confessions

sipsi

- Yazar -

  1. toplam entry 3120
  2. takipçi 2
  3. puan 66258

etme

sipsi
mevlana’nın dizelerinin tamamı şu şekildedir:


duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
çalınmış başkalarına ediyorsun etme

ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
o zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme

harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

isyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

hiç kimse bilmez

sipsi
’hiç kimse bilmez
hiç kimse sevmez
şimdi sen de yoksun yanımda

hiç kimse duymaz
hiç kimse sormaz
şimdi sen de yoksun yanımda...’ sözleri duyulabilecek en acı sözlerdendir. balans ve manevra versiyonu çok daha güzel olmakla beraber, winampın azizliğine uğrayıp hangi versiyonuna denk gelirseniz gelin, göğüs boşluğunuzda ince bir sızı bırakır.

birhan keskin

sipsi
intihar günleri 1

sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu herşey
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni...

...dünya çok üzücü bir yerdi savaş filmlerini ve samurayları eskisi gibi sevmiyordum... bir boşluktan aşağı mı bırakıyordum kendimi... teller tenimi çizip canımı mı yakıyordu... mutsuzluğuma mı alışıyordum seni severken, yoksa kan kaybından mı ölüyordum... daha fazla parçalanacak parçam yoktu...

neyse,
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.

ben meleğimin kanatlarını kırdım, ordan geliyorum
siz yine de ikiz bardakları kırmayın...
bir deliydim, elementlerin de ruhları olduğuna inanıyordum,

aklıma suyun intiharı geliyordu hep şelale deyince
divaneliği söylüyordum

sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi
şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum.

şehrayin şarkıları

sipsi
bir nurullah genç şiiri. uzun ama sıkılmıyor insan. bir hikaye okurmuş gibi oluyor, sonunu bekliyor bünye, ’iyi olsun iyi olsun ne olur iyi olsun’ diyerek...

seni yaşamadan ölmeyeceğim,
aşka özgü zakkum bahçelerinde
gene acılarla kalıyorum ben.

deniz ölesiye yakın ayaklarıma,
ey ülkemin pusatsız kahramanları
erzurum garında banklar üstünde
sükut-u hayale uğrayan kalbim
geceyi kavrayan parmaklarımla
bu hasret bu hicran zelzelesinden
beni kurtarmaya gücünüz yetmez !
çünkü mutsuzluğun mekteplerinde
izdırap dersleri alıyorum ben.
gittikçe yaklaşan bir afet gibi, intihar yanılgısıyla,
yollar beni esarete çekiyor.
sehrayın şarkıları söylüyorum içimden,
şarkılar ki, hep aynı nakaratla bitiyor.

sen, bir garip delisin, gözleri perdelisin
erzurum garında banklar üstünde,
susuzluktan ağlayan bir güvercin içime kanatlarını
nağmelerin ateşinde parlayan kuşlar,
bölük bölük hayatıma giriyor
bütün çığlıkları ölüm
dudaklarımda siyanür
oysa bilmiyor ki bu yolculuktan,
yollar tükense de dönmeyeceğim
seni yaşamadan ölmeyeceğim.

o çin harikası bakışlarını
o pekin gozlerini ,
-gözlerin ki gece donmasıdır-
yoksul ve yabancı mısralarımı
bedenimde çıban çıban ağrılar
ben de bu ağrılardan zevk alıyorum
ejder tepesinde bunalıyorum,
bir yanda kum fırtınası,
diğer yanda esrarengiz karakalem çalışması bir deniz
rüzgarla, yağmurla ve yıldızlarla başlamak üzere buldu ayinimiz
erzurum garında gece yarısı bankların üstüne şimşekler
konar,
bazen bir yıldırım gezinir saçlarımda,
bazen bir melek saatler boyu yakama ölümsüz çiçekler
takar,
erzurum garında gece yarısı hıçkırıklar boğazıma
tıkanır,
nemrut ateşiyle sabaha kadar içimde binlerce
ibrahim yanar.
koltuğumda efsaneler kitabı,
kaf dağından nergis devşiriyorum.
başını dayamış omuzlarıma o eski, o yaşlı zümrüt-ü anka
çin sarhoşu samanyolunda,
denizi tartışan bakışlarını
geçmişime asla gömmeyeceğim.
seni yaşamadan ölmeyeceğim.

perdeler kalkıp da sabah olunca
aldırma arasın, öyle bulanık öyle masum baktığını.
palandöken yine sisli aldırma
ben hem sise hem çamura alıştım .
senelerdir bu acıyla buluştum,
mutluluk ne zaman çıksa karşıma yalnızlık bir zindan,
çöker başıma...

daha dokunmadan kurudu irem,
çöllere bir turlu yağamıyorum
yeni bir koşunun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan,
siyah gözlerine beni de götür,
artık bu yerlere sığamıyorum...
pembe uçurtmalara yolladığından beri,
sarardı tiryaki menekşelerim
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor,
ben kalıyorum.
avareyim, asudeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum.

erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor,
ben kalıyorum.

bin bir turlu kokuyorsa ya yıllar,
siyah gözlerine beni de götür.
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum,
umutlar kalıyor, ben gidiyorum.
bütün yelkenlileri deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından gecen küheylanların korku tufanına
yakalandığı,
siyah gözlerine beni de götür.

gunes ulkesinden gelen yigitler,
benzeri olmayan bir dunya kursun.
cellat ayrılığın boynunu vursun,
usul usul intizarı çürüten,
bu hercai diken bu çılgın arzu
sürüklüyor imkansız mustuların eşiğine gönül
vadilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları,
ya da bu vefasız şarkıyı bitir!
özgürlüğe giden tutsaklar gibi,
siyah gozlerine beni de götür.

bu kaçıncı bekleyiş trenlerin ardından,
bin pare oldugum kaçıncı bozgun?
bir gün bu esrarlı hikaye biter,
erzurum garında banklar üstünde kalem bana kızgın
kitaplar kızgın, hasret katar katar uzayıp gider...

içimde bir figan, düdük sesi
her vagon esrarlı bir uzun hava
göçmen kuşlar hala dönmedi geri
kurumuş evlerin karanfilleri...

ey mona lisa’nın kıskandığı el
sihrine bir defa dokunmak için
hep aynı şarkıyı söyleyip durdum
başımı umutsuz taşlara vurdum,
vermedin bir siyah fotoğrafını
ya da bir hatıra parmaklarından
beni bir kaygısız neron mu sandın
hangi düşmanımın sözüne kandın?
götür senin olsun bütün ihtişam ,
gece mahkumuna kalır mı akşam?

erzurum garından ayrılıyorum...
banklar mütereddit bakıyor ardım sıra.
abdurrahman gazi yokuşlarında
mecnun’la, kerem’le buluşacağız
bu çaresiz derdi konuşacağız...
yollar kıvrım kıvrım, çetin ve uzun
dağlar melankoli, dereler hüzünlü,
takvimleri görmek istemiyorum
karanlığa dönmek istemiyorum...

ey mona lisa’nın kıskandığı el,
bu kar yığınları cehennemden mi,
bu sokaklar mahşerden mi geliyor?
gürcü kapı ihtirası bilmezdi.
altın kalpli zambaklarin filizlendiği taş mağaralar,
ilmek ilmek bileklerine geçirmezdi
nefret organlarını...
nerde dadaşın gür bıyıkları
aziziye neden böyle derbeder
solan renkler kimin kaldırımlarda?
ya bu erzurum erzurum degil ,
ya ben başkasıyım bu erzurum da...

ey mona lisa’nın kıskandığı el
belki de o eski sinemalarda hala bir cin filmi
oynamaktadir
çifte minareler mum ışığında sonsuzluğa geçit
aramaktadır
küskün çivileri yakutiyenin
yine sessiz sessiz ağlamaktadır.
issızlığa kurşun sıkan tabyalar
başına karalar bağlamaktadır...

abdurrahman gazi yokuşlarında
ne mecnun ve kerem, leyla ve aslı
ne de cin filminden kalan görüntü
alevli bir köpük sadece dünya
erzurum garına banklar üzerine dönüyorum çıplak ayaklarımla
yine kuşlar, yine rüzgar ve yağmur
zavallı gözlerim kırmızı, mahmur
unutuyor sevda resimlerini...

ey mona lisa’nın kıskandığı el
o eşsiz, ebedi sıladan mahrum etme
şarkıları sana bırakıyorum...

o ve ben

sipsi
sait faik abasıyanık şiiridir:

sana koşuyorum bir vapurun içinden
ölmemek, delirmemek için.
yaşamak; bütün adetlerden uzak
yaşamak.
hayır değil, değil sıcak
dudaklarının hatırası
değil saçlarının kokusu
hiçbiri değil.
dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
ben onsuz edemem.
eli elimin içinde olmalı.
gözlerine bakmalıyım
sesini işitmeliyim
beraber yemek yemeliyiz
ara sıra gülmeliyiz.
yapamam, onsuz edemem
bana su, bana ekmek, bana zehir
bana tad, bana uyku
gibi gelen çirkin kızım sensiz edemem.

mavi gök orda mı

sipsi
bir cahit zarifoğlu şiiri:

mavi gök orda mı
bakıyorsun kuşlar
hazır
sokak lambaları yanık unutulmuş
bir kadıköy vapuru hınca hınç insan
çok geçmeyecek
martılar beyhude turlar atacak
kıyılar lağım konserve kutuları
mısır koçanları...

sevgi aranabilir yine
korkusuzca say koskoca kederlerini
bir kuyu bulunabilir...

aklımdan çıkmıyorsun
sen hala dizüstü
bunca anıyı besleyerek
sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
görür gibi olarak açıp baktığımı
bense şöyle diyorum:
buradan bir acı kanamış boyuna...

kuşlar hazır
öncü havalanmak üzere
şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
o vapur hala hınca hınç
kimbilir herbiri hangi dünyaya sağır...

çok geçmez aradan
kadınlar kapı önlerinde
ellerinde meşalelerle
aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
yorgun bir sarıyla ben de
geçeceğim önlerinden...

aklımdan çıkmıyorsun dedim
başka türlüsünü yorgunum anlatmaya...
telefonlar yan hücrede çalışıyor
bense kurşuni bir dere
ağaçlar hayvanlar bile kaygılı...

onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
yapayaşlı bir rum kadın
herşeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
haydi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman

çok geçmeyecek aradan
şöyle diyeceğim:
bulutlar açmadı
mavi gök orda mı?

çalıntı bir aşktan alıntı

sipsi
çok güzel bir şiirdir. düşündükçe yoruldukça dinlendikçe baktıkça kaldıkça şu kısmını söyleyesi gelir insanın:

’sen ise
gençligini, hep çocukluğunu düşürmüşsün
diyelim gece, diyelim alelacele yalnızsın
diyelim ki oturup beni düşünmüşsün
ağlamışsın gride biraz siyah, biraz beyaz arar gibi
yeşilde mavi yok oysa, sarı hiç yok!
beni düşünmüşsün saçlarını akordeonlarla tarar gibi
küçücük bir kız gibi
küçücük bir delikanlı gibi
küçük bir yaradaki büyük bir kabuk gibi
büyük bir yaradaki küçük bir kabuk gibi
kanar gibi, kanatır gibi, birlikte kanar gibi beni düşünmüşsün!’

birbirine karışsın diye saçlarımız

sipsi
bir akgün akova şiiri.

sigarasını söndüren berber darmaduman dinliyor söylediklerimi
elindeki makası nerdeyse dünyaya düşürecek
yani biz ayrılınca dünya nereye gittiyse...
’kökünden kesin saçlarımı’ diye yineliyorum
’sonra toplayıp verin bana, bir ayrılığın andacıdırlar
dokunurken saç tellerime parmakları titriyor
her zaman özene bezene taradığı
siyah, kıvırcık bir sel boşanıyor ardından.
gözlerini yumarken aynalar
yalnızca makasın sesi duyulan
ve kanat çırpışı
kafesinde çılgına dönen sakanın...

sevgilim;
açtığında postacının getirdiği paketi yarın
içinde senin yüreğini kaldıran dağlar
benim gözlerimi dolanan sis
ve sevişirken çam ağaçlarına takılan saçlarımız
birden herşey, herşey, bir gölde bir sabah ansızın açılışı gibi
yüzlerce nilüferin
ayrıldığımız gün üzüntüden bayılan zaman
kendine gelince olmadık anda
vapurlar yağacak yüreğinin adalarına yeniden
yeniden dalgalar
yeniden limanlar
yeniden sonu olmayan şarkılar
hepsi
yine birbirine karışsın diye saçlarımız...

o zaman yine saçlarını topla sevgilim,
ve yüreğinde beklettiğin martıları sal...

agora meyhanesi

sipsi
onur şenli’nin iç acıtan, ağlatan şiirinin tamamı şu şekildedir:

sana bu satırları
bir sonbahar gecesinin
felç olmuş köşesinden yazıyorum.
beş yüz mumluk ampullerin karanlığında
saatlerdir, boş olan kadehlere
şarkılarını dolduruyorum.
tabağımdaki her zeytin tanesine
simsiyah bakışlarını koyuyorum.
ve, kaldırıp kadehimi
bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum...
burada yaşanır aşkların en madarası
ve en şahanesi.
burada saçların her teline bir galon içilir
gözlerin her rengine bir şarkı seçilir,
sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
bu sekiz köşeli meyhane seni bilir
burası agora meyhanesi
burası arzularını yitirmiş insanların dünyası
şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik
bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam
elimde değil,
bu da bir nevi namuslu serserilik.
dışarıda hafiften bir yağmur var.
bu gece benim gecem
kadehlerde alaim-i semaların raks ettiği,
gönlümde bütün dertlerin hora teptiği gece bu
camlara vuran her damlada
seni hatırlıyorum
ve sana susuzluğumu...
birazdan plaklarda şarkılar susar,
kadehler boşalır,
umutlar tükenir,
mezeler biter
biraz sonra,
bir mavi ay doğar bu sarhoş şehrin üstünde
birazdan bu yağmur da diner.
sen bakma benim delice efkârlandığıma,
mendilimdeki kızıl lekeye de boşver
yarın gelir çamaşırcı kadın
her şeyden habersiz onu da yıkar,
sen mes’ut ol yeter ki,
ben olmasam ne çıkar.
dedim ya
burası agora meyhanesi
bir tek iyiliğin bütün kötülüklere
meydan okuduğu yer
burası agora meyhanesi
burası kan tüküren mesut insanların dünyası...


i go to sleep

sipsi
bir sia şarkısı. özellikle sevdiğiniz insan yanınızda olmadığı gecelerde yatağa uzanıp gözlerinizi kapatarak dinlerseniz, tam verim alacağınızı düşünüyorum.

when i look up from my pillow
i dream you are there with me
though you are far away
i know you’ll always be near to me

i go to sleep
and imagine that you’re there with me

i look around me
and feel you are ever so close to me
each tear that flows from my eye
brings back memories of you to me

i go to sleep
and imagine that you’re there with me

i was wrong, i will cry
i will love you till the day i die
you were all, you alone and no one else
you were meant for me

when morning comes again
i have the loneliness you left me
each day drags by
until finally my time descends on me

i go to sleep
and imagine that you’re there with me
96 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol