iyi görmemek, yanılmak.
almayanı dövüyolar (henüz şahit olmadım.)
vazgeçilenin aşkta olabileceği medya maymunluğu.
bazı insanların şöhret olabilme uğruna kaybetbeyi göze aldıkları.
pasaklı raziye.
söyleyen kişi sevdiceğin olursa yaralayacak kelime.
ne aşklar yaşadık biz hep gizli, sessiz, kendi kendimize...adını bile bilmeden, ne hayaller kurduk günlerce, gökyüzünkeki samanyoluna bakarak, sevip sevmediğini bilmeden...elini bile tutmadan kalplerimizde fırtına yaşadık ama, hep gizli, gizli...
tapılacak kadar güzel kadın, sevgili.
yılın partisi olacağından emin olunulan parti.
dinlemeye doyamadığım şarkı.
yangın yangın bakışların saçların rüzgar rüzgar
savur alevini yansın gözlerine konan turnalar
savur alevini yansın gözlerine düşen damlalar
sen hiçmi bahar görmedin
yüreğini aşka sermedin
beni kovsan gitmem derdi.
yaban kokusuz yalancı
şehirde eskimiz yandı gittin.
deva bulmam gözlerime degdi
şimdi kupkuru çöl gibi sözlerin
yaban kokusuz yalancı...
sana geldim sona
sende yeryüzüdür gölde vuran
ey sularinin sonsuzluğu
bakişlarim demir alsin gözlerinin limanina
firtinalar yorgunu yüreğim sana
bütün sabahlarim sesinde ağarsin
keder tirmanmasin yüzüme bir daha sarmaşik gibi
öpüşlerin damlasin çöl dudaklarima
biliyorum yüreğim durgun sudur dindiğim
korku kiyilarimi sildiğim
sana geldim sustum ve yumdum
iki damla ateş düşürdün gözlerime
al uslandir korsan bedenimi
gece kanat çirpsin parmaklarimda
birbirimizden kaçiracak yerimiz kalmasin
birleşsin yağmur suyunda ellerimiz
birak öpüşlerim ağzini kapasin uzun uzadiya
susarak kalalim birbirimizde
sabaha söyleyecek söz birakmayalim
köpekler gibi haylayan acilarimiz sussun
sevda çözmesin kendini bizden
sularca gülüşelim yüreğim ali koysun gitmelerini
sana geldim sana...
en kaynar su bile olsan ateşini söndürürdün
yüreğine bir sorabilseydin bu zulümü bitirirdin
yangınına el olanın umutları fot olur
bir ömür yangınsızda yanar yanar kül olur
sen hiç mi bahar görmedin beni kovsan gitmem derdin
yaban kokusuz yalancı
şehirde eskimiz yandı gitti.
deva bulmam gözlerine değdi
şimdi kupkuru çöl gibi sözlerin
yaban kokusuz yalancı
yangın yangın bakışların saçların rüzgar rüzgar
savur alevini yansın gözlerine konan turnalar
savur alevini yansın gözlerine düşen damlalar
sen hiçmi bahar görmedin
yüreğini aşka sermedin
beni kovsan gitmem derdi.
yaban kokusuz yalancı
şehirde eskimiz yandı gittin.
deva bulmam gözlerime degdi
şimdi kupkuru çöl gibi sözlerin
yaban kokusuz yalancı...
sana geldim sona
sende yeryüzüdür gölde vuran
ey sularinin sonsuzluğu
bakişlarim demir alsin gözlerinin limanina
firtinalar yorgunu yüreğim sana
bütün sabahlarim sesinde ağarsin
keder tirmanmasin yüzüme bir daha sarmaşik gibi
öpüşlerin damlasin çöl dudaklarima
biliyorum yüreğim durgun sudur dindiğim
korku kiyilarimi sildiğim
sana geldim sustum ve yumdum
iki damla ateş düşürdün gözlerime
al uslandir korsan bedenimi
gece kanat çirpsin parmaklarimda
birbirimizden kaçiracak yerimiz kalmasin
birleşsin yağmur suyunda ellerimiz
birak öpüşlerim ağzini kapasin uzun uzadiya
susarak kalalim birbirimizde
sabaha söyleyecek söz birakmayalim
köpekler gibi haylayan acilarimiz sussun
sevda çözmesin kendini bizden
sularca gülüşelim yüreğim ali koysun gitmelerini
sana geldim sana...
en kaynar su bile olsan ateşini söndürürdün
yüreğine bir sorabilseydin bu zulümü bitirirdin
yangınına el olanın umutları fot olur
bir ömür yangınsızda yanar yanar kül olur
sen hiç mi bahar görmedin beni kovsan gitmem derdin
yaban kokusuz yalancı
şehirde eskimiz yandı gitti.
deva bulmam gözlerine değdi
şimdi kupkuru çöl gibi sözlerin
yaban kokusuz yalancı
bizlere sütü ve ıspanağı sevdiren, dişlerimizi fırçalamamız gerektiğini öğreten, büyümeden arabanın ön koltuğuna oturmamamızı sağlayan, büyük müzisyen, büyük insan.
barış manço’nun ölümünden sonra gülay göktürk’ün kaleminden dökülen satırlar:
gülpembe
vakit gece yarısına yaklaşıyordu.
o saate kadar; oğlum, bir arkadaşı, kocam ve ben birlikte televizyon seyretmiş, iskambil oynamış, hoş bir gece geçirmiştik.
birden salonda yalnız kaldığımı fark ettim. derken içerden, ali’nin odasından gülpembe’nin ilk notaları yükseldi. kocam, yıllardır eline almadığı kemanını kutusundan çıkarmış, oğlum piyanosona geçmiş, arkadaşı gitarını eline almış,birlikte gülpembe’yi çalmaya çalışıyorlardı.
nerden çıkmıştı şimdi bu gece konseri?
gülpembe, nasıl olmuş da yıllar öncesinden kopup gelmiş ve bu spontane konserin repertuarına girivermişti:
"dudağımda son bir türkü gülpembe hala hep seni söyler, seni çağırır gülpembe..."
gülpembe, önce parça parça, kırık dökük,gitgide daha uyumlu ve daha bütünsel bir biçimde ali’nin küçük odasından bütün eve,oradan da sokağa yayılmaya başladı.
yanlarına gittim, "geç oldu, saat kaç?" dedim. biri saatine baktı: "tam onbirbuçuk..." dedi.
sanki içine doğmuştu...
sanki oğlum, hayatının ilk idolünü, en sevdiği parçasıyla uğurlamak, ona son bir saygı duruşunda bulunmak istemişti...
ali’nin barış manço’yu keşfi bir yaşına rastlar. konuşamadığı, yürüyemediği, o günlerde, manço’yu nasıl keşfetmiş ve nasıl o kadar sevmişti, hiçbir zaman anlayamadık. ama bu "aşkı" hemen kabullendik. her akşam, onu yatırmadan önce, geri sarma tuşu bozuk kasedi koyar ve öyle yatırırdık. ama asıl felaket, o daha uykuya dalmadan kaset biterse yaşanırdı. kasetteki son parça bittiğinde feryadı basardı ve biz telaş içinde, kurşun kalemle çevirerek kasedi geri sarmaya çalışırdık...barış manço tekrar başlayıncaya kadar avaz avaz bağırırdı.
bu, üç-dört yaşına kadar böyle devam etti; her akşam...
sonraki yıllarda bir yaz tatilimiz boyunca, torpido gözündeki bütün öteki kasetlere elimizi bile sürmemiş, tatil boyu onu dinlemiştik. süper babaanne ile yaşlanmanın tadını tatmış, ağa kızı şerife’ye aşık osman’ın canına kıyışını soluk soluğa yaşamış, dönence ile bilinmedik bir dönemecin gizemini solumuştuk.
barış manço, sadece ali’nin değil, kim bilir kaç kuşağın kulağını besleyen, ilk müzik gıdasını aldığı gür bir pınardı.
müziğin ulu ağaları-beyleri yıllar yılı çırpınıp didinip türk müzüğini çok sesliliğin zenginliğine taşımak için ter dökerken o, bu belalı işi hiçbir yapmacığa kaçmadan başaranların belki de ilkiydi. tek sesli müziğimizi bir çırpıda; sanki zaten öyle imiş, sanki o tek sesin arkasında bizim işitemediğimiz öteki sesler zaten varmışcasına bir doğallıkla çok sesliliğe taşıyıverişini, hayat karşısındaki "polifonik" tutumuna borçluydu sanki. ağasıyla beyiyle, saraylısıyla ve yoksul köylüsüyle, çocuğu ve yaşlısıyla her döneme, her yaşa duyduğu sevgi ve yakınlık zenginleştiriyordu onu.gerçek bir antika tutkunuydu, ama o antikalar barış manço için gerçekten yaşayan şeylerdi. onun müziğinde geçmiş,bugün ve gelecek bir arada, birbirini kösteklemeden var olmayı bilmişti. manço, gelenekle kurduğu köklü bağlardan besleniyor ve oradan aldığı güçle geleceğe yelken açıyordu. geçmişe sevgi ve saygıyla, bugüne ise tutkuyla bağlıydı. hayatını hem bir istanbul efendisinin ağırbaşlılığıyla hem de aklı bir karış havada bir delikanlı uçarılığıyla yaşadı.
şimdi o, ölümden döndürmek için diller döktüğü kan kardeşi osman’ın, süper banaanne’sinin, gülpembe’sinin, ince bir sitemle saygıda kusur etmediği ağalarının beylerinin yanında, iri şık yüzüklerle yüklü elleri ile onlara dokunuyor, o elleri öpüyor, öptürüyor olmalı...
büyük müzisyenin durmuş kalbi, belki tekrar atmaya başlar umuduyla hastaneye yetiştirilmeye çalışılırken, biz farkında bile olmadan onu gülpembe’yle uğurluyorduk:
güz yağmurlarıyla
bir gün göçtün gittin,
inanamadık gülpembe...
bizim iller sessiz, bizim iller sensiz olamadı gülpembe...
barış manço’nun ölümünden sonra gülay göktürk’ün kaleminden dökülen satırlar:
gülpembe
vakit gece yarısına yaklaşıyordu.
o saate kadar; oğlum, bir arkadaşı, kocam ve ben birlikte televizyon seyretmiş, iskambil oynamış, hoş bir gece geçirmiştik.
birden salonda yalnız kaldığımı fark ettim. derken içerden, ali’nin odasından gülpembe’nin ilk notaları yükseldi. kocam, yıllardır eline almadığı kemanını kutusundan çıkarmış, oğlum piyanosona geçmiş, arkadaşı gitarını eline almış,birlikte gülpembe’yi çalmaya çalışıyorlardı.
nerden çıkmıştı şimdi bu gece konseri?
gülpembe, nasıl olmuş da yıllar öncesinden kopup gelmiş ve bu spontane konserin repertuarına girivermişti:
"dudağımda son bir türkü gülpembe hala hep seni söyler, seni çağırır gülpembe..."
gülpembe, önce parça parça, kırık dökük,gitgide daha uyumlu ve daha bütünsel bir biçimde ali’nin küçük odasından bütün eve,oradan da sokağa yayılmaya başladı.
yanlarına gittim, "geç oldu, saat kaç?" dedim. biri saatine baktı: "tam onbirbuçuk..." dedi.
sanki içine doğmuştu...
sanki oğlum, hayatının ilk idolünü, en sevdiği parçasıyla uğurlamak, ona son bir saygı duruşunda bulunmak istemişti...
ali’nin barış manço’yu keşfi bir yaşına rastlar. konuşamadığı, yürüyemediği, o günlerde, manço’yu nasıl keşfetmiş ve nasıl o kadar sevmişti, hiçbir zaman anlayamadık. ama bu "aşkı" hemen kabullendik. her akşam, onu yatırmadan önce, geri sarma tuşu bozuk kasedi koyar ve öyle yatırırdık. ama asıl felaket, o daha uykuya dalmadan kaset biterse yaşanırdı. kasetteki son parça bittiğinde feryadı basardı ve biz telaş içinde, kurşun kalemle çevirerek kasedi geri sarmaya çalışırdık...barış manço tekrar başlayıncaya kadar avaz avaz bağırırdı.
bu, üç-dört yaşına kadar böyle devam etti; her akşam...
sonraki yıllarda bir yaz tatilimiz boyunca, torpido gözündeki bütün öteki kasetlere elimizi bile sürmemiş, tatil boyu onu dinlemiştik. süper babaanne ile yaşlanmanın tadını tatmış, ağa kızı şerife’ye aşık osman’ın canına kıyışını soluk soluğa yaşamış, dönence ile bilinmedik bir dönemecin gizemini solumuştuk.
barış manço, sadece ali’nin değil, kim bilir kaç kuşağın kulağını besleyen, ilk müzik gıdasını aldığı gür bir pınardı.
müziğin ulu ağaları-beyleri yıllar yılı çırpınıp didinip türk müzüğini çok sesliliğin zenginliğine taşımak için ter dökerken o, bu belalı işi hiçbir yapmacığa kaçmadan başaranların belki de ilkiydi. tek sesli müziğimizi bir çırpıda; sanki zaten öyle imiş, sanki o tek sesin arkasında bizim işitemediğimiz öteki sesler zaten varmışcasına bir doğallıkla çok sesliliğe taşıyıverişini, hayat karşısındaki "polifonik" tutumuna borçluydu sanki. ağasıyla beyiyle, saraylısıyla ve yoksul köylüsüyle, çocuğu ve yaşlısıyla her döneme, her yaşa duyduğu sevgi ve yakınlık zenginleştiriyordu onu.gerçek bir antika tutkunuydu, ama o antikalar barış manço için gerçekten yaşayan şeylerdi. onun müziğinde geçmiş,bugün ve gelecek bir arada, birbirini kösteklemeden var olmayı bilmişti. manço, gelenekle kurduğu köklü bağlardan besleniyor ve oradan aldığı güçle geleceğe yelken açıyordu. geçmişe sevgi ve saygıyla, bugüne ise tutkuyla bağlıydı. hayatını hem bir istanbul efendisinin ağırbaşlılığıyla hem de aklı bir karış havada bir delikanlı uçarılığıyla yaşadı.
şimdi o, ölümden döndürmek için diller döktüğü kan kardeşi osman’ın, süper banaanne’sinin, gülpembe’sinin, ince bir sitemle saygıda kusur etmediği ağalarının beylerinin yanında, iri şık yüzüklerle yüklü elleri ile onlara dokunuyor, o elleri öpüyor, öptürüyor olmalı...
büyük müzisyenin durmuş kalbi, belki tekrar atmaya başlar umuduyla hastaneye yetiştirilmeye çalışılırken, biz farkında bile olmadan onu gülpembe’yle uğurluyorduk:
güz yağmurlarıyla
bir gün göçtün gittin,
inanamadık gülpembe...
bizim iller sessiz, bizim iller sensiz olamadı gülpembe...
gündoğdu meydanında olacağım dedirten parti.
saçma kelimesinin yetersiz kaldığı dizi.
yüreğini gizliyorum gözden izinsiz damlayan gözyaşlarimda,
zaten güzel ne varsa uluorta akiyor gözyaşlarimizda,
yolumu çiziyor gözyaşlarin sakli yüreğine giden,
denizime akiyor usul usul ...
zaten güzel ne varsa uluorta akiyor gözyaşlarimizda,
yolumu çiziyor gözyaşlarin sakli yüreğine giden,
denizime akiyor usul usul ...
giden gitmiştir gittiği yerde bitmiştir ben gideni değil giden beni kaybetmiştir dedirten başlık.
dinlenesi şarkı.
aşkınla yana yana,
kül olsa da ocağım.
bu gönül sayfasını,
artık kapatacağım.
geçse de geçlik çağım,
boş kalsa da kucağım.
sözümü tutacağım,
adını anmayacağım.
kalbimden ben seni,
söküp atacağım,
bu gönül sayfasını
artık kapatacağım.
aşkınla yana yana,
kül olsa da ocağım.
bu gönül sayfasını,
artık kapatacağım.
geçse de geçlik çağım,
boş kalsa da kucağım.
sözümü tutacağım,
adını anmayacağım.
kalbimden ben seni,
söküp atacağım,
bu gönül sayfasını
artık kapatacağım.
msn de konuştuğu her kişiyi platonik aşkı sanarak buna inanması vede arkadaşlarına anlatıp onlarında inanmasını sağlaması.
dibekte dövülmüş olan.
dibek kahvesi.
dibek kahvesi.
taştan ya da ağaçtan yapılmış büyük havan.
kağıdın içine sarılmış, zehirli bir bitkiyi yakarak iyice zehirli hale getirdikten sonra içindeki binlerce zehirin olduğu, dumanı zavallı ciğerlerinize körükleyerek çekmek, ne kadar hoş, ne kadar vazgeçilmez değilmi?
peki bunun sonuçlarını düşünen ve hali hazırda yalanları da olanlar?
-hepimiz öleceğiz nede olsa(ama sen sürünerek bizse adam gibi)
-onsuz yaşayamam (yaşayan nasıl yaşıyor? o olmadan daha güzel bir hayatın olacak emin ol)
-yavaş, yavaş bırakacağım (geç bunu)
-ben seviyorum (peki o seni ve sevdiklerini ne kadar seviyor? unutma her aşk karşılıklıdır)
peki bunun sonuçlarını düşünen ve hali hazırda yalanları da olanlar?
-hepimiz öleceğiz nede olsa(ama sen sürünerek bizse adam gibi)
-onsuz yaşayamam (yaşayan nasıl yaşıyor? o olmadan daha güzel bir hayatın olacak emin ol)
-yavaş, yavaş bırakacağım (geç bunu)
-ben seviyorum (peki o seni ve sevdiklerini ne kadar seviyor? unutma her aşk karşılıklıdır)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?