başladılar.
mazot, gaz, benzin,
tutuştu yüzü denizin.
bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan,
yağlı ve yapışkan
bir alev deryası efendim.
kıpkızıl, gömgök, kapkara,
arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara.
ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak.
köpürüp, dağılıp parçalanmalar.
yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak.
gece uykuda gezenler gibi bir hali var:
lunatik.
geçti kargaşalığı,
girdi deniz dünyasının cennetine.
fakat durmadan iniyor.
kayboldu ıslak karanlıkta.
artık baskıya dayanamaz, parçalanır.
ve direği, efendim, bacası yahut
nerdeyse yanıma düşer.
yukarda insanla dolu denizin içi.
bir tortu gibi dibe çöküyorlar
tortu gibi çöküyorlar, hacıbaba.
baş aşağı, baş yukarı,
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları.
ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan
onlarda iniyorlar dibe doğru.
birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma.
parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası
ve münihli hans müller dışarı çıkıverdi.
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce
münihli hans müller
hitler hücum kıtası altıncı tabur
birinci bölük
dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi.
münihli hans müller
üç şey severdi:
1-altın köpüklü arpa suyu
2-şarki prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli anna.
3-kırmızı lahana.
münihli hans müller için
vazife üçtü:
1-çakan bir şimşek
gibi mafevke selam vermek.
2-yemin etmek tabancanın üzerine.
3-günde asgari üç çıfıt çevirip
sövmek silsilelerine.
münihli hans müller’in
kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı:
1-der führer.
2-der führer.
3.der führer.
münihli hans müller
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla
39 ilkbaharına kadar
bahtiyar
yaşıyordu.
ve vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli
şarki prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli
anna’nın
tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine
şaşıyordu.
diyordu ki ona:
-bir düşün anna,
yepyeni bir manevra kayışı takacağım,
pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben.
sen beyaz ve uzun entari giyeceksin,
balmumundan çiçekler takacaksın başına.
tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz.
ve mutlak
hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak.
bir düşün anna,
tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye
top, tüfek yapmazsak eğer
yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?
münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler
çünkü doğamadılar,
çünkü henüz, efendim, anna’yla zifaf vaki olmadan önce
bizzat harbe girdi hans müller.
ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında
dibinde atlantiğin
benim karşımda durmaktadır.
seyrek sarı saçları ıslak,
kırmızı sivri burnunda esef,
ve ince dudaklarının kıyılarında keder.
yanı başımda durduğu halde
yüzüme çok uzaklardan bakıyor,
insanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler.
ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek anna’yı,
ve artık bir daha arpa suyu içip
yiyemeyecek kırmızı lahanayı.
ben bütün bunları biliyorum, efendim,
ama o bütün bunları bilmiyor.
gözü bir parça yaşlı,
silmiyor.
cebinde parası var,
çoğalıp eksilmiyor.
ve işin tuhafı
artık ne kimseyi öldürebilir
ne de kendisi ölebilir bir daha.
şimdi şişecek birazdan,
yükselecek yukarıya,
sular sallayacak onu
ve balıklar yiyecek sivri burnunu.
ben
hans müller’e bakıp, hacıbaba, bunları düşünürken
yanımızda peyda oluverdi
liverpul limanından harri tomson.
gazgemilerinden birinde serdümendi.
kaşları ve kirpikleri yanmıştı.
gözleri sımsıkı kapalıydı.
şişman ve matruştu.
bir karısı vardı tomson’un:
tavan süpürgesi gibi bir kadın,
tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz
ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz.
bir oğlu vardı tomson’un:
altı yaşında bir oğlan, hacıbaba,
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa.
tuttum tomson’un elinden.
açmadı gözlerini.
"-vefat ettiniz" dedim.
"-evet " dedi, "ingiliz imparatorluğu ve hürriyeti için:
canım isterse, harp içinde bile çörçil’e sövmek hürriyeti
ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna.
fakat değişecek hürriyette bu son bahis,
harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz.
planı hazırlıyor lordlarımızdan biri.
adalet: ihtilalsiz.
ben ingiliz imparatorluğu’nu dağıtmaya gelmedim, dedi çörçil.
ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim:
buna kenterburi başpiskoposu
bizim tredünyonun reisi
ve karım razı değil.
ay bek yur pardın.
işte bu kadar,
nokta, son."
sustu tomson.
ve ağzını açmadı bir daha.
ingilizler fazla konuşmayı sevmezler,
hele hümoru seven ölü ingilizler.
tomson’ la müller’i yanyana yatırdım.
şiştiler yan yana,
yan yana yükseldiler yukarı doğru.
balıklar tomson’u afiyetle yediler,
fakat dokunmadılar ötekisine,
hans’ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan.
hayvan deyip geçme, hacıbaba,
sen de hayvansın ama
akıllı bir hayvan...

nazım hikmet (1902 - 1963)

lodos

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


başlangıç

kim bilir kaç milyon ton ağırlığında
ummanda çalkalanmakta su.
en yalnız dalganın üzerinde
boş bir konserve kutusu...


+ 1

bir aydır ki hapisane geceleri böyledir :
kızgın dişi kediler
— apışları ıslak
tüyleri diken diken
enselerinde diş yerleri —
bazan kuş
bazan insan sesi çıkarıp
dolaşıyorlar
gebe kalana kadar.

mevsim bahara yakın.
hava lodos.
nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

biz altı yüz adet
kadınsız erkeğiz.
alınmış elimizden
doğurtmak imkânımız.
en müthiş kudretim yasak bana :
yeni bir hayat aşılamak,
bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
yaratmak seninle beraber :
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin...

mevsim bahara yakın.
fırtına.
lodos.
nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

bir yerlerde bir cam kırıldı yine
— bu gece bu üçüncüsü —.
hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış,
küüüt, küt,
nasıl çarpıyor...


