karı getirse de okullar tatil olsa diye bekletir.
nisa suresinin 1. ayeti
ey insanlar! sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan rabbinize karşı gelmekten sakının. kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz allaha karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. şüphesiz allah üzerinizde bir gözetleyicidir.
ey insanlar! sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan rabbinize karşı gelmekten sakının. kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz allaha karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. şüphesiz allah üzerinizde bir gözetleyicidir.
1. kadınlar.
2. kur’an-ı kerim’in
4. suresi, özellikle kadın haklarından, onların hukûkî ve sosyal konumlarından bahsettiği için bu adı almıştır.
2. kur’an-ı kerim’in
4. suresi, özellikle kadın haklarından, onların hukûkî ve sosyal konumlarından bahsettiği için bu adı almıştır.
sütten kesme / aslı fatimadır.
iyilik müjdesi, nesnelerde varolduğuna inanılan iyilik kaynağı anlamına gelir.
eski sevgilinin doğum gününe dakika sayarken, aslında onun eski değil tek sevilen sevgili olduğunu anlamak...
siiri de yazar kendisi:
seni seviyorum siiri..
kış geldi mi niye gelir bilmem
içimde hayaller ve yaptıklarım
kalbim dolu güneşli sevdalarım
damarlarımda hala sıcak kan dolaşırken
kış neden gelir bilmem
evet heyecanı var belki yağan karın
sıcağın değerini bilmektir belki soğuklar
ve her şeyi biraz yaşadım ben
uzun yollarda kalmayı
kısa yollarda oyalanmayı
büyük dağları görmeyi
ve allah büyüktür demeyi öğrendim
şimdi gözlerimde hüznü var süzülen yaşlarımın
eski dostlar artık yoklar
bahar ve tüm mevsimler fonda kalırlar
ben aşk derim, aşk yok diye şaha kalkarlar
bir ucundan tutamadım
iki ucunu tamamlayamadım ömrümün
ne verildiyse onu yaşadım
ne istediysem alamadım
azda karar kıldım
yine de çoğu bulamadım
ama hiç yakınmadım
içimden söz açmadım
kimseye karışmadım
meğer hasat mevsimiymiş her an yaşadığım
artık meyvesi yok ağaçlarımın
ama kış neden gelir bilmem
henüz bulunmamışken cevabı soruların
yine de her şeyde biraz umuttur yaşanılan
gözdeki gülümsemenin sebebi gözün görebilmesidir
hayatın anlamı
yaradanı
gerçek olan sevgiliyi bulup seni seviyorum diyebilmektir
seni seviyorum siiri..
kış geldi mi niye gelir bilmem
içimde hayaller ve yaptıklarım
kalbim dolu güneşli sevdalarım
damarlarımda hala sıcak kan dolaşırken
kış neden gelir bilmem
evet heyecanı var belki yağan karın
sıcağın değerini bilmektir belki soğuklar
ve her şeyi biraz yaşadım ben
uzun yollarda kalmayı
kısa yollarda oyalanmayı
büyük dağları görmeyi
ve allah büyüktür demeyi öğrendim
şimdi gözlerimde hüznü var süzülen yaşlarımın
eski dostlar artık yoklar
bahar ve tüm mevsimler fonda kalırlar
ben aşk derim, aşk yok diye şaha kalkarlar
bir ucundan tutamadım
iki ucunu tamamlayamadım ömrümün
ne verildiyse onu yaşadım
ne istediysem alamadım
azda karar kıldım
yine de çoğu bulamadım
ama hiç yakınmadım
içimden söz açmadım
kimseye karışmadım
meğer hasat mevsimiymiş her an yaşadığım
artık meyvesi yok ağaçlarımın
ama kış neden gelir bilmem
henüz bulunmamışken cevabı soruların
yine de her şeyde biraz umuttur yaşanılan
gözdeki gülümsemenin sebebi gözün görebilmesidir
hayatın anlamı
yaradanı
gerçek olan sevgiliyi bulup seni seviyorum diyebilmektir
gelseydin siiri:
gelseydin
sevgili!
ümmü mektum gibi
seni görmeden sana sesleniyoruz
alıp verdiğin nefesi duyar gibi
sanki açınca gözlerimizi
seni görecekmişiz gibi
sana sesleniyoruz.
senin huzurunda ses yükselmez.
edeple konuşulur; edeple susulur.
hele biz ki bu kapının dilencileri,
el açıp beklemekten başka
bize bir şey düşmezdi ama
şu araya giren yıllar olmasa
medine’ne uzak yollar olmasa
ismin anılınca yürek yanmasa
kapında beklemekten başka
bize bir şey düşmezdi.
bekliyoruz sultânım!
rüyada olsa bile
belki teşrif edersin diye
hem de hiç kimseyi beklemediğimiz gibi.
seni bekliyoruz.
gelseydin,
bizim için cennet olurdu gelişin.
gelseydin,
saadetli asrından gönderdiğin selâmını,
kardeşlerim deyişini
birbirimize nasıl anlattığımızı görürdün.
gelseydin,
dolaşsaydın sofralarımızı,
bir tabak fazla görecektin,
bir bardak, bir kaşık fazla...
ve sofrada bir yer boş,
baş köşe! ..
ola ki sen(a.s.m.) lutfeder gelirsin diye.
gelseydin,
dolaşsaydın gecelerimizi,
o kutlu doğum gecelerini,
anneler görecektin.
yeni doğmuşsun gibi,
yeryüzünü yeni teşrif etmişsin gibi,
mışıl mışıl uyuyasın diye
seni sabahlara kadar
hayalen ayaklarında sallayan anneler görecektin.
sevgili!
gelseydin,
medine-i münevvereden dünyaya yayılan ashabın gibi,
eyyüb sultan gibi,
kab bin malik gibi,
bir fecir vaktinde,
henüz yirmisinde yirmi beşinde,
bırakarak yurtlarını ocaklarını,
hedeflerine ilahi rızayı koyan,
arkalarına bakmayı ar sayan,
yiğitler görecektin.
onlar senin yiğidin,
elleri, o öpülesi elleri,
kimbilir hangi memleketin zemheri soğuklarında üşürken,
senin köyünün hayaliyle ısındılar.
gelseydin,
gecenin zifiri karanlığında,
uykunun en tatlı aralığında,
rabiatül adeviyye gibi rabbiyle başbaşa
gençler görecektin.
gözyaşı dökerken günahlarına,
veysel karaniden istediğin gibi,
insanlığa dua eden gençler görecektin.
gelseydin,
asr-ı saadet gibi olmasa da,
koklanmaya değer güllerimiz vardı.
yine senin ikliminde yetişen.
ama sen gelseydin,
dikenler bile gül kokardı efendim(a.s.m.) ! ! !
seninle göz göze gelmeden gizli gizli seni seyretmek...
hz.vahşi gibi...
hani sen hane-i saadetten mescid-i nebeviye giderken
aişe annemiz ardından hayran hayran bakardı.
seni mescidin önünde bekleyen ashabınınsa
bakışları yerdeydi.
edepten göz göze gelmezlerdi.
sende(a.s.m.) tebessüle nazar ederdin.
mütebessim çehreni bir ebu bekir(r.a.) görürdü,
bir de ömer(r.a.) ...
şimdi okununca ezan-ı muhammedi
pencerelerde, kapı önlerinde,
seni(a.s.m.) bekleyen nemli gözler var.
gelseydin,
ve yürüyüp geçseydin önümüzden,
gülleri bayıltan o enfes kokunu çekerdik içimize.
sevgili!
hakiki aşıkların sana doğru uçarken
bizim bu yaptığımız yolda emeklemekti.
dünya güzelliğiyle kollarını açarken
bize düşen el açıp kapında beklemekti.
sevgili!
bekliyoruz! ...
gelseydin
sevgili!
ümmü mektum gibi
seni görmeden sana sesleniyoruz
alıp verdiğin nefesi duyar gibi
sanki açınca gözlerimizi
seni görecekmişiz gibi
sana sesleniyoruz.
senin huzurunda ses yükselmez.
edeple konuşulur; edeple susulur.
hele biz ki bu kapının dilencileri,
el açıp beklemekten başka
bize bir şey düşmezdi ama
şu araya giren yıllar olmasa
medine’ne uzak yollar olmasa
ismin anılınca yürek yanmasa
kapında beklemekten başka
bize bir şey düşmezdi.
bekliyoruz sultânım!
rüyada olsa bile
belki teşrif edersin diye
hem de hiç kimseyi beklemediğimiz gibi.
seni bekliyoruz.
gelseydin,
bizim için cennet olurdu gelişin.
gelseydin,
saadetli asrından gönderdiğin selâmını,
kardeşlerim deyişini
birbirimize nasıl anlattığımızı görürdün.
gelseydin,
dolaşsaydın sofralarımızı,
bir tabak fazla görecektin,
bir bardak, bir kaşık fazla...
ve sofrada bir yer boş,
baş köşe! ..
ola ki sen(a.s.m.) lutfeder gelirsin diye.
gelseydin,
dolaşsaydın gecelerimizi,
o kutlu doğum gecelerini,
anneler görecektin.
yeni doğmuşsun gibi,
yeryüzünü yeni teşrif etmişsin gibi,
mışıl mışıl uyuyasın diye
seni sabahlara kadar
hayalen ayaklarında sallayan anneler görecektin.
sevgili!
gelseydin,
medine-i münevvereden dünyaya yayılan ashabın gibi,
eyyüb sultan gibi,
kab bin malik gibi,
bir fecir vaktinde,
henüz yirmisinde yirmi beşinde,
bırakarak yurtlarını ocaklarını,
hedeflerine ilahi rızayı koyan,
arkalarına bakmayı ar sayan,
yiğitler görecektin.
onlar senin yiğidin,
elleri, o öpülesi elleri,
kimbilir hangi memleketin zemheri soğuklarında üşürken,
senin köyünün hayaliyle ısındılar.
gelseydin,
gecenin zifiri karanlığında,
uykunun en tatlı aralığında,
rabiatül adeviyye gibi rabbiyle başbaşa
gençler görecektin.
gözyaşı dökerken günahlarına,
veysel karaniden istediğin gibi,
insanlığa dua eden gençler görecektin.
gelseydin,
asr-ı saadet gibi olmasa da,
koklanmaya değer güllerimiz vardı.
yine senin ikliminde yetişen.
ama sen gelseydin,
dikenler bile gül kokardı efendim(a.s.m.) ! ! !
seninle göz göze gelmeden gizli gizli seni seyretmek...
hz.vahşi gibi...
hani sen hane-i saadetten mescid-i nebeviye giderken
aişe annemiz ardından hayran hayran bakardı.
seni mescidin önünde bekleyen ashabınınsa
bakışları yerdeydi.
edepten göz göze gelmezlerdi.
sende(a.s.m.) tebessüle nazar ederdin.
mütebessim çehreni bir ebu bekir(r.a.) görürdü,
bir de ömer(r.a.) ...
şimdi okununca ezan-ı muhammedi
pencerelerde, kapı önlerinde,
seni(a.s.m.) bekleyen nemli gözler var.
gelseydin,
ve yürüyüp geçseydin önümüzden,
gülleri bayıltan o enfes kokunu çekerdik içimize.
sevgili!
hakiki aşıkların sana doğru uçarken
bizim bu yaptığımız yolda emeklemekti.
dünya güzelliğiyle kollarını açarken
bize düşen el açıp kapında beklemekti.
sevgili!
bekliyoruz! ...
yesil elbise hikayesi:
yeşil elbise...
yolda karşılaştığımızda, ezan okunuyordu.
-gel seni camiye götüreyim dedim. bugün cuma biliyorsun.
-sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi.
-biliyorum ama dedim. sebebini de merak ediyorum.
-ne bileyim olmuyor işte, dedi. belki çevrenin de tesiri var. hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-herhalde şaka yapıyorsun, dedim. bunun için cami terk edilir mi?
-ciddi söylüyorum, dedi. giyimime ve özellikle yeşile çok düşkün olduğumu biliyorsun.
gerçekten de öyleydi. giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-peki, dedim. hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, diye cevap verdi.
hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. fakat artık camiye gidebileceğimi pek zannetmiyorum.
söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
onunla konuşmamızdan iki ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. hemen gittim. bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-hani, dedim. camiye gelmeyecektin?
hiç sesini çıkarmadı. çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
yeşil elbise...
yolda karşılaştığımızda, ezan okunuyordu.
-gel seni camiye götüreyim dedim. bugün cuma biliyorsun.
-sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi.
-biliyorum ama dedim. sebebini de merak ediyorum.
-ne bileyim olmuyor işte, dedi. belki çevrenin de tesiri var. hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-herhalde şaka yapıyorsun, dedim. bunun için cami terk edilir mi?
-ciddi söylüyorum, dedi. giyimime ve özellikle yeşile çok düşkün olduğumu biliyorsun.
gerçekten de öyleydi. giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-peki, dedim. hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, diye cevap verdi.
hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. fakat artık camiye gidebileceğimi pek zannetmiyorum.
söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
onunla konuşmamızdan iki ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. hemen gittim. bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-hani, dedim. camiye gelmeyecektin?
hiç sesini çıkarmadı. çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
günesimi vurdular siiri:
güneşimi vurdular
dalgalar sırılsıklam, dökülmüş elleri kolları
yorgun argın, güneşi kıyıya sürüklüyorlar
kıran kırana vuruşuyor hüzün mavisi ışıkları
ıskalayan tüm kurşunlar onda karar kıldılar
çoktan gelmiş olmalıydı göğün ak kanatlıları
beni alıp götürmedi, neden bu sabah sular
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
denize düşerken gördüm aldırmıyordu insanlar
bulutların arasından yuvarlandı koya
önce burna çarptı çığlık çığlığa kayalıklar
sonra can havliyle devrildi suya
ah…bayram etti cümle balıklar
ama bir gariplik var, hiç ağlamazdı kuşlar
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
ışıktan öpücük konduruyor sahile sular
ellerim hatırassı, güneş bulaşıığı ellerim
abdest organlarımda hâlâ izi var
şafağın bitmesini boşuna beklemişim
gözlerime ne oldu, neden bir tuhaf oldular
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
ne geceler atardım önüne,hepsini de yerdi
ayrılığı felaket, yanımdayken burnuma tüterdi
eyvah ki yalnız beni değil yıldızları da kırdılar
onlarsız yapamaz, bilirim, hep koynunda yatardı
geç oldu, hâlâ anlayamadım, saati niçin sordular?
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
tam alır yerinden yemiş kurşunu güneş
melekler her ahından bir cehennem yontarlar
güneş ki masum kadınların iffetine eş
göklerin maksadı ne ki kırılıyor gerdanlar
neden beni okşayan melekler uykudalar
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular.
1992-96
güneşimi vurdular
dalgalar sırılsıklam, dökülmüş elleri kolları
yorgun argın, güneşi kıyıya sürüklüyorlar
kıran kırana vuruşuyor hüzün mavisi ışıkları
ıskalayan tüm kurşunlar onda karar kıldılar
çoktan gelmiş olmalıydı göğün ak kanatlıları
beni alıp götürmedi, neden bu sabah sular
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
denize düşerken gördüm aldırmıyordu insanlar
bulutların arasından yuvarlandı koya
önce burna çarptı çığlık çığlığa kayalıklar
sonra can havliyle devrildi suya
ah…bayram etti cümle balıklar
ama bir gariplik var, hiç ağlamazdı kuşlar
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
ışıktan öpücük konduruyor sahile sular
ellerim hatırassı, güneş bulaşıığı ellerim
abdest organlarımda hâlâ izi var
şafağın bitmesini boşuna beklemişim
gözlerime ne oldu, neden bir tuhaf oldular
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
ne geceler atardım önüne,hepsini de yerdi
ayrılığı felaket, yanımdayken burnuma tüterdi
eyvah ki yalnız beni değil yıldızları da kırdılar
onlarsız yapamaz, bilirim, hep koynunda yatardı
geç oldu, hâlâ anlayamadım, saati niçin sordular?
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular
tam alır yerinden yemiş kurşunu güneş
melekler her ahından bir cehennem yontarlar
güneş ki masum kadınların iffetine eş
göklerin maksadı ne ki kırılıyor gerdanlar
neden beni okşayan melekler uykudalar
sahi,
unutmuşum,
güneşimi vurdular.
1992-96
kıl beni ey namaz siiri:
kıl beni ey namaz
çöllerden topla hücrelerimi
rahmetinin vahasında ağırla bu yitik kalbi
kıl beni ey namaz
secdede ruhumu yeniden fısılda bana
şahdamarı yakınlığından emzir bu puslu bedeni
kıl beni ey namaz
küçülsün dağlar
denizler taşsın
dağılsın kalabalıklar
rüku rüku doğrult eğriliklerimi
kıl beni ey namaz
ikiye bölünsün kalbim
ortasından çatlasın kıblenin şakağında
sevginden işaret parmağı değsin yeter ki göğsüme
kıl beni ey namaz
topla sevdalarımı kırık aynaların çatlaklarından
ömrüme ilikle sevinçlerimi
firuze düşler düşür alnımın şafağına
kıl beni ey namaz
tenim ibrahim gibi ateşe düşmüşken
uzak tut nefsimin nemrudundan beni
gül kokulu serinlikler yağdır yüreğime
göznurum ey
canım namaz
kıl beni ey ömrüm namaz
secdene al beni de
gül değdir gönlüme
aşkına yaz beni de yarim namaz
kıl beni ey namaz
günahın, isyanın, nisyanın kuytusunda büyüttüğüm
pişmanlığımın yüzünü yerden kaldır
utandırma beni
al karanlıklarımı
gözbebeğinde yıka
kıl beni ey namaz
insan kıl beni
doğru kıl
duru kıl
diri kıl beni
insan kıl bu bedeni
ah, alnımı dayadığım secdegahıma kim serpti bu incileri kim
kim bu dua hammalı ellerimin yüküne ortak kim
ah, ziyankar-i çarık
ah ,namütenahim kavrayışın yolcusu
ah, içimde biriktirdiğim yalnızlığın seyrüsefer gölgesi ah..
gitmek, gidememektir kendimden
amentünün arasatında bir tedirginim ben
aklımın köşe bucak ilticaları sevgilide kaldı
hangi gaflete büründü ki ellerim
sızlatıyor dokunduğu tenleri ah..
haydi felaha
haydi felaha
haydi namaza
haydi kurtuluşa..
kıl beni ey namaz
çöllerden topla hücrelerimi
rahmetinin vahasında ağırla bu yitik kalbi
kıl beni ey namaz
secdede ruhumu yeniden fısılda bana
şahdamarı yakınlığından emzir bu puslu bedeni
kıl beni ey namaz
küçülsün dağlar
denizler taşsın
dağılsın kalabalıklar
rüku rüku doğrult eğriliklerimi
kıl beni ey namaz
ikiye bölünsün kalbim
ortasından çatlasın kıblenin şakağında
sevginden işaret parmağı değsin yeter ki göğsüme
kıl beni ey namaz
topla sevdalarımı kırık aynaların çatlaklarından
ömrüme ilikle sevinçlerimi
firuze düşler düşür alnımın şafağına
kıl beni ey namaz
tenim ibrahim gibi ateşe düşmüşken
uzak tut nefsimin nemrudundan beni
gül kokulu serinlikler yağdır yüreğime
göznurum ey
canım namaz
kıl beni ey ömrüm namaz
secdene al beni de
gül değdir gönlüme
aşkına yaz beni de yarim namaz
kıl beni ey namaz
günahın, isyanın, nisyanın kuytusunda büyüttüğüm
pişmanlığımın yüzünü yerden kaldır
utandırma beni
al karanlıklarımı
gözbebeğinde yıka
kıl beni ey namaz
insan kıl beni
doğru kıl
duru kıl
diri kıl beni
insan kıl bu bedeni
ah, alnımı dayadığım secdegahıma kim serpti bu incileri kim
kim bu dua hammalı ellerimin yüküne ortak kim
ah, ziyankar-i çarık
ah ,namütenahim kavrayışın yolcusu
ah, içimde biriktirdiğim yalnızlığın seyrüsefer gölgesi ah..
gitmek, gidememektir kendimden
amentünün arasatında bir tedirginim ben
aklımın köşe bucak ilticaları sevgilide kaldı
hangi gaflete büründü ki ellerim
sızlatıyor dokunduğu tenleri ah..
haydi felaha
haydi felaha
haydi namaza
haydi kurtuluşa..
söyleyeni belli olmayan ama en dinlenesi sarkılardan.
öldürme
gözlerini kapat benim yerime ,
düşün geçmişi birde sende ,
bu kalanlar için sızlatırmı ?
yaban eller bize yar mı ?
şimdi bıraktığın yerdeyim ..
sensiz uzun gecelerdeyim ..
gözlerim görmez oldu ..
artık hayat yalan oldu ...
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
yandım kül oldum hasretinle ,
dağıldı herşey heryerde ,
bi gülüşün yeterdi hayalime ,
yanma sırası artık sende ...
şimdi bıraktığın yerdeyim ..
sensiz uzun gecelerdeyim ..
gözlerim görmez oldu ..
artık hayat yalan oldu ...
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
dönemem terkettiğim hiçbir yere ,
dolaşıp duruyorum sokaklarda ,
dilimde o son duam ...!
ben hiçkimseyi bu kadar sevmedimki ..
sonsuzluk gibi çıkıyordun sözde içimden ,
umutsuz bir yakarış gibi ,
hiç bitmeyecek bir hasret gibi..
ben hiçkimseyi bu kadar sevmedimki...!
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
öldürme
gözlerini kapat benim yerime ,
düşün geçmişi birde sende ,
bu kalanlar için sızlatırmı ?
yaban eller bize yar mı ?
şimdi bıraktığın yerdeyim ..
sensiz uzun gecelerdeyim ..
gözlerim görmez oldu ..
artık hayat yalan oldu ...
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
yandım kül oldum hasretinle ,
dağıldı herşey heryerde ,
bi gülüşün yeterdi hayalime ,
yanma sırası artık sende ...
şimdi bıraktığın yerdeyim ..
sensiz uzun gecelerdeyim ..
gözlerim görmez oldu ..
artık hayat yalan oldu ...
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
dönemem terkettiğim hiçbir yere ,
dolaşıp duruyorum sokaklarda ,
dilimde o son duam ...!
ben hiçkimseyi bu kadar sevmedimki ..
sonsuzluk gibi çıkıyordun sözde içimden ,
umutsuz bir yakarış gibi ,
hiç bitmeyecek bir hasret gibi..
ben hiçkimseyi bu kadar sevmedimki...!
gel beni bırakma ellerde ..
sebepsiz saatsiz gecelerde ..
her ömür gençliğinden vurulur ..
öldürme beni bu yerlerde ...
ask kazanır türküsü de insani kendinden alan türkülerindendir.
kardelenin beyazı adın dağlara yazılır
kardeşliğin vaktidir, dünya aşka bezenir
gözlerin, gözlerin
çoban yıldızı gibidir
gözlerin ince sızıdır
denizler kurusa bile ( nakarat )
kutuplar çözülse bile
tarih yeniden yazılır
her zaman aşk kazanır
bir küçük kız çocuğu bebeğine ninni söyler
avucunda evreni tutar, evcilik oynar öylece
gülümser, gülümser
güller açar gül yüzünde
savaş biter yer yüzünde
( nakarat )
kardelenin beyazı adın dağlara yazılır
kardeşliğin vaktidir, dünya aşka bezenir
gözlerin, gözlerin
çoban yıldızı gibidir
gözlerin ince sızıdır
denizler kurusa bile ( nakarat )
kutuplar çözülse bile
tarih yeniden yazılır
her zaman aşk kazanır
bir küçük kız çocuğu bebeğine ninni söyler
avucunda evreni tutar, evcilik oynar öylece
gülümser, gülümser
güller açar gül yüzünde
savaş biter yer yüzünde
( nakarat )
sen yoktun siiri:
sen yoktun...
hz âdem’deydi nurun
önce cenneti,
sonra yeryüzünü şereflendirdin.
âdem nuruna affedildi
arafat bu affa şâhitti
sen yoktun
nuh’un gemisindeydi nurun...
dalgalar yeryüzünü boğarken
taprağın bağrındaki su
gökyüzüyle buluşurken
ve bu bir ilahi azap derken,
allah nurunu taşıdı binbir sebeple
tûfan, nurunu selamladı edeple...
sen yoktun...
hz.ismail’in alnındaydı nurun
ibrahimî bir dua yükseldi kimsesiz çöllerden
“rabbimiz” dedi,
“onlara kendi içlerinden
senin ayetlerini okuyacak
kitap ve hikmeti öğretecek onlara,
onları temizleyecek bir elçi gönder,
amin dedi on sekiz bin âlem
nurunla aydınlanan minicik ellerini semaya kaldırarak
amin dedi ismail.
hira nur dağı amin diyerek ayağa kalktı
medine’den adı uhud olan bir amin yankılandı sevr dağında.
sen yoktun...
hz.isa “ahmed” diye muştuladı seni
alemlerin efendisi diye sana seslendi.
artık ben sizinle çok söyleşmem, dedi havarilerine..
çünkü bu âlemin reisi geliyor...
bekleyin ahmed geliyor.
kainata rahmet geliyor.
havarilerin yüzünü okşayan,
ölüleri dirilten bir nefes oldun
ama sen yoktun...
sen yoktun sultânım,
hz. abdullah’ın alnındaydı nurun
başı eğik gezerdi mazlum
huteyle göklerden seni sorardı
varaka seni arardı semada
anneler kız çocuklarını hep ağlayarak sevdiler.
ağlayarak süslediler ölüme...
ağlayarak hadi dayına gidiyorsun dediler.
sen yokken,
canlı canlı toprağa gömülmenin adıydı dayıya gitmek.
anne yüreğinin çıldırtan çaresizliğiydi.
ve yavrusunun ölüme gidişini seyretmesiydi...
en son çocuk atılırken çukura
annesinin suretinde bir melek tuttu onu
ve tebessüm ederek hira nur dağını gösterdi.
melekler süslüyordu hirâyı.
efendisine hazırlanıyordu cebel-i nur,
efendisine hazırlanıyordu mekke.
âlem efendisine hazırlanıyordu
kainatın gözü hz. aminedeydi.
toprak yalvarıyordu rabbine,
allahım gönder artık diyordu.
gel diye ağlıyordu mazlumlar, gözleri semada
ve bir gelişin vardı ya rasulallah,
bir inişin vardı yer yüzüne...
önünde cebrail!
ardında yalın kılıç melekler!
bir inişin vardı yer yüzüne...
yetimler en huzurlu geceyi geçirdi belki de
öksüzler annelerine sarıldı doya doya.
sonra bir sessizlik kapladı seher vaktini.
herşey sus pus olmuştu.
hadi diyordu yıldızlar, hadi diyordu ay!
kainat bir isim duymak istiyordu.
ve bir ses yükseldi âmine’nin evinden;
muhammed!
karanlıklar aydınlığa bıraktı yerini.
muhammed!
melekler öptü o nurdan ellerini.
muhammed!
seni yaratan allah’a kurbânız ey dürri yekta!
sana o adı veren rahmana kurbanız
artık sen vardın
susuz topraklara rahmet indi seninle
annenden sonra anne halime sevindi seninle
yağmura mı ihtiyaç var?
kaldır şehadet parmağını,
yağmurları salsın allah.
sonra tut ağacın yaprağını,
köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün allah.
yeterki sen iste,
sen iste yarasulallah
deki ben kimim?
dağlar, taşlar dile gelsin,
dilsiz çocuklar ellerinden tutup,
ente rasulullah desin.
sen vardın
bedir kârdı,
uhut dardı
hendek yârdı.
yiğitlerin vardı.
ölmek için yarışan yiğitler...
hele bir enesin vardı senin.
enes bin malik...
uhut’ta öldüğünü duyunca arkadaşlarına,
niye burada oturuyorsunuz diye sormuştu.
onlar da
“allah’ın rasulü öldürülmüş deyince
enes kükremiş:
“ peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?
kalkın ve o’nun gibi ölün! demişti.
ve savaşın en yoğun olduğu yerde şehit düşmüştü.
hem de ne şehit ey nebi!
vücudu yaralardan tanınmaz haldeydi.
kızkardeşi ancak parmaklarından tanıdı onu...
musab bin umeyr’in vardı senin.
uhut’ta sancağını taşıyan.
öyle bir aşkla sana bağlıydı ki
allah o gün melekleri musab’ın suretinde indirdi.
ebu hureyren vardı...
acıkınca mescidin önünde durur sana bakardı.
sen anlardın,
ya ebâhir gel! derdin.
ve sen gittin...
bir gidişle gittin
ardında hüznün kaldı.
hasretin kaldı göklerde.
bilal ezan okuyamaz oldu
ne zaman teşebbüs etse
muhammed rasulullah demeye
dizleri üstüne çöker, kendinden geçerdi.
sonra günler ay,
aylar yıl oldu.
ve asırlar oldu
sensizliğe açtık gözlerimizi.
ama sen bırakmazsın bizi.
sen varsın ey şehitlerin sultanı
sen varsın!
bir şehit bile ölmezken
sana nasıl yok deriz.
ebutalip şama giderken devesinin önüne geçip
beni burda kime bırakıp gidiyorsun demiştin.
ne anam var ne babam...
ebutalip bırakmamıştı bu yüzden.
sensizliğin ızdırabıyla inleyen ümmetini kime bırakıp gidiyorsun ya rasûlallah!
bırakma bizi ki; allah;
sen onların içindeyken onlara azab edecek değiliz buyuruyor.
bırakma bizi!
hayatı seninle öğretti rahman.
kulluğu seninle tanıdık.
duayı senden öğrendik sevgili!
hz ömer umre için senden izin isteyince,
“kardeşcik” dedin ona,
kardeşcik, duanda bana da yer ayırır mısın?
bizler ömer değiliz ama
bütün dualarımız senin için
ey rabbimiz!
rasulünü anışımızdan haberdar et!
o’na binler salat, binler selam!
habibine makam-ı mahmut’u ver
o’na vesileyi lutfet.
o’nu refik-i âlâya yükselt
bizi de affet
o’nun hatrına affet
zatının hatrına affet.
sen yoktun...
hz âdem’deydi nurun
önce cenneti,
sonra yeryüzünü şereflendirdin.
âdem nuruna affedildi
arafat bu affa şâhitti
sen yoktun
nuh’un gemisindeydi nurun...
dalgalar yeryüzünü boğarken
taprağın bağrındaki su
gökyüzüyle buluşurken
ve bu bir ilahi azap derken,
allah nurunu taşıdı binbir sebeple
tûfan, nurunu selamladı edeple...
sen yoktun...
hz.ismail’in alnındaydı nurun
ibrahimî bir dua yükseldi kimsesiz çöllerden
“rabbimiz” dedi,
“onlara kendi içlerinden
senin ayetlerini okuyacak
kitap ve hikmeti öğretecek onlara,
onları temizleyecek bir elçi gönder,
amin dedi on sekiz bin âlem
nurunla aydınlanan minicik ellerini semaya kaldırarak
amin dedi ismail.
hira nur dağı amin diyerek ayağa kalktı
medine’den adı uhud olan bir amin yankılandı sevr dağında.
sen yoktun...
hz.isa “ahmed” diye muştuladı seni
alemlerin efendisi diye sana seslendi.
artık ben sizinle çok söyleşmem, dedi havarilerine..
çünkü bu âlemin reisi geliyor...
bekleyin ahmed geliyor.
kainata rahmet geliyor.
havarilerin yüzünü okşayan,
ölüleri dirilten bir nefes oldun
ama sen yoktun...
sen yoktun sultânım,
hz. abdullah’ın alnındaydı nurun
başı eğik gezerdi mazlum
huteyle göklerden seni sorardı
varaka seni arardı semada
anneler kız çocuklarını hep ağlayarak sevdiler.
ağlayarak süslediler ölüme...
ağlayarak hadi dayına gidiyorsun dediler.
sen yokken,
canlı canlı toprağa gömülmenin adıydı dayıya gitmek.
anne yüreğinin çıldırtan çaresizliğiydi.
ve yavrusunun ölüme gidişini seyretmesiydi...
en son çocuk atılırken çukura
annesinin suretinde bir melek tuttu onu
ve tebessüm ederek hira nur dağını gösterdi.
melekler süslüyordu hirâyı.
efendisine hazırlanıyordu cebel-i nur,
efendisine hazırlanıyordu mekke.
âlem efendisine hazırlanıyordu
kainatın gözü hz. aminedeydi.
toprak yalvarıyordu rabbine,
allahım gönder artık diyordu.
gel diye ağlıyordu mazlumlar, gözleri semada
ve bir gelişin vardı ya rasulallah,
bir inişin vardı yer yüzüne...
önünde cebrail!
ardında yalın kılıç melekler!
bir inişin vardı yer yüzüne...
yetimler en huzurlu geceyi geçirdi belki de
öksüzler annelerine sarıldı doya doya.
sonra bir sessizlik kapladı seher vaktini.
herşey sus pus olmuştu.
hadi diyordu yıldızlar, hadi diyordu ay!
kainat bir isim duymak istiyordu.
ve bir ses yükseldi âmine’nin evinden;
muhammed!
karanlıklar aydınlığa bıraktı yerini.
muhammed!
melekler öptü o nurdan ellerini.
muhammed!
seni yaratan allah’a kurbânız ey dürri yekta!
sana o adı veren rahmana kurbanız
artık sen vardın
susuz topraklara rahmet indi seninle
annenden sonra anne halime sevindi seninle
yağmura mı ihtiyaç var?
kaldır şehadet parmağını,
yağmurları salsın allah.
sonra tut ağacın yaprağını,
köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün allah.
yeterki sen iste,
sen iste yarasulallah
deki ben kimim?
dağlar, taşlar dile gelsin,
dilsiz çocuklar ellerinden tutup,
ente rasulullah desin.
sen vardın
bedir kârdı,
uhut dardı
hendek yârdı.
yiğitlerin vardı.
ölmek için yarışan yiğitler...
hele bir enesin vardı senin.
enes bin malik...
uhut’ta öldüğünü duyunca arkadaşlarına,
niye burada oturuyorsunuz diye sormuştu.
onlar da
“allah’ın rasulü öldürülmüş deyince
enes kükremiş:
“ peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?
kalkın ve o’nun gibi ölün! demişti.
ve savaşın en yoğun olduğu yerde şehit düşmüştü.
hem de ne şehit ey nebi!
vücudu yaralardan tanınmaz haldeydi.
kızkardeşi ancak parmaklarından tanıdı onu...
musab bin umeyr’in vardı senin.
uhut’ta sancağını taşıyan.
öyle bir aşkla sana bağlıydı ki
allah o gün melekleri musab’ın suretinde indirdi.
ebu hureyren vardı...
acıkınca mescidin önünde durur sana bakardı.
sen anlardın,
ya ebâhir gel! derdin.
ve sen gittin...
bir gidişle gittin
ardında hüznün kaldı.
hasretin kaldı göklerde.
bilal ezan okuyamaz oldu
ne zaman teşebbüs etse
muhammed rasulullah demeye
dizleri üstüne çöker, kendinden geçerdi.
sonra günler ay,
aylar yıl oldu.
ve asırlar oldu
sensizliğe açtık gözlerimizi.
ama sen bırakmazsın bizi.
sen varsın ey şehitlerin sultanı
sen varsın!
bir şehit bile ölmezken
sana nasıl yok deriz.
ebutalip şama giderken devesinin önüne geçip
beni burda kime bırakıp gidiyorsun demiştin.
ne anam var ne babam...
ebutalip bırakmamıştı bu yüzden.
sensizliğin ızdırabıyla inleyen ümmetini kime bırakıp gidiyorsun ya rasûlallah!
bırakma bizi ki; allah;
sen onların içindeyken onlara azab edecek değiliz buyuruyor.
bırakma bizi!
hayatı seninle öğretti rahman.
kulluğu seninle tanıdık.
duayı senden öğrendik sevgili!
hz ömer umre için senden izin isteyince,
“kardeşcik” dedin ona,
kardeşcik, duanda bana da yer ayırır mısın?
bizler ömer değiliz ama
bütün dualarımız senin için
ey rabbimiz!
rasulünü anışımızdan haberdar et!
o’na binler salat, binler selam!
habibine makam-ı mahmut’u ver
o’na vesileyi lutfet.
o’nu refik-i âlâya yükselt
bizi de affet
o’nun hatrına affet
zatının hatrına affet.
40 yasındasın siiri:
rahmetini umarak
günahkar bir dille;
allah azze ve celle
ya rasulallah,
âlemlere rahmet hayatın geçiyor kalbimizden,
kalbimizden seyrediyoruz seni.
işte
bir yaşındasın,
beni sad yurdundasın
sana süt anne olmadı kadınlar
bu yüzden dargın bulutlar
bir damla yağmur indirmiyor
kıtlık hüküm sürüyor beni sad yurdunda
minicik bir bulut var gökyüzünde
sana aşık...
ayrılmıyor başucundan
ve insanlar yağmur duasında...
hz.halime kucağına alıyor seni
yüzünde bir gölgelik...seni güneşten korumak için
oysa minicik bulut gökyüzünde
sana meftun, sana kilitli...
ve dua eden rahibin kucağındasın
dünyalar güzeli gözlerine bakıyor rahip
kıtlığı da unutuyor, yağmuru da, duayı da
ama sen unutmuyorsun
uğruna canlarımız feda o gözlerinle gökyüzüne bakıyorsun
o minicik bulut ilişiyor bakışlarına
büyüyor, büyüyor...
sonra nazlı, nazlı yağmur damlaları iniyor buluttan
fakat çoğusu bilmiyor yağmurun geliş sebebini
çoğusu bilmiyor seni...
altı yaşındasın
medine-i münevvere yolundasın
yanında aziz annen ve ümmü eymen
yetimliğini hissediyorsun baba kabristanında
sonra yolda, ebvada öksüzlük karşılıyor seni
mekkeye annesiz giriyorsun
abdulmuttalip bir başka seviyor seni
ebu talip bir başka seviyor
ya rasulallah
mekke çocukları annelerine seslenirler miydi senin yanında
onlar anne deyince sen yere mi bakardın
mekke rüzgarları kaç gece gözyaşlarını taşıdı ebvaya
kaç gece anne diye hıçkırdın
efendim!
senin yerine de anne dedik annemize
senin yerine de baba dedik
yirmi beş yaşındasın
ve bambaşkasın
kimse sana denk değil
şefkat yayıyor kokun
güven veriyor sesin
sen muhammed-ül emin sin
otuz üç yaşındasın
dalga dalga rahmet var
otuz beş yaşındasın
hadi gel bekletme yar
iniltiler çalıyor kapısını göklerin
hadi gel bekletme yar
sinesi çatlayacak rasul bekleyenlerin...
hadi gel ey yâr!
nurdağına davet var
işte
kırk yaşındasın
hira nur dağındasın
cibril iniyor göklerden
ve nokta nokta her yerden salat, selam yükseliyor
sen kâinatın yüreğinden hasretle kopan ah! sın
karanlık gecelerimize sabahsın
sen nebiyullahsın
sen habibullahsın
sen rasulullahsın
niye incittilerki seni sultanım
niye işkence yaptılarki sana
ebu talip öldü diye mi bu pervasızca saldırılar
himayesiz kaldın diye mi
kabedeki ağlayışın geliyor gözümüzün önüne
amca yokluğunu ne çabuk hissettirdin diyişin
haremde namaz kılışın geliyor aklımıza
başına pislikler saçılıyor
başlar feda o mübarek başına
nasipsizler sana bakıp nasıl da gülüyorlar
biri koşuyor mekke sokaklarından sana doğru
biri koşuyor ama sanki yere inmiş arş-ı âla
bu koşan kimdir diye bir soru dolaşıyor boşlukta
bu koşan kim?
ve cevap veriyor biri:
muhammed in kızı fatımatüz-zehra
velilerin anası...
yüzünü gözünü siliyor biricik kızın
sana yeryüzünde en çok benzeyen
gülmesi sen, ağlaması sen
ağlama kızım diyişin geliyor aklımıza
niye çıkardılar ki yurdundan seni
himayesiz kaldın diye mi
onlar bilmiyorlar mıydı seni himaye edeni
seni yetim bulup barındıranı
seni alemlere rahmet kılanı
onlar deli diyorlardı sana, sen susuyordun
mecnun diyorlardı, şair diyorlardı, sen susuyordun
seni bizim elimizden kim kurtaracak diyorlardı
sen,
sen allah! diyordun
allah azze ve celle
semayı haşyet kaplıyordu
sen allah! diyordun
arş-ı âla titriyordu
bedir de allah! diyordun
üç bin melek iniyordu alaca atlarda
yüz yirmi beş bin sahabi:
anam babam sana feda olsun diyordu
ya rasulallah
medine-i münevvere sokaklarında yürüyordun
neccar oğullarının küçük kızları seni görünce
sevinçten ne yapacaklarını bilememişlerdi
beni seviyor musunuz diye sormuştun onlara
seni çok seviyoruz ya habiballah demişlerdi
sen de:
allah biliyor ki ben de sizi çok seviyorum demiştin
bu gün yaşayan gençler var
neccar oğullarının kızları diğil belki
ama seni onlar da çok seviyor
gözyaşlarından belli ki seni canlarından çok seviyorlar
senden başka kimseleri yok
allah biliyor ki sen onları da çok seviyorsun
altmış üç yaşındasın
refik-i âla duasındasın
senin için siyah yünden çizgili bir cüppe dokunmuştu
kenarları beyazdı
onu giyerek ashabının yanına çıkmıştın
ve mübarek ellerini dizine vurarak:
görüyor musunuz ne kadar güzel demiştin
meclisinde bulunan biri sana seslenmişti:
anam babam sana feda olsun ya rasulallah, onu bana ver
niye istemişti ki senden sevdiğini bile bile
istendiğinde katiyyen hayır demediğini bile bile
peki dedin o zata
ve sen yine yamalı, eski cübbeni giydin
dostuna kavuşmana bir hafta kalmıştı
aynı cübbeden yine yine diktirdiler
ama giyinmek nasip olmadı
haberler uçurmuştun ebu hureyre nin diliyle:
benden sonra öyle kimseler gelecek ki, keşke peygamberi görseydik de ne malımız ne de evladımız olsaydı diyecekler
ve hz. enes ile paylaşmıştın özlemini
beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim
sultanım!
ey medine minberinde ümmeti, ümmeti diye hüznü giyen sevgili
ey mekke mihrabında alemler hesabına allah! diyen sevgili
bize lütfu ilahi bahşedilen kapına diz çöktük, bey at ettik
rabbinden bize ne getirdi isen amenna
duyduk, itaat ettik
ya rasulallah
sen hâlâ kırk yaşındasın
ve hâlâ ümmetinin başındasın...
rahmetini umarak
günahkar bir dille;
allah azze ve celle
ya rasulallah,
âlemlere rahmet hayatın geçiyor kalbimizden,
kalbimizden seyrediyoruz seni.
işte
bir yaşındasın,
beni sad yurdundasın
sana süt anne olmadı kadınlar
bu yüzden dargın bulutlar
bir damla yağmur indirmiyor
kıtlık hüküm sürüyor beni sad yurdunda
minicik bir bulut var gökyüzünde
sana aşık...
ayrılmıyor başucundan
ve insanlar yağmur duasında...
hz.halime kucağına alıyor seni
yüzünde bir gölgelik...seni güneşten korumak için
oysa minicik bulut gökyüzünde
sana meftun, sana kilitli...
ve dua eden rahibin kucağındasın
dünyalar güzeli gözlerine bakıyor rahip
kıtlığı da unutuyor, yağmuru da, duayı da
ama sen unutmuyorsun
uğruna canlarımız feda o gözlerinle gökyüzüne bakıyorsun
o minicik bulut ilişiyor bakışlarına
büyüyor, büyüyor...
sonra nazlı, nazlı yağmur damlaları iniyor buluttan
fakat çoğusu bilmiyor yağmurun geliş sebebini
çoğusu bilmiyor seni...
altı yaşındasın
medine-i münevvere yolundasın
yanında aziz annen ve ümmü eymen
yetimliğini hissediyorsun baba kabristanında
sonra yolda, ebvada öksüzlük karşılıyor seni
mekkeye annesiz giriyorsun
abdulmuttalip bir başka seviyor seni
ebu talip bir başka seviyor
ya rasulallah
mekke çocukları annelerine seslenirler miydi senin yanında
onlar anne deyince sen yere mi bakardın
mekke rüzgarları kaç gece gözyaşlarını taşıdı ebvaya
kaç gece anne diye hıçkırdın
efendim!
senin yerine de anne dedik annemize
senin yerine de baba dedik
yirmi beş yaşındasın
ve bambaşkasın
kimse sana denk değil
şefkat yayıyor kokun
güven veriyor sesin
sen muhammed-ül emin sin
otuz üç yaşındasın
dalga dalga rahmet var
otuz beş yaşındasın
hadi gel bekletme yar
iniltiler çalıyor kapısını göklerin
hadi gel bekletme yar
sinesi çatlayacak rasul bekleyenlerin...
hadi gel ey yâr!
nurdağına davet var
işte
kırk yaşındasın
hira nur dağındasın
cibril iniyor göklerden
ve nokta nokta her yerden salat, selam yükseliyor
sen kâinatın yüreğinden hasretle kopan ah! sın
karanlık gecelerimize sabahsın
sen nebiyullahsın
sen habibullahsın
sen rasulullahsın
niye incittilerki seni sultanım
niye işkence yaptılarki sana
ebu talip öldü diye mi bu pervasızca saldırılar
himayesiz kaldın diye mi
kabedeki ağlayışın geliyor gözümüzün önüne
amca yokluğunu ne çabuk hissettirdin diyişin
haremde namaz kılışın geliyor aklımıza
başına pislikler saçılıyor
başlar feda o mübarek başına
nasipsizler sana bakıp nasıl da gülüyorlar
biri koşuyor mekke sokaklarından sana doğru
biri koşuyor ama sanki yere inmiş arş-ı âla
bu koşan kimdir diye bir soru dolaşıyor boşlukta
bu koşan kim?
ve cevap veriyor biri:
muhammed in kızı fatımatüz-zehra
velilerin anası...
yüzünü gözünü siliyor biricik kızın
sana yeryüzünde en çok benzeyen
gülmesi sen, ağlaması sen
ağlama kızım diyişin geliyor aklımıza
niye çıkardılar ki yurdundan seni
himayesiz kaldın diye mi
onlar bilmiyorlar mıydı seni himaye edeni
seni yetim bulup barındıranı
seni alemlere rahmet kılanı
onlar deli diyorlardı sana, sen susuyordun
mecnun diyorlardı, şair diyorlardı, sen susuyordun
seni bizim elimizden kim kurtaracak diyorlardı
sen,
sen allah! diyordun
allah azze ve celle
semayı haşyet kaplıyordu
sen allah! diyordun
arş-ı âla titriyordu
bedir de allah! diyordun
üç bin melek iniyordu alaca atlarda
yüz yirmi beş bin sahabi:
anam babam sana feda olsun diyordu
ya rasulallah
medine-i münevvere sokaklarında yürüyordun
neccar oğullarının küçük kızları seni görünce
sevinçten ne yapacaklarını bilememişlerdi
beni seviyor musunuz diye sormuştun onlara
seni çok seviyoruz ya habiballah demişlerdi
sen de:
allah biliyor ki ben de sizi çok seviyorum demiştin
bu gün yaşayan gençler var
neccar oğullarının kızları diğil belki
ama seni onlar da çok seviyor
gözyaşlarından belli ki seni canlarından çok seviyorlar
senden başka kimseleri yok
allah biliyor ki sen onları da çok seviyorsun
altmış üç yaşındasın
refik-i âla duasındasın
senin için siyah yünden çizgili bir cüppe dokunmuştu
kenarları beyazdı
onu giyerek ashabının yanına çıkmıştın
ve mübarek ellerini dizine vurarak:
görüyor musunuz ne kadar güzel demiştin
meclisinde bulunan biri sana seslenmişti:
anam babam sana feda olsun ya rasulallah, onu bana ver
niye istemişti ki senden sevdiğini bile bile
istendiğinde katiyyen hayır demediğini bile bile
peki dedin o zata
ve sen yine yamalı, eski cübbeni giydin
dostuna kavuşmana bir hafta kalmıştı
aynı cübbeden yine yine diktirdiler
ama giyinmek nasip olmadı
haberler uçurmuştun ebu hureyre nin diliyle:
benden sonra öyle kimseler gelecek ki, keşke peygamberi görseydik de ne malımız ne de evladımız olsaydı diyecekler
ve hz. enes ile paylaşmıştın özlemini
beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim
sultanım!
ey medine minberinde ümmeti, ümmeti diye hüznü giyen sevgili
ey mekke mihrabında alemler hesabına allah! diyen sevgili
bize lütfu ilahi bahşedilen kapına diz çöktük, bey at ettik
rabbinden bize ne getirdi isen amenna
duyduk, itaat ettik
ya rasulallah
sen hâlâ kırk yaşındasın
ve hâlâ ümmetinin başındasın...
sana dair siiri:
ne bir ressamın fırçasında şekillenir,
ne bir filozofun felsefesinde hayat bulur,
ne bir matematikçi bendeki tekligini bulur,
ne bir tarihçinin ellerinde kaybolur anlatılmaz sevdam...
ne bir annenin cocuguna duydugu sevgi gibi,
ne bir bülbülün güle olan aşkı gibi degil,
anlatılmaz sevdam...
gecenin en olmaz saatinde,
sabahın güne merhaba dedigi ilk vakitte ben seni arıyorum,
semada zikre gark olmuş meleklerin duasıyla,
duama amin diyen cebrail aleyhisselamla ben seni arıyorum.
öyle benden öyle içtenki çözemiyorum...
o ilk bakış beni benden eyledi,
askın yaktı beni hasretin kül eyledi,
yüregime adın,nakış nakış bir nazarla yer eyledi,
sevdan nalan,nurun geceme ışık eyledi,
öyle sevdiki gönül anlatılmaz sevdam...
asi nefsim boyun büktü,
yüregim yaradanın büyüklügünü gördü,
dudaklar konuştu tövbeler günahı örttü,
herşey hakta birleşti batıllık yere çöktü,
umuttur yolun,anlatılmaz sevdam...
herşeyi seninle ögrendim,bir baba sevgisini seninle tattım.
bir amaca tutunup kalmayı,
dünyanın süsüne takılmamayı,
ezan sesinde aglamayı herşeyi sevdanla anladım.
tüm şüphelerden arınmış bir yürek taşıyorum,
en temiz,en çıkarsız halimle ben seni yaşıyorum.
aşkıma son yok,kararlıyım,olmasada sonu varamasamda sana,
anlatamasamda sevdamı sen bilirsin gavsim bu aciz insanı...
ne bir ressamın fırçasında şekillenir,
ne bir filozofun felsefesinde hayat bulur,
ne bir matematikçi bendeki tekligini bulur,
ne bir tarihçinin ellerinde kaybolur anlatılmaz sevdam...
ne bir annenin cocuguna duydugu sevgi gibi,
ne bir bülbülün güle olan aşkı gibi degil,
anlatılmaz sevdam...
gecenin en olmaz saatinde,
sabahın güne merhaba dedigi ilk vakitte ben seni arıyorum,
semada zikre gark olmuş meleklerin duasıyla,
duama amin diyen cebrail aleyhisselamla ben seni arıyorum.
öyle benden öyle içtenki çözemiyorum...
o ilk bakış beni benden eyledi,
askın yaktı beni hasretin kül eyledi,
yüregime adın,nakış nakış bir nazarla yer eyledi,
sevdan nalan,nurun geceme ışık eyledi,
öyle sevdiki gönül anlatılmaz sevdam...
asi nefsim boyun büktü,
yüregim yaradanın büyüklügünü gördü,
dudaklar konuştu tövbeler günahı örttü,
herşey hakta birleşti batıllık yere çöktü,
umuttur yolun,anlatılmaz sevdam...
herşeyi seninle ögrendim,bir baba sevgisini seninle tattım.
bir amaca tutunup kalmayı,
dünyanın süsüne takılmamayı,
ezan sesinde aglamayı herşeyi sevdanla anladım.
tüm şüphelerden arınmış bir yürek taşıyorum,
en temiz,en çıkarsız halimle ben seni yaşıyorum.
aşkıma son yok,kararlıyım,olmasada sonu varamasamda sana,
anlatamasamda sevdamı sen bilirsin gavsim bu aciz insanı...
sözün acıydı siiri:
sözün acıydı, yolun dolambaçlı...
yedi uzun yıl geçerek
yedi yıl dolaştın durdun...
içimden bir his şöyle diyor:
ayrıl arkadaşlarından istasyonda
sabahleyin git kente
iliklenmiş ceketinle
bir dam ara
ve bir arkadaşın çalarsa kapını
aç! haaa...açma...
yine de ört hislerini
rastlarsan ana babana
istanbulda ya da başka bir yerde
yürü git yabancı gibi
yok ol köşede
tanıma!
sana armağanları olan şapkayla gizle yüzünü
göster! aaah! gösterme, gösterme yüzünü
yine de gizle, ört hislerini
işte burada ye şu eti, çekinme
git rastgele bir eve yağmur yağınca
otur bir sandalyeye
ama çok kalma
şapkanı da unutma
söylüyorum sana
ört hislerini
ne söylediysen bir daha söyleme
düşüncelerini bir başkasında bulursan tanıma
kimseye imzanı ya da resmini vermemişsen
kimsenin yanında bullunmamış ve kimseyle konuşmamışsan
nasıl yakalayabişlirler seni
ört hislerini...
dikkat! ölümü düşündüğünde
mezar taşın olmasın yattığın yeri belirten
üzerinde bir yazıyla seni eleveren
ölüm tarihiyle seni açığa çıkaran
bir kez daha, son bir kez daha
ört hislerini...
sevdiğim söylüyor bensiz olamayacağını
bu yüzden kendime dikkat ediyorum
yolda yürürken önüme bakıyorum
ve korkuyorum her yağmur damlasından
sanki beni ezeceklermiş gibi...
sen yine de bana bakma
ne giydiğini yaz bana
sıcak tutuyor mu?
uyuduğun yeri yaz bana
yumuşak mı?
nasıl göründüğünü yaz bana
yüzün aynı mı?
sorulardır sana bütün verebildiğim
ve gelen yanıtları kabullenmeliyim
yorgunsan uzatamam elimi
ya da açsan besleyemem
sanki bu dünyada hiç yokmuşum
unutmuşum gibi seni...
sözün acıydı, yolun dolambaçlı...
yedi uzun yıl geçerek
yedi yıl dolaştın durdun...
sözün acıydı, yolun dolambaçlı...
yedi uzun yıl geçerek
yedi yıl dolaştın durdun...
içimden bir his şöyle diyor:
ayrıl arkadaşlarından istasyonda
sabahleyin git kente
iliklenmiş ceketinle
bir dam ara
ve bir arkadaşın çalarsa kapını
aç! haaa...açma...
yine de ört hislerini
rastlarsan ana babana
istanbulda ya da başka bir yerde
yürü git yabancı gibi
yok ol köşede
tanıma!
sana armağanları olan şapkayla gizle yüzünü
göster! aaah! gösterme, gösterme yüzünü
yine de gizle, ört hislerini
işte burada ye şu eti, çekinme
git rastgele bir eve yağmur yağınca
otur bir sandalyeye
ama çok kalma
şapkanı da unutma
söylüyorum sana
ört hislerini
ne söylediysen bir daha söyleme
düşüncelerini bir başkasında bulursan tanıma
kimseye imzanı ya da resmini vermemişsen
kimsenin yanında bullunmamış ve kimseyle konuşmamışsan
nasıl yakalayabişlirler seni
ört hislerini...
dikkat! ölümü düşündüğünde
mezar taşın olmasın yattığın yeri belirten
üzerinde bir yazıyla seni eleveren
ölüm tarihiyle seni açığa çıkaran
bir kez daha, son bir kez daha
ört hislerini...
sevdiğim söylüyor bensiz olamayacağını
bu yüzden kendime dikkat ediyorum
yolda yürürken önüme bakıyorum
ve korkuyorum her yağmur damlasından
sanki beni ezeceklermiş gibi...
sen yine de bana bakma
ne giydiğini yaz bana
sıcak tutuyor mu?
uyuduğun yeri yaz bana
yumuşak mı?
nasıl göründüğünü yaz bana
yüzün aynı mı?
sorulardır sana bütün verebildiğim
ve gelen yanıtları kabullenmeliyim
yorgunsan uzatamam elimi
ya da açsan besleyemem
sanki bu dünyada hiç yokmuşum
unutmuşum gibi seni...
sözün acıydı, yolun dolambaçlı...
yedi uzun yıl geçerek
yedi yıl dolaştın durdun...
utangaçtır ölü kızların saçları..
hastaneye götürelim…” hiç inanır mı baba? kızının tazecik tebessümü dudağında hâlâ gül gibi kıpkırmızı büyürken, araya ölçüsüz, zamansız, insafsız uzakların girdiğine inanır mı?
kirpiklerinin altında o mavi/yeşil/kara gözler sımsıcak güneş gibi bekleşirken, can dolu bakışların, nazlı göz kaçırmaların pencereden çekildiğine inanır mı? kucağında tatlı bir uykunun ninnisinde baba sesinden örülü rüyaları görür gibi, anne yüreğinden ödünç hayaller büyütür gibi kıvranmış o gövdenin hep suskun kalacağına inanabilir mi anne? oyuncak bebekleri minik elleriyle yan yana dizdiğini fark etmişsen, dokunabilir misin ellerinin dokunduğu yere? ayağını bekleyen ayakkabılarını, saçlarını özleyen tokalarını, yüzünü gözleyen aynaları, bakışına hasret oyuncakları silebilir misin ömrünün defterinden? kolayca mı çıkarırsın kırmızı çizmelerini yürüyesi ayaklarının altından? acımadan sıyırır mısın kelebekli desenli, pembe boncuklu gömleğini büyüyesi omuzlarından? saçlarından çekiverirken pembe tokaları, ellerine hüzünler bulaşmaz mı? “… belki doktorlar…” hemencecik, kolaycacık, usulcacık itiverir misin avuçlarından üşümüş küçücük avuçlarını? her açıldığında bir parçacık çikolata tadını sonsuz bir tebessüme çeviren, kıyısız sevinçlere yücelten o avuçlara yeryüzünün bütün çikolatalarını boca etmek istemez misin? yeter ki gülsün, yeter ki az açsın gözlerini diye. cılız da olsa, son kez de olsa, “babacığım..” desin diye, “anneciğim…” desin diye, gelmiş geçmiş günlerin cümle sevinçlerini, gecelerin kuytularında saklı kırık dökük neşeleri, soğuk nefesine sarıp sarmalamak istemez misin? “seni seviyorum…” demesine alıştığın, sımsıcak öpüşlerini elinin altında bildiğin, nazlı gülüşlerini kapının ardında beklediğini sandığın o dudakların ölüm morluğu, apansız ve anlamsız suskunluğu gelip cümle sözleri anlamsızlığa, onca işleri boşluğa itiverirse, dökülüvermez mi biriktirdiğin onca umut taşları göğsünden, çökmez mi ardına saklandığın huzur kaleleri içinden? “….belki doktorlar yaşatır.” kucağındaki cansız bedeni, bir türlü tanımlayamadığın, adını koyamadığın, koşturmalar arasında doyasıya tartamadığın/tadamadığın şefkat boşluğunu yine de dolduruyorken, gözlerini göğe kaldırıp her şeyi, her acıyı bir çırpıda maviye dönüştürebilmen mümkün iken, mümkün olsa takvim yapraklarını geri yapıştırıp düne dönmeye bunca hevesliyken, daha bu sabah okşadım yüzünü derken, daha bu sabah veda etmeye bile gerek duymayacak sıradan bir uzaklık girdiğini sanmışken aranıza, şimdi bu ciddiyet nereden çöktü üzerime, bu acılı an niye gelip buldu bizi derken, rüyadan hemen uyanır gibi uyanacağına bunca inanmışken, inanabilir misin onun da artık “ölü” olduğuna? dünyanın en arsız, en arzulu, en ağlamaklı, en çığırtkan dilencisi olmaz mısın onun yarım da kalsa tek bir nefesine, uzaktan da olsa tek bir bakışına, hayat sözü vermese de göğsünün tek bir defa inip kalkmasına? “belki doktorlar yaşatır…”
“belki ha.. belki..” kimse “yaşatamaz…” demedi. “öldü kızın” diyemedi. kucağındaydı ölüm babanın. upuzun ve dağınıktı ölümün/ölünün saçları. saçlar ki en çok bir cesede fazla gelir. her ölmüşe uzun gelir saçları. hele de kız çocuğu saçları… uzanmaya utanırlar ölmüş kız çocuğu yüzüne.. dağılırken, dokunurken kahrolurlar ölü kız çocuğu omuzlarına. sonsuz yaşamaya asılmış, upuzun sevmelere tutunmuş, teklifsiz okşanmalara yapışmış, cennet bahçelerine doğru uzanmaya ahdetmiş saçlar, duyuyor musun, ağlayarak sarılıyor dilara’nın omuzlarına… inanma o habere. o fotoğraf da sahte. babası ile birlikte şakacıktan ölüm oyunu oynadılar. dilara’ya yakışır mı hiç lağım sularında boğulmak? o cennetin kıyısız mutluluklarına kanat açtı. sonsuz göklerde hiç korkusuz, hiç hüzünsüz kanat açıyor sevinçleri. boğulan senin kalbin. boş lakırtıların rögar kapağından içeri düşen senin kalbindir. lüzumsuz işgallerin boşluğunda tebessümü lağımlara bulanan senin kalbin. kalbini küçük kız çocuğu bilip kucağına al şimdi. dilara’nın babası gibi. “belki..” de. “belki..”de. umutlarının uzun saçlarını okşarken kalbinin kucağında “belki yaşıyordur…” de. “belki de…”
hastaneye götürelim…” hiç inanır mı baba? kızının tazecik tebessümü dudağında hâlâ gül gibi kıpkırmızı büyürken, araya ölçüsüz, zamansız, insafsız uzakların girdiğine inanır mı?
kirpiklerinin altında o mavi/yeşil/kara gözler sımsıcak güneş gibi bekleşirken, can dolu bakışların, nazlı göz kaçırmaların pencereden çekildiğine inanır mı? kucağında tatlı bir uykunun ninnisinde baba sesinden örülü rüyaları görür gibi, anne yüreğinden ödünç hayaller büyütür gibi kıvranmış o gövdenin hep suskun kalacağına inanabilir mi anne? oyuncak bebekleri minik elleriyle yan yana dizdiğini fark etmişsen, dokunabilir misin ellerinin dokunduğu yere? ayağını bekleyen ayakkabılarını, saçlarını özleyen tokalarını, yüzünü gözleyen aynaları, bakışına hasret oyuncakları silebilir misin ömrünün defterinden? kolayca mı çıkarırsın kırmızı çizmelerini yürüyesi ayaklarının altından? acımadan sıyırır mısın kelebekli desenli, pembe boncuklu gömleğini büyüyesi omuzlarından? saçlarından çekiverirken pembe tokaları, ellerine hüzünler bulaşmaz mı? “… belki doktorlar…” hemencecik, kolaycacık, usulcacık itiverir misin avuçlarından üşümüş küçücük avuçlarını? her açıldığında bir parçacık çikolata tadını sonsuz bir tebessüme çeviren, kıyısız sevinçlere yücelten o avuçlara yeryüzünün bütün çikolatalarını boca etmek istemez misin? yeter ki gülsün, yeter ki az açsın gözlerini diye. cılız da olsa, son kez de olsa, “babacığım..” desin diye, “anneciğim…” desin diye, gelmiş geçmiş günlerin cümle sevinçlerini, gecelerin kuytularında saklı kırık dökük neşeleri, soğuk nefesine sarıp sarmalamak istemez misin? “seni seviyorum…” demesine alıştığın, sımsıcak öpüşlerini elinin altında bildiğin, nazlı gülüşlerini kapının ardında beklediğini sandığın o dudakların ölüm morluğu, apansız ve anlamsız suskunluğu gelip cümle sözleri anlamsızlığa, onca işleri boşluğa itiverirse, dökülüvermez mi biriktirdiğin onca umut taşları göğsünden, çökmez mi ardına saklandığın huzur kaleleri içinden? “….belki doktorlar yaşatır.” kucağındaki cansız bedeni, bir türlü tanımlayamadığın, adını koyamadığın, koşturmalar arasında doyasıya tartamadığın/tadamadığın şefkat boşluğunu yine de dolduruyorken, gözlerini göğe kaldırıp her şeyi, her acıyı bir çırpıda maviye dönüştürebilmen mümkün iken, mümkün olsa takvim yapraklarını geri yapıştırıp düne dönmeye bunca hevesliyken, daha bu sabah okşadım yüzünü derken, daha bu sabah veda etmeye bile gerek duymayacak sıradan bir uzaklık girdiğini sanmışken aranıza, şimdi bu ciddiyet nereden çöktü üzerime, bu acılı an niye gelip buldu bizi derken, rüyadan hemen uyanır gibi uyanacağına bunca inanmışken, inanabilir misin onun da artık “ölü” olduğuna? dünyanın en arsız, en arzulu, en ağlamaklı, en çığırtkan dilencisi olmaz mısın onun yarım da kalsa tek bir nefesine, uzaktan da olsa tek bir bakışına, hayat sözü vermese de göğsünün tek bir defa inip kalkmasına? “belki doktorlar yaşatır…”
“belki ha.. belki..” kimse “yaşatamaz…” demedi. “öldü kızın” diyemedi. kucağındaydı ölüm babanın. upuzun ve dağınıktı ölümün/ölünün saçları. saçlar ki en çok bir cesede fazla gelir. her ölmüşe uzun gelir saçları. hele de kız çocuğu saçları… uzanmaya utanırlar ölmüş kız çocuğu yüzüne.. dağılırken, dokunurken kahrolurlar ölü kız çocuğu omuzlarına. sonsuz yaşamaya asılmış, upuzun sevmelere tutunmuş, teklifsiz okşanmalara yapışmış, cennet bahçelerine doğru uzanmaya ahdetmiş saçlar, duyuyor musun, ağlayarak sarılıyor dilara’nın omuzlarına… inanma o habere. o fotoğraf da sahte. babası ile birlikte şakacıktan ölüm oyunu oynadılar. dilara’ya yakışır mı hiç lağım sularında boğulmak? o cennetin kıyısız mutluluklarına kanat açtı. sonsuz göklerde hiç korkusuz, hiç hüzünsüz kanat açıyor sevinçleri. boğulan senin kalbin. boş lakırtıların rögar kapağından içeri düşen senin kalbindir. lüzumsuz işgallerin boşluğunda tebessümü lağımlara bulanan senin kalbin. kalbini küçük kız çocuğu bilip kucağına al şimdi. dilara’nın babası gibi. “belki..” de. “belki..”de. umutlarının uzun saçlarını okşarken kalbinin kucağında “belki yaşıyordur…” de. “belki de…”
sol yanının acısını arttıran siir.. çoooooook hem de çook...
günah sarkısı sözleri:
yürürüm, yalanların ardından
ölürüm, karanlığın ardından
sonsuzluk, kahrolası bir hayal
günahkar gecelerin ardından
sahtekar gecelerin ardından
bile bile göç eder inançlarım
yarım kalır dualarım
çığlıklarla gömülür hayatım
bile bile yalvarır bak ellerim
günah saçar bu gözlerim
ateşlerde yanarım af dilerim
yürürüm, yalanların ardından
ölürüm, karanlığın ardından
sonsuzluk, kahrolası bir hayal
günahkar gecelerin ardından
sahtekar gecelerin ardından
bile bile göç eder inançlarım
yarım kalır dualarım
çığlıklarla gömülür hayatım
bile bile yalvarır bak ellerim
günah saçar bu gözlerim
ateşlerde yanarım af dilerim
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?