taner ayın "sistem haricinde olmak ile sistem içinde olmak arasındaki med-cezir manzaraları" başlıklı yazısı:
şayet bu metne başlamadan önce roland barthesın o küçük dev eseri yazının sıfır derecesi (le degre zéro de pécriture, 1953) bir defa daha okunacak olursa, beat edebiyatını normların haricinde yeniden keşfetmenin orgazma benzeyen hazzı yaşanacaktır.
yazının sıfır derecesinde ideolojilerin iklimlerinde ticarileşen bütün büyük edebi akımların açık veya gizli bir biçimde burjuva diline köleliğinden midesi bulanan ve edebiyat diye bildiğimiz edebiyata yakın çizgi çekmek isteyen bir roland barthes ile tanışırız; "genç" karl marxın 1844ün iktisadf ve felsefi yazıları ile politik iktisatta gerçekleştirdiği ihtilâle mümasil ihtilâli edebiyatta yazının sıfır derecesi ile başarmaya çabalayan "genç" roland barthesla. ona göre, klâsik yazı, iktidardaki bir topluluk içinden doğduğundan ve dogmatik kararlarla oluşturulduğundan kesinlikle sınıf yazısıydı. ayrıca, burjuva sınıfının ideolojik birliğinin mahsulü olan bu tek yazı veya klâsik yazı, aynı zamanda klâsik öncesi edebiyattaki yazı çeşitliliğine de uzunca bir müddet için son vermiştir. ancak, 1850lerde, liberalizmin hayallerini yıkarak toplumu düşman sınıflara bölen bazı büyük tarihî olaylar, burjuva sınıfının mevzilenmesinde değişikliklere neden olmuş ve değişikliklerin neticesinde ise, klasik yazı yahut tek yazı kölesi yazar da siyah ile beyaz arasındaki belirsizliğin cehenneminde küçük burjuvalaşarak, "sunî" bir edebiyat tragedyasını yaratmıştır. edebiyatın küçük burjuvalaşmasının neticesi olan edebiyat tragedyası, yazının tıpkı klâsik öncesi edebiyattakine benzer yeniden çeşitlenmesi gibi gözükmüşse de, aslında hepsi malûm işçilikleriyle "edebiyatın mukaddes dolabındaki mukaddes yazı" ile, yani klâsik yazı ile, satıhta dahi flûlaşmış bir uzlaşmayı yansıtıyorlardı. zira küçük burjuva edebiyatı, burjuva sınıfının eski ideolojik birliğinin bir mahsulü olan klasik yazının bütün kuralcı göstergelerini sonuna kadar, ama ağır bir tül perde arkasında mekanikleştirerek almıştı. ne var ki, küçük burjuvanın "devrimci" atalarından çaldığı mukaddes klâsik yazı da, zamanla "sosyalist gerçekçi" yazarlar tarafından aynı yöntemle küçük burjuvalardan çalınacaktır. kısacası, dil ve edebiyat, bazı outsiderlar istisna tutulursa, kapitalizmin haricine genelde çıkamamıştır: tarihi boydan boya kat ederek gelen bu nüsha edebiyat hiçbir sistemi tedirgin etmemiştir, yazar da hep "biçim doğurmak" tutkusunda boğulmuştur.
oysa sistemleri tedirgin etmeyen edebiyat, edebiyat değildir; "biçim doğurmak" tutkusundaki yazar da, yazar değildir. edebiyat ile yazarın aslî görevi, kelimelerin çölündeki dili ve düzensizliğin sentaksını uzaklara kaçırarak, dilin muayyen sistemine kölelik etmekten kurtulmuş yeni bir yazı yaratmaktır. roland barthes, yazının sıfır derecesinde,
"yaşayan dillerden ve gerçek anlamıyla edebî dilden aynı derecede uzak bir dile bağlanarak edebiyatı aşmak bahis konusudur burada"
der. lakin tam da bu safhada, dili ve edebiyatı kapitalizmin olanca çoraklığından kimin kaçıracağı meselesi belirir. kapitalizm ve şizofreninin (capitalisme et schizophrénie, 1980) yazarları gilles deleuze ile félix guattari, kapitalizmin haricinde kalanların sadece şizofrenler olduğunu söylerken, aslında dili ve edebiyatı kapitalizmden kaçıracak olanları işaretliyorlardı. gerçekten de, kelimeyi en geniş anlamında kullanmak şartıyla, dilin ve edebiyatın bütün ayrıkotları hep şizofrenler olmuştur: meselâ, arthur rimbaud. edebiyatı sınıfsızlaştırmanın bir yolu olarak, dili susmaya kaçırmıştır; suskunluğu ile mukaddes yazının büyüsünü parçalayabilmiş ve yaşayan dillerden uzaklaştığı derecede yeni bir dil, sessiz dil yaratabilmiştir. meselâ, stéphane mallarmé. roland barthesın ifadesiyle,
"sevdiğini ancak ondan vazgeçerek kurtarabilen, gene de başını biraz geriye doğru çeviren orpheustur"
stéphane mallarménin dili. meselâ, howard phillips lovecraft. bir yabancıdır, bir hariçtekidir, bir outsiderdır; profesyonellikten pulp yazarlığına kaçışındaki lâneti, konuşkan olmayan hikâyelerindeki tekrarlarla, benzer şekillerle, ısırgan kelimelerle ve çıplak deyimlerle teröre dönüştürmüştür. meselâ, albert camus. bir üslûb yokluğu olan yokluk üslûbunu gerçekleştirerek, yazıyı bir nevî olumsuz kip durumuna düşürmüş ve bu olumsuz kip içinde de dilin gerek içtimaî gerekse mitik özelliklerini biçimin tarafsızlığı menfaatine ortadan kaldırmıştır.
yolda (on the road, 1957) ile jack kerouacın, junike (1953) ve naked lunch (1959) ile william s. burroughsun ve de uluma (howl for cari solomon, 1955) ile allen ginsbergün, "sessizliğe ulaşmış ilk şair" arthur rimbaud veya
“peşine düştüğü mutlağı araştırmaya başlayabilmek, bu mutlağı kurabilmek için her şeyden önce bu araştırmanın aracı olan dil’i amaca göre uyarlamak, daha doğrusu başkalarının bulduklarına başvurmak yerine, yeniden yaratmak gerktiğini herkesten daha önce anlayan”
stephane mallarme veyahut "gecelerin ve geceyle gelenlerin seyyahı" howard phillip s lovecraft gibi dili ve edebiyatı kapitalizmden kaçırmalarına gelince: hepsi de malûm doktor raporlarıyla kapitalizm ve şizofreninin gilles deleuzeü ile félix guattari sini teyit ederler. edebiyatın bütün ayrıkotlarının bir biçimde "raporlu" oldukları dikkate alındığında, gilles deleuze ile félix guattarinin edebiyat tarihine dahi kanallar açan en büyük şizo-analistler oldukları sarihlik kazanır. lakin ben, dilin ve edebiyatın kapitalizmden kaçırılması hususunda, edebiyatçının şizofren olmasından ziyade dilinin şizofrenliğini önemsiyorum.
yolda, dilin şizofren olma halinin birinci yüzünü sergiler; hiç aşağıya düşmeyen, aksine mütemadiyen yukarıya doğru tırmanan marazi bir coşkusu vardır yoldanın üslûbunun. jazza benzer; en fazla da charlie parker ile miles davis arasında süratle rafineleşen jazza. yoldanın üçüncü bölümüne geldiğimizde, sadece jack kerouac açısından değil, bütün kahramanları açısından da jazzın yegâne belirleyen haline geldiğini keşfederiz. bilhassa gece kulüplerindeki çılgın eğlencelere dair pasajlarda, jack kerouacın üslûbu ile, kahramanlarının hiddetini, sevincini, iç sıkıntısını veya ümitsizliğini seslendiren zencinin müziği çakışır ve böylelikle orgazmın ritmi başlar; şizofren bir dil’dir bu.
yoldanın dili şizofren olma halinin birinci yüzünü sergilerse, junkie ile naked lunch da dilin şizofren olma halinin ikinci yüzünü sergiler. bu "cehennem haritaları", âdeta okura morgdan iadeli taahhütlü gönderilen birer rapordur. junkienin şizofren dilinin kökeninde, hiç şüphesiz external ile mitik uzamın birlikte ve karşılıklı varoluşları yatar.
"konuşmak yalan söylemektir"
diyen william s. burroughs, naked lunch’da, junkie’nin dil’ini artık bir daha ehlileştirilemeyecek derecede pathoslaştırarak, okuruna karşı dürüst olabilmek için, yani "konuşmamak" için, cut-up tekkniğine yönelir. william s. burroughs imzalı bu cut-up, tractatusun (tractatus logico-philosophicus, 1921) ludwig wittgensteinı ile mentalite birliği halindedir; zira, ona göre de, klâsik yazı mirasçısı kelimeler hayatın ve hislerin baş düşmanıdır. bu nedenle, william s. burroughsun kelimeleri, junkiede "benzedrin" ile uçmuş bir oyunun jon vollmer burroughsuna benzerken, naked lunchın kelimeleri de budaklı dalıyla küçümen bir ağacın kol kanat gerdiği ve meksikada kimselerin uğramadığı bir bahçenin yaban otları arasında yağmurun bezediği lekeciklerin ardındaki o okunmaz mezar taşının joan voller burroughsuna benzer: kelimeler yazıdan kovulduğu için, junkie ile naked lunchın alışılmış anlamda hikâyeleri bulunmaz. halil turhanlının çıplak şölen in görkemli konuğunda (1986) belirttiği gibi, çizgisel bir akışları da yoktur; gölge-karakterleri ise, son derece basit ve önemsizdir, dolayısıyla bahis konusu "cehennem haritalarını" william s. burroughs sanki her an onlardan vazgeçecekmişçesine okuruz.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?