tgrt

ankakusu
hürriyet gazetesi yazarı ahmet hakan’ın yazısı...

hey gidi tgrt hey

televizyonculuğa tgrt’de başlamıştım, bir yeniyetme olarak.

yıllar önceydi ve henüz ülkemiz "açılıp, saçılmak" anlamında kullanılan "tgrt’leşmek" tabiriyle tanışmamıştı.

açılıp saçılmak da ne demek! o dönemde acayip "tutucu" bir yayın çizgisi izleniyordu bu ekranda.

biraz "milliyetçi", biraz "mukaddesatçı", çokça "devletçi" bir yayın çizgisi.

milliyetçilikleri "ceddin deden, ceddin baban / hep kahraman türk milleti" vurgusuyla belirginleşirdi.

yani yoksul gecekondularda hayat mücadelesi verenleri, "bilmem kaç kıtada at koşturan atalar" ile avuturlardı.

devletçilikleri "mehmetçik" programları ve fazla vurgulu şehit edebiyatının yer aldığı haberlerle öne çıkardı.

mukaddesatçılıkları ise evliya menkıbelerine endekslenmişti. keramet sahibi ulu kişilerin sırlarla dolu "zararsız" öyküleriyle mukaddesatçı kimliklerini ortaya koyduklarını sanırlardı.

ayrıca... dini konularda fazlasıyla arkaik takılıyorlardı. onlara göre "içtihat kapısı sımsıkı kapalıydı". bütün fetvalar, asırlar önce yeryüzüne gelen yüce şahsiyetler tarafından verilmişti ve bize de o fetvaları tekrar etmek düşüyordu.

mesela "dini müzikte enstrüman kullanılamaz" diyorlardı. bu nedenle meşhur "huzura doğru" programlarında söylenen ilahilerde tef dışında hiçbir enstrümana yer verilmiyordu...

bir de iflah olmaz bir şekilde "öztürkçe" düşmanıydılar. 9 kişiden oluşan "denetimci abiler" kadrosu, program kasetlerini izler, bırakın programcıyı, konuklardan biri diyelim ki "olanak" ya da "olasılık" türünden bir sözcüğü telaffuz etti, o sözcüğün montajla sansürlenmesini emrederlerdi.

işte böyle bir televizyondu "mümin tgrt".

***

ama olmadı, olamadı.

çünkü "durakta beklerken gelen ilk otobüse binmesiyle meşhur" enver abi, yaklaşan tehlikeyi sezmişti.

madem ki "yeşil sermaye" falan denilerek bir silindir gibi üzerinden geçilmesi mukadderdi.

o halde duraktan geçen 28 şubat otobüsüne atlamanın ve gevşemenin vaktiydi.

gevşedi de...

seda sayan’a cip hediye etmeler, sibel can’a elleriyle pasta yedirmeler, "ben sizin bildiğiniz dincilerden değilim" mesajının altını çizmeler falan...

dönem "din-iman" dönemi değil, malı kurtarma dönemiydi.

malı kurtarmanın yolu da alemin ünlü kadınlarının yoluna gül dökmekten geçiyordu.

o da öyle yaptı. o gül döktükçe de dönemin irtica konusunda fazlasıyla duyarlı çevreleri, "yahu bu adamın bildiğimiz dincilerle ilgisi yok. baksanıza adam sibel can’a elleriyle pasta yediriyor. daha ne yapsın" dediler.

yani kurtarmıştı enver abi.

***

dincilikten kurtardı ama bankacılıktan kurtaramadı.

ihlas finans’a el konmasıyla başlayan sürecin sonunda işte bakın tgrt, abd’nin "neo-con" sermayesine satılıyormuş!

ne diyelim, hayırlı olsun.

ama şu noktayı belirginleştirmeden de geçmeyelim:

bir süre önce "gazeteciliğin dinamikleriyle dindarlığın dinamikleri arasında maalesef iflah olmaz çelişkiler vardır, bu yüzden ’dindar gazete’ çok zor" demiştik ya.

aynı saptamayı, biraz daha kuvvetlendirerek televizyonculuk için de yapabiliriz:

"dindar televizyon" olmadı, olamıyor, olamaz.

çünkü televizyon, eninde sonunda "öldüren eğlence"dir ve aletin yapısal durumu dindarlığa pek izin vermemektedir.

nasıl versin ki, "dindarlık" neyi emrediyorsa, "televizyonculuk" aksini emrediyor.

üstüne üstlük sen daha "islam’da neşe" meselesine doğru dürüst bir yanıt geliştirememişsin, nasıl televizyonculuk yapacaksın?

bütün bunlara "reklam düzeni"nden, "reyting sistemi"ne başka dinamikleri de eklediğimizde durumun umutsuzluğu daha da belirginleşir.

yani enver abi üzülmesin.

malı kurtarma zorunluluğu olmasaydı da o yayın çizgisini sürdüremezdi.

http://www.haberturk.com/newengine.php?haberturk=haber&@=227137&c_id=140
bu başlıktaki tüm girileri gör

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol