medieval 2nin ek görev paketidir.
medieval 2 total war kingdoms
episode i :
sayı olarak hemen hemen düşmana denktik ama nitelik olarak düşman bizi tokatlayıp pazara yollardı. yani aradaki fark o kadar aleyhimizeydi ki yaşlı teyzelerin bir grup ninjaya karşı gösterebileceği mukavemeti düşünün, bundan bile aşağı seviyedeydik.
genzimde hala dün gece otağımda içtiğim şarapların mayhoş tadı vardı. güçlükle yutkundum. kolay değil, yurdun şehirlerden oluşan savunma hattının göbeğindeki şehri savunacaktık. bin bir kalleşlik ve gizlilikle bizi hiç uyandırmadan şehrin yakınına sokulmuş düşman orduları, biz onlar son nefesini veriyor diye sevinirken aniden karşımıza dikilmişlerdi.
kendimi çöllere vurup, ıssız adam olup üstüne birde türlü aşklara dalıp, telefmi olacaktım ey sözlük?
kolay pes etmeye niyetim yoktu. "bana bir bakraç şarap getirin" diye haykırdım. baş barmenim "sultanım, bu havada bozar" dedi. onu kırmayarak buzlu bir votka redbull aldım. bardağı vurduğum gibi atımı mahmuzladım ve araziye hakim olan 297 rakımlı tepeye çıktım. rakım dedimde; ne kadar dramatiktir ki; daha geçenlerde, rakı mangal yapmak üzere geldiğimiz bu tepe, savaşı yönetmek için karargahım olacaktı. çevirdiğimiz kuzunun külleri sönmeden bu hibnetorlar gelmiş ve stratejimizin mına koymuşlardı. neyse...
ben ve muhafızlarım tepenin kuzey yamacından zirveye doğru tırmanırken, düşman ordusunda belli belirsiz bir takım kıpırdanmalar başlamıştı. hemen ordunun formasyonunu son bir kez gözden geçirmeliydim. artık tek bir kadeh daha içecek bile vakit yoktu. neyseki diğer savaşlardan deneyim edinmiş yaverim, kartal gözlerimle düşmanın konuşlandığı sırtları süzerken bana bir cep matarası uzattı. gözlerimi düşmandan ayırmadan bir kaç fırt çektim.
tam o esnada konyakın kokusunu alan atım gonzales huysuzlandı. (geçen sene bi gece çok kanyak içirdik hayvana. e at bile olsa onunda bir raddesi var sonuçta. bir haftaya yakın ishal oldu hayvan. ne yese aynı saat çıkıyor, ne yese, neyse... o baytar senin, bu baytar benim, zor iyileştirdik beygirciğimi)
düşmanın bazı unsurları tepelerden yavaşça akmaya, az sonra kızılca kıyametin kopacağı ovaya doğru sakin ama tempolu şekilde ilerlemeye başlamışlardı. orduyu coşturmak ve gaz vermek için kılıcımın sapını sıkıca kavradım. tam kılıcımı çekip "firidooom" diye bağıracakken kılıcımın yerinden oynamadığını farkettim. kılıç kınından çıkmıyordu.
yaverimle göz göze geldik. hibino, kızardı, küçüldü, nokta kadar kaldı.
- tacettin, olm temizlenip yağlanmadımı bu kılıç? genemi alemde pastırma sucuk kestiniz kılıcımla?
+ ehe....kem...şeey...
daha savaş başlamadan 2 yanımdan darbe almıştım. kullanmayacağım halde kılıcımı çekip bir nara bile atamıyordum. defalarca uyarmama rağmen yaverim denen dallama "size padişahın kılıcıyla salam sucuk doğriicam, gelin, gelin" diye aşifteleri ayartıp alemlere akıyordu. sonuç buydu işte...
...to be continued
sayı olarak hemen hemen düşmana denktik ama nitelik olarak düşman bizi tokatlayıp pazara yollardı. yani aradaki fark o kadar aleyhimizeydi ki yaşlı teyzelerin bir grup ninjaya karşı gösterebileceği mukavemeti düşünün, bundan bile aşağı seviyedeydik.
genzimde hala dün gece otağımda içtiğim şarapların mayhoş tadı vardı. güçlükle yutkundum. kolay değil, yurdun şehirlerden oluşan savunma hattının göbeğindeki şehri savunacaktık. bin bir kalleşlik ve gizlilikle bizi hiç uyandırmadan şehrin yakınına sokulmuş düşman orduları, biz onlar son nefesini veriyor diye sevinirken aniden karşımıza dikilmişlerdi.
kendimi çöllere vurup, ıssız adam olup üstüne birde türlü aşklara dalıp, telefmi olacaktım ey sözlük?
kolay pes etmeye niyetim yoktu. "bana bir bakraç şarap getirin" diye haykırdım. baş barmenim "sultanım, bu havada bozar" dedi. onu kırmayarak buzlu bir votka redbull aldım. bardağı vurduğum gibi atımı mahmuzladım ve araziye hakim olan 297 rakımlı tepeye çıktım. rakım dedimde; ne kadar dramatiktir ki; daha geçenlerde, rakı mangal yapmak üzere geldiğimiz bu tepe, savaşı yönetmek için karargahım olacaktı. çevirdiğimiz kuzunun külleri sönmeden bu hibnetorlar gelmiş ve stratejimizin mına koymuşlardı. neyse...
ben ve muhafızlarım tepenin kuzey yamacından zirveye doğru tırmanırken, düşman ordusunda belli belirsiz bir takım kıpırdanmalar başlamıştı. hemen ordunun formasyonunu son bir kez gözden geçirmeliydim. artık tek bir kadeh daha içecek bile vakit yoktu. neyseki diğer savaşlardan deneyim edinmiş yaverim, kartal gözlerimle düşmanın konuşlandığı sırtları süzerken bana bir cep matarası uzattı. gözlerimi düşmandan ayırmadan bir kaç fırt çektim.
tam o esnada konyakın kokusunu alan atım gonzales huysuzlandı. (geçen sene bi gece çok kanyak içirdik hayvana. e at bile olsa onunda bir raddesi var sonuçta. bir haftaya yakın ishal oldu hayvan. ne yese aynı saat çıkıyor, ne yese, neyse... o baytar senin, bu baytar benim, zor iyileştirdik beygirciğimi)
düşmanın bazı unsurları tepelerden yavaşça akmaya, az sonra kızılca kıyametin kopacağı ovaya doğru sakin ama tempolu şekilde ilerlemeye başlamışlardı. orduyu coşturmak ve gaz vermek için kılıcımın sapını sıkıca kavradım. tam kılıcımı çekip "firidooom" diye bağıracakken kılıcımın yerinden oynamadığını farkettim. kılıç kınından çıkmıyordu.
yaverimle göz göze geldik. hibino, kızardı, küçüldü, nokta kadar kaldı.
- tacettin, olm temizlenip yağlanmadımı bu kılıç? genemi alemde pastırma sucuk kestiniz kılıcımla?
+ ehe....kem...şeey...
daha savaş başlamadan 2 yanımdan darbe almıştım. kullanmayacağım halde kılıcımı çekip bir nara bile atamıyordum. defalarca uyarmama rağmen yaverim denen dallama "size padişahın kılıcıyla salam sucuk doğriicam, gelin, gelin" diye aşifteleri ayartıp alemlere akıyordu. sonuç buydu işte...
...to be continued
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?