+ 2

tepedelen cephesinde bir ceset,
örtülüyor altında karların,
ve başından uçan miğferi
yuvarlanıyor önünde rüzgârın...


+ 3

fabrikanın avlusunda
elektrik ışığı,
ucunda ince bir telin
sallanıyor iki yana.
bir kadın.
boynu çıplak,
uzun saçlarıyla etekleri uçarak
atölyenin kapısında...

rüzgâr vurdu putrellere.
atölyenin saçağından
büyük bir buz parçası düştü yere...


+ 4

ovaya dörtnala yaylılar iniyor :
çıngıraklar hamutlarında beygirlerin.
ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla
koşuyorlar gece yarısı denize doğru...


+ 5

ince uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları
aydınlıktılar
mehtâbolmadığı halde.
ve kalın
ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor
— iki yana sallanıyor değil
ağır ağır yer değiştiriyorlar âdeta —
gidiyordu göz alabildiğine
yıldızların ışığında
yapraksız ahşap kalabalığı...
buna rağmen bu lodos,
bu uğultu.
buna rağmen havada
dişi bir ten kokusu
ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı...
dağlarda kar çözülüyor.
yürüyor usareler
yapraksız dalların ucuna doğru.
gebe.
gebelik.
mevsim bahara yakın
ve doğumun
— korkunç
güzel
ve sıcaktır —
günü doldu dolacak...

kuvayi milliye

newsted35
bir nazım hikmet eseridir










onlar



onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

en bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
asırda onlar yendi, onlar yenildi.
çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.




birinci bap


yil 1918-1919
ve
karayilan hikâyesi



ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
istanbul 918 teşrinlerinde,
izmir 919 mayısında
ve manisa, menemen, aydın, akhisar :
mayıs ortalarından
haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar...
adana,
antep,
urfa,
maraş :
düşmüş
dövüşüyordu...

ateşi ve ihaneti gördük.
ve kanlı bankerler pazarında
memleketi alaman’a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.

ateşi ve ihaneti gördük.
murat nehri, canik dağları ve fırat,
yeşilırmak, kızılırmak,
gültepe, tilbeşar ovası,
gördü uzun dişli ingiliz’i.
ve aksu’yla köpsu,
karagöl’le söğüt gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü italyan’ı gördü.
ve çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve seyhan ve ceyhan
ve kara gözlü yürük kızı,
gördü mavi üniformalı fransız’ı.
ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
bağdasar ağa’dan
kellesi büyük mehmet ağa’ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
ve bizim tarafa geçenler oldu
tunuslu ve hindli kölelerden.
ve türkistanlı hacı ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.

ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık izmir’de, aydın’da,
adana’da dayandık,
dayandık, urfa’da, maraş’ta, antep’te.

antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.

karayılan
karayılan olmazdan önce
antep köylüklerinde ırgattı.
belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
karayılan
karayılan olmazdan önce.

düşman antep’e girince
antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.

altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.

antep çetin yerdir.
kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri...

düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
düşman tutmuştu tepeleri.
akan : antep’in kanıydı.

düz ovada bir gül fidanıydı
karayılan’ın
karayılan olmazdan önceki siperi.
bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.

antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.
fakat düşmanın topu vardı.
ve ne çare, kader,
düz ovayı antepliler
düşmana bırakacaklardı.

«karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler antep’i.
çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
hayvan devrildi kaldı.

karayılan
karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini .
«ibret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı anteplileri,
seğirttiler peşince.
düşmanı tepelerde yediler.
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
karayilan dediler.

«karayılan der ki : harbe oturak,
kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...»

ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
karayılan’ı
ve anteplileri
ve antep’i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk.





ikinci bap


yil yine 1919
ve
istanbul’un hâli
ve
erzurum ve sivas kongreleri
ve
kambur kerim’in hikâyesi



biz ki istanbul şehriyiz,
seferberliği görmüşüz :
kafkas, galiçya, çanakkale, filistin,
vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi
bir de ittihatçılar,
bir de uzun konçlu alman çizmesi
914’ten 18’e kadar
yedi bitirdi bizi.
mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
ve lâkin tarabya’da, pötişan’da ve ada’da kulüp’te
aktı ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı miloviç’in yorganına 1000 liralıkları.
miloviç de beyaz at gibi bir karı.
bir de sakalı halife’nin,
bir de vilhelm’in bıyıkları.

biz ki istanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
öfkeli, büyük bir şair :
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

biz ki istanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
türk halkının yüce katına.
mevsim yazdır,
919’dur.
ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.

biz ki istanbul şehriyiz,
fransız, ingiliz, italyan, amerikan
bir de yunan,
bir de zavallı afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
vahdettin sultan,
ve damadı ferit
ve ingiliz muhipleri
ve mandacılar.

biz ki istanbul şehriyiz,
yüce türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 temmuzunun 23’üncü günü
pek mütevazı bir mektep salonunda
in’ikad etti erzurum kongresi.

erzurum’un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

erzurum’da kavaklar, balam,
erzurum’da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
erzurum’da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

erzurum’un düzdür, topraktır damı.
erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehramı.
yürek boynun büker, balam,
erzurumlu türkülere.
halim selimdir erzurum’un adamı
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

erzurum’da on dört gün sürdü kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

orda, bir şûrayı millî’den bahsedildi,
iradei milliyeye müstenit bir şûrayı millî’den.
buna rağmen,
«âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve saltanata.»
hattâ casuslar vardı içerde.

buna rağmen,
«bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«kabul olunmaz,» denildi,
«manda ve himaye...»

buna rağmen,
istanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
türk halkından kesmişlerdi umudu.
yağdırıldı telgraflar erzurum’a :
«amerikan mandası altına girelim,» diye.
«istiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
memâliki osmaniye’nin cümlesine şâmil
amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»

fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu.
erzurum’un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
erzurum’da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı...

istanbul’da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için amerika’ya anadolu’yu
şöyle diyorlardı erzurum’dakilere :
«bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor.
filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika.
ne olacak,
biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra yeni dünya’nın sayesinde
istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir türkiye vücuda geliverir.
amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
avrupa’ya göstermek ister.
hem artık işi uzatmağa gelmez.
çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
türkiye’yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

4 eylül 919’da toplandı sıvas kongresi,
ve 8 eylülde
kongrede bu sefer
yine ortaya çıktı amerikan mandası.
ak koyunla kara koyunun
geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
ve istanbul’dan gelen bazı zevat,
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de amerikan gazeteci getirmiştiler.
ve erzurumlulardan ve sıvaslılardan ve türk milletinden çok
işbu mister bravn’a güveniyorlardı.
bu zevata :
«istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
denildi.
fakat ayak diredi efendiler :
«mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
dediler,
«herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
dediler,
«hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani şeyler değildir
istiklâl ile manda.
ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
ve allah muhafaza buyursun
izmir kalsa yunanistan’da
ve harbetsek,
düşmanımız vapurla asker getirir.
biz erzurum’dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«onlar dretnot yapıyor,
biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
hem, istanbul’daki amerikan dostlarımız :
mandamız korkunç değildir,
diyorlar,
cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»

ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul’dan gelen zevat.
sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
«hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya istiklal, ya ölüm!»
dedi.

kambur kerim de böyle dedi aynen.
adapazarlıydı kambur kerim.
seferberlikte ölen babası marangozdu.
seferberlik denince aklına kerim’in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
fahri bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek,
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335’te kerim eskişehir’e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayısına.
dayısı şimendiferde makinistti.
düşman elindeydi eskişehir.
kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
kerim’e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
hintli askerlerle dost oldu kerim.
bunlar
(şaşılacak şey)
türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
kerim’e bisküviti kutularla atan amcalardı.
kocaman bir ambarları vardı,
kerim içinde oynardı.
ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
(şaşılacak şey,
katırların yemesi için)
ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
bir gün dedi ki makinist dayısı kerim’e :
«ambardan silâh çalıp bana getir,
gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
ve ambardan silâh çaldı kerim :
bir
bir tane daha
beş
on.
aldattı hindistanlı dostlarını
zeybekleri daha çok sevdiğinden.
zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
kerim geçirdi onları istasyona kadar.
ertesi gün lefke köprüsünü atıp
zeybekler gelince eskişehir’e
dayısı kerim’i elinden tutup
verdi onlara.
ve işte o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü kerim’in.
eskişehir’den alıp onu
«kocaeli grubu» paşasına götürdüler.
çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

çabucak öğrendi kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
-zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
ve bütün bu marifetleriyle kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
sürdü 1337’ye kadar...

kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
kalın.
gökyüzü gözükmez.
durgun bir geceydi.
hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim’in.
solda
ilerde
tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«tekneciler» diye anılan
gâvur çetelerinin olmalı.
dallardan damlalar düşüyordu kerim’in yüzüne.
beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
ipsiz recep’in yanından dönüyordu kerim.
kâatlar götürmüş
kâatlar getiriyor.
birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-tekneciler’in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
şaşırdı kerim.
dizginleri bıraktı.
sarıldı beygirin boynuna.
deli gibi gidiyordu hayvan.
çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
kim bilir kaç saat böyle gidildi.
orman bitti birdenbire.
-ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
ve kerim aynı hızla geldiği zaman
armaşa’nın altında başdeğirmenler’e
beygir ansızın kapaklandı yere,
tekerlendi kerim.
doğruldu.
ve aklına ilk gelen şey
saatına bakmak oldu.
kırılmıştı camı.
bindi beygire tekrar.
hayvan topallıyordu biraz.
uslu uslu yola koyuldular.
sol kulağı kanıyordu kerim’in,
kirezce’ye geldiler
(sapanca’yla arifiye arası),
kerim durdu,
biraz zor nefes alıyordu.
geyve’ye girdi ertesi akşam.
beli o kadar ağrıyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
kerim’i bir yaylıya bindirdiler.
adapazarı.
sonra belki on gün, belki on beş,
kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
yahşıhan,
konya,
sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta.
hâlâ rüyalarında görür kerim
incecik bir yoldan eşekle gelip
üzerine doğru eğilen
bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
usta, ovdu kerim’i bayıltıncaya kadar.
sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
yirmi gün geçti aradan.
ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
kerim’i kambur çıkardılar.




üçüncü bap


yil 1920
ve
arhaveli ismail’in hikâyesi



ateşi ve ihaneti gördük.

düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
akhisar, karacabey,
bursa ve bursa’nın doğusunda aksu,
çarpışarak çekildik...
920’nin
29 ağustos’u :
uşak düştü.
yaralı
ve dehşetli kızgın
fakat toprağımızdan emin,
dumlupınar sırtlarındayız.
nazilli düştü.

ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık
dayanmaktayız.

1920 şubat, nisan, mayıs,
bolu, düzce, geyve, adapazarı :
içimizde hilâfet ordusu,
anzavur isyanları.
ve aynı sıradan,
3 ekim konya.
sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş
girdi şehre.
alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
ve manavgat istikametlerinde kaçıp
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

ve 29 aralık kütahya :
4 top
ve 1800 atlı bir ihanet
yani çerkez ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti.
yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...

ateşi ve ihaneti gördük.
ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
beygirler çirkindiler,
bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
insanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayaktı insanlar.
insanların başında kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için
deviriyorlardı uçurumlara :
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

ve çok uzak,
çok uzaklardaki istanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı karadeniz’e.
dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
ingiliz torpitosudur.
ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan :
şaban reisin beş tonluk takası.

kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
rüzgar :
yıldız - poyraz.
esirlerini bordasına alıp
kayboldu ingiliz torpitosu.
şaban reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.

arheveli ismail
bu ölen teknedendi.
ve şimdi
kerempe fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil :
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
ismail’in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

arheveli ismail
kendi kendine sordu :
«emanetimizle varabilecek miyiz?»
kendine cevap verdi :
«varmamış olmaz.»

gece, tophane rıhtımında
kamacı ustası bekir usta ona :
«evlâdım ismail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve kerempe fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
ismail, reisinden izin isteyip,
«şaban reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
sıvastopol’a giden bir geminin
sancak feneri.

elleri kanayarak
çekiyor ismail kürekleri.
ismail rahattır.
kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
ismail unsurunun içinde.
emanet :
bir ağır makinalı tüfektir.
ve ismail’in gözü tutmazsa liman reislerini
ta ankara’ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

rüzgâr bocalıyor.
belki karayel gösterecek.
en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
fakat ismail
ellerine güvenir.
o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve kemeraltı’nda fotika’nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

rüzgâr karayel göstermedi.
yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

ismail beklemiyordu bunu.
dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
bir ürperme geldi ismail’in içine.
ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

sular tekneyi açığa sürüklüyor.
artık hiçbir şey mümkün değil.
kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
ilkönce küfretti.
sonra, «elham» okumak geldi içinden.
sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
sonra...
sonra, malûm olmadı insanlara
arhaveli ismail’in âkıbeti...





dördüncü bap


nurettin eşfak’in bir mektubu
ve
bir şiiri



kardeşim,
sana bu mektubu ankara’da kuyulu kahvede yazıyorum.
hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon
kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
dışarda yağmur...
mektepten istifa ettim.
cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
çocuklarımıza türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel şey,
büyük şey.
fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
daha büyük
daha güzel.

biliyorum :
iş bölümünden bahsedeceksin.
fakat, ankara’da çocuklara ders vermek,
bozkırda ateş hattına girmek
haksız ve hazin
bir iş bölümü.
öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

bak, tam sana bunları yazarken
asker geçiyor sokaktan ;
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
meclis’in önüne doğru iniyorlar,
istasyona gidecekler.
ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü :
«ankara’nın taşına bak,
gözlerimin yaşına bak...»

yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
tıraşları uzamış biraz.
elleri büyük ve esmer.
elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

yine birdenbire yunus emre geldi aklıma.
başka türlü anlıyorum ben yunus’u :
bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü :
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla...

bir şiir yazdım,
garip bir şiir,
«türk köylüsü» diye.
bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


kardeşin
nurettin eşfak






türk köylüsü

topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
hoca nasreddin gibi ağlayan
bayburtlu zihni gibi gülendir.
ferhad’dır
kerem’dir
ve keloğlan’dır.
yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
o, «yûnusû biçâredir
baştan ayağa yâredir»,
ağu içer su yerine.
fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip
«-gayrık yeter!...»
demesinler.
bunu bir dediler mi,
«isrâfil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
«dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»





beşinci bap


920’nin 16 marti
ve
manastirli hamdi efendi
ve
reşadiyeli veli oğlu memet’in hikâyesi




«bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul’da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara’da bulunan telin istanbul’da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(nutuk, s. 295, devlet basımevi, istanbul 1938)




920’nin 16 martı.
öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara’daki :

«der-aliye 16/3/1920.
ingilizler bastı bu sabah
şehzadebaşı’ndaki muzika karakolunu.
müsademe edildi.
işgal altına alıyorlar istanbul’u şimdi.
berâyi malûmat arzolunur.
manastırlı hamdi.»

920’nin 16 martı.
harbiye nezareti telgrafhanesi buldu ankara’yı :
«etrafta dolaşıyor ingiliz askerleri.
şimdi işte
ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
işte giriyorlar içeri.
nizamiye kapısına.
teli kes.
ingilizler burdadır.»

920’nin 16 martı.
manastırlı hamdi efendi
buldu ankara’dakini tekrar :

«paşa hazretleri,
harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri
tophane’yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
paşa hazretleri,
emri devletlerine muntazırım.

16 mart 1920
hamdi»


920’nin 16 martı.
durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi :

«sabah bizim asker uykuda iken
ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
beyoğlu ve tophane’yi işgal edip.
işte beyoğlu telgrafhanesi de yok.
işte beyoğlu telgraf memurları geldiler.
kovmuşlar.
burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
şimdi haber aldım efendim.»

920’nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ingiliz’in hepsi değil domuzu
sabaha karşı aldı canımızı.

920’nin 16 martı
basıldı vezneciler’de karargâh.
uyan be tosunum uyan.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz : abdullah çavuş, şarkışla’dan osman,
bir de zileli abdülkadir.

920’nin 16 martı
bozdoğan kemeri’nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.

920’nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
soktu osman’ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
dört çocuk babasıydı abdullah çavuş.
doymadı dünyasına abdülkadir.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.

920’nin 16 mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki ingiliz’i.
senin ırzını kurtardım istanbul’um,
sana can feda çakır gözlü gülüm.

üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
şimdi üçümüz :
abdullah ve osman ve abdülkadir,
taşları yan yana yatar eyüp’te.
arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.


uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok...






altinci bap


muharebeler
ve
düşman elinde kalanlar
ve
kartalli kâzim’in hikâyesi



inönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
zemheriler bitti diyelim,
hamsin ya başladı, ya başlıyor.
muharebe beş gün beş gece sürdü.
kan gövdeyi götürdü.
ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
altı kamyon bıraktılar.
sonra, kaçarlarken, yavrum,
köyleri, köprüleri yaktılar...

bu, birinci inönü,
sonra ikincisi :
23 mart 1921 günü
düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
onlarda, topçu ve piyade
bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
atların makanizması,
hartucu,
namlusu yoktur
ve kılıç
çıplak, ucuz bir demirdir.
26 mart :
akşam.
sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 mart :
bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
kavgaya devam.
ve martın 31’inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
ve ertesi gün
1 nisan :
metristepe aydınlanıyor.
saat altı otuz.
bozöyük yanıyor.
düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar :
dumlupınar.

sonra, haziran.
bir yaz gecesi.
dünyada yalnız pırıltılar
ve böceklerin sesi.
sakarya’yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
basarak aldık
adapazarı’nı.
ve dolaşıp sapanca gölü’nün sazlıklarını
yanaştık izmit’in doğusunda çuha fabrikasına.
düşman,
kısmen gemilere binerek
denizden
ve kısmen
karamürsel üzerinden
bursa’ya çekilip
boşalttı izmit şehrini gece yarısı.

sonra 23 ağustos :
sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 eylül gününe kadardır.
bizim kırk bin piyademiz,
dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
üç yüz topu vardır.
harp meydanının kuzey yanı
sakarya
ve dağlardır :
keskin
ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
ve münzevi çam ağaçlarıyla
abdülselâm-dağı,
gökler-dağı,
dağlar.

ve sakarya’dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
ankara suyunun döküldüğü yerden
eskişehir kuzeybatısına kadar
sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
cihanbeyli ovası :
çöl...
bu çölün,
bu dağların,
bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric’ata mecbur kaldı.

buna rağmen :
sene 1922
ve 15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
inanılmaz şeyler düşmandadır ki
bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
ve yangınlarıyla bizim olan
yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
belki birçoğunun
rıhtımı,
mendireği,
kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
sonra, 3 deniz,
6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol :
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
ve niçin olduğunu sormadan
çöle, çanakkale’ye,
ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları :
uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
manisa’lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
ve cesur
ve ağırbaşlı ve çapkın
ve kütleleriyle delikanlı
istanbul ve izmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri aydın’ın,
ve sonra, ırgat,
ortakçı,
maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.

mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin :
ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
ya çok seslidir
ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım.
kız gibi osmanlı filintası.
parlıyor arpacık
namlının ucunda :
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
ve bir damlacık.

kâzım emir aldı merkezden :
gebze’deki ingiliz’in tercümanı vurulacak.
köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur :
satıyor bizimkileri.

kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
işte sökün etti mansur karşıdan :
beygirin üzerinde.
beygir yüksek,
ingiliz kadanası.
kendi halinde yürüyor hayvan
ortasında demiryolunun
sallana sallana,
ağır ağır.
tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
başı sallanıyor,
belki de uyuyor üzerinde beygirin.

yaklaştıkça büyüyor herif.
zaten mehtapta heybetli görünür insan.

arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
namlıyı kaldırdı birazcık kâzım,
nişan aldı sallanan başına mansur’un.
soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
-ağaç çınar-.
kuş ürkmüş olacak.
çevrildi kâzım’ın başı kuşun uçtuğu yana,
mehtapla yüz yüze geldiler.
mehtap koskocaman,
desdeğirmi,
bembeyaz.
ve kâzım’ın gözünü aldı âdeta.
zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacık
ve filintayı ateşlediği zaman
ilk kurşun mansur’un başını delecek yerde
galiba omuzuna girdi.
herif «hınk» dedi bir,
beygirin başını çevirdi
dörtnal kaçıyor.
yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım.
beygirin üstünde sola yıkıldı mansur.
üçüncü kurşun.
tercüman düştü beygirden.
fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayağı
yıkılıp kaldı olduğu yerde.
yamaca sardı beygir.
kalktı kâzım,
yürüdü mansur’a doğru,
üzerinden kâatları alacak.
arada dört telgraf direği yalnız,
ellişerden iki yüz metre eder.
mansur doğruldu ansızın,
kaçıyor bayır aşağı.
filintayı omuzladı kâzım.
dördüncü kurşun.
yıkıldı herif.
koştu kâzım.
doğruldu yine mansur.
yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
kaçmıyor artık,
yürüyor.
kâzım da bıraktı koşmayı.
deniz kıyısına indiler.
orda boş bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
mansur suya giriyor,
kâatlar ıslanacak.
beşinci kurşunu yaktı kâzım.
suya düşüp kaldı önde giden
ve kâzım tazelerken şarjörü
bir ışık yandı beyaz evde,
bir pencere açıldı.
galiba bir kadın baktı dışarıya..
boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur.
pencere kapandı,
ışık söndü.
tercüman attı kendini tahta iskeleye.
art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
hay anasını,
ay da denize düşmüş
toplanıp dağılıyor,
dağılıp toplanıyor.
velhasıl,
lâfı uzatmıyalım,
mansur’un işini bıçakla bitirdi kâzım.
kâatlar kan içindeydi.
fakat kan kapatmıyor yazıyı...

namussuzun biriydi mansur,
muhakkak.
düşmana satılmıştı,
orası öyle.
kaç kişinin başını yedi,
malûm.
ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
kâzım’ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
ne malûm? dersen :
dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
kavgadan önce kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra kartal’da bahçıvan...





yedinci bap


922 ağustos ayi
ve
kadinlarimiz
ve
6 ağustos emri
ve
bir âletle bir insanin hikâyesi



ayın altında kağnılar gidiyordu.
kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon’a doğru.
toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
ve ayın altında kağnılar
yürüyordu akşehir üstünden afyon’a doğru.

«6 ağustos emri» verilmiştir.
birinci ve ikinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
gecenin içinde toprak.
gecenin içinde rüzgâr.
hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
ve onların arasında
birinci ordu ikinci nakliye taburu’ndan
istanbullu şoför ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
ihtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
ihzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda ahmet’in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
afyon - ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

ahmet’in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.

vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
arkadaşlar ileri geçtiler.
ay battı.
manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür’ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, harbiye nezareti’nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.

motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.

ne diyorduk oğlum ahmet?
dökmeciler sağda kalır,
derken, uzunçarşı’ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«hikâyei billûr köşk»,
altı cilt «tarihi cevdet»
ve «fenni tabâhat».
tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.

ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.

uzunçarşı’yı dikine inersin.
sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
ve sen istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın istanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
rüstem paşa camii.
urgancılar.
urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
zindankapı, babacafer.
uzakta balıkpazarı.
kuruyemişçiler.
yemiş iskelesindeyiz :
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.

sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
inip
baksam...

yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
eyüp’te niyet kuyusu’na gittikti.
elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
kaşları da hilâl gibi çekikti.
tam kasımpaşa’ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer...
dur bakalım babacafer...

üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız...

iç lastik boydan boya patladı.
yedek?
yok.
dağlarda avaz avaz
imdat istemek?

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun...

soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.

bu şarkı nihaventtir.
deniz kıyısında bir şehir...
beyaz başörtüsü...

saatta elli yapıyoruz...
dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet’i,
dayan arslan...

hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti...




sekizinci bap


26 ağustos gecesinde saatlar
iki otuzdan beş otuza kadar
ve
izmir rihtimindan akdeniz’e
bakan nefer



saat 2.30.

kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
düşman üç saatlik yerdedir
ve hıdırlık-tepesi olmasa
afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
küzeydoğuda güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
ovada akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
akarçay dereboğazı’nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
ve afyon önünde
altıgözler köprüsü’nün altından
gündoğuya dönerek
ve konya tren hattına rastlayıp yolda
büyükçobanlar köyü’nü solda
ve kızılkilise’yi sağda bırakıp
gider.

düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, yunan’dan önce ve seferberlik’ten evvel
selimşahlar çiftliği’nde ırgatlık ederken manisa’da
geçerdi gediz’in sularını başı dönerek.

dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
o, saatı sordu.
paşalar : «üç,» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe’den afyon ovası’na atlıyacaktı.

saat 3.30.

halimur - ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.

izmirli ali onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp urfa’ya girdiği akşam.
altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman’dı.
çanakkale’de, inönü’nde, sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
sekizinci,
ibrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.

saat 4.

ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası.
on ikinci piyade fırkası.
gözler karanlıkta, uzakta.
eller yakında, makanizmalar üzerinde.
herkes yerli yerinde.
tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
içi rahattır.
cennet, ebedî bir istirahattır.
ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

saat 4.45.

sandıklı civarı.
köyler.
sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
ikinci süvari fırkası’ndan dördüncü bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
geride, köylerde bir horoz öttü.
ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu.
düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...

saat beşe on var.

kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
tınaztepe’ye karşı kömürtepe güneyinde,
on beşinci piyade fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
darülmuallimin mezunu
nurettin eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-bizim istiklâl marşı’nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
meselâ, bakın :
«gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.»
hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«kim bilir belki yarın...»

saat beşe beş var.

dağlar aydınlanıyor.
bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
gün ağardı ağaracak.
kokusu tütmeğe başladı :
anadolu toprağı uyanıyor.
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

topçu evvel mülâzımı hasan’ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

yüzbaşı sordu :
- saat kaç?
- beş.
- yarım saat sonra demek...

98956 tüfek
ve şoför ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.

alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
nurettin eşfak
baktı saatına :
- beş otuz...
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...

sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
bunlar :
karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

sonra.
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
aslıhanlar civarında
30 ağustosa kadar.

sonra.
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
esirler arasında general trikopis :
alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak’ın ayağı.
nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,»
nurettin dedi ki : «seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»

sonra.
sonra, 31 ağustos günü
ordularımız izmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
deli erzurumluydu.
devrildi.
kürek kemikleri altında toprağı duydu.
baktı yukarı,
baktı karşıya.
gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
sonra...
sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve deli erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...

solda, ilerdeydi ali onbaşı.
kan içindeydi yüzü gözü.
bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«dörtnala gelip uzak asya’dan
akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...

yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir’e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya,
türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz’i.

ve biz de burda bitirdik destanımızı.
biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...











kışlık saray

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


kışlık saray’da kerenski.
smolni’de sovyetler ve lenin,
sokakta o n l a r .
o n l a r biliyorlar ki, o :
"- dün erkendi, yarın geç.
vakit tamam bugün," dedi.
o n l a r : "- anladık, bildik," - dediler.
ve hiçbir zaman
bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler...
işte : cepheden dönen süngüleri,
kamyonları, mitralyözleriyle,
hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları,
rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle
o n l a r yürüyorlar kışlık saraya...

putilovski zavot’tan bolşevik kitof :
"- bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, - diyor, - büyük bir gündür.
ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere
artık kışlık saray ve bütün rusya işçinin ve köylünündür."
tesviyeci topal sergey :
"- hey gidi dünya, - diyor, - hey,
ben 905’te on yaşımda geçtim bu yoldan :
en önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri,
yalnayak çocuklar, kocakarılar
ve uzun saçlı papaz gapon...
karşıda, kırmızı pencerede, bütün rusların çarı
sapsarı bakıyordu bize.
kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler.
ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için
birdenbire dörtnala kazaklar geldi karşımıza.
kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar.
biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük.
bir at nalı ezdi benim dizkapağımı..."
ve topal sergey bacağını sürüyerek
yürüyor o n l a r l a kışlık saray’a...
rüzgârdır
kardır
ve insanlardır hâkim olan manzaraya.

lehistan cephesinden gelen köylü ivan petroviç’in gözleri
karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor :
"- ehhh, matuşka, - diyor, -
yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya..."

sütunların arkasından ateş açtı kışlık saray,
ateş açtı yüzü güzel yunkersler
ve şişman orospular.
tesviyeci topal sergey :
"- hey gidi dünya, - dedi, - hey,
kerenski kalmış kimlere..."
ve topal bacağının üstünden
düştü yere...
köylü ivan petroviç,
yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp
ve kırmızı sakalına tükürüp
bir ukrayna şarkısı gibi işletiyor mitralyözü...

gecenin ortasında kırmızı tuğladan kışlık saray
ve limanda üç bacalı avrora...

bolşevik kitof haykırdı yoldaşlara :
"- yoldaşlar, - dedi, -
tarih
yani işçi ve köylü sınıfları,
yani kızıl asker,
yani, bir meşale yakıyoruz, - dedi, -
hücuma kalkıyoruz, - dedi...

ve neva nehrinde buzlar kızarırken
o n l a r bir çocuk gibi iştihalı
ve rüzgâr gibi cesur,
kışlık saray’a girdiler.

demir, kömür ve şeker,
ve kırmızı bakır,
ve mensucat,
ve sevda ve zülum ve hayat,
ve bilcümle sanayi kollarının,
ve küçük ve büyük ve beyaz rusya ve kafkasya, sibirya ve türkistan,
ve kederli volga yollarının
ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş oldu.

bir şafak vakti karanlığın kenarından
karlı çizmelerini o n l a r
mermer merdivenlere bastıkları zaman...

kırkinci yilimiz

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


hepimiz kırk yıl önce doğduk,
kırk yıl önce sabahleyin
kırk yıl önce gün ışırken bedreddin’in iznik gölü’nde
çamlı bellerinden birinde köroğlu’nun
ve sibirya’dan, esirlikten dönen bolşevik osman
pusuya düşürürken urfa yolunda seher vakti fıransızı.

hepimiz kırk yaşındayız
yirmisine basanımız da
altmışını geçenimiz de
atılıp ölenimiz de istanbul’da müdüriyet penceresinden.

bu kırkıncı yılımızda
ne bir ormanız
ne şose boyunda tek tük kavak ağacı
bir tarlayız tohumu saçılmış.

hepimiz kırkına bastık bu sabah
hapiste yatanımız,
işyerindekilerimiz, muhacirimiz.
hepimiz kırkına bastık bu sabah.
yoldaşlar yeni yeni yıllara!

kemal tahir e mektup

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


«malatya» diyorum,
senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
bursa’da kaplıcalar
amasya’da elma
diyarbakır’da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
malatya’nın
nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
suyu mu, havası mı?
düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var :
çok yüksek olan tavana yakın.
sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
küçük bir balık gibi...
teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
hele bu günlerde
kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
haklısın kemal tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
hattâ daha dehşetli bir şey :
insanız...
hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
malum...
lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
ikisi de bir,
hele bu günlerde...
— bunu içerde rahat ve masun
yatan bilir — ...

hele bu günlerde,
sarıyerli emin beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
— günde üç tatlı kaşığı adonille de olsa —
ve tahir’in oğlu kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
nefsimin herhangi bir rahatlığını
affedemiyorum...

fartı-hassasiyet?
değil.
döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
bilfiil
doğrudan doğruya...
ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
en mühimi hürriyetlerin.
içerim yanıyor, kemal,
dışarım serin...

anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
bizim lâflarımızın herhangi biri :
çok konuşulmuş,
ve konuşulmakta olan...
şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
bu lâfları ediyor...

anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
elden hiçbir şey gelmediği zaman
konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

belki evet,
belki hayır...
hayır öyle değil.
hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, kemal...

kanter içinde

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


yapıcılar türkü söylüyor
yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
bu iş biraz zor.
yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
çamur, kar.
yapı yerinde ayağın burkulur
ellerin kanar.

yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz zor,
zor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
ilk balkonlara güneş taşıyor kuşlar
kanatlarında.
bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
her tuğlasında
her kerpicinde.
yükseliyor, yükseliyor yapı
kanter içinde.

istanbul da tevkifane avlusunda

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


istanbul’da, tevkifane avlusunda,
güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,
bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm
yerde, su birikintilerinde kımıldanırken,
ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,
ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa
hepsini taşıyarak :
dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...

hiciv vadisinde bir tecrübei kalemiye

newsted35
bir nazım hikmet şiiri


bir varmış
bir yokmuş.
develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
benim babam,
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
o bir zatımuhteremin pederi
ikinci sultan hamidin
meşhur hırsız seraskeri.
benim babam,
dolu koymuş
boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
o, bir zatımuhteremin pederi -
yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış...
ey zatımuhterem!
şaire, "kısa kes, diyelim, sözlerini!"
ölmüş sizin serasker
peder.
benim de babam öldü.
ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
o eller..
babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu...
fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
işte o hesabı şimdi ben veriyorum.
size bir tokat
borcum vardı.
dikkat!
kolumu geriyorum.
ikimiz karşı karşıyayız.
sizin peder ölmüş.
öldü benim babam.
karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.
benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum -
-malum!.
size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
inanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu...
bir varmış
bir yokmuş.
develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
ey zatımuhterem!
ölmüş sizin serasker
peder.
öldü benim babam.
karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam...

hiçbir ağaç böyle harikulade bir yemiş vermemiştir

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

topraktan ateşten ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden...
.......................................
.......................................
....................................... ve insanlar ellerini
korkmadan
düşünmeden
birbirlerinin ellerine bırakarak
yıldızlara bakarak:
- "yaşamak ne güzel şey!"
diyecekler;
bir insan gözü gibi derin
bir salkım üzüm gibi serin
bir ferah
bir rahat
bir işitilmemiş şarkı söyliyecekler...
hiçbir ağaç
böyle harikulâde bir yemiş vermemiş
olacaktır

ve en vadedici
bir yaz gecesi bile
böyle sesler
böyle inanılmaz renklerle
sabaha ermemiş olacaktır.
topraktan
ateşten
ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden.....................

herkes gibi

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

gönlümle baş başa düşündüm demin;
artık bir sihirsiz nefes gibisin.
şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
akisleri sönen bir ses gibisin.

mâziye karışıp sevda yeminim,
bir anda unuttum seni, eminim
kalbimde kalbine yok bile kinim
bence artık sen de herkes gibisin

guz

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

günler gitgide kısalıyor,
yağmurlar başlamak üzre.
kapım ardına kadar açık bekledi seni.
niye böyle geç kaldın?

soframda yeşil biber, tuz, ekmek.
testimde sana sakladığım şarabı
içtim yarıya kadar bir başıma
seni bekleyerek.
niye böyle geç kaldın?

fakat işte ballı meyveler
dallarında olgun, diri duruyor.
koparılmadan düşeceklerdi toprağa
biraz daha gecikseydin eğer...

güneşin sofrasında

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
önümüzde bakır taslar güneş dolu.
dostların arasındayız!
güneşin sofrasındayız!
dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
taşları birbirine vurun çocuklar.
doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
başları
göklere
atalım
serden geçelim..
heeey, nerden geçelim?
yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
heeey
hop
heeey
hep
birden geçelim.
doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
dostların arasındayız!
güneşin sofrasındayız!.

gerileyen türkiye yahut adnan menderes e öğütler

newsted35
şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes.
bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.
ille de asıp kesmek geliyorsa içinden
ezmekte devâm et barışçılar’ı, ama sen
meselâ yalçın’ı da tıkıyorsun deliğe (1)
ihtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye,
git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür,
o, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür.
o, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran, (2)
o, büyük demokrat, o, hürriyetçi kahraman,
moskova’yı atomlayalım diyen insancı...
kendine acımazsan bize bir parça acı.
a be adnan menderes, böyle bir dal kesilmez,
böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez...
şu muhalefetle de alıp veremediğin ne?
niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne?
kore’ye asker gönderdin de "hayır" mı dedi?
"kan aktı hesabı sorulmalıdır!" mı dedi?
orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı?
"olmaz olsun" mu dedi amerikan yardımı?
feryat mı etti "istiklâl elden gitti" diye?
zavallı, sımsıkı sarılmış demokrasiye :
"başvekil merasimsiz karşılanmalı" diyor. (3)
bir de bazan coşarak "hayat pahalı" diyor.
bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek
türkün batılı dostlarını pek üzüyor pek. (4)
şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes.
bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.

hani, her işte bizden örnek alacaktın ya?
hürriyet nizamına sâdık kalacaktın ya?
vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını.
o hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı.
elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver.
ama ufak tefek grevlerde anlayış göster.
sendika liderlerinizin birçoğu zaten
bizde olduğu gibi emir alır polisten.
niye telaşlanıp kaybedersin vekarını?
hem de kırarsın liderlerin itibarını?
şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes,
bindiğin dalı kesiyorsun adnan menderes.

senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar,
unutma bu dallardan başka asıl ağaç var,
öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç,
bizi silkip atmaya fırsat kollıyan ağaç...

gazete fotoğrafları üstüne

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

kara yara

birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne
iki çıplak yavrucuk,
birinci sayfada iki sütun üstüne
bir avuç kemik deri.
delinmiş patlamış etleri.
biri diyarbakırlı, erganili biri.
kolları bacakları kargacık burgacık,
kafaları kocaman,
ağızları korkunç bir haykırışla açık,
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık.
iki kurbağacık
kara yaralı iki yavrum benim.
yılda kim bilir kaç bininiz
acı suya bile doymadan gelip gidiyor...
ve müsteşar bey :
(kara yaraya tutulası)
"endişeye mahal yok," diyor.

dörtluk

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın, sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir saç mangalın küllerinde
uyanır uykuda büyük istanbulum.

dört hapisaneden

newsted35
istanbul

(istanbul’da, tevkifane avlusunda)
ölüme dair
yine ölüme dair
onun doğuşu ve demirhane bacası
o ve aksakallılar
kıyamet sureleri
türk köylüsü
kışlık saray



ankara

bir cezaevinde, tecritteki adamın mektupları



çankiri

çankırı hapisanesinden mektuplar
merhaba çocuklar
bir küvet hikayesi
ceviz ağacı ile topal yunus’un hikayesi
şaban oğlu selim ile kitabı



bursa

lodos
bir acayip duygu
kemal tahir’e mektup
zafere dair
yirminci asra dair
fakir bir şimal kilisesinde şeytan
ile rahibin macerası

çınarı yıkmak için baltayı köküne vururlar

newsted35
bir nazım hikmet şiiri

çınarı yıkmak için
baltayı köküne vururlar.
evi yıkmak için
sokarlar kundağı temele.
kartal uçmaz olur
kanadı kırılınca.
düşünebilir miyiz
başımız vurulunca?

onlar köküdür memleketin,
dallara yürüyen su
bu kökte saklıdır.
onlar umudun temeli,
onlar kanadı hürriyetin,
halkın aklıdır.

kaç kere kaç yerde baltalandı kök
yürümez oldu su
dallar kurudu.
kırıldı kanat
öldürdüler aklı;
ve sonra yolladılar insanları salhaneye.
çünkü böyledir
asrımızın gerçeklerinden biri.

31 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol