peki, ağırlık gerçekten nefret edilmesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?
yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler.
o halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek daha içten olur.
işi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarıyarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.
hangisini seçmeli o halde? ağırlığı mı, hafifliği mi?
ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine.
sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.
terezayla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?
karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın yolu yok. olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi.
yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın? yaşamın hep bir taslak olması bundandır işte.
şu sonuca vardı tomas: bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutukular.
aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).
içinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.
çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. kişinin kendi acısı bile, başkasıyla, başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez.
o zaman bile bu sözler. tomasa garip bir melankoli duygusu vermişti; terezanın, arkadaşı z.yi değil de kendisini sevmiş olmasının sadece şans eseri olduğunu şimdi iyice anlıyordu.
tomasa duyduğu, birleşmeyle sonuçlanan aşkın dışında, olasılıklar düzleminde, öteki erkeklere yönelik sonsuz sayıda birleşmeye dönüşmemiş aşk vardı.
hepimiz yaşamımızın en büyük aşkının hafif, ağırlıksız bir şey olabileceği düşüncesini yekten reddederiz; aşkımızın tam olması gerektiğini, onsuz yaşamımızın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını varsayarız.
tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamdaki en büyük değer, anneliğin ise büyük bir özveri olduğuna inanç getirirdi. eğer anne, özveri nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan kabahatti demek ki.
raslantıların, sadece raslantıların söyleyecek bir sözü vardır bize. gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. sadece raslantılar bir şeyler söyler bize.
gözü daha yükseklerde bir yerde olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. nedir göz kararması? düşme korkusu mu? peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden?
yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.
ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
önerebileceğim tek açıklama şu: franz için aşk kamusal yaşamın bir uzantısı değil, antiteziydi. kendini eşinin merhametine bırakmayı özlemek demekti. bir savaş tutsağı gibi teslim olan kişi aynı zamanda silahlarını da bırakmak zorundadır.
gelebilecek darbeye karşı daha baştan savunmasız olduğu için de darbenin ne zaman geleceğini merak edip durmaktan kendini alamaz. franz için aşk sürekli bir darbe bekleyişi idi diyorsam, işte bundan.
oysa sabinanın içine girdiği an gözlerini kapıyordu. tüm bedenini kaplayan zevk, karanlığı gerektiriyordu, o karanlık anı, kusursuz, düşüncesiz, görüntüsüzdü; o karanlık anı sonsuz, sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı sonsuzdu. ( evet, istediğin sonsuzluksa, kapatıver gözlerini!)
(...)
çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
işte insanoğlunun bütün bahtsızlığı burada yatıryor. insan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. insan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.
evet, mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir, dedi tereza kendi kendine.
(...)
kaldı ki aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırıldıkları düşünceler unufak olduğunda, onlar da silinir gider.
(...)
önceden de söyledim, eğretilmeler tehlikelidir. aşk bir eğretilmeyle başlar. yani bu şu demektir ki, aşk bir kadının, dilindeki ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar.
(...)
gerçeğin düşten öte, çok daha öte bir şey olduğunu bulup çıkarmak için gelmişti!
(...)
cennete duyulan özlem insanın insan olmamaya duyduğu özlemdir.
bir sitede tekrardan karşılaştım ve kopyala-yapıştır yaparak paylaştım. iyi bir kitaptı sizinde okumanızı istedim.
varolmanın dayanılmaz hafifliği
bazılarına göre gerçek yaşamak yalan söylemek, gizlenmemek, ulu orta kendini sunmak.
bazılarına göre ise gizlenmek, saklanmak yani insandan uzak olmak.
çünkü insanlara açık olmak, yani yaptıklarımıza başka gözler değdiğinde biz kendimiz olmaktan çıkar, onların istediği gibi yaşarız.
kendini yaşamak istiyorsan insandan uzak ol dedirten yazar.
bazılarına göre ise gizlenmek, saklanmak yani insandan uzak olmak.
çünkü insanlara açık olmak, yani yaptıklarımıza başka gözler değdiğinde biz kendimiz olmaktan çıkar, onların istediği gibi yaşarız.
kendini yaşamak istiyorsan insandan uzak ol dedirten yazar.
milan kunderanın ele alındığı zaman bırakılamayan, insanın bir yerinde mutlaka kendinden bir şeyler bulacağı, okurken bolca güldüren, altı çizile çizile okunası romanı. özellikle "bok"la ilgili yaptığı yorumlara hayran kaldım. geri planda rusya, komünizm eleştirisi var ama aslolan yine kadın erkek ilişkileri. yüzeysel, sahip olma içgüdüsüyle varolan değil derinlikli, kalıpların dışına çıkmış sevgiler söz konusu. kapağında şapka tutan bir çift kadın eli vardır ama nedense ben aylarca onu sırtını dönmüş bir kadın olarak gördüm.
(bkz: tereza)
her karakterle tek tek tanıştırmıştır bizi yazar.öyle anlamlıdır ki,her cümleyi uzun uzun düşünmekten 1 ayda zor biter.
"bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)."
(bkz: aşk sevişmek değil birlikte uyumaktır)
(bkz: aşk sevişmek değil birlikte uyumaktır)
kitabın tema sözü bana göre şu dizedir.
muss es sein?
ja, es muss sein.
ayrıca kitapta geçen mitleid/compassion ve kitsch tanımları ve sondan bir önceki bölümde bok üzerine yazılan paragraflar içimde milan kunderaya verme isteği doğurdu. kendisi müthiş bir insan kanımca. ben kitabı okuyup çok beğendim.
muss es sein?
ja, es muss sein.
ayrıca kitapta geçen mitleid/compassion ve kitsch tanımları ve sondan bir önceki bölümde bok üzerine yazılan paragraflar içimde milan kunderaya verme isteği doğurdu. kendisi müthiş bir insan kanımca. ben kitabı okuyup çok beğendim.
türkçeye ingilizcesinden fatih özgüven çevirmiştir
yasadikca daha cok hissedilir.
juliette binoche ve daniel day lewis’in oynadigi,gucsuz kadin,umarsiz erkekli muhtesem bir philip kaufman filmi.
son sahnesinde olume(sonsuluga) giden yolda gulumseyen mutlu yuzler ki bu askin bir kazanimi sonrasinda olan bir seydir;arabalarinda erkegine sarilmis kadinin agacli bir yolda ve yapraklarinin arasindan sizan gunes zerrelerinin isiltilari altinda kayip giden bir sahne.huzur verici bir ortam ve imrenilen bir mutluluk.gunesin geldigi yoldayim,ac arabanin camini sizsin iceriye ruzgar.
filminin igrenc oldugunu soylemek icin acikcasi filmler hakkinda ya da hangi filmler izlenebilir konusunda hicbir sey bilmemek gerekiyor.kitabini okumadim ama filmin senaryosunun kitabindan esinlenerek yazildigini dusunursek,tezi oldukca minimalize ettim,filmin bu kadar kaba bir tabire layik olmasi ihtimali yok gibi.simdi kitabi guzel filmi igrenc diyen arkadasin amerikan sinemasi severi oldugunu soyleyecegim ama boylesi bir sahis bu kitabi okumaz.velhasil benim izlemekten buyuk keyif aldigim ve degerlilerim arasina koydugum filmdir.
filmi igrenc kitabi muhtesem olan bir milan kundera eseri.
milan kundera nin guzel bir romani..filmi de cevrildi bunun.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?