ses nadiren oradan buradan seker, hiç beklenmeyen mesafeler kat eder. kimsenin duymadığı sanılan fısıltılar bin bir engeli aşar, başka hiçbir gürültüyle karışmaz ve en duymaması gereken kişinin kulağına gider. işte ses koridoru buna yardımcı olan labirenttir.
(aşağıdaki hikaye gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılmıştır.)
otobüs çamurdan griye dönmüş, karanlıkta yol alıyordu. kalabalık sayılmazdı. ayakta bir iki yolcusu vardı. arka bölümdeki koltuklar yolcular gidiş istikametine yan oturacak şekilde karşılıklı dizilmişti. kapının olduğu tarafta bir anne, kucağında 4 yaşına basmamış oğlu, kardeşiyle dedikodu yapıyordu. yanlarında dershaneliler vardı. liseli değil, dershaneliydiler. lise geçen yıl bitmişti. biri diğerine sınava az kaldığını, daha beş bin soru çözmesi gerektiğini, coğrafyaya hiç başlamadığını söylüyordu. acemi bir yalancıydı. karşılarında biri çakma, iki sarışın kız vardı. üniversiteli olmalıydılar. orijinal sarışın daha güzel ve dominanttı. fısıldayarak bir şeyler anlatıyor, diğeri de sürekli başıyla onaylıyordu. fısıltılar arasında tek anlaşılan arada geçen erkek isimleriydi. yine de bir nefret ve memnuniyetsizlik taşıyordu sesinden. onların ilerisinde, anne ve çocuğunun karşısında, iki işçi vardı. birbirlerini tanımıyorlardı. tesadüfen yan yana oturmuşlardı. alamanya görmüş olan oradakini günlerini anlatıyordu. ölümüne çalış/tırıl/ıyordu, ama karşılığını da alıyordu. o da yalan konusunda acemiydi. hayran hayran anlatsa da, sesinden almanları sevmediği belliydi. en arkada bir genç ayakta kitap okuyordu. okuduğu kitabı bitirmekten başka kaygısı yok gibiydi. yeni memur olabilirdi.
sesi en çok çıkan anne’ydi. anlattıkları gibi ses tonu da abartılıydı. kasıtlı yapıyordu bunu. herkesin duymasını istiyordu kayınbiraderinin rezilliklerini: “askerden sonra gelmesin dedim, hep bizde mi kalacak bu adam? …antalya’ya yerleşti. asker arkadaşımla ortaklı iş kuracağım demiş bizimkine. o da benden gizli para yollamış. kaç kere söyledim? …neyse, gece hayatına da başlamış mı bu? rezil!..” anne bunu öyle bir ses tonuyla söylemişti ki, gece hayatı dünyadaki en ayıp, en kötü şey olmalıydı. yavrusu, çocuklara has merakla sordu: “annee, gece hayatı neden kötüü?” annesi ilgilenmiyordu. başını annesinin göğsüne dayayarak aldığı destekle bacaklarını suda çırpar gibi salladı. çocuklarınkine has en sert köseleden yapılmış ayakkabısının topuğu koltuğa çarptıkça tok sesler çıkarıyor, bu bile annesinin dikkatini çekmeye yetmiyordu: “anne gece hayatı neden kötüü? anne niyee? annee... annee…” anne sonunda çocuğunu tatmin etmediği sürece konuşmaya eski keyfiyle devam edemeyeceğini anladı. babası orada olsaydı ona yönlendirirdi: “a’biye sor yavrum.” a’bi otobüsün en arkasında daha çok yolcu alabilmek için koltuk konmamış geniş alanda sırtını cama dayamış, ayakları çapraz, kitap okuyordu. sık sık duruşunu değiştirmesinden bu işi sürekli yapmadığı anlaşılıyordu. sayfaları sonuna gelmeden çok önce çevirmeye hazırlamasından belliydi ki, okuduğu kitap her neyse, hoşuna gitmişti ve bir an önce bitirebilmek için her fırsatta okuyordu işte. çocuk gözlerini abi’nin gözlerine kilitledi: “neden kötü? gece hayatı?” yalvarırcasına sormuştu. a’bi başını kitaptan kaldırmadan yanıtladı: “kaç hayat yaşarsan o kadar ölürsün de ondan."* cümlesini bitirir bitirmez de başını kitaptan kaldırıp çocukla göz göze geldi, ve gülümsedi. bu, şefkat gösterisi olduğu kadar kısa sürede kendince güzel bir yanıt bulabilmiş olmanın sevincini de barındıran bir gülümsemeydi. kitaba geri döndüğü anda birşeylerin eskisi gibi olmadığı fark etti. herkes bir anda susmuştu. anne çocuğunu korur gibi iyice kendine çekmiş “geçti yavrum, geçti” dercesine başını okşuyordu. tehditkâr bakışları gence kenetlenmişti. dershanelilerin gözleri de onun üzerindeydi. basit bir ödevi yapmadığı gibi, bunun için iyi bir mazeret bile hazırlamadan hocaya yakalanmış arkadaşları ayakta azar yemeyi beklerken ona nasıl bakıyorlarsa, aynı kınayan gözlerle bakıyorlardı. sarışın üniversitelilerse sınıfın en güzel kızına aşık, ama içten içe hiç şansı olmadığını kendi de bildiğinden bunu o kız hariç herkese söylemiş tipsiz gözlüklü genç uzak bir köşede daha karizmatik erkeklerin hoşuna gidebilmek, o gruptanmış gibi gözükebilmek için çeşitli şaklabanlıklar yaparken izledikleri gibi acıyan ve iğrenen gözlerle süzüyorlardı. daha doğrusu dominant olan böyle yapıyordu. diğeri yüzü dominanta dönük, onun gözlerindeki yansımadan bir şeyler görmeye çalışır gibiydi. işçiler de gence bakmaktaydı. almanya’da böyle münasebetsizlikler olmazdı. ama yine de alamancı şaşırmış durmuyordu. türkiye işte! diğer işçiyse sanki kendi bir hata yapmış da, hatalı malın yanında ustasına hesap verecekmiş gibi biraz mahcup, biraz utangaç ve sıkılgan, bir gence bir alamancıya bakıyordu.
gencin üzerinde gezinen gözlerin geçtiği her yer önce karıncalanıyor sonra oradan terler akmaya başlıyordu. birşeylerin değişmesini umarak okuduğu sayfayı bitirmeden çevirdi. yenisini hızlı hızlı okumaya başladı. hiçbir şey anlamamıştı. önceki sayfaya geri döndü. yabancı geldi. bu sayfayı okumuş muydu? bir yaprak daha geri gitti. bu sayfada kötü şeyler oluyordu. ama en azından bildikti. yarısına geldiğinde ineceği yere yaklaştığını fark etti. kaldığı sayfaya işaret parmağını sıkıştırarak kitabı indirdi, düğmeye bastı. otobüs durdu. kapı açıldığında yüzüne bir serinlik geldi. dikiz aynasından izlendiğini bilerek basamakları indi. tek inen oydu. durak kalabalıktı, ama binen de olmadı. zor bir karar veriyormuşçasına gideceği yönü düşündü. otobüsle aynı istikamette evine doğru ilerlemeye başladı. sağında kocaman bir istinat duvarı ve duvarın üzerinde bir sürü canavar vardı. basit bir gölge oyunuydu. caddeden araba geçtiğinde farları duraktakilerin gölgesini duvara düşürüyor, şekilsiz canavarlar gittikçe büyüyor, birkaç saniye sonra da hızla kayboluyorlardı. izlemek hoşuna gitti. durakta kaç kişi olduğunu tahmine çalıştı. her seferinde farklı çıkıyordu. sonra bir anda gri bir otobüs belirdi duvarda. arkada bir taksi bir otobüsü solluyor olmalıydı. merakla bekledi. gölgesi duvarın boyunu aşacak mıydı? otobüs büyüdü, büyüdü, en büyük konumuna geldi ve sabit kaldı. işte o anda ses koridoru açıldı. yüzlerce metre ileride otobüste konuşulanlar bir şekilde kulağına geliyordu. herkes yeni yeni başlamıştı konuşmaya. başta anlamsız fısıltılardı. sonra konuşulanları seçebilmeye başladı. kendine dair bir şeyler aradı endişeyle. az önceki bakışların söze dökülmüş halini: “duydun mu ne dedi ufacık çocuğa” “emre vardı bizim, arızalı. hatırladın mı?” benzer bir şeyler bekledi ama olmadı. herkes kaldığı yere dönmüş, “almanya’da günde bin koli geçiyordu kollarımdan, binn koli!” o anlar hiç yaşanmamış, “yaşadığı hayat değil. evlendirmek lazım onu, yoksa adam olmaz” orada hiç bulunmamış gibi davranıyorlardı. “ali diye bir çocuk var ya sınıfta, kantinde yan masamıza oturuyor iki gündür hani” “aa, ben fark etmedim?” onların dünyasında ona yer de yoktu, “a’bi sözeli yapıp sayısalı sallıycam artık kaç tane tutarsa.” ihtiyaç da. vardığı sonuç “anne, kaç durak kaldı?” farklı düşünenin istenmediğiydi. “ahmet hoca da iyi de sınava yönelik çalıştırmıyor ki.” endişenin yerini üzüntü almıştı. sendeledi. kitap elinden düştü. otobüsün gölgesi kayboldu. sadece karanlık kaldı.
ses koridoru
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?