confessions

kasif

- Yazar -

  1. toplam entry 105
  2. takipçi 1
  3. puan 8711

eternal sunshine of the spotless mind

kasif
sanırım bu altıncı izleyişim oldu.
eskilerden yazdığım bir yazıyı, tembelliğimden dolayı yinelemeden buraya aktaracağım:

" ne mutludur suçsuz bakirenin dostları,
unutulan dünyada dünyanın unuttuğu,
lekesiz zihnin sonsuz gün ışığı,
her istediği bırakılmış ama kabul görmüş her duası..."

eternal sunshine of the spotless mind’ yani ’sil bastan’.
izleyen biliyordur keza: denemek ve yanılmak ya da denemek ve başarmak yahut denemek ve denediğinizle kalmak; bir dirhem kani olamamak, bir arpa yol alamamak, tatmin olamamak belki de... ama her şeyi ile kabul etmek yineden... belki de sevmek budur dedirten...

sildirilse de hafızadan en mahrem olan ve size ait olanlar, izi kalıyor ucundan kıyından. hem, kime ne yarar getirir ki acı dahi olsa da sildirmek yaşanmışlıkları? günah olmaz mı onlara kıymak, en yanlış olanından? bırakalım da, vebali ve sevabı ile bizim kalsın, içinde biz olan dünya.

yeniden denemek mi? bakın ona karışmam. başarana da gıpta ile bakamam. kıskançlıklarım olur içinde, çok istediğimi yapamadığımdan.

filmi izlemenizi öneririm. en iyi özgün senaryo oscar ödülü sahibi.
beni etkiledi mi? öyle olmasa idi dördüncü kez izlemez, arşivime koymaz, size bu anekdotları aktarmazdım. ve içimde içsel muhakemeler yapmazdım film sonrası. hem iddia ediyorum jim carrey’i hiç böyle görmediniz, bilmediniz...

http://www.intersinema.com/sil-bastan-filmi/

cennet elması nasıl adem elması oldu

kasif
tanrı’nın meşguliyeti olmadığı zamanlarda heyecan namına bir şeyler yapmak istediği bir günde, derin düşüncelere dalmış. “neler yapabilirim?” diye mırıldanırken, yarattığı varlıklara ve cisimlere bakmış. melekleri, cinleri ve pek tabii ademoğlu varmış.

ahhh, ademoğlu! tanrı’nın en estetik, en güzel, en muazzam kıldığı canlı varlık! adı ‘insan’ olan varlık. düşünebilen varlık. tanrı özene bezene yarattığı bu akıl almaz türün en güzel yanı olarak gerdanını var etmiş. uzun, ince ve oval, kafa ile vücut başlangıçların köprü vazifesini gören ahesteli yer. gören orayı öpmek için, koklamak için neler vermez, ahhh...

ne diyorduk? haaa, evet... tanrı’nın yine canının sıkıldığı günlermiş. bu demek oluyor ki bir yasak daha geliyor. ne yapayım diye düşünürken, ademoğluna cennet bahçesinin en güzel ağaçlarından biri olan ‘elma’yı yasaklamak gelmiş aklına:

- sevgili cebrail, biliyorum seni böyle ufak tefek işler için kullanmıyorum ama, şu an diğer melekler yıllık izin kullanıyorlar, seni çağırayım dedim.
- buyurunuz haşmetlimiz.
- git, adem’e söyle, 7. kat semadaki ışıltılı elma ağacı men edildi kendisine. hiç bir suretle göz değmeyecek, el sürülmeyecek ona. var git ilet kendisine.
- başım, gözüm üstüne.

ve cebrail avare gezinen adem’i bulur:
- ey ademoğlu, bilesinki tanrı namına 7. kattaki ‘elma ağacı’ yasak edilmiştir sana. her ne suretle olursa olsun, her ne hikmetle olursa olsun elini sürer, dahi gözünü değdirirsen bu ağaca, alimallah aforoz edilirsin!
garip adem huylanmış, içinde sorgu ve suale yenik düşmüş:
- ama neden? demiş bir gafletle.
- höössttt! be densiz, sen kim oluyorsun ki tanrı’nın buyruğunu sorguluyor, yanıtını arıyorsun! bilmez misin ki emir demiri keser!

adem çaresiz, üzgün kabul eder. itaat eder.

gel zaman git zaman, tanrı’nın cömertliğinin tuttuğu anlarda kendisine eş olarak yarattığı havva anamız ile cilveleşen adem’in kafasına bir kurt düşmüş. neden? niçin? soruları beynini allak bullak eder olmuş. cennetin en kıdemli elemanı olan şeytan’a konuyu açmaya karar vermiş.

- sevgili alimim, tanrı bana bu meyveyi yasak eyler. oysaki her konuda cömert olan kıymetlimizin bunu yapmasındaki amacını anlayabilmiş değilim.
- bilmelisin ki tanrı çoğu şeyi verir, kimi şeyi de senin almanı bekler. bu yasak, men etme anlamında değildir. tanrı senin istediklerinde ne kadar azimli olduğunu görmek, seni takdir etmek ister. işte bu yüzdendir ki gidip o elmayı almanı, yemeni istemektedir.

adem o şekil düşünür, bu şekil düşünür ve şeytan’ın sözleri cebrail’in kısa ve ucu kapalı olan yanıtlarından çok daha makul gelir. ellerinden öper ve yedinci kat semaya yükselir.

işte oradadır. o muhteşem ağaç tüm ihtişamı ile elmalarını dallarından sarkıtmaktadır. ışıl ışıl, albenisi yakmaktadır içini. koparması için adeta davet ediyordur kendisini. adem içinden teşekkür eder tanrı’ya. ona bunca güzellikleri kim sunardı başka?

dalından elmayı koparır, önce onu izler uzun uzadıya. sonra içine çeke çeke koklar. göz zevkini doyururcasına izler, izler, izler... doyması, bu güzelliği daha çok içinde hissedebilmesi için sanırım ısırması yetecektir. ve bir ısırık, her şeyin talan olduğu andır! bir ısırık elma, ademoğlunun boğazında takılı kalır. öksürür, tıksırır lakin çıkmaz boğazının orta yerinden. o muhteşem gerdan, o izlenilmeye kıyılmayacak kadar güzel gerdanda koca bir çıkık beliriverir. adem korkar, adem panikler, adem yok olur o an.

ve kutsal gün olan cuma gelir. o gün herkes tanrı’ya secde eder, bu işlem bittikten sonra tanrı’nın kutsal eli öpülür ve istirahata çekilirdi iman edenler. en büyük melek olan şeytandan başlayan bu fasıl, adem ile son bulmuştur. ancak son dakikada o güzelim gerdandaki çıkıntı görülür. şeytan keyifli, tanrı üzüntülüdür. çok sevdiği kulunu ve ona yarattığı eşi havva kızını kuralsızlığı yüzünden cennetinden men etmiş, onu yeryüzündeki tüm huzursuzlukların ve kardeş, dost, insan kavgalarının ve kan gölünün içine atmıştır.

sevişme sahnesi

kasif
kadın içkiyi yudumlarken çıkılacak apartmanın katlarında ne gibi şeyler olacağını tahayyül ediyordu. zira işin başlangıcı aslında tam da o mekânda başlayacak gibi geliyordu ona. içinde yenemediği heyecan, yanaklarının üzerine sonradan eklenen kırmızılık pudrasına doğallık ile daha da bir vurgu katıyordu. gözleri baygınlaştı biraz; oysa daha çok erkendi yaşamsal hücrelerin kıpırtısı için.
adam, kadını yatağa atmanın yollarında, içinde yaratıcı bulduğunu düşündüğü sözleri özenle seçip kelime kelime kadına sunmaya gayret ediyordu. içinde eminlik ile bocalamak arasında gelip gitmelerle, yarı aptallığını gizleyemediği bu insansal kusurlar onu ne kadarda şirin ve aslında insan göstermekteydi . ve bu noktada ezber bir şeyler yapması gerekmezdi, bundan haberi yoktu; yazık…

kadın gülümsedi, adam rahatladı. kadın rahatladı, adam gülümsedi.


apartman ismi kadına hoş geldi. elizabeth apt. no:22.
bir daha aklından çıkmazdı kadının bu adresin en son olan kısmı. diliyordu ki gecede aklında kalırdı böyle güzel. şimdi sırada katları çıkarken sonun başlangıcının öyküsünün yazılması kalmıştı geriye.
yazara seslendi kadın:
- lütfen bu defa beni mutlu et, tatmin et. artık açlıktan yorgun ve bitkinim. arayışları bu defalık bir başka hikayeye bırak.
yazar irkildi yalnız ve yazı ile dağılmış odasında. – dikkat; yazar burada odasının dağınıklığından bahsetmemişti sevgili okur!

adam apartman kapısını açarken güzel bulduğu ve deli gibi arzuladığı kadına, itekleme gücü ile şişen pazusuna baktı, erkekliği şöyle bir kıpırdandı. yarım olan özgüven, bu işveli hareketlenme ile tamamlandı. o erkekti, diğeri kadın. o sertti, diğeri yumuşak. birbirini tamamlayan nice kimyasallarla bezeli bir gece, onları beklerdi nimetleriyle.

kadın, ona açılan kapının önünde duran kolun üst kısmındaki şişik sertliği gördü, derinden bir ohhh çekti. biraz güvensizliğin şımarıklığı üzerinden gitmiş, rahatlamıştı. oysa bunu içtiği şarap yapmalıydı.



kadın çıplaklığından şimdi daha da bir utandı. oysa iki beden yek olurken bunu duyumsamamıştı. o zaman olmadıysa, şimdi neden oluyordu ki? yoksa, yoksa yine mi o esnada kendisini kandırmaya çalışmıştı! galiba içkinin etkisi geçiyordu. balkabağı tadında bir gece daha onu bekliyordu. şeftali tüylü cinsel bölgesinin sıcaklığını ve kasılıp kendini bırakan hayvani duygularını anımsadı bir öncesi sahnedeki rolünü hatırlayarak. rol?..
yine mi?..
ve kadın bebeksi suratı ile tüm üzgünlüğünü yazara gösterdi. - yazar burada burkuldu. belki de kendi gerçeğini yazıyordu şuursuzca.

erkek, tanrısal bir ego ve güç ile sertleşmiş kamışını bereketli tarlaya daldırabilmenin zaferi ile tatmine ulaşmış, banyoda kendini temizlerken ayna karşısında şişirdiği pazusuna bakarak: “aslanım benim, heyyyttt” dedi.
dili laf yapıyordu ya, en çok da bunu seviyordu. tüm kadınlar onundu, zekasına bereket, bel kemiğine kuvvet!

***
okur burada yazara kızıyor. yazar hayatın erkliğinden dem vuruyor;
okur burada yazarı anlamaya çalışıyor; yazar kadın olup da kadını edilgen yazmanın mahcubiyetini çekiyor;
okur burada en azından hayatın gerçeğini bir parça hayal ile süslesin istiyor; yazar da bunu kadına ihanet olarak göreceğinden “yapamam” demekle yetiniyor...

...

bu da mutluluğun masalı imis

kasif
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken... ben bagda üzüm bekler, derede odun yükler iken, bir varmis bir yokmus... masalin yalani mi olurmus. o yalan bu yalan, fili yuttu bir yilan... bu da mi yalan? derken; sabahleyin erken, keçiler koyunlari tras ederken, tahta kurusu saz çalar, siçan cirit atar iken, çikmis bir kocakari ortaya... en sonunda açmis agzini yummus gözünü.bir laf etmis, bir laf etmis... bakalim ne laflar etmis...

rüyalar ülkesinde bir prenses yaşarmış. bu kız mutluluk ile dolup taşar, hiç üzüntü hissetmezmiş. bir gün kızın yaşadığı ülkeye bir mutsuz dev gelmiş. mutsuzluğu ona boy ve en olarak geri döndüğü için, sürekli değişen cüssesinden dolayı dışlandığı için artık buna son vermekmiş ülkeye gelmesindeki amaç. insanlar içindeki üzüntü ve sıkıntıyı görmeden, dış görüntüsü ile onu değerlendirdiğinden, bu kasvetli anlarında onun yanında olmadıklarından, ancak mutlu olan yahut görünen insanların çevresinde hep birilerinin olmasından son derece inciniyor ve sıkılıyormuş.

rüyalar ülkesindeki ’mutlu prensesi’ bulmuş ennihayetinde. tam da tahmin ettiği gibiymiş hal;
kızın çevresinde birçok kişi pervane, onun bu iyimser ve gülümser hallerinden nasiplenmekte... bizim üzüntüler devi ise hale son derece üzülmekte imiş. çünkü içinde bulunduğu durumdan ötürü o iyi biliyormuş kimin neden yanında olduğunu ya da olmadığını ve artık karar vermiş, tanrının verdiğine kavuşmak için, hayatın eklendiğinden kurtulmaya. bu yüzden rüyalar ülkesindeymiş, bu yüzden o gülümser mutlu prensesin karşısındaymış.

mutlu prenses kocaman ve mutsuz devi görünce önce bir derin nefes almış. korkmuş çokları gibi. etrafa verdiği o hüzzam elektrikten kurtulmak için devin yanından gitmeyi istemiş ama bir şeyler onu durduruyormuş içten içe. dev niyetini açıklamaya başlamış:

- ey mutlular mutlusu prenses. sen etrafına ışık saçarken, mutluluklar dağıtırken, herkes seninle olmak ister, ancak azıcık somurttuğunda yanında bunlardan birini dahi bulamazsın, demiş.

prenses adeta çemkirmiş:
- yalan söylüyorsun. bu hilkat garibesi halinle kendine avuntu arıyorsun. kıskandığın mutluluğumu çalmak istiyorsun.

iri ve mutsuz dev omuzlarını öne doğru çökerterek devam etmiş:
- evvelinde ben de senin gibi mutluydum, senin gibi çevremde nice insanlar vardı. ancak hepsi bende ki elektriği ve güzelliği an be an çekmeye başladı, tüketti ve bende ki umut ile mutluluk bu şekilde yok olmaya başladı. damla damla tükenişimde cüssem bir parça büyüdü, görünüşüm bir parça başkalaşıp çirkinleşti, etrafımdaki o kuru kalabalık yok oldu. şimdi yapayalnız olmanın vermiş olduğu ızdırap ve hakikat duygusu ile geldim yanına. eğer mutluluğun gerçek ve daimi ise, bana da zaten bir parça derman olacaktır bu. yok, eğer yaşadığın koca bir yalan ve aymazlıksa, zaten üç gün, üç gece seninle olduğum zaman diliminin sonunda şeker gibi eriyeceksin, demiş.

mutluluklar prensesi haykırmış:
- yalan söylüyorsun, halkımı kışkırtıyorsun! sen kendini bilmez, bencil yaratığın tekisin.

mutsuz dev daha da üzülmüş, daha da içine kapanmış, daha da büyümüş. prensesin içindeki kaygı onu olduğundan daha çirkin ve irileştirmeye başlamış.

- neden benimle bunu denemek istemiyorsun? halkına bunu göstermek istemiyorsun? demiş sonunu artık tahmin eden mutsuz dev.

prenses aymaz demiştik ya; işte onun cesareti ile kabul etmiş.

üç gün ve üç gece biraz sıkıntılı ve meraklı gözlerin esaretinde geçmiş. saat artık dolmaya başladığında mutluluklar prensesi adeta güneşin altındaki buz gibi erimeye başlamış. aynı zamanda da mutsuz devin ebatları normale dönmeye, eski güzel ve yakışıklı hale gelmeye başlamış. bunu izleyen halk artık nefesini tutmaya başlamış.

zaman tam anlamı ile dolduğunda mutluluklar prensesi yok olmuş, gerçekçi olan ve kendisine mutsuz dev mahlası takılan ebu-diyar ülkesinin prensi eski haline dönmüş. o kadar masum ve güzel birisiymiş ki, bulunduğu ülkedeki halk mutluluk kaynaklarını erittiği için bu yakışıklı prense kızmamış, hatta onu bırakmak istememiş. ama insan riyakarlığını pek iyi bilen mutsuz dev-şimdiki yakışıklı prens halkı bilinçlendirmeden, gördüklerinden ders almasını umarak kendi ülkesine gitmiş.

ve bir daha da yanına yalancı ve çıkarcı insanları yanaştırmamış. hüznü gibi mutluluğu da ona kalmış. sırf mutluluğun olmadığına inanmış yaşadıklarından sonra.

***

way to mandalay

kasif
bünyenizde birçok hissiyatı yaratacak/verecek bir şarkı şahanesi.
blackmore s night söylüyor efendim:

i wandered down the pathway, through the misty moor
like i knew he did a thousand times before
voices seem to echo come talk with me a while
just around the corner, just another mile...

i had heard the stories, her legend served her well
a mystic’s myth or fable, truth or fairy tale
a raggle taggle gypsy , with a toothless smile
said sit with me my darling, let’s talk a little while...

and the road goes on, seeming ever longer on the way to mandalay
and the road goes on, forever will i wander on the way to mandalay...

the mile went on forever, the minutes turned to days
could i have been misguided by the mystic’s ways
the moment lasts forever, at least it does for me
caught between what happened and what could never be...



elzem hatırlamalı edit:
şunlarında tadına bakmadan sakın ayrılmayın bu sofradan:

(bkz: i still remember )
(bkz: shadow of the moon)

hayatımizi istedigimizce yasayamamak mutsuzlüğümuz

kasif
hükümsüz bir hayat buldum; ulus ulus, şehir şehir, ilçe ilçe, cadde cadde, sokak sokak dolaştım, ara mahallelere dahi girdim; devlet adamlarına, dünyanın en zenginlerine, annelere-babalara, kardeşlere, yazarlara, orospulara, savaş kahramanlarına, dünyayı kurtaranlara, aşıklara, acı ile yoğrulan alimlere, tasavvufilere, zerdüştlere, eşcinsellere sordum ve bulamadım sahibini. onu ıssız ve kimsenin görmeyeceği bir köşeye bıraktım. ölü müydü?.. bilmiyorum ki? benim elimde kalmasın, ben de kaybolmasın da, ne olursa olsun…

***

hayatın farklı pencerelerinden bakıp, kendi kimliğine en yakın bulduğu ile beyin ve kalbini dolduranlarda mutlu mu oldu sanıyorsunuz? peki neden bedbaht öldü mevlana, şems’in dostluğu ve dahi aşkının yoluna rağmen, onca tasavvufi açılımların adamı olmasına rağmen hem de? ulus-devlet düşüncesinin ilk temsilcisi, hayata ahlaki açılarının kalıplaşmış kural ve kuramlarını kırarak tarihe damgasını vurmuş ama açlıktan hep nefesi kokmuş, hep zorluklarla savaşmak zorunda kalmış machiavelli? yakışıklılığı ile ve çok güzel karısı zelda sayre’ye sahip olan ünlü yazar fitzgerald? üstelik hayatta bütünleştiğini düşündüğü dört şeye sahipti o; paraya, yakışıklılığa, aşkına ve yazmaya. şimdilerde gençliğine lanet okumasına rağmen uluslararası sesini ve düşüncelerini duyuran, yazdıkları ile herkesi etkisi altına alan elif şafak? üstelik o anne de oldu.

yani aşkı arayan onu bulduğunda mutlu değil, yazıya tapan onu yazdığında tatmin değil, çağa damgasını vuran farklı fikirleri ya da icatları getirenler anlaşılmamanın üzüntüsünü duymakta, çok paralı ağabeylerimiz-ablalarımızda da var bir huzurluk, mutsuzluk. neden biliyor musunuz; mutluluk anlaşılamıyor.

anın içinde saklı kalanı zamanın içine yaymak istiyorduk hep; akışında yaşamayı müdahalelerle süslüyorduk çoğunlukla; var olanı çoğaltmak yerine tatminsizlikle tüketiyorduk, kavramlara hep maddi değer biçtik; iktidar olmak uğruna her şeyi umarsızca talan ettik.

yaşanılan mutsuzlukların o kadar çok sebebi vardı ki, hem de bu sebepleri mal edecek haller, sistemler, kişiler…

***

kimsenin görmeyeceği bir köşeye bıraktım onu. ölü müydü?.. bilmiyorum ki? benim elimde kalmasın, ben de kaybolmasın da, ne olursa olsun… kimse kabul etmediyse, kimse almadıysa, kimse istemediyse işe yaramazdır bu diye düşündüm. oysa ışıl ışıldı, oysa umut doluydu, anaçtı, ellerimdeyken, sahibini ararken bana nasıl da tatmin ve huzur ve ne derler ona; hani şey, hani herkesin istediği, hani herkesin muhtelif şeylerde aradığı; hahhh, mutluluk vermişti.

kimse almadıysa, kimse kabul etmediyse ben neden alayımdı ki onu, değil mi?

tecavüz

kasif
( iki bacak aramı sımsıkı tutarım,
ve geceler boyu ağlarım. )

küçük bir kızdım. ellerim kilden kirlenmiş, meni denilen şeye değince çamur oluvermişti. o zamanlar bilmezdim onun bir erkekten aktığını. sandım ki gözyaşımdı beni kirleten, ellerimi çamur eden.
sandım ki ben kirliyim, dünya temiz, en güzelinden.

( bir oyun bahçesinin içindeyim,
güzel çiçeklerden derlemeyim. )

en neşelisi bendim, en hokkabazı, en fettanı. arkadaşlarımla o gün yine oyun bahçemizin içinde oynarken, ebe olan ben sobelemek için gittim kuytulara. aradım, bulamadım;
arandım, bulunamadım!
bir ahıl içinde kıpırdamadım, kıpırdanamadım.
kulağımın arka tarafından bir ses, ılıkça ancak soluyan hayvanca… aklım karışık, oyun sıram şaşık, hayat karanlık… ne yani, şimdi ben mi sobe olacağım, ebelikten çıkarılıp?

( vücudum mu kalan çıplak,
umutlarım mı yoksa soluyan mı dizginlenemez kaçak? )

elleri sertti, vücudum bir o kadar yumuşak. elbiselerim tertemizdi, ellerime inat. o ses buyurgan, ben ise itaatkâr. o ses emin ve istekli, bense ürkek ve şaşkın. bir iki yumuşak okşama, ardından başladı içim saymaya:

bir, iki, üçççç…

ben mi kısa saydım yoksa zaman mı ağır geçti? ben mi yavaş saydım, yoksa zaman mı akıp geçiverdi?
acı vardı bacak aramda, biraz da ıslaklık. neydi bu, bilemedim o zamanlar.

adam gitmişti, bıraktığı kokusu kalmıştı: kâh masumiyet, kâh ırzına geçilen ve masumiyetten geri kalan isyan, çocuk saflığı ve hala yanıp tutuşulan oyun aşkı.

şimdi ben ebeydim ya; bu bana yapılanla ben mi sobelendim?
şimdi ben ebeydim ya; bu bana yapılanı anlatsam oyun bozan olur muydum?
şimdi ben ebeydim ya; kaça kadar sayacaktım?
şimdi ben ebeydim ya; kaçan neydi? kovalayan kimdi?

şimdi ben çocuktum ya, yedi yaşında mı oldum kadın?

kasif

kasif
tanrı’ya yakınan olunan ve bazen tanrı olunan hal; yazmak... yazdıkları ile buna soyunan bir garip havva; kimi inanca göre ademden devşirilen ucube ya da lilith.

yazmak varsa, biz de var olmuşuz demek sebepleriyle.
uzun zamandır buradaydı da kendisi, pek sessizdi, otururdu edebiyle.
şimdi günaha hoş geldin demek ister davetkâr debdebesiyle…

insan manzarası

kasif
salıncak
içinde bir beyaz çocuk
çocuğun kucağında oyuncak,
gözleri dönmüş hırsından

bulut
içinde bir beyaz oyuncak
oyuncağın içinde hayalden kurmaca
sessizce söyler gülümsercesine
düşündüğün ve istediğin her ne varsa, kırk gün kırk gece de unut

pencere
içinde beyaz bir ince siluet
yansımasında imgesel düşünce
bakışında tanrısal bir sürmece, kalanı da sürüncemede
ona kalan ne varsa bakan bir gözde, düşünen bir beyinde, kurgusal bir hayaldeurgusal bir hayalde



ankara da ayrılık

kasif
zemheri soğuk gözleri vardı gecenin. gündüzünün pek bir farkı yoktu ama yine de güneşin umut olma albenisi bir şekilde teselli ediyordu ruhumu.
en çok ayraç koyan ayrılık mı yoksa kentin geri dönüşümsüz ahir ıssızlığımı beni endişelendiriyordu, tayin etmek zor.

bir kenti sevmek, içindekilerini sevmekti, öyle değil mi?
ve o kentteki birinden nefret etmek, kentin kendisine ihanet etmekti, tüm verdiklerini ve sunduklarını görmemek gafleti nedeniyle... yani kentten uzaklaşmak, içten içe soğumaktı en hazin olanı.
oysa gidilen, gidişin ıssız vehametine terk edilen sevgili olandı, kent olan değil. intikam almak kör ediyor ya insan hislerini, bu da böyle bir şeydi, değil mi? insan olmanın acizliğine dair.

ıssız kentçik ankara’da ayrılık daha bir ilahinaye gelmekte uzuv ve maneviyatıma.
en çok da buna isyan ama iğdiş bir boyun eğme münhasır şahsıma.

ayrılığın ayracına eklenen özel isim oldun sen ankara...
çok hazin gelmekte, ayrılık ankara’da...
ve ben, bir kere daha vuruldum senin yalnızlığına!..

bedelli esaret

kasif
hepiniz sindirdiniz bizleri, her yerimizi, her köşemizi, her parçamızı, her hissiyatımızı. lime lime, parça parça, bölük pörçük ettiniz gerçeklerin gölgesinde kimliklerimizi - gölgemizi - özgürlüğümüzü.

geleceğe pek bir şey bırakmadınız, her yerimizden sızdınız. beynimizden, kalbimizden, gözlerimizden, kulaklarımızdan, damarlarımızdan ve her şeyinizle saldırdınız; kitle iletişim araçlarınızla, kitle imha silahlarınızla, kanunlarınızla, normlarınızla, hükümlerinizle ve hatta sevginizle, sahiplenmelerinizle, kıskançlıklarınızla, hezeyanlarınızla, coşkularınızın sönmüş halleriyle, herzeliklerinizle, kendinizde olan özgüvensizliğinizi bize mal etmelerinizle!.. yolda yürürken kendi gölgesinden korkanlar eylediniz bizi biçaresizliğinizin döver-biçerleriyle.

yeknesak hayat kurdunuz gelecek adına inançlarınızla ama içinde heyecansız kelamlarınızla. her şey insan olmaktan uzak, ezber bozmaktan anbean kaçmış vaziyette. umutsuzluk diz boyu yarınlara uzanan uzun yollara dair; umutsuzluksa ruhun ölmesi demek en yalın haliyle. ruhsuz olan demek, üretmeyen demek kendi çabasıyla; üretmenin gerek olduğu yerde kopyalamak, seri üretim yapmak var demek ayakta kalmak adına. özgün olmayı yok ettiniz işte bu yüzden; özgün olmak kimliği ortaya koymak demek son tahlilde! özgün olmak, kendini ispat etmek demek yüzyıl standartlarınca; özgün olmak ’ben’ demek en kahramanca, en kendimiz olan tarafınca!

içimizi boşalttınız. çıkar kavgalarınızla mahvettiniz bizi, güç istençleriniz için, tanrı’yı arama riyakârlıklarınızla, iktidar kurma çabalarınızla... hayallerimizi yıktınız, sevgiyi tükettiniz sevgisizliğinizle ve kendinize benzer olmasının gayretkeşliği ile... sistemin yeknesaklığı iliklerinize işlemiş, hepimizi tek tip insan eylemek istediniz aymazlığınızca.

size müebbet hapis cezası az, en az üç kere ölüm cezasına çarptırılmalı yüzyılımızda idam cezalarının insan haklarına aykırılığına inat! sizleri insan sınıfına komamalı, biçtiğiniz en insan yanımızın kalıbı, biçareliğince!

size söylenecek söz çok, ama her kelimenin içini boşalttınız insafsızca!

savaşmak adına öldürmek

kasif
hep ölüyoruz kardeşim, öldürüyoruz kana doymamış caniliğimizle. insan tarafımızın en çok kırmızı ve asi ve doyumsuz olanını kusuyoruz çaresizliklerimizin üstünü örtercesine.

ama kardeşim ayıplarımızı neden böyle örttüğümüzü bilmiyoruz, düşünmüyoruz. tembellik yüzyıl virüsü olmuş, bunu söyleyenlere dahi artık aldırmıyoruz ve bu olanları bu yüzden düşünmüyoruz. hem biliyor musun; artık ölümlerde kutsadığımız daha çok çaresiz ve masum olanlar. kutsadığımız diyorum, onlar bu başarılarımızın ortasında ayrık otu, daha kutsal meselelerimiz için yaşamdan düşürdüklerimiz.

hayır kardeşim, utanıyorum elbette... yaptığımız hepimizin iyiliği için olsa diye yutturulsa da, bunu bilmenin açmazı ile bunu yaptığım için kendimden daha çok utanıyorum. ama bunu da yapmadan edemiyorum. ben yok etmesem, beni bir yok eden gelip bulacaktır(!)

(bkz: tek perspektiften bakmamak hayata)

kimliğimi kaybettim hükümsüzdür

kasif
bir kimlik al içeri girerken.
şşşttt, pabuçlarını çıkar, saklıyoruz kendimizi ,haber vermiyoruz gelen bir diğerini.
mümkünse parmak uçlarında yürü, ahdetme yerlere basan adımlarınla.

neden mi saklıyoruz kendimizi?
niçin mi açmıyoruz içimizdekilerini?
bak şu etrafına; yürümek namına yollar diye kaplı olan benlik üstü ve benlik altı hayal mekanizmasına?
evet, bildin; hayallerinde dahi özgür değilsin, ket vurduk kendin olan sana...

dur, hemen açıklama, anlatma kimlik hikayeni.
önce yaftalan, sonra karalan, ondan sonra çık dışarı;
arılan, paklan. ama illa ki önce dışlan!
kuralı bu senin gerçeküstü dünyanın.

gerçekle hayal bir arada, kim olmak istersen osun sen bu zamanda;
ama çokça da gebe olacağın kayıplara...
sonrasında kaybettiklerinin hükmünü arama,
arasan da bulama,
bulsan da şaşırma!
zira getirdiklerin bir parça sen olandan çıkan, maskeleşmeye ve hizipleşmeye dair bir kimlik bulmacası, bulamacı olacaktır. kaybedip bulacak, her kaybedişi bulmacasında sevinecek, her sevincinde eksilecek, her eksilmende yarımlaşacak, her yarımlaşmanda iyice ötekileşecek, her ötekileşmende de iyice kaybedeceksin, kaybolacaksın.

dur,
içeri girerken bir kimlik al kendine!
bahtsiz kadin mı dersin, canfeza mı, mutlu adam mı dersin, hevaperest mi, leyli mi? artık ne seçersen, ne olmak istersen ve belki de kim olmak istersen... ama illa seçmelisin. bir kimlik bulmalısın kendine.
mümkünse sessiz yürü, ses çıkardın mı da kendini akla; yoksa yaftalarla yıldırılırsın, güruhla cebelleşirsin.

şşştt, farklı olmaya çalışma,
ille de kendin olmaya...
al bir kimlik kendine;
ister bürün kurttan kuzuya, ister dönüver çingeneden bozma sultana.
ama illa ki soyutla kendini özünden.

aşık ile maşuk

kasif
iki damla seğirtti yanaklara;
biri aşkından yanan maşuka, diğeri aşka karşılık vermeyen aşıka.
havvadan ve ademden devşirilen insanoğluna.

biri tükenmeye razı gelin edasında sevgili,
diğeri tüketmeye dahi yanaşmayan katli vacip olan hain incitici.
biri kalemdi, yazdıkça ömründen götürülen, diğeri de yazıldıkça kıymete binen sayfalar dolusu kelam.


iki yol vardı hayat çizgilerinde:
ya aşık ile maşuk olarak tamamlarlardı ömürlerini,
aşk bitince yerini alırdı meşk güzellikleri;
yahut biri yanar dururdu leyla misali, mecnun onu aradığını bilmeden aranır dururdu leyla dilberini.

ve;
iki damla seğirtir yanaklara;
biri aşkından yanan maşuka, diğeri aşka karşılık vermeyen aşıka.
havvadan ve ademden devşirilen insanoğluna.

aşık ile maşuk

kasif
ekşimtırak bir yaşanmışlık başlıyor şimdiki zamana münhasır;
geçmiş zamana kalacak acı tecrübeler var çokça şimdikinin içinde, geçmişinin özünde! miş’li zamanın küflenmiş raflarına doluşacak delişmen ama bir o kadar da hislere ayraç koyan tecrübe-yaşanmışlık sevinin ölümsüzlüğünde ama aslında kökeninde... anlamak yok, anlatmak istenenler haybede saklanan birer koz, kelebek olmadan önce tırtılın kaldığı örtüde… ama insan bu, kozanın ya da heybenin içinden tüm sıfat ve fillere olumsuzluk ekleyiveriyor en acımasız halleriyle.

bir aşk;
güzel başlar en yalın haliyle.
en gerçek coşkunluğu ile akar durur iç deryalarının oluk tartmaz kıvrımlarına. meylettiği gönülle –ama bedenle değil- çiftleşmek ve aynı olan ama ayrı meyvesi olan ağaçta yine ayrı olarak ama bir bütün bakmak isteyerek açar gönlünü koşulsuzluğa, heyecana, tarifsiz kıpırtıya, dipsiz keşif, köşksüz ve köksüz alemlere iç yakıcılığıyla.

sonra başlar zamanın doğum sancıları, içte büyüyen farklılıkların, tutarsızlıkların, bencilliklerin, aymazlıkların, dahasını istemelerin; yani kısaca doyumun; - bir bebek bekleyen kadın bedeninde oluşan vücut çatlakların oluştuğu pürüzlü yüzeyde, sancıdır son noktayı koyan pek çokça. bu pürüzlü yüzeyde, zamanın doğum sancıları kendini hissettirdiğinde, zaten bilinçte, biliçaltıda hazır eder kendini, yaklaşmakta olan doğumun her şeyi değiştireceğine ve belki de bitireceğine.

bu gebeliğin bitişi akabinde insan çoğalır; hisler tükenir canfeza duyguların yılgınlığıyla…

taraflardan biri kırgın fakat hala istekli, muhatabın öteki yanı şefkatli fakat kızgın, artık vereceği bir şey olmadığından. muştulanan birine güzel-özgür haber deminde, diğerine kahrolmak tazeliğinde, hem de her mevsiminde… doğru mudur bilinmez ama; iki taraflı ilişkilerin birinde seven, ötekinde sevilen dururmuş; yani biri aşık diğeri maşuk olurmuş, yani biri kavuşan, diğeri kavuşulan olurmuş; roller kişinin karakteriyle ve aslında en çok da verdikleriyle değil, zulalarında sakladıklarıyla biçimlenir, kimlikler bellenirmiş. biri etkin, diğeri edilgen bu yüzden olurmuş.

yani hayatta ne görünen tamdır, ne de yaşanan bilenen kadardır; hep dahası, hep ilerisi vardır. ama insan son noktayı bir yerde koyar; koyduğu nokta ile de o konuyu kapatır.

haa sonradan o noktanın virgül deminde olup, konunun ve durum devam etmesi olasılığı da varmış; en çok da bu sıkar, bu yakarmış can. yeniden gelen, yineden olan havva ya da adem. ezberler zati akılda kalem kalem, tutam tutam. işte burada baskın olan, ilkinde anlaşılamayan ama bu defa çok da fazla can yakan sevenle-sevilenin artık imbiğinden akan gerçeklerin sahneye koyulması olurmuş. yani sevilen çoktan bitirmişken fakat ezberini tazelerken, seven hep o filiz olan dalları ile baharı beklemenenin mahcubiyeti ile çiçek çiçek açar sevdiğine, yârına, yarınına, özlemine, hayaline, bergüzar tadındaki anısının kahramanına!..

tükenen tükenmiş, biten bitmiştir. aslında istenenin ne olduğunu kişi-ler bilmiştir:
ya iki elma, aynı dalda iki olup bir görmeye devam edermiş;
ya iki elma, aynı dalda bir olup, bir görmeye devam edermiş;
ya da iki elma, aynı dalda iki olup; ayrık, iki görmeye meyledermiş. birinde anı tatlı, diğerinde de anı iç çektiren bir anı oluverirmiş.

biri ve diğeri

kasif
-“nereden geldi”, dedi gölgem?
-“yorgunum, konuşacak halim yok”, dedi bedenim, “az müsaade et, soluklanmalıyım…”
-“seninle bütünleşemiyorum, tamamlanamıyorum”, dedi gölgem.
-“artık takip edilmekten, sağımı-solumu,önümü-arkamı kolaçan etmekten bıktım”, dedi bedenim.
-“bitti mi?”. dedi gölgem.
-“en zor soruyu soruyorsun”, diye kesip attı konuyu bedenim.


işte burada başlamış gölge ile bedenin hikayesi. beden artık gölgesini almadan gezmelere, keşiflere, eğlenmeye, üzülmeye, hayatı tüketmeye tek başına gitmeye başlamış, gölge ise kaderine yanıp tutuşmaya… beden isyanlarını en hırçın şekilde dile getirmeye başlamış, gölge içine akıtmaya ahdetmiş adeta. katre katre içine sızan zehirden kurtulmayı da hiç akıl edememiş, hiç de akıl etmeyi merak etmemiş. bölük pörçük hikaye tam da burada başlamış, burada ortak kaderleri artık ayrık kadere dönmüş.

sonra zaman gelmiş, zaman gitmiş ve gölge ile beden bir olamamış, bütün olamamış kendilerinde, paylaşımın istikrar girizgâhında. alışkanlığa boyun eğmeyi çabuk öğrenmiş gölge ama beden buna asla eğilmemiş, karşısında bükülmemiş; çokça umursamaz görüntü çizmiş ama umursamadığından değil de çokça inancı yitirmenin geri dönüşü olmadığını bildiğinden. aslında bunu gölgeye anlatmak istemiş istemesine de, bazı şeyler kelimelerle sınırlandırılamayacağı gibi, karşındakinin anlamayacağını da düşünmek varmış ve en kahredicisi de bu inançta yanılmayacağını bilmesi imiş.

tarafgir gibi görünen ve tüm iğretiliği ile iticiliği suratlara bir küfür, bir şamar gibi vuran sessiz çığlık halleri daha da bir huzursuzluk, gerginlikler yaratır olmuş aralarında. beden artık bu durumda kendini çok fazla esir, bu debdebenin kem tarafı görmeye başlamış. çekip gitmek bir anlamda çareyken bir anlamda da aslında çözüm değilmiş.
etin tırnaktan ayrılması çok acı verici değil miydi? gölge nasıl ayrılacaktı bedenden? gölgesiz bir beden siluetten ibaret olmaz mıydı? tek tipliğin kuşatılmışlığına yenilmez miydi? hem yeni bir başlangıç ona göre miydi? nasıl sona erdirecekti bunca kötü giden şeyleri ve sorular silsilesini? bir diğerini dur durak bilmeden pervasız ve fütursuzca takip eden huzursuzluklar, endişeler nasıl bertaraf edilecekti birbirinden ayrılmaz bütün olarak?

çok düşündüler, çok kavruldular ve yok oldular küllerinde. yeniden doğmayı bedenin hin fikri yaptı. anlaşma yaptı gölge ile. dedi ki:
-" güneş ikimizin olsun, geri kalanlar kendimizin. güneşte sen ve ben, diğerlerinde sadece kendimiz... bence budur hayatın anlamı, ilişkin paylaşımı. kimse bir diğerinin hayatına etmesin gölge ya da olmasın ikizi."

çok seven ve onsuz olamayan gölge, çaresiz kabul etmiş aslında sual barındıran sualsiz teklifi.

işte bu yüzden ilişkilerde bir taraf daha mutsuzken, diğer taraf daha gamsızmış, işte bu yüzden biri aşıkken diğeri maşukmuş.

(bkz: aşık ile maşuk)

yazıya sığınanlara

kasif
hiç samimi gelmiyorsun şu an bana; elma ağacındaki elma kurdu misali önce elmaların içini ardından da ağacın güçlü gövdesini kemirmek tek meselen, yaşama hevan; gücüne güç katıp, ona tapınman.
sorgusuz sualsiz yaşaman belki de beni deli eden, ya da bunun ardına gizlenmen, gizlerinde oyun oynayan çocuk saflığınla.

cepkeninin içinde cepken, içinde tükürük kokan küfürler; ağzının ayarı yok ki, kalbine ondan yansıyanları var sen düşün. samimiyeti arıyorsun da, neden samimi olamıyorsun diye sormak isterim sana tüm densizliğim ve küçümsememle. bildin, aşağılanmak yüceltiyor seni. belki de sen öyle sanıyorsun.
bir şair olmalı savruk tarafı ile ya da bir romancı, en hüzünbaz hilekârlığıyla. hayatta herkesi kandırabileceğinin kolaycılığına kaçınmışsın, farkında mısın bunun? sandığından daha şeffafsın, kaçtıkça ya da aslında saklanmadığını düşündükçe daha da bir çamura bulanan.
zorlama; her kelime, parçalanıp yok olan parçalarını sarıp sarmalamaz iyi eder şifasıyla.

hayatı yuttun sanıyorsun değil mi? derinindeki acı çoklarında yok hem de. ha-ha-ha; bu aymaz delilik, kendi uçurumuna mahkûm eder cinsten üstelik! kelimelerle inşa ettin kurmaca sanatının yaşam pınarını. peki ya, hani senin hayatın? bana sakın hiç-lik deme, hiç ederim seni oracıkta!

sana bugün erdemimi bahşediyorum, ve seni affediyorum. özgür ol, özgür kal bu defalık; kendi inisiyatifinle değil, benim özgür ve olgun irademle.
bağışlandın çocuğum, şimdi tanrına küfürleri yeniden pervasızca savurabilirsin!
ve ben de dahil olmak üzere, hepimizi kandırabilirsin…

adi konulmamis yazılar

kasif
tırnaklarım etlerinde/ saatler sonsuz, ya da bize geleni öyle/ bir örümcek, ağından sarkmış, tam yatağımızın-günahlığımızın orta yerinde, misafirliğiyle/ ne demeli, hoş mu geldi yoksa zamansız mı oldu bu sessizliği bozan tanrısal imge/
gözlerim ruhunda, çıplaklığın avuç içimde/ her bir katrelere ayrılmış parçan fikrimin en ince yerinde, kah sessizliğinde, kâh çaresizliğinde/ bir yalvarış gelir senden, “beni azat et, ne olur diye”/ daha gitme vaktine çok var, otur soluklan kalem tutan elinle/ beni yazan çizerliğinle/
yaradılışı en baştan alalım kelama/ önce sen başla şiir sesinle/ sonra da ben, düşleri bozan düş-bozan erdemimle/ beni küçümse ve beni aşağıla, marduk da yaşan ben değilim nasıl olsa/ önce günahı var edelim bulunduğumuz pozisyon itibariyle/ sonra başlarız sevabın en bonkör hediyesiyle/
şşttt, adsız kalsın bu başlıkta, bırak öylece…
5 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol