hızlı yemek.
tazesinin haşlanıp, sarımsak, zeytinyağ, limon suyu ile karıştırıp yapılan salatası çok lezzetli olan sebze.
(bkz: tös)
kendisine buradan "yeter artık içimiz dışımız ot oldu" demek istediğim bilgiç. botanikçi olmasından şüpheleniyorum.
radyoda yayın olup olmadığını, varsa yayını kimin yaptığını görebileceğimiz bir duyuru butonu, sözlükte henüz yer almadığından, sık sık altına entry girmek zorunda kaldığım başlık.
(bkz: sözlükte olması gerekenler)
(bkz: jedi sözlüğe duyuru butonu yap)
(bkz: bilgiçler size söylüyorum jedi sen anla)
(bkz: sözlükte olması gerekenler)
(bkz: jedi sözlüğe duyuru butonu yap)
(bkz: bilgiçler size söylüyorum jedi sen anla)
yanlış başlık açmanın bahanesi olamayacak farktır kendileri.
not:örneği başlıkta değil de tanımda verseydik olmaz mıydı diye de sorulabilir ayrıca.
not:örneği başlıkta değil de tanımda verseydik olmaz mıydı diye de sorulabilir ayrıca.
"bunun benden ne fazlası var, kapmış cillop gibi çocuğu bi de bana bak kaç aydır abazayım" ve benzeri iç sesler eşliğinde gerçekleşen, kıskançlık, çekemezlik, hasetlik, hayıflanma, imrenme gibi duyguların tümünü içeren eylem.
(bkz: geç kalmışız birbirimize)
sözlükteki pek çok bilgiçe göre , imla kuralıyla, üslubuyla, biçimiyle her şeyi yerli yerinde ve gayet tutarlı güzel entryler yazan bilgiç. gerçekten çok güzel cümleler, güzel bir anlatım. kalemine sağlık.
not:biraz geç fark etmişim kendisini ama o da benim eşekliğim olsun artık.
not:biraz geç fark etmişim kendisini ama o da benim eşekliğim olsun artık.
aksaray’da bir çay ocağı işleten hasan ocak, 21 mart 1995 annesini aradı. kız kardeşinin doğum günüydü. annesine “bir şey hazırlama, ben balık alacağım” dedi. o gece ocak ailesi kızlarının doğum gününü kutlayamadı; çünkü hasan gelmedi, balık da...
hasan’ın gözaltına alındığını görenler vardı. aile ayağa kalktı. ocak ailesi, arkadaşları ve insan hakları savunucuları 55 gün süren bir kampanya başlattılar. hasan gözaltındaydı, ama haber alınamıyordu.
17 mayıs 1995’te ocak ailesine adını açıklamayan biri telefon etti. adli tıp’a gidip kimsesizler mezarlığına gömülenlerin resimlerine bakmalarını istedi. hasan 25 mart’ta beykoz ormanlarında telle boğularak öldürülmüştü ve adli tıp’a getirilmiş, kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.
19 mayıs 1995’te insan haklarından sorumlu devlet bakanı alkan hacaoğlu, hasan ocak’ın bulunmasından sonra adli tıp’a yaptığı ziyaret sırasında 297 ölümden 7 tanesinin normal dışı olduğunu görünce “susma hakkımı kullanıyorum” diyordu.
22 mayıs 1995’te gözaltına alınan rıdvan karakoç da aynı şekilde beykoz ormanlarında ölü olarak bulundu.
27 mayıs 1995. galatasaray lisesi’nin önü. ellerinde dövizlerle 30 kişi. bir kartona yapıştırılmış iki resim ve bir yazı: “hasan ocak gözaltına alındı, yüzlercesi gibi kayboldu ve ölü bulundu. katilleri istiyoruz. rıdvan karakoç gözaltına alındı, yüzlercesi gibi kayboldu ve ölü bulundu. katilleri istiyoruz...”
galatasaray’lara gerek olmasın diye...
cumartesi anneleri, 200 hafta boyunca ellerinde kartona yapıştırılmış resimler ve dövizlerle “evlatlarınızı istiyoruz. katillerini istiyoruz” dediler. seslerini duyurmak için sessizliği seçen analar “galatasay’lara gerek olmasın” diye yüreklerinde evlat acısı, karanfile bürünmüş öfkeleriyle çıktıkları meydanlarda seslerini duyurdular, çoğaldılar... gelinlikli genç kızlar da geldi bu meydana, yarınları için, çocuklarının gözaltında kaybolmaması için.
yönetenlerinse tahammülü yoktu. cumartesi anneleri’nin 15 ağustos 1998’deki 170’inci buluşmasından başlayarak 30 hafta boyunca oturma eylemlerini engellemek için sürekli gözaltı, dayak ve biber gazı kullanıldı. bir devlet, ana oldukları için, evlatlarını aradıkları için onları mahkûm ediyordu. ve “cumartesi anneleri kayıplarını dağda arasın” diyordu eski emniyet genel müdürü alattin yüksel. eski içişleri bakanı meral akşener ise kayıp ilan edilen 58 kişinin cezaevinde olduğunu, 3’ünü polisin aradığını, 2’sinin örgüt içi hesaplaşmada öldürüldüğü açıklaması yapıyordu. son 8 yılda gözaltında kaybolan 520 kişiyi yok sayarak...
13 mart 1999, cumartesi. 200’üncü hafta. cumartesi anneleri artan saldırılara karşı galatasaray buluşmalarına “ara verme” kararıyla son açıklamayı yapmak için “dünya kayıplar ormanı’nda bir araya geldiler. yine engelleme, yine gözaltı. hasan ocak’ın annesi oğlu adına dikilen ağacı “oğlum” diye okşuyordu. “konuşamazsın” diyordu polis tartaklayarak... 10 kişiyle birlikte gözaltına alınıyordu emine ocak. çiçekler, ormanlar, ağaçlar tutuklanıyordu...
ve analar kayıpsız, dayaksız, hapishanesiz, ölümsüz günler için mücadele edeceklerini ve o güne kadar anneler günü’nü, yeni yılları, kadınlar gününü “bir başka bahar”a bıraktıklarını söylüyorlardı.
anaların sessiz çığlıklarına ev sahipliği yapan galatasaray, 8 haftadır yeni çığlıklara ev sahipliği yapıyor. yeni saldırılara, dayaklara, gözaltılara... analar, babalar, genç kızlar, delikanlılar, dilerinde “hücre ölümdür, evlatlarımız hücrelere sokmayacağız” sloganlarıyla galatasaray’a geliyorlar. ve coplar çıkıyor, basın açıklaması yapılamadan. polis araçları yine galatasaray meydanı’nı kaplıyor, bu meydanda doluyor, beyoğlu emniyet müdürlüğü’nde boşalıyor. çığlıklarla inleyen galatasaray, sessizliğe bürünüyor.
“cezaevlerini temizlemek”ten, “ıslah etmek”ten bahseden yönetenler, “f tipi” cezaevini, bir başka deyişle hücreleri çözüm olarak sunuyorlar. ve gezdiriyorlar hücrelerini; gazetecilere, yazarlara, avukatlara ve tabii ki cezaevlerinde evlatları olan tutuklu yakınlarına... ama “ikna gezileri” kaygıları gidermiyor, aksine artırıyor. “bir aradayken evlatlarımız öldürülüyor. ayrı ayrı hücrelere konurlarsa ne yapılmaz ki” diyor analar; “ölürüz de koydurtmayız çocuklarımızı hücrelere.” terörle mücadele yasası’nın 16. maddesine göre kurulan hücrelerin tecrit (soyutlama) amacını taşıdığını söylüyorlar. kaygılarını, endişelerini dile getirmek için açlık grevleri, basın açıklamaları yapıyorlar. ve evlat acısının sessiz çığlıklarıyla bütünleşen galatasaray meydanı’nı, evlat acısını anlatır umuduyla yol eyliyorlar her cumartesi saat 12.00’de...
bir ana, adını soruyoruz; “ben anayım” diyor... her hafta galatasaray’da dolan beyoğlu emniyet’e boşalan bir aracın önüne geçiyor, hareket etmesini engellemek için... otobüste oğlu var. “oğlumu geri verin ya da beni de alın” diyor. “oğluma vurmayın. onu geri verin. size bir şey yapmadı. oğlumu vermiyorsanız beni de tutuklayın” diye bağırıyor, engelleyemediği otobüsün peşinden koşarken... ve o da gözaltına alınıyor... bir yürek, az önce cezaevindeki çocuğu için, az sonra da polis aracındaki oğlu için atan bir anne yüreği...
o ve onun gibi anneler her cumartesi galatasaray’da... yürekleri evlatları için atan onlarca anne... saat 12.00’de...
hasan’ın gözaltına alındığını görenler vardı. aile ayağa kalktı. ocak ailesi, arkadaşları ve insan hakları savunucuları 55 gün süren bir kampanya başlattılar. hasan gözaltındaydı, ama haber alınamıyordu.
17 mayıs 1995’te ocak ailesine adını açıklamayan biri telefon etti. adli tıp’a gidip kimsesizler mezarlığına gömülenlerin resimlerine bakmalarını istedi. hasan 25 mart’ta beykoz ormanlarında telle boğularak öldürülmüştü ve adli tıp’a getirilmiş, kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.
19 mayıs 1995’te insan haklarından sorumlu devlet bakanı alkan hacaoğlu, hasan ocak’ın bulunmasından sonra adli tıp’a yaptığı ziyaret sırasında 297 ölümden 7 tanesinin normal dışı olduğunu görünce “susma hakkımı kullanıyorum” diyordu.
22 mayıs 1995’te gözaltına alınan rıdvan karakoç da aynı şekilde beykoz ormanlarında ölü olarak bulundu.
27 mayıs 1995. galatasaray lisesi’nin önü. ellerinde dövizlerle 30 kişi. bir kartona yapıştırılmış iki resim ve bir yazı: “hasan ocak gözaltına alındı, yüzlercesi gibi kayboldu ve ölü bulundu. katilleri istiyoruz. rıdvan karakoç gözaltına alındı, yüzlercesi gibi kayboldu ve ölü bulundu. katilleri istiyoruz...”
galatasaray’lara gerek olmasın diye...
cumartesi anneleri, 200 hafta boyunca ellerinde kartona yapıştırılmış resimler ve dövizlerle “evlatlarınızı istiyoruz. katillerini istiyoruz” dediler. seslerini duyurmak için sessizliği seçen analar “galatasay’lara gerek olmasın” diye yüreklerinde evlat acısı, karanfile bürünmüş öfkeleriyle çıktıkları meydanlarda seslerini duyurdular, çoğaldılar... gelinlikli genç kızlar da geldi bu meydana, yarınları için, çocuklarının gözaltında kaybolmaması için.
yönetenlerinse tahammülü yoktu. cumartesi anneleri’nin 15 ağustos 1998’deki 170’inci buluşmasından başlayarak 30 hafta boyunca oturma eylemlerini engellemek için sürekli gözaltı, dayak ve biber gazı kullanıldı. bir devlet, ana oldukları için, evlatlarını aradıkları için onları mahkûm ediyordu. ve “cumartesi anneleri kayıplarını dağda arasın” diyordu eski emniyet genel müdürü alattin yüksel. eski içişleri bakanı meral akşener ise kayıp ilan edilen 58 kişinin cezaevinde olduğunu, 3’ünü polisin aradığını, 2’sinin örgüt içi hesaplaşmada öldürüldüğü açıklaması yapıyordu. son 8 yılda gözaltında kaybolan 520 kişiyi yok sayarak...
13 mart 1999, cumartesi. 200’üncü hafta. cumartesi anneleri artan saldırılara karşı galatasaray buluşmalarına “ara verme” kararıyla son açıklamayı yapmak için “dünya kayıplar ormanı’nda bir araya geldiler. yine engelleme, yine gözaltı. hasan ocak’ın annesi oğlu adına dikilen ağacı “oğlum” diye okşuyordu. “konuşamazsın” diyordu polis tartaklayarak... 10 kişiyle birlikte gözaltına alınıyordu emine ocak. çiçekler, ormanlar, ağaçlar tutuklanıyordu...
ve analar kayıpsız, dayaksız, hapishanesiz, ölümsüz günler için mücadele edeceklerini ve o güne kadar anneler günü’nü, yeni yılları, kadınlar gününü “bir başka bahar”a bıraktıklarını söylüyorlardı.
anaların sessiz çığlıklarına ev sahipliği yapan galatasaray, 8 haftadır yeni çığlıklara ev sahipliği yapıyor. yeni saldırılara, dayaklara, gözaltılara... analar, babalar, genç kızlar, delikanlılar, dilerinde “hücre ölümdür, evlatlarımız hücrelere sokmayacağız” sloganlarıyla galatasaray’a geliyorlar. ve coplar çıkıyor, basın açıklaması yapılamadan. polis araçları yine galatasaray meydanı’nı kaplıyor, bu meydanda doluyor, beyoğlu emniyet müdürlüğü’nde boşalıyor. çığlıklarla inleyen galatasaray, sessizliğe bürünüyor.
“cezaevlerini temizlemek”ten, “ıslah etmek”ten bahseden yönetenler, “f tipi” cezaevini, bir başka deyişle hücreleri çözüm olarak sunuyorlar. ve gezdiriyorlar hücrelerini; gazetecilere, yazarlara, avukatlara ve tabii ki cezaevlerinde evlatları olan tutuklu yakınlarına... ama “ikna gezileri” kaygıları gidermiyor, aksine artırıyor. “bir aradayken evlatlarımız öldürülüyor. ayrı ayrı hücrelere konurlarsa ne yapılmaz ki” diyor analar; “ölürüz de koydurtmayız çocuklarımızı hücrelere.” terörle mücadele yasası’nın 16. maddesine göre kurulan hücrelerin tecrit (soyutlama) amacını taşıdığını söylüyorlar. kaygılarını, endişelerini dile getirmek için açlık grevleri, basın açıklamaları yapıyorlar. ve evlat acısının sessiz çığlıklarıyla bütünleşen galatasaray meydanı’nı, evlat acısını anlatır umuduyla yol eyliyorlar her cumartesi saat 12.00’de...
bir ana, adını soruyoruz; “ben anayım” diyor... her hafta galatasaray’da dolan beyoğlu emniyet’e boşalan bir aracın önüne geçiyor, hareket etmesini engellemek için... otobüste oğlu var. “oğlumu geri verin ya da beni de alın” diyor. “oğluma vurmayın. onu geri verin. size bir şey yapmadı. oğlumu vermiyorsanız beni de tutuklayın” diye bağırıyor, engelleyemediği otobüsün peşinden koşarken... ve o da gözaltına alınıyor... bir yürek, az önce cezaevindeki çocuğu için, az sonra da polis aracındaki oğlu için atan bir anne yüreği...
o ve onun gibi anneler her cumartesi galatasaray’da... yürekleri evlatları için atan onlarca anne... saat 12.00’de...
namık erdoğan sağlık bakanlığında teftiş kurulu başkan yardımcısıydı. bakanlıkta çeteler cirit atıyordu. ambulanstan, ameliyat önlüğüne ve röntgen cihazına kadar iştah kabartan bütün ihaleler için birkaç şirket, bakanlığı baskı altında tutuyor, "bu büyük rantı başkalarına yedirmemeye" çalışıyorlardı.
namık erdoğan ihaleleri ve dış alımları incelerken usulsüzlüklere rastladı. bakanlığın birkaç çete artığınca dolandırıldığını fark etti. mücadeleye girişti.
1994 yılı mayıs ayının 9. günü bakanlığın arkasından arabayla kaçırıldı. yaptığı denetlemelere ilişkin evrak çantası da elindeydi. ailesi ayağa kalktı ancak o gün hiçbir haber alınamadı, ertesi gün de...
12 mayısta namık erdoğanı kızılırmak nehrinin kenarında buldular. çantası yanında yoktu, ama kafasında iki kurşun vardı.
kamuoyu, bu "kayıplar kentinin yakışıklısını nice sonra, yeğeni yılmaz erdoğanın yazdığı bıçak tadında birkaç dize ile tanıdı:
"dokuzunda kayboldu mayısın/cesedi bulundu/onikisinde...
kaçırıldığında da/kaybolduğunda da/ve cesetken de/yakışıklıydı...
amcamdı..."
* * *
1994, türkiyenin uğursuz yılıydı.
hükümet, hepten azgınlaşan terörle "anlayacağı dilden" konuşmaya karar vermiş, yasayı, hukuku bir yana koyup kör bir savaşa girişmişti. adapazarı-hendek-sapanca arasına kurulan şeytan üçgeni ölüm kusuyor, muhalif gazeteler bombalanıyor, yargı önünde mahkum edilemeyenler, "faili meçhul" cinayetlerle yok ediliyorlardı.
çetelere gün doğmuştu. hem kendi bildikleri yöntemleri konuşturuyorlar, hem de himaye görüyorlardı.
"kayıplar" sorunu da böyle doğdu.
20 mart 1995 günü hasan ocak annesini arayıp, "akşama yemek yapma, ben balık alacağım" dedi. kız kardeşinin yaşgünüydü. ancak o gece balık da gelmedi, hasan da... gözaltına alınmıştı, ancak izi bulunamıyordu. annesi emine ocak, günlerce 28 yaşındaki kuzusunu aradı. bir mahkemede kalkıp hakime "oğlumu kimden sorayım" deyince görevli komiser, "gel ben seni oğluna götüreyim" dedi. "sağ mı... inanayım mı..." derken içerde buldu kendini; "mahkemenin huzurunu bozmak"tan 60 yaşında, 19 gün hapis yattı.
55. günün sonunda gelen "meçhul" bir telefon, oğlunun gerçek adresini fısıldadı: hasanın telle boğulmuş bedeni, kimsesizler mezarlığında yatıyordu.
mezarı açtılar. emine ana, oğluyla kucaklaştı.
* * *
işte kayıp yakınları bu olaydan beridir her cumartesi, yarım saat için galatasaray lisesi önünde toplanmaya başladılar. orada yalnız olmadıklarını farkettiler; hasanın ardından diğerleri gelmiş, sadece o yıl gözaltında kaybolduğu iddia edilen insan sayısı 300ü bulmuştu.
rakam büyüdükçe, galatasarayda toplananların sayısı da büyüdü: isyanlarını içlerine gömüp, çevrelerini kuşatan polisten, ilgisiz gözlerle geçen kalabalıktan oğullarının, kızlarının hesabını sordular. suskunluklarıyla konuşturdular bizi, oturarak ayaklandırdılar ve en küçük bir olay çıkarmadan dünya çapında bir eyleme imza attılar.
lâkin "kamu vicdanının harekete geçmesi beklenirken, harekete geçen yine "kamu otoritesi" oldu. yakınlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi bir de itilip kakıldılar, tartaklanıp, içeri atıldılar.
türkiyenin sivil direniş tarihine geçecek kadar barışçıl olan bu eylemi, "şemdin sakıkın düzmece karalamaları" da gözden düşüremeyince, sonunda güvenlik güçleri seferber oldu. son iki haftada 157 kişi gözaltına alındı.
aralarında emine ana da vardı.
* * *
bugün, eylemin 173. haftasında yeniden orada olacaklar.
siz, uzatmalı bir cumartesi sabahının keyfini yaşarken, onlar kaybettikleri fidanları için biraraya gelecekler yeniden... bütün tahriklere rağmen ve dünyanın gözü önünde hırpalanma pahasına yine barışçıl yoldan ayrılmayacaklar.
orada öyle sessizce oturup gözleriyle, çevredeki ilgisiz kalabalığa ve hepimize seslenecekler:
“siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız...?”
can dündar
namık erdoğan ihaleleri ve dış alımları incelerken usulsüzlüklere rastladı. bakanlığın birkaç çete artığınca dolandırıldığını fark etti. mücadeleye girişti.
1994 yılı mayıs ayının 9. günü bakanlığın arkasından arabayla kaçırıldı. yaptığı denetlemelere ilişkin evrak çantası da elindeydi. ailesi ayağa kalktı ancak o gün hiçbir haber alınamadı, ertesi gün de...
12 mayısta namık erdoğanı kızılırmak nehrinin kenarında buldular. çantası yanında yoktu, ama kafasında iki kurşun vardı.
kamuoyu, bu "kayıplar kentinin yakışıklısını nice sonra, yeğeni yılmaz erdoğanın yazdığı bıçak tadında birkaç dize ile tanıdı:
"dokuzunda kayboldu mayısın/cesedi bulundu/onikisinde...
kaçırıldığında da/kaybolduğunda da/ve cesetken de/yakışıklıydı...
amcamdı..."
* * *
1994, türkiyenin uğursuz yılıydı.
hükümet, hepten azgınlaşan terörle "anlayacağı dilden" konuşmaya karar vermiş, yasayı, hukuku bir yana koyup kör bir savaşa girişmişti. adapazarı-hendek-sapanca arasına kurulan şeytan üçgeni ölüm kusuyor, muhalif gazeteler bombalanıyor, yargı önünde mahkum edilemeyenler, "faili meçhul" cinayetlerle yok ediliyorlardı.
çetelere gün doğmuştu. hem kendi bildikleri yöntemleri konuşturuyorlar, hem de himaye görüyorlardı.
"kayıplar" sorunu da böyle doğdu.
20 mart 1995 günü hasan ocak annesini arayıp, "akşama yemek yapma, ben balık alacağım" dedi. kız kardeşinin yaşgünüydü. ancak o gece balık da gelmedi, hasan da... gözaltına alınmıştı, ancak izi bulunamıyordu. annesi emine ocak, günlerce 28 yaşındaki kuzusunu aradı. bir mahkemede kalkıp hakime "oğlumu kimden sorayım" deyince görevli komiser, "gel ben seni oğluna götüreyim" dedi. "sağ mı... inanayım mı..." derken içerde buldu kendini; "mahkemenin huzurunu bozmak"tan 60 yaşında, 19 gün hapis yattı.
55. günün sonunda gelen "meçhul" bir telefon, oğlunun gerçek adresini fısıldadı: hasanın telle boğulmuş bedeni, kimsesizler mezarlığında yatıyordu.
mezarı açtılar. emine ana, oğluyla kucaklaştı.
* * *
işte kayıp yakınları bu olaydan beridir her cumartesi, yarım saat için galatasaray lisesi önünde toplanmaya başladılar. orada yalnız olmadıklarını farkettiler; hasanın ardından diğerleri gelmiş, sadece o yıl gözaltında kaybolduğu iddia edilen insan sayısı 300ü bulmuştu.
rakam büyüdükçe, galatasarayda toplananların sayısı da büyüdü: isyanlarını içlerine gömüp, çevrelerini kuşatan polisten, ilgisiz gözlerle geçen kalabalıktan oğullarının, kızlarının hesabını sordular. suskunluklarıyla konuşturdular bizi, oturarak ayaklandırdılar ve en küçük bir olay çıkarmadan dünya çapında bir eyleme imza attılar.
lâkin "kamu vicdanının harekete geçmesi beklenirken, harekete geçen yine "kamu otoritesi" oldu. yakınlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi bir de itilip kakıldılar, tartaklanıp, içeri atıldılar.
türkiyenin sivil direniş tarihine geçecek kadar barışçıl olan bu eylemi, "şemdin sakıkın düzmece karalamaları" da gözden düşüremeyince, sonunda güvenlik güçleri seferber oldu. son iki haftada 157 kişi gözaltına alındı.
aralarında emine ana da vardı.
* * *
bugün, eylemin 173. haftasında yeniden orada olacaklar.
siz, uzatmalı bir cumartesi sabahının keyfini yaşarken, onlar kaybettikleri fidanları için biraraya gelecekler yeniden... bütün tahriklere rağmen ve dünyanın gözü önünde hırpalanma pahasına yine barışçıl yoldan ayrılmayacaklar.
orada öyle sessizce oturup gözleriyle, çevredeki ilgisiz kalabalığa ve hepimize seslenecekler:
“siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız...?”
can dündar
(bkz: bir kere yapan yine yapar)
müzik zevklerimizin uyuştuğu, ayrıca radyoda bu gün bana özel yayın yapan yanakları sıkılıp öpülesice şirine.
(bkz: hayata dönüş operasyonu)
kendisiyle farkında olmadan tanıştığım ve az biraz konuştuktan sonra akraba çıkmamıza az kaldı dediğim bilgiç.
(bkz: beleşçilik)
duvarlarında kedili tablolar ve terasının duvarlarında da kedi resimleri olmasından dolayı, adı kedili kafe olsaymış daha doğru olacakmış dediğim cafe.
(bkz: her insan yalnızdır aslında)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?