kristof kolomb’dan daha önce ‘yeni dünya’yı keşfettiği iddia edilen kişi. delili ise meksika’da, çin’in eski para birimlerine rastlaması. kolomb’un amerika’ya ilk çıktığında yerlilerin eski çince kelimeler kullandığını fark ettiğini söylüyor. yine zhao, kolomb ve vasco de gama’nın çinlilerin haritalarını kopyalayarak yön tayini yaptıklarını iddia ediyor.
yedi kez sefere çıkan zheng he’nin her seferi yaklaşık iki yıl sürmüş. bu seferlerinde sırasıyla hindistan, tanzanya, amerika ve somali’ye gitmiş. 1434 yılında hindistan’da 65 yaşında iken ölen zheng he’nin mezarı da kalküta’da bulunuyor. yolculuğu sırasında hac farizasını da yerine getirip ‘hacı’ olan zheng he’nin doğum yerine yaşadığı ninjing’de de anısına bir park ve anıt yapılmış. hakkında çok sayıda makale ve roman yazılan zheng he’nin adına endonezya ve java’da birçok tapınak inşa edilmiş.
cheng ho ve güneydogu asyada hacı sam po bo adlarıyla da bilinir
birbirine zıt kavram ya da nesnelerin bir araya gelerek, uyumlu bir bütünlük oluşturma durumu.
birinci kat 32 m. son kat 15 m. aradaki beş kat ise 6 şar metre yükseklikte olan dev tapınak. basamaklı piramit.
slavoj zizek 1949da slovenyada doğdu. doktorasını felsefe ve özellikle de alman idealist felsefesi konusunda yaptı. 1960lar boyunca psikanalize ve lacan düşüncesine yakın ilgi duymuş olduğu için, 70lerde parise giderek jacques alain-miller ile psikanaliz alanında çalıştı. 1980lerde kendisi gibi lacancı psikanaliz konusunda çalışan mladen dolar, alenka zupancic ve renata salecl gibi isimlerle oluşturduğu grup avrupanın entelektüel çevrelerinde etkili olmaya başladı. yugoslavyanın parçalanması sırasında, lyublyana okulu slovenyanın bağımsızlığı ve totaliter rejimin yıkılması süreçlerine aktif olarak katılarak, liberallerle işbirliği yapan ancak bağımsızlığını koruyan bir marksist çekirdek oluşturdu. halen lyublyana üniversitesi toplumsal araştırmalar enstitüsünde öğretim üyesidir.
ingilizcedeki ilk kitabı olan ideolojinin yüce nesnesi 1989da yayımlanmıştır. yazarın, marx-hegel-lacan-popüler kültür arasındaki bağlantıların çözümlenmesinden hareketle radikal bir tavır alışın ipuçlarını aramaya yönelen tavrı bu ilk kitabında da belirgindir. looking awry (yamuk bakmak, 1992) ve enjoy your symptom (semptomunun keyfini çıkar, 1993) kitaplarında lacanı hollywood sineması ve özellikle de hitchcock filmlerinin çözümlenmesi üzerinden bir yeniden okuma denemesine girişir. 1994te yayımlanan the metastases of enjoyment (keyfin metastazları) kadın ve nedensellik üzerine denemelerden oluşur. 1999da yayımladığı the ticklish subject (gıdıklanan özne) ve 2000de yayımladığı the fragile absolute (kırılgan mutlak) kitaplarında din ve felsefe ile güncel politik tavır alış arasındaki bağlantıları sorgular. 2001de yayımlanan did somebody say totalitarianism? (biri totalitarizm mi dedi?) kitabında ise 20. yüzyılın sonunda solun liberalizmin reel sosyalizm eleştirisine kayıtsız şartsız teslim oluşunu eleştirmektedir.
ingilizcedeki ilk kitabı olan ideolojinin yüce nesnesi 1989da yayımlanmıştır. yazarın, marx-hegel-lacan-popüler kültür arasındaki bağlantıların çözümlenmesinden hareketle radikal bir tavır alışın ipuçlarını aramaya yönelen tavrı bu ilk kitabında da belirgindir. looking awry (yamuk bakmak, 1992) ve enjoy your symptom (semptomunun keyfini çıkar, 1993) kitaplarında lacanı hollywood sineması ve özellikle de hitchcock filmlerinin çözümlenmesi üzerinden bir yeniden okuma denemesine girişir. 1994te yayımlanan the metastases of enjoyment (keyfin metastazları) kadın ve nedensellik üzerine denemelerden oluşur. 1999da yayımladığı the ticklish subject (gıdıklanan özne) ve 2000de yayımladığı the fragile absolute (kırılgan mutlak) kitaplarında din ve felsefe ile güncel politik tavır alış arasındaki bağlantıları sorgular. 2001de yayımlanan did somebody say totalitarianism? (biri totalitarizm mi dedi?) kitabında ise 20. yüzyılın sonunda solun liberalizmin reel sosyalizm eleştirisine kayıtsız şartsız teslim oluşunu eleştirmektedir.
abiyogenez (abiogenesis) teorisi
cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelerek canlı bir organizma oluşturacağına inanan görüştür.
cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelerek canlı bir organizma oluşturacağına inanan görüştür.
lüzumsuz,boş,kimseye yaramayan iş,kişi ve söylemlere denir.
ölümsuzlük suyu,bengisu.efsaneye göre iskender-i zülkarneyn ordusuyla sefere çıkar.yanına veziri hızırı da alır.önlerindeki büyük denizi geçerek karanlıklar ülkesine (zulümat) varırlar. iskender-i zülkarneynin karanlığı aydınlatan iki cevheri (ya da bayrak) vardır.bunlardan birini hızır ile ilyasa verir.hızır ve ilyas beraber yola çıkarlar.bir zaman sonra acıkırlar.bir pınar başında dinlenirler.hızır yanında getirdiği pişirilmiş balıkları torbasından çıkarıp elleririni yıkar. bu sırada bir damla su balığa sıçrar.balık birden canlanıp suya karışır. hızır, bunun âb-ı hayat olduğunu anlar,kana kana sudan içer.aynı suyu ilyasa da içirir.böylece ölümsüzlüğe ermiş olurlar.yukarıdan kendilerine bir emr-i ilahî gelir.içtikleri bu sudan iskendere bahsetmemeleri bildirilir. o günden sonra hızır denizde, ilyas karada sıkıntıya,dara düşen iyi insanların yardımına koşarlar.
divan edebiyatında,klasik şiirimizde sevgilinin dudağı da âb-ı hayat olarak bilinir.ki sevgilinin dudağı âşıka can verir.sevgilinin ağzından âşık için çıkacak lütuf dolu sözler de âşık için âb-ı hayattır.
divan edebiyatında,klasik şiirimizde sevgilinin dudağı da âb-ı hayat olarak bilinir.ki sevgilinin dudağı âşıka can verir.sevgilinin ağzından âşık için çıkacak lütuf dolu sözler de âşık için âb-ı hayattır.
yarın çok geç olabilir sevgilim
1
en çok istanbula benzeyen gözlerini sevdim
gözlerinde devrik cümleler gibi bakan kederi
esirgeyen bağışlayan aşkın adıyla başladım sana
erkekliğim bedeninde kimbilir kaç kez hatim indirdi
kimbilir kaç kez yazdım kendimi arka sayfalarına hayatının
faili meçhul bir cinayet haberi gibi
kırlangıç fırtınalarına benzeyen yüzünü sevdim
jilet yansıması gibi yüzüme çarpan yüzünü
yüzünün avuçlarımdaki yasa dışı hüznünü
hani geceyarıları gökgürültülerine kulak kabartır gibi
hani bir ırmağın kendini denize dökmesi gibi
hani iki arada bir derede telaşlı sevişmeler gibi
hani anlarsın ya suçüstü bir aşk gibi
bulup bulup yitirmeyi sevdim seni
ustura suskunluğuna benzeyen ellerini
bana olmadık şeyler düşündüren ellerini
beni içimin gizlisinden alıp her karartma gecesi
en argo şiirlere rehin bırakan ellerini sevdim
bana bu kenti bu ülkeyi ve bu dünyayı
bana bu en ahlaksız çağını zamanın
bana güneydoğudaki çocuk ağlamalarını unutturan
dokunduğun heryerinde bedenimin
sigara yanığı tırnak çiziği yaralar açan
bana kendi uçurumlarında çığlıklar yakıştıran
ellerini sevdim
aruz veznine benzeyen yalnızlığını sevdim
ben senin kendi yalnızlığında
iş çıkışlarındaki caddeler gibi çoğalmanı
cuma akşamları beyoğlunun çalgılı sokakları gibi
bir korsan gösteriye dört koldan katılmak gibi
içimde kalabalıklaşmanı sevdim
çocukluğuma benzeyen yalanlarını
yalanlarında yakaladığım gerçeklerini
gerçekler ki zaten saatli maarif takvim yapraklarının
arkalarındaki maniler gibidir bu ülkede
ülkelerini sevdim her gidişinin ardındaki mide kanamalarımı
nöbetçi eczanelerin uykusuz kalfalarıyla korkuttum
korkularını da sevdim
düşmemek için bir elinle sımsıkı tuttuğun
merdiven korkuluklarına benzeyen korkularını
mutedil dalgalı denizlere benzeyen sevişmelerini
sevişmelerindeki acemi dilsiz alfabesini
patladı patlayacak bir fırtınanın tam ortasında
kendini ölüme bu kadar genç hissetmeni
senin gecikmelerini sevdim
tebdil-i kıyafet beni sevmeni sevdim
dudaklarında bir karanfil gibi ısırdığın fahişe gülüşünü
komisyon vermemek için bir otobüs durağında
tam on altı yerinden bıçaklayıp kaçarak pezevengini
sadece kendin için sattığın gülüşünü sevdim
bir şiire benzeyen uzaklıklarını sevdim
yalnız denizlerde kürek çektiıim uzaklıklarını
bir mülteci gibi bana hep ülkemi özlete
kendimden kaçtıkça seni bulduğum
sana gittikçe kendime vardığım uzaklıklarını
imkansızlığını sevdim
ben seni arkamda bırakacağım en son sözcük gibi
ben seni bir intihar gibi sevdim
2
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ter kokulu bir belediye otobüsünde
cüzdanını çarptığım kadından kaçarken
sırtımdan vurulup da ellerine düşmüştüm ya
hani bileklerimi jiletlediğim bir akşam
başucumda oturup saçlarıma dokunmuştun
aramızdan imkansız şarkılar geçiyordu
çocuk bahçeleri gibi umutsuzdun
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ıssız bir sokağın yankılanması gibi
hani son dizesi henüz yazılmamış bir şiir gibi
dudaklarımdan uzak okyanusların bütün mavisini
dudaklarımdan söyleyemediğim bütün sözcükleri
bir öpüşte çekip almıştın ya hani
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani birinci şube kapısında dipçiklendiğim akşam
hani bir paket sigara için yeni pabuçlarımı sattığım akşam
hani bir gülüşüne gül olduğum akşam
hani bir damlasına gözyaşının la ilahe illallah
bin dolunayı kurban ettiğim akşam
hani yaklaştıkça kendine doğru kaçan bir ufuk
dokundukça kendine kapanan bir kapı
uçurumlarında sesimi yitirdiğim bir çığlık
ve suskunluğunda burnumun direğini sızlatan
zifiri karanlığında kendimi aradığım bir çocuk
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
ben senin gözlerinde daha önce de öldüm
3
bu şehri benzetebildiğim kadar sana benzettim
en sensiz gecelerimde rum batakhanelerinde girit rakısı içtiğim
sabahlara kadar sokaklarında ana avrat dümdüz gittiğim
denizlerine kustuğum caddelerinde yittiğim bu şehre
meydanlarında on bin ağızdan on bin lanet ettiğim
köprülerinde ateşler yakıp aşka boyun eğdiğim
çingene rengi şiirler söyledim diye polislerine rüşvet verdiğim
karakollarında körkütük kan işediğim bu şehre
gündoğumlarında salya sümük ağlayıp kendime geldiğim
kalbimi varoşlarına sığdıramadığım bu şehre benziyorsun
sen çaresizliğimin jilet yarası
annemin konfeksiyon atölyelerindeki hüznünü öğüten
şehir hatları vapurlarında çocukluğumu sattığım
iki yakasını biraraya getiremediğim bu şehre benziyorsun en çok
uğruna bileklerimi kestiğim orospulara benziyorsun
imkansızlığın anlamı kadar imkansızsın artık
kalbime dinamitler döşüyorsun
4
geçmiş bir zamandı kalabalıktık
gelincik tarlalarında bahar çağrıları gibiydi yüzün
hayra yorulmayacak düşler gibiydin
bir ayeti ezberler gibi ezberliyordum yüzünü
sen susuyordun
kuşatılmış bir kent nasıl susarsa öyle
elimi kolumu sallaya sallaya dolaştım senin o ıssız caddelerinde
dilimde dinamitler patladı öyle doluydum ki
uzatsam ellerim göğe değecekti sanki
gökyüzüme dokunsan ağlayacatın
mavinin kaç tonu var bulutlardan öte
ağladığın zaman anlayacaktın
çığlık çığlığa sevişmeler gibiydin
dağ koyaklarında eşkiya ateşleri gibi gizli
ve namlu yatağında sabırsız bir mermi kadar gerçektin
sendin
senin ellerindi akdenizdi
senin gözlerindi bir balıkçı teknesi gibi heyamollarla geçip gitti
sendin
hiçliğimin ilk gecesiydin
olmadık şarkılar dinliyorum şimdi
en ölümcül intiharlar besteliyorum uykulardan uyanıp
zaman zaman mavi yüzlü çocuklar adıyorum tarihe
sonra susuyorum
sonra mutlaka bir şiirle bağırıyorum seni
bütün umutsuzluğumu
bir mayın patlaması gibi gibi bin parçaya ayır
yarın olsun
sen ol
gözlerin olsun
ve hep olsun
aşkın hiçliğimin önüne barikatlar kursun
ne dersin
yolundan dönebilir mi bu kurşun
5
işte yine gittin
ortalığı toplamadım
karnımı doyurmadım yağmura bile aldırmadım
örneğin darmadağın ettiğin alnım
yaktığın ateşin koru
yatağıma bıraktığın deniz kokusu
ve kalbimden silmeyi unuttuğun parmak izlerin
öylece duruyor cinayet delilleri olarak
kanıtlasın diye yokluğunu aklında bir yerlerde yüzde hesapları
ondalık kesirler ve enflasyon oranları
toplanıp çıkarılamayacak
bölünüp çarpılamayacak kadar karmaşık
hiç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için
sözlüye kalktım
aşkın kare kökünü aldım sen çıktın
ezbere anlattım bütün intihar yöntemlerini
ve bütün matematik kuramlarında
sıfırın kendine bölünemediğini
herşey bir hesap hatasıydı
yani oradan bakınca vardın
buradan bakınca yoksun
alnımdan güvercinler havalanıyor görmüyorsun
dudaklarım ne zaman bir sözcüğe dursa
kalbim iki rekat aşk için kıblene dönüyor bilmiyorsun
zamanı bin parçaya bölüyorum her sabah
her parçaya bin gül ekiyorum koklamıyorsun
avuçlarımda ormanlarını biriktiriyorum
dağlarına çıkıyorum yağmurlarını yağıyorum
ırmaklarını döküyorum okyanuslarıma duymuyorsun
bütün fiil çekimlerimi senin öznene
bütün aylarımı senin gecelerine
bütün sabahlarımı senin alnına
ve bütün sancılarımı seni doğurmaya adıyorum
katlime ferman çıkarıyor gözlerin
şiirler tutukluyor ellerimi anlamıyorsun
kendimi sırtlayıp apansız giriyorum hudutlarına
mayın tarlalarında acemi bir asker gibi
nasıl bir telaş içinde kalbim
nasıl firar ediyorum kendimden yakalamıyorsun
seni hep büyük harflerle düşünüyorum parantez içinde
ve hep adını tanrının adıyla yazıyorum okumuyorsun
bir denklemin en bilinmez noktasına koyuyorum seni yakışıyorsun
kılıçtan geçirilmiş bir ordunun son neferi gibiyim
yorgun ve terli suskun ve aç mahçup ve yenik
bir sabah ezanı gibi dolaşıyorum sokaklarda
- abonman vay bilet vay
yüreğim dolunay
6
sırtımda iki bıçak yarası
birbirini bulamayan iki ırmak yatağı
ve yağmurun camlarda bıraktığı
jilet kesiği su yolları gibiyim şimdi
bir cinayet dolaşıyor ki parmaklarımda öyle kalleş
ne zaman yokluğuna açsam gözlerimi
ellerim şairliğimi ispiyonluyor kağıtlara
sabıka kayıtlarımın arasında unutulmuı bir kadın
bulut yüzlü gök yüzlü yağmur yüzlü
yazsam hiçbir şiire sığmaz
yazmasam ellerimde kalır hüznü
7
avuçlarını bir yokluğa benzetirdim
ve ne zaman avuçlarına sığınsam
aşka ve hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
aklıma gelen başıma gelirdi
sen giderdin
sen gidince ben de giderdim
biterdim
ben bütün başka kadınlarda seninle sevişmiştim
seviştiğim bütün kadınlarda seni sevmiştim
gün ortalarında ateş böcekleri kadar yalnız ve sahipsizim
artık gitme
yokluğuna uzamasın ellerim
8
bir göçmen türküsü gibi sevdim seni
bir vatan nasıl özlenirse öyle özledim
çingene kızların ceyizleri kadar rengarenk
bıçkın delikanlıların yürekleri kadar yalansız
ve anamın ak sütü gibi helaldim sana
şimdi terkedilecekse bir sehir
senin gibi terkedilmeli
bir yaranın kabugunu kanatır gibi
bir martı havalanır mı dudaklarımın arasından
maviye keser mi hüznüm
bırak bu dalgalar kırılsın dilimde
kan tadında bir bakış olsun yüzüm
9
rezil rusva oldum şiirlerime uykusuzluktan
beynim kalbime yaylım ateşler açıyor şimdi
öyle yoksun öyle yoksun ki
içimde bir vatansız gibi dolaşıyorsun
şakaklarıma dayadığım bir revolverin
son kurşunu gibi saklıyorum seni
ben burada dudaklarımı ısırıyorum
sen orada kanıyorsun
sen kanadıkça bana benziyorsun
ben kimselere anlatamadıkça ellerini
sen bile ben olduğunu bilmiyorsun
10
bir hiçliğe demir atmıştık seninle
ışıklarımız sönüktü pusulamız bozuk
bir kere bir olalım demiştim eşittir birdi
kendine bölünemeyen tek sayıydı o unutmuştuk
beyoğlunun arka sokaklarındaydık
belki de beyoğlu bizim arka sokaklarımızdaydı bilinmez
nefeslerimizde nasıl bir anason kokusu
ve gülücüklerimizin arkasında nihavent makamında kanayan
nasıl fitil işlemez bir şiş yarasıydı hüzün
yağmur arabesk bir şeydi bu saatlerde içimize işliyordu
sen siyanür buharı gibi dolaşıyordun içimde
yasaklanmış afişler gibiydi yüzün
yüzünde bir serçe kendine uyandı bir tek ben gördüm
bu yüzden benim bile umurumda değildi artık
bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
bu sokaklarda kaç kez öldüğüm
11
ben sana bir uzun yol şöförü gibi geldim
gözlerimden şerit şerit akıyor hala serseriliğim
üç kağıtçılara uykumu kaptırdım yankesicilere şarkılarımı
şarkılarım ah çocukluğumun allı güllü şarkıları
güldüm mü bu yüzden bir çocuk gibi gülerim
ve kimseler görmez benim dışıma ağladığımı
(artık suskunluğu kendinden menkul bir aşkız
aşkın hiçliğe vardığı noktadayız)
ben senden bir uzun yol şöförü gibi gidiyorum
cantamı topladım artık arkama bile bakmıyorum
hangi kapı daha yakındır bana bilinmez
hangi deniz daha uzak
kalsam
gözlerin beni sırtımdan vuracak
12
yağmur yağıyordu
bütün aşk siirleri böyle başlar biliyorum
ama yalanım yok yağmur yağıyordu
bir tek ben ıslanıyordum
(bir ateşi beraber koruduk rüzgardan
avuçlarımızda bir yerlerlerdeydi aşk
bir sigara içimlik zaman kadar yakın
aramızdaki masa kadar uzak)
dokuz kalibrelik iki mermi çekirdeği gibi
ceplerimi ısıtıyorsun şimdi
yastığımın altında ruhsatsız bir silahsın sen
bütün aramalardan saklıyorum seni
13
kalabalık bir sokağında yürüyorduk zamanın
omuzlarımız çarpıştı bakıştık
ben gözlerindeki yalazı çaldım kimse görmeden
sonra arkama bile bakmadan kaçtım
senin arka sokaklarında arıyorlar beni
kalbim sabıkalı
adım komiserlerin uyurken bile aklında
sen gözlerindeki yalazı çaldırmış bir mağdursun artık
ihbar ediyorsun beni karakollara
iki şişe şaraba satacağım seni
biri rüşvet olsun polis amcalara
14
ben orospu kasıklarda uyumuşum dokuz ay on gün
hangi genelevin hangi odasında hangi uykusuz şöför
çarpıştıysa anamın dölyolunda bilinmez
dna testlerinden dna testlerine koşmuş kadın
ille de bir babam olsun diye
her ne kadar kimyasal yapıları birbirine benzese de gözyaşlarımızın
benimkiler biraz daha piçtir sevgilim
gerisi inleyen nağmeler
gerisi uzun hikaye
kafa kağıdımdaki baba adım beyoğludur
bana sorarsan tüm istanbul geçmiş kadının üstünden ya neyse
gözlerim üçüncü sınıf muhallebici dükkanlarının
sinekli vitrinlerinden yansıyorsa sevgilim
ceplerim gönlüm kadar zengin olmadı benim
gerisi zil zurna sosyalizm
gerisi uzun hikaye
sana viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anlatmış mıydım
ucuz viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini
anam konsomasyona giderdi üç kuruş beş paraya
assolistler gerdan kırar göbek oynatır
ben bally koklardım hayat bilgisi niyetine
sana bally kokusunu anlatmış mıydım sevgilim
gerçi gerisi halusinasyon
gerisi uzun hikaye
bana bu çatal dil babalarımdan mı kalma
muhtemelen aşıktı onlar da yattıkları her orospuya
belki de bu yüzden bir denizim olmadı hiç
süslü püslü yelkenliler düşünemedim hiç
oysa ben ölmeyi böyle anlamıştım
oysa ben bu martıları senin için ağlamıştım
senin için hazırlamıştım dölyollarımda hayatı
mesela sular gibi çocuklar doğuralım diye
mesela suları maviye boyayalım diye
susalım diye be sevgilim anlarsın işte
en kurak yerlerimizde birbirimize susayalım diye
kendimi senin mecburi istikametlerinde mi yitirdim
işte gerçek bu sevgilim
gerisi uzun hikaye
15
gözlerindeki istanbulu gördün mü nina
ben gördüm
istanbul ya bu
sokar böyle her şarkıya burnunu
yürek desem artık modası geçmiş bir laf
kalp desem mayın tarlası
alkol acemisi bir yeni yetme gibi içimin
en olmadık yerlerine anason kusuyorum nina
bütün sözcükleri jiletliyorum bu akşam aç parantez
elma dersem cık armut dersem çıkma
istanbul ya bu
hani o en orospu halini bilirsin ya istanbulun
hani arkadan vuracakmış gibi bakar ya adama
parantezi kapat nina
gözleri istanbulun en kalleş haliydi
benim ellerim kaburgalarımın arasında
ve iş işten çoktan geçmişti
bu dilde bir şiir yazmamıştım hiç
ağzımda kükürt gibi çiğnememiştim sözcükleri
kıl kadar yalanım varsa namerdim nina
ne me quitte pas... ne me quitte pas
16
yarın çok geç olabilir sevgilim
mesela yarın ben ölebilirim
ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
kıyısız bir denize açılabilirim
artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
yarın çocuklarımız bile olamayabilir
gülüşlerini şimdiden sana benzettiğim
gülüşlerini şimdiden dudaklarına armağan ettiğim
denizlere gebe kalamayabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
bir kılıç kınından sıyrılıp boynumu vurabilir
bir kent bütün sokaklarımla beni alıp götürebilir
yarın çok geç olabilir sevgilim
bilirsin tahammüle kısıtlıdır serseriliğim
öyle deli sevişmeler adadım ki ben sana
yarın çok geç olabilir
17
sana bütün insanlığımla gelmiştim
kavgalarım yenilgilerim ve bütün varoluşlarımla
dilimde artık unutulmuş eski bir denizci lehçesi
yüzümde hep vedalaşır gibi bakan gözlerimle
yalansız riyasız ve dolambaçsızdım
sana bir dağ getirmiştim küçük bir dağ
henüz doruklarına çıkılmamış
sana bir ülke öyle bir ülke ki
sokaklarında çarpışıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
en terbiyesiz şiirlerle seviştim her gelişinde
her gidişinde intiharlar özledim
bekleyişlerinde eskiyen yüzüm
yağmurlar biriktirdi her mevsimden
uzun upuzun bir köprü oldum önünde
geç beni yürü beni bul beni diye
yenildim
dünyanın bu en aşifte yüzünü
asil bir duruş gibi yüzüme yakıştırmayı
yalanları yalanlarla dölleyip sahte cümleler kurmayı
ve plastik aşklar yaşamayı beceremedim
ucundan kenarından tutmaktansa
bir kez dokunup yanacağım seni
doğmamış bir çocuğu yetim bırakıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
.......
uğur özakıncı
1
en çok istanbula benzeyen gözlerini sevdim
gözlerinde devrik cümleler gibi bakan kederi
esirgeyen bağışlayan aşkın adıyla başladım sana
erkekliğim bedeninde kimbilir kaç kez hatim indirdi
kimbilir kaç kez yazdım kendimi arka sayfalarına hayatının
faili meçhul bir cinayet haberi gibi
kırlangıç fırtınalarına benzeyen yüzünü sevdim
jilet yansıması gibi yüzüme çarpan yüzünü
yüzünün avuçlarımdaki yasa dışı hüznünü
hani geceyarıları gökgürültülerine kulak kabartır gibi
hani bir ırmağın kendini denize dökmesi gibi
hani iki arada bir derede telaşlı sevişmeler gibi
hani anlarsın ya suçüstü bir aşk gibi
bulup bulup yitirmeyi sevdim seni
ustura suskunluğuna benzeyen ellerini
bana olmadık şeyler düşündüren ellerini
beni içimin gizlisinden alıp her karartma gecesi
en argo şiirlere rehin bırakan ellerini sevdim
bana bu kenti bu ülkeyi ve bu dünyayı
bana bu en ahlaksız çağını zamanın
bana güneydoğudaki çocuk ağlamalarını unutturan
dokunduğun heryerinde bedenimin
sigara yanığı tırnak çiziği yaralar açan
bana kendi uçurumlarında çığlıklar yakıştıran
ellerini sevdim
aruz veznine benzeyen yalnızlığını sevdim
ben senin kendi yalnızlığında
iş çıkışlarındaki caddeler gibi çoğalmanı
cuma akşamları beyoğlunun çalgılı sokakları gibi
bir korsan gösteriye dört koldan katılmak gibi
içimde kalabalıklaşmanı sevdim
çocukluğuma benzeyen yalanlarını
yalanlarında yakaladığım gerçeklerini
gerçekler ki zaten saatli maarif takvim yapraklarının
arkalarındaki maniler gibidir bu ülkede
ülkelerini sevdim her gidişinin ardındaki mide kanamalarımı
nöbetçi eczanelerin uykusuz kalfalarıyla korkuttum
korkularını da sevdim
düşmemek için bir elinle sımsıkı tuttuğun
merdiven korkuluklarına benzeyen korkularını
mutedil dalgalı denizlere benzeyen sevişmelerini
sevişmelerindeki acemi dilsiz alfabesini
patladı patlayacak bir fırtınanın tam ortasında
kendini ölüme bu kadar genç hissetmeni
senin gecikmelerini sevdim
tebdil-i kıyafet beni sevmeni sevdim
dudaklarında bir karanfil gibi ısırdığın fahişe gülüşünü
komisyon vermemek için bir otobüs durağında
tam on altı yerinden bıçaklayıp kaçarak pezevengini
sadece kendin için sattığın gülüşünü sevdim
bir şiire benzeyen uzaklıklarını sevdim
yalnız denizlerde kürek çektiıim uzaklıklarını
bir mülteci gibi bana hep ülkemi özlete
kendimden kaçtıkça seni bulduğum
sana gittikçe kendime vardığım uzaklıklarını
imkansızlığını sevdim
ben seni arkamda bırakacağım en son sözcük gibi
ben seni bir intihar gibi sevdim
2
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ter kokulu bir belediye otobüsünde
cüzdanını çarptığım kadından kaçarken
sırtımdan vurulup da ellerine düşmüştüm ya
hani bileklerimi jiletlediğim bir akşam
başucumda oturup saçlarıma dokunmuştun
aramızdan imkansız şarkılar geçiyordu
çocuk bahçeleri gibi umutsuzdun
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ıssız bir sokağın yankılanması gibi
hani son dizesi henüz yazılmamış bir şiir gibi
dudaklarımdan uzak okyanusların bütün mavisini
dudaklarımdan söyleyemediğim bütün sözcükleri
bir öpüşte çekip almıştın ya hani
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani birinci şube kapısında dipçiklendiğim akşam
hani bir paket sigara için yeni pabuçlarımı sattığım akşam
hani bir gülüşüne gül olduğum akşam
hani bir damlasına gözyaşının la ilahe illallah
bin dolunayı kurban ettiğim akşam
hani yaklaştıkça kendine doğru kaçan bir ufuk
dokundukça kendine kapanan bir kapı
uçurumlarında sesimi yitirdiğim bir çığlık
ve suskunluğunda burnumun direğini sızlatan
zifiri karanlığında kendimi aradığım bir çocuk
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
ben senin gözlerinde daha önce de öldüm
3
bu şehri benzetebildiğim kadar sana benzettim
en sensiz gecelerimde rum batakhanelerinde girit rakısı içtiğim
sabahlara kadar sokaklarında ana avrat dümdüz gittiğim
denizlerine kustuğum caddelerinde yittiğim bu şehre
meydanlarında on bin ağızdan on bin lanet ettiğim
köprülerinde ateşler yakıp aşka boyun eğdiğim
çingene rengi şiirler söyledim diye polislerine rüşvet verdiğim
karakollarında körkütük kan işediğim bu şehre
gündoğumlarında salya sümük ağlayıp kendime geldiğim
kalbimi varoşlarına sığdıramadığım bu şehre benziyorsun
sen çaresizliğimin jilet yarası
annemin konfeksiyon atölyelerindeki hüznünü öğüten
şehir hatları vapurlarında çocukluğumu sattığım
iki yakasını biraraya getiremediğim bu şehre benziyorsun en çok
uğruna bileklerimi kestiğim orospulara benziyorsun
imkansızlığın anlamı kadar imkansızsın artık
kalbime dinamitler döşüyorsun
4
geçmiş bir zamandı kalabalıktık
gelincik tarlalarında bahar çağrıları gibiydi yüzün
hayra yorulmayacak düşler gibiydin
bir ayeti ezberler gibi ezberliyordum yüzünü
sen susuyordun
kuşatılmış bir kent nasıl susarsa öyle
elimi kolumu sallaya sallaya dolaştım senin o ıssız caddelerinde
dilimde dinamitler patladı öyle doluydum ki
uzatsam ellerim göğe değecekti sanki
gökyüzüme dokunsan ağlayacatın
mavinin kaç tonu var bulutlardan öte
ağladığın zaman anlayacaktın
çığlık çığlığa sevişmeler gibiydin
dağ koyaklarında eşkiya ateşleri gibi gizli
ve namlu yatağında sabırsız bir mermi kadar gerçektin
sendin
senin ellerindi akdenizdi
senin gözlerindi bir balıkçı teknesi gibi heyamollarla geçip gitti
sendin
hiçliğimin ilk gecesiydin
olmadık şarkılar dinliyorum şimdi
en ölümcül intiharlar besteliyorum uykulardan uyanıp
zaman zaman mavi yüzlü çocuklar adıyorum tarihe
sonra susuyorum
sonra mutlaka bir şiirle bağırıyorum seni
bütün umutsuzluğumu
bir mayın patlaması gibi gibi bin parçaya ayır
yarın olsun
sen ol
gözlerin olsun
ve hep olsun
aşkın hiçliğimin önüne barikatlar kursun
ne dersin
yolundan dönebilir mi bu kurşun
5
işte yine gittin
ortalığı toplamadım
karnımı doyurmadım yağmura bile aldırmadım
örneğin darmadağın ettiğin alnım
yaktığın ateşin koru
yatağıma bıraktığın deniz kokusu
ve kalbimden silmeyi unuttuğun parmak izlerin
öylece duruyor cinayet delilleri olarak
kanıtlasın diye yokluğunu aklında bir yerlerde yüzde hesapları
ondalık kesirler ve enflasyon oranları
toplanıp çıkarılamayacak
bölünüp çarpılamayacak kadar karmaşık
hiç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için
sözlüye kalktım
aşkın kare kökünü aldım sen çıktın
ezbere anlattım bütün intihar yöntemlerini
ve bütün matematik kuramlarında
sıfırın kendine bölünemediğini
herşey bir hesap hatasıydı
yani oradan bakınca vardın
buradan bakınca yoksun
alnımdan güvercinler havalanıyor görmüyorsun
dudaklarım ne zaman bir sözcüğe dursa
kalbim iki rekat aşk için kıblene dönüyor bilmiyorsun
zamanı bin parçaya bölüyorum her sabah
her parçaya bin gül ekiyorum koklamıyorsun
avuçlarımda ormanlarını biriktiriyorum
dağlarına çıkıyorum yağmurlarını yağıyorum
ırmaklarını döküyorum okyanuslarıma duymuyorsun
bütün fiil çekimlerimi senin öznene
bütün aylarımı senin gecelerine
bütün sabahlarımı senin alnına
ve bütün sancılarımı seni doğurmaya adıyorum
katlime ferman çıkarıyor gözlerin
şiirler tutukluyor ellerimi anlamıyorsun
kendimi sırtlayıp apansız giriyorum hudutlarına
mayın tarlalarında acemi bir asker gibi
nasıl bir telaş içinde kalbim
nasıl firar ediyorum kendimden yakalamıyorsun
seni hep büyük harflerle düşünüyorum parantez içinde
ve hep adını tanrının adıyla yazıyorum okumuyorsun
bir denklemin en bilinmez noktasına koyuyorum seni yakışıyorsun
kılıçtan geçirilmiş bir ordunun son neferi gibiyim
yorgun ve terli suskun ve aç mahçup ve yenik
bir sabah ezanı gibi dolaşıyorum sokaklarda
- abonman vay bilet vay
yüreğim dolunay
6
sırtımda iki bıçak yarası
birbirini bulamayan iki ırmak yatağı
ve yağmurun camlarda bıraktığı
jilet kesiği su yolları gibiyim şimdi
bir cinayet dolaşıyor ki parmaklarımda öyle kalleş
ne zaman yokluğuna açsam gözlerimi
ellerim şairliğimi ispiyonluyor kağıtlara
sabıka kayıtlarımın arasında unutulmuı bir kadın
bulut yüzlü gök yüzlü yağmur yüzlü
yazsam hiçbir şiire sığmaz
yazmasam ellerimde kalır hüznü
7
avuçlarını bir yokluğa benzetirdim
ve ne zaman avuçlarına sığınsam
aşka ve hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
aklıma gelen başıma gelirdi
sen giderdin
sen gidince ben de giderdim
biterdim
ben bütün başka kadınlarda seninle sevişmiştim
seviştiğim bütün kadınlarda seni sevmiştim
gün ortalarında ateş böcekleri kadar yalnız ve sahipsizim
artık gitme
yokluğuna uzamasın ellerim
8
bir göçmen türküsü gibi sevdim seni
bir vatan nasıl özlenirse öyle özledim
çingene kızların ceyizleri kadar rengarenk
bıçkın delikanlıların yürekleri kadar yalansız
ve anamın ak sütü gibi helaldim sana
şimdi terkedilecekse bir sehir
senin gibi terkedilmeli
bir yaranın kabugunu kanatır gibi
bir martı havalanır mı dudaklarımın arasından
maviye keser mi hüznüm
bırak bu dalgalar kırılsın dilimde
kan tadında bir bakış olsun yüzüm
9
rezil rusva oldum şiirlerime uykusuzluktan
beynim kalbime yaylım ateşler açıyor şimdi
öyle yoksun öyle yoksun ki
içimde bir vatansız gibi dolaşıyorsun
şakaklarıma dayadığım bir revolverin
son kurşunu gibi saklıyorum seni
ben burada dudaklarımı ısırıyorum
sen orada kanıyorsun
sen kanadıkça bana benziyorsun
ben kimselere anlatamadıkça ellerini
sen bile ben olduğunu bilmiyorsun
10
bir hiçliğe demir atmıştık seninle
ışıklarımız sönüktü pusulamız bozuk
bir kere bir olalım demiştim eşittir birdi
kendine bölünemeyen tek sayıydı o unutmuştuk
beyoğlunun arka sokaklarındaydık
belki de beyoğlu bizim arka sokaklarımızdaydı bilinmez
nefeslerimizde nasıl bir anason kokusu
ve gülücüklerimizin arkasında nihavent makamında kