confessions
  1. toplam entry 223
  2. takipçi 1
  3. puan 12414

güney dağlarınin hatıraşında kalan

galapagosun kertenkelesi
nazım hikmet ran şiiri.

kuzeyden indim bu güney dağlarının memleketine ikindi üzeri...
yanımda genç, ak bir kadın vardı,
yüzüne mavi bir tanyeri gibi çekilmiş olan gözleri,
dümdüz saman sarısı saçlarıyla...
kuzeyden indim bu güney dağlarının memleketine ikindi üzeri.

bu dağlar,
insanların, ineklerin, kamyonların arasında yaşıyorlardı.
söğütler, elmalar, meşeler ve çam ağaçlarıyla,
kaplanlar ve alabalıklarla beraber.

bu dağlar,
karlıydılar, güneşliydiler, kırmızı ve koyu yeşildiler,
yıkılmış hisarları vardı.

bu dağlar,
okul defterlerinin yaprakları arasında yaşıyorlardı,
sanatoryumların ve devlet mağazalarının içinde,
kıvrım kıvrım asfalt yollarla tahta köprülerin arasında.

bu dağlar,
vurulmuş yabankeçilerinin yarasında,
ve göllerin dibinde yaşıyorlardı.

ve artık
bir kadın vardı,
yüzüne mavi bir tanyeri gibi çekilmiş gözleriyle
ak bir kadın...

ve artık biliyorum
yalnız bu mavi tanyeri kalacak aklında
bu güney dağlarının...

kislovodsk - 04.02.1960

fevkalade memnunum dünyaya geldigime

galapagosun kertenkelesi
nazım hikmet’ ten...

fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.
kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen
ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı
dünya, inanılmayacak kadar büyüktür benim için.
dünyayı dolaşmak,
görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim.
halbuki ben
yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım avrupa yolculuğumu.
mavi pulu asya’da damgalanmış
bir tek mektup bile almadım.
ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz amerika’da.
fakat ne zarar,
çin’den ispanya’ya, ümit burnu’ndan alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
ve düşmanlar ki kanıma susamışlar
kanlarına susamışım.
benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.
ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma.
ve dışında bu safın
toprak ve sen
bana kâfi gelmiyorsunuz.
halbuki sen harikulâde güzelsin
toprak sıcak ve güzeldir.

şeytan ile rahibin macerasi

galapagosun kertenkelesi
"fakir bir şimal kilisesinde şeytan ile rahibin macerası"

bir nazım hikmet şiiridir.

ilkönce yağmurla
sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah.
henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla.
harp esirleri çoktan iş başındaydılar.
topraktan nefret duyarak
- halbuki köylüydü birçoğu -
tıraşlı ve korkak
çapalıyorlardı patatesleri.
suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana
köy kilisesinden gelen çan sesleri.

pazardı.
kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı
kadınların değil,
içlerinde büyük memeli kızlar,
ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı.
maviydi gözleri.
başları önde,
kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı.
terliydiler.
haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu.
kürsüde muhterem peder
"beyannameyi" okuyordu,
- gözlerini gizleyerek -.
renkliydi pencere camlarından biri.
bu camdan içeri giren güneş
duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde
eski bir kan lekesi gibi.
ve hiçbir zaman
doğurmamış olan
göğüssüz ve kalçasız bir meryem’in kucağında bir çocuk :
başı öyle büyük
o kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları
hazin ve korkunçtu.
önlerinde kandil yanıyordu
eski
sert
ve boyalı tahtayı aydınlatıp...

iki adam boyundaydı tahta heykel.
şeytan saklanmıştı arkasına
- kaşları çekik, sakalı sivri,
mefistofeles olması muhtemel,--
ve âlim bir tebessümle
dinliyordu muhterem pederi.
"- avrupa’nın bekası,
(okuyordu beyannameyi muhterem peder)
avrupa’nın bekası için harbediyoruz."

dinliyordu şeytan
sivri sakalında keder
ve âsi ve selîm aklına
dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan.

okuyordu rahip :
" avrupa milletleri el ele verip
harbediyoruz,
ve mutlak imha edeceğiz
medeniyet için tahripçi bir unsuru."

şeytan bir parça yana itti meryem’in heykelini
ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip
kaldırdı elini
rahibe doğru
- etsizdi, uzundu bu el,
hakikat gibi, kemikli ve kuru -.

ve ne olduysa o anda oldu işte.
renkli camın altındaki kadın
çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte.
memeleri ağırdı
ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler.
düşürdü kâadı muhterem peder
ve şeytan’ın iğvasıyla hakikati bağırdı :
"- karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye.
harbediyoruz,
fuhşun bekası için,
kerhane kapıları kapanmasın diye.
ve sen orda, arkada
içinde beyaz entarisinin
bir erkek çocuğu gibi duran,
sen orospu olacaksın kızım.
sana firengi ve belsoğukluğu verecekler
büyük şehirlerimizden birinde.
baban dönmeyecek
yatıyor şimdi yüzükoyun
çok uzak bir toprağın üzerinde.
şimdi kan içindedir
etli, kalın kulaklar
ve ince kollarının dolandığı boyun.
yattığı yerde yalnız değil.
hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada."

kendi sesinden ürkerek
sustu rahip.
orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu.
kadife ceketli bir erkek
- ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin -
bir şeyler söylemek istedi.
sivri sakalını kaşıdı şeytan,
rahibe : "devam et," - dedi.
ve muhterem peder
başladı tekrar konuşmaya :
"- harbediyoruz :
pazar ve mal nizamının bekası için.
kömür, lâstik ve kereste,
ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti
satılmalıdır.
patiska, benzin
buğday, patates, domuz eti
ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet
satılmalıdır.
güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun
ve ihtiyarlığın emniyeti
satılmalıdır.
şan, şeref ve saadet,
ve
kuru kahve
topyekun pazar malı olup
tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır.
harbediyoruz :
harbi bitirdiğimiz zaman
aç, işsiz ve sakat
- harp madalyasıyla fakat -
köprü altında yatılmalıdır..."

yine sustu muhterem peder.
şeytan emretti yine :
"- naklet onun macerasını,
o ne idi, ne oldu, anlat..."

ve anlattı rahip :
"- onu hepiniz hatırlarsınız,
toprağın içindeki bir patates tohumu gibi
fakir,
çalışkan
ve neşesiz geçti çocukluğu.
sonra uyandı birdenbire
on yedi yaşına doğru.
yine fakirdi, çalışkandı.
fakat aylarca gidip
bulutsuz bir denizde
altında sönük yelkenlerin
sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın
yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi...
mahallede sesi en güzel olan insandı
ve en güzel mandolin çalan.
hatırlıyorsunuz değil mi
size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
ve mavi kurdelesini
mandolininin?..
içinizde kimin kalbini kırdı,
kime yalan söyledi,
sarhoş olduğu vaki midir,
ve kiminle dövüştü?
çocuklara saygısını
ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz?
belki biraz kalın kafalı
fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz
onu geçen sene harbe gönderdik.
şimdi gerilerinde cephenin
işgal altındaki bir köyün odasındadır.
baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul
bir tahta masanın üzerinde.
beli çıplak
pantolunu dizlerinde
başında miğfer
ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler.
yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu
direkte bağlı bir erkek.
dışarda yağmur yağıyor
ve uzaktan uzağa motor sesleri.
kadını masadan yere iterek
doğrulup çekti pantolonunu...
halbuki hepiniz hatırlarsınız onu,
hatırlıyorsunuz değil mi
size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
ve mavi kurdelesini
mandolininin?"

yine birdenbire sustu muhterem peder.
(susabilmek bir hünerdir
insanın ağzından çıkan sözler
kendine ait olmazsa.)
fakat tahta meryem’in arkasından
yine emretti şeytan :
"- rahip, devam et," - dedi.
ve devam etti rahip :
"- harbediyoruz.
çalıştırılan insan yığınları
birbirine devrederek zinciri,
karanlık ve ağır,
beton künklerin içinde akmalıdır.
ve sen kocakarı
- ön safta, solda, diz çöküp
yüzü eski bir kâat gibi buruşuk olan -
seni temin ederim ki
kilise kapısında oynayan torunun
- beş yaşında,
başı altın bir top gibi yuvarlak -
dedesi,
senin kocan,
babası,
senin oğlun
ve komşuların gibi
kömür ocaklarında çalışacak.
hiçbir şeyi
ümit etmemeyi
öğrensin.
bu maksatla
uçuyor bombardıman birliklerimiz
tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp
iki gergin kanatla.
ve motorlarına benzinle beraber
belki bir parça keder dolarak
(öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey),
uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak
bombardıman birliklerimiz
birbiri ardından giden dalgalar halinde...
harbediyoruz :
öldürdüklerimizin sayısı
- bizden ve onlardan
aralarında meme çocukları da var -
şimdilik
beş altı milyon kadar.
harbediyoruz :
kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri.
harbediyoruz :
parlasın edebiyen diye sabah güneşlerinde
hapisane demirleri..."

hakikat çok taraflıdır.
fakir bir şimal kilisesinde
- şeytan’ın iğvasıyla da olsa -
fakir bir papaz
onu o kadar uzun anlatamaz.
inzibat kuvvetleri aldı haberi
- kadife ceketli orman bekçisinden -
gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi.
ve asfalt yolun üzerinde
arasında silâhlı iki adamın
giderken muhterem peder
şeytan baktı arkasından :
çekik kaşlarında ümit
ve sivri sakalında keder.

12.9.1941

not :
alamanya yıkıldı.
temerküz kampından kurtarıldı muhterem peder.
ve yine şeytan’ın iğvasına uymasaydı eğer
önemli alaman demokratlarından biri olurdu bugün
anglo-sakson işgal bölgelerinden birinde.
halbuki yine uydu şeytan’a.
ve yine bir pazar günü ve aynı kilisede yine
batılı müttefikleri meth ü sena edeyim derken
41 yılında söylediklerinden bazı fasılları tekrarladı aynen
bilhassa mal nizamına ait olanları.
ve katolik bir amerikan subayının emriyle
(tevkif edilmediyse de bu sefer)
kovuldu kiliseden muhterem peder.
yine arkasından baktı şeytan :
çekik kaşlarında biraz daha çok ümit
sivri sakalında biraz daha az keder...
1946 şubat 17


erzurum ve sivas kongreleri

galapagosun kertenkelesi
nazım hikmet ran şiiridir.

biz ki istanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
türk halkının yüce katına.
mevsim yazdır,
919’dur.
ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.

biz ki istanbul şehriyiz,
fransız, ingiliz, italyan, amerikan
bir de yunan,
bir de zavallı afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz:
vahdettin sultan,
ve damat ferit
ve ingiliz muhipleri
ve mandacılar,
biz ki istanbul şehriyiz,
yüce türk halkı,
malumun olsun çektiğimiz acılar...
...
...
erzurum’da on dört gün sürdü kongre:
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşenlerinden onların.

orda, bir şurayı milli’den bahsedildi,
iradei milliyeye müstenit bir şurayı milli’den.
buna rağmen
"asi gelmeyelim" diyenler vardı,
"makamı hilafet ve saltanata."
hatta casuslar vardı içerde.
buna rağmen
"bütün akşamı vatan bir kuldur" denildi.
"kabul olunmaz," denildi,
"manda ve himaye..."
buna rağmen
istanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
türk halkından kesmişlerdi umudu.
yağdırıldı telgraflar erzurum’a:
"amerikan mandası altına girelim," diye.
"istiklal, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı mümkün değil,
birkaç vilayet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
memaliki osmaniye’nin cümlesine şamil
amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nafi
bir şekli hal kabul ediyoruz."
fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu.
erzurum’un kişi zorludur, balam,
buz tutar yiğitlerin biyiği.
erzurum’da kaskati, dimdik olur adam,
kabullenmez yilginliği...

istanbul’da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için amerika’ya anadolu’yu
şöyle diyorlardı erzurum’dakilere:
"bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor.
filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika.
ne olacak,
biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra yeni dünya’nın sayesinde
istiklali kafasında ve cebinde taşıyan
bir türkiye vücuda geliverir.
amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
avrupa’ya göstermek ister.
hem artık işi uzatmağa gelmez.
çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir:
türkiye’yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir."
...
...
...
ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul’dan gelen zevat.
sivas, mandayı kabul etmedi fakat,
"hey gidi deli gönlüm,"
dedi,
"akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya istiklal, ya ölüm!"
dedi.

çocuklar yarın olebilir

galapagosun kertenkelesi
nazım’ dan bir şiir.

....
çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
düşerek de değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
....

ceviz ağacı ile topal yunus un hikayesi

galapagosun kertenkelesi
nazım hikmet’ in hikaye/şiirlerinden.

burda bir dostumuz var :
çerkeş’in
kavak köyünden.
büyük kitaplar gibi
içinde bir şeyler saklı.
akıllı adamlara
ajans haberlerine
ve bilmeceye meraklı.
adı : yunus.
ateşimizi yakıp
suyumuzu veriyor.
ağaçlardan
ve günlerden konuşuyoruz.
herhal ilerdedir
yaşanacak günlerin
en güzelleri.
şimdilik
sohbetimizde kederi :
kesilip
satılmış
bir ceviz ağacının...

onu tanıyoruz :
avlunun içinde
kapının solundaydı.
ve altı yaşında
dalından düştü yunus,
topallığı ondandır.

öküzler topalları sever,
çünkü topallar ağır yürürler.
öküzler topalları sever,
ceviz ağaçları sevmez topalları :
çünkü topallar sıçrayamazlar yemişlere,
çünkü üzerlerine çıkıp
silkeleyemezler dalları.
ceviz ağaçları sevmez topalları...

bir acayiptir muhabbet bahsi :
mutlaka kendini dereye atmaz
sevilmeyenlerin hepsi.
insanların hünerleri çoktur :
insanlar
sevilmeden de sevmesini bilirler...

bir acayiptir muhabbet bahsi,
bir acayiptir
ceviz ağacı ile
topal yunus’un hikâyesi...

..... cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
ve çerkeş yolu üzerinden
sabah namazı ışıyıp geldiği zaman,
kadınlardan önce uyanırdı dalları.
altından geçerken düşünürdü yunus...

..... düşünmek :
ne mukaddes bir iş
ne felâket
ne de bahtiyarlıktı,
ve ölüm :
mutlaka varılıp dönülmeyen,
fakat üzerinde düşünülmeyen
bir köydü yunus için...

..... cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
güneşte gölgesi hain olurdu,
rüzgârda konuşurdu kendi kendine,
dalları yukardan yunus’a bakar...

..... gündüzleri yıldızların niye söndüğünü,
dünyanın yuvarlak olduğunu
ve güneşin etrafında döndüğünü
bilmiyordu yunus.
bunları biz anlattık ona
şaşıp kalmadı...

..... cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
yüksekti, genişti alabildiğine.
üç kişi el ele versen
kütüğünü çeviremezdin.
gece altında oturdun muydu
yıldızları göremezdin.
her gece altında otururdu yunus...

..... çinli müslümanlara,
burunları tek boynuzlu gergedanlara,
ve bir damla suda bir milyon mikroba dair
fikri yoktu yunus’un.
bunları bizden öğrendiği gün
hayret etmedi...

..... cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
toprağın içinde gider kökleri,
karanlık bir sudur tepende akar.
her akşam altından geçerdi yunus...

..... bir gün ateşimizi yakıp
verirken suyumuzu :
"- biz hizmetkârınız senin,
sen efendimizsin" - dedik.
şaşırıp kaldı yunus...

..... cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
rüzgârda konuşurdu kendi kendine.
yüksekti, genişti alabildiğine.
gece altında oturdun muydu
yıldızları göremezdin.
karanlık bir sudur tepende akar,
toprağın içinde gider kökleri,
dalları, yukardan yunus’a bakar...

"- köy işi zordur katiyen
vücut ezilir bir defa.
toprağa çömelip bak dört tarafa :
bela hangi inde pusmuş
bilinir mi?
mümkünü yok vurulsun..."

vurmuş belâ, ciğerinden yunus’u...

"- biz hiç dünyada yaşamış değiliz.
geldik
gidiyoruz öylesine...
tevatür güzelmiş istanbul şehri,
varıp görülmesi nasibolmadı.
velâkin niye tiftiği yok
altmış haneden otuzunun?..."

tiftiği yoktu yunus’un...

"- attığın taş
dediğin kuşu vurmuyor.
dünya trene bindi.
gayrı dünya öküzün boynuzunda durmuyor.
elimiz ayağımız : öküz.
çok zor olur öküzü satmak,
yarı ölümdür yani.
öküz gitti mi korkulursun..."

sattılar öküzünü yunus’un...

"- herhal yolların sonu göründü.
bu olan işleri akıl almaz.
toprak sabuna döndü
kayar insanın elinden.
cümle mahlukatın mekânı vardır
kurdun mekânı olmaz.
toprağın elinden kaydı mıydı
bir mekânsız kurt olursun..."

kaydı toprağı elinden yunus’un...
cevizlerini eylülde döker,
yaprakları yeşil dururdu kasıma kadar.
güneşte gölgesi hain olurdu.
yunus durmadan
yunus kaybettikçe onu düşünür,
o, bir şey isteyip, bir şey sormadan
rüzgârda konuşurdu kendi kendine...

çocuklara ana,
tohuma toprak
ve karı lâzımdır erkek kısmına...

bir kız kaçırdı yunus :
çünkü düğün pahalı
kız kaçırmak ucuz...

fakirin karısı kavi olmaz...

ve bir gün
çerkeş yolu üzerinden
sabah namazı ışıyıp geldiği zaman
giderlerdi.
yunus’un arkasında yuvarlandı yere,
kırmızı peştemalının içinde ölüverdi...

topraksız, öküzsüz ve kadınsız,
kaldılar dünyada bir başlarına
ceviz ağacı ile yunus.
yalnızlık koydukça koydu yunus’a.
el toprağında ter döker oldu.
cevizi karanlıkta kaybolur sanıp
uyumaz beklerdi sabaha kadar.
yalnızlık umrunda değil cevizin,
toprağın içinde gider kökleri,
dalları yukardan yunus’a bakar...

cevizden konsol yaparlar,
topal yunus ne işe yarar?

zemheriler geldi barınamazsın.
cevizden konsol yaparlar.
gayrı daha fazla sürünemezsin.
sat yunus cevizini...

yün yorgan değil bu sarınamazsın.
cevizden konsol yaparlar.
bir cansız ağaçtır yaranamazsın.
sat yunus cevizini...

varlılar varsıza dokur mu kilim,
vay cevizin hali, vay benim halim...

mekânsız kurda mekândı.
cevizden konsol yaparlar.
yarı ağaç, yarı insandı.
sat yunus cevizini...

cenaze çırçıplak, kara uzandı.
cevizden konsol yaparlar.
kesildi dalları, dallar budandı.
sattı yunus cevizini...

varlılar varsıza dokur mu kilim,
vay cevizin hali, vay benim halim...

sabahın sahibi vardır.
gün daima bulutta kalmaz.
herhal ilerdedir
yaşanacak günlerin
en güzelleri...
şimdilik
sohbetimizde kederi :
kesilip
satılmış
bir ceviz ağacının...

cevap numara dört

galapagosun kertenkelesi
bir nazım şiiridir.

onlar istiyorlar ki
çift ağızlı baltalarıyla
yuvarlansın kafalarımız önüne yarın -
o kara gömlekleri beyaz kordonlu
golf pantolonlu
kadroların..
kardeşler!
onlara sokakta rastlarsanız eğer
ölümü görmüş gibi çevirin başınızı.
kirpiksiz sarı gözler gözünüze bakarken
arkadan sırtınıza bir
bıçak girebilir...
onlar istiyorlar ki
kara toprağın kalbi durana kadar
biz pazarda kelepir bir mal gibi satalım
kafamızın ışığını, gücünü kolumuzun..
kadınlarımızı karşılarında oynatalım.
ve dumanlanmağa başlayınca
gözümüzün bakışı,
yavaşlayınca
damarlarımızda kanın akışı
karaya vurmuş balıklar gibi
köprü altlarında yatalım..
kardeşler!
onlara elleriniz dokunmuşsa eğer
yedi tas su dökün ellerinize.
yırtarak bayramlık gömleğimi ben
peşkir yaparım size...
biz
ayrı dillerde aynı şarkıyı okuyanlar,
biz
aynı yastıkta yatar gibi
toprağa başlarını yan yana koyanlar,
biz,
yüzümüzün derisi koyu açık yanmış diye,
saçlarımız ayrı ayrı boyanmış diye
barsaklarımızı birbirimizin avucuna dökerek
birbirimizin gırtlağını dişimizle sökerek
gebereceğiz...
ve kadrolar
parlatarak
kara gömleklerinin beyaz kordonlarını
gömecekler kadife koltuklara
golf pantolonlarını...
kardeşler!
onların adına benziyorsa adınız eğer
adınızı değiştirin.
vebanın girdiği kapıdan girin
onların evine atmayın ayak....
onlar istiyorlar ki
çift ağızlı baltalarıyla
yuvarlansın kafalarımız önüne yarın -
o kara gömlekleri beyaz kordonlu
golf pantolonlu
kadroların.....

bu vatana nasıl kıydılar

galapagosun kertenkelesi
1959 yılında yazılmıştır.

tamamı:

insan olan vatanını satar mı?
suyun içip ekmeğini yediniz.
dünyada vatandan aziz şey var mı?
beyler bu vatana nasıl kıydınız?

onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler.
götürüp kâfire : "buyur..." dediler.
beyler bu vatana nasıl kıydınız?

eli kolu zincirlere vurulmuş,
vatan çırılçıplak yere serilmiş.
oturmuş göğsüne teksaslı çavuş.
beyler bu vatana nasıl kıydınız?

günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
günü gelir sualiniz sorulur :
beyler bu vatana nasıl kıydınız?

bayram oğlu

galapagosun kertenkelesi
bir nazım hikmet şiiri. 1927 yılında yazmıştır ve bugüne "bayramoğlu" şeklinde geçtiyse de doğru ismi bu şekildedir.

mahpusanedeyim.
mahpusanede kalbimin
kanayan çıplak ayakları
ne zaman çok uzun bulsa yolunu,
hatırlarım bilmem neden
azeri yoldaşım bayram oğlunu:
baki.
gece saat iki
sularında ..
karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında ..
yıldızların altında kara neft burguları
hışırdıyor servilikler gibi derinden
yüreğinden.
bakıyor uykulu sarı gözler
kara topraktaki yağlı neft birikintilerinden.
gök kara,
yıldızlar sarı.
tek katlı,
düz damlı dört köşe tas dükkanların
kapalı kara kapıları.
karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında.
baki.
gece saat iki
sularında
taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri.
seslerde seslenen sesler ..
işte bir fayton geçiyor
geçmede
geçti:
son evlerin yakınından
uzağından
ırağından..
kara bir lanettir ki bu,
kopmuş geliyor gecenin dudağından...
bu faytonun fenerinde dehşeti var:
hançerle oyulmuş
kor
ve derin
gözlerin..
taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri
gittikçe uzaklaşan,
gittikçe alçalan sesler...
ortada demiryolu,
sağ yanda karaşehir;
solda fabrikaların
duvarları yükselir.
karşıdan fayton gelir.
içinde bayram oğlu.
bağlanmış kolu
bayram oğlunun..
karşıdan fayton gelir
içinde
bayram oğlu.
jandarma sağı,
jandarma solu
bayram oğlunun...
kolunu bağlamışlar
kanadı kırık değil ..
gözünde toplanan
hıçkırık değil...
gözleri ışık dolu
bayram oğlunun.
karşıdan fayton gelir,
içinde
bayram oğlu.
ölümdür yolu
bayram oğlunun
bayram
oğlunun..."

kalbimi bunaltan bu dört duvar mı?
ölümden öteye köy var mı?

bahri hazer

galapagosun kertenkelesi
nazım’ ın 1928’ de (25 yaşında) yazdığı, en bilindik ve etkili şiirlerinden biri.

ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
hazer rüzgârların dilini konuşıyor balam,
konuşup coşuyordu!
kim demiş "çört vazmi!"
hazer ölü bir göle benzer!
uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur hazer!
hazerde dost gezer, e.....y!..
düşman gezer!

dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
dalga bir kuyu
kayık bir kova!
çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!

ve türkmen kayıkçı
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
başında kocaman kara bir papak;
bu papak değil:
tüylü bir koyunu karnından yarıp
geçirmiş başına!
koyunun tüyleri düşmüş kaşına!

çıkıyor kayık
iniyor kayık

ve kayıkçı
"türkmenistanlı bir buda heykeli" gibi
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
fakat, sanma ki hazerin karşısında elpençe divan durmuş!
o da bir buda heykelinin
taştan sükûnu gibi kendinden emin
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.

bakmıyor
kayığa
sarılan
sulara!
bakmıyor
çatlayıp
yarılan
sulara!

çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!

- yaman esiyor be karayel yaman!
sakın özünü hazerin hilesinden aman!
aman oyun oynamasın sana rüzgâr!

- aldırma anam ne çıkar?
ne çıkar
kudurtsun
karayel
suları,
hazerde doğanın
hazerdir mezarı!

çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka...
iniyor ka...
çık...
in...
çık...

ayaga kalkin efendiler

galapagosun kertenkelesi
nazım’ dan bir şiir.

behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine
idare lambası yanan adam!
behey armut satar gibi
san’atı okkayla satan san’atkar!
ettiğin kar
kalmayacak yanına!
soksan da kafanı dükkanına,
dükkanını yedi kat yerin dibine soksan;
yine ateşimiz seni
yağlı saçlarından tutuşturarak
bir türbe mumu gibi damla damla eritecek!
çek elini san’atın yakasından
çek!
çekiniz!

bıyıkları pomadlı ahenginiz
süzüyor gözlerini hala
koyda çıplak yıkanan leyla’ya karşı!
fakat bugün
ağzımızdaki ateş borularla
çalınıyor yeni san’atın marşı!
yeter artık yenicami tıraşı,
yeter!
ayağa kalkın efendiler...

ağa camii

galapagosun kertenkelesi
şiirin tamamı:

havsalam almıyordu bu hazin hali önce
ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
allah’ımın ismini daha çok candan andım.

ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

en kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
üstünde orospular yükseltiyor sesini.

burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

ey bu caminin ruhu: bize mucize göster
mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

bir gün harap olmazsa türkün kılıç kınıyla,
baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

nazım...

acların gozbebekleri

galapagosun kertenkelesi
bir nazım hikmet şiiri.

değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!

onlar
bizim!
biz
onların!
dalgalar
denizin!
deniz
dalgaların!

değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
açlar dizilmiş açlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!

bunlar!
yürüyen parçaları
o kurak
toprakların!

kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!

kimi
deri... deri!
yalnız
yaşıyor
gözleri!
uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
fakat
artık imanımıza inemez tokat!
demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!
ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
"kaçık"
diyen adam!
sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!

güvercin uyur mu

galapagosun kertenkelesi
rıfat ılgaz’ ın bir şiiridir.

sömürgen cami güvercinleri sizin olsun
o doyumsuz lapacı güvercinler
kurşun buğusu güvercinleri severim ben
kanat uçları çelik yeşili

kuş dediğin piyerlotisiz yaşamalı
adaksız avlusuz şadırvansız
buluttan süzmeli suyunu
kuşçular çarşısında tüy dökmemeli

benim güvercinim tunç gagalı
kimlerin bakışı kardeşçedir
kimlerin bakışı düşmanca
kendisi hangi kavganın güvercinidir bilir

tüneyip acımanın saçaklarına
miskin sevilerle bitlenmez
kanadından çok pençesine güvenir

barış taklaları süzülmeler
gagalarda zeytin dalı
perendeler maviliklerde
tüm gösteriler resimlerde kalmalı

güvercin dediğin uyanık olmalı
tüyler duman duman öfkeden
yanıp tutuyşmalı gözbebekleri
sevgiden tıpır tıpır bir yürek
özgürlüğünce dövüşken

akşama doğru

galapagosun kertenkelesi
ilhan berk’ ten...

ey güzel harf güzel kağıt güzel kalem.

sana nehirlerden rüzgarlardan söz ediyorum
benim için nehirleri eğit,su yolları aç.
ben ki daha ağzı lekeli bir çocukken
yürürken gördüm bir gün nehirleri
nehirlerin rüzgarların sözü yaşar

ben ağzının yaprağıyım,bir yere yaz bunu.

ey güzel el yazısı güzel mürekkep güzel uç.

beni küçük su birikintileri büyüttü.
beni anlamak için su birikintilerine sor
su unutmaz:daireler çizerek dikkatle çalışır.
benim için yapraklar topla,yatağını lekele.

ben bu akşam doğruyum,karıştır saçlarımı.

yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından

galapagosun kertenkelesi
ilhan berk’ ten bir şiir.

yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından
bir deniz çarpması gibi çoğalta çoğalta geçen
geçtiği yeri
yavaş yavaş çıktım içimden.dokundum
yavaş yavaş acıya,kuvarsa,şiire
yavaş yavaş tarttım suyu,anladım nedir ağırlık
kokular
coğrafya.
eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini
gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü
gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey
böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana
insanlaştırdım yavaş yavaş dışımı
böyle karıştım kalabalıklara
kalabalıklaştım böylece..

üç kez seni seviyorum diye uyandım

galapagosun kertenkelesi
ilhan berk’ ten bir şiir.

üç kez seni seviyorum diye uyandım
tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum

sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün

sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
taflanım! diyordu bir ses duyuyordum

cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün

kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum

eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun
7 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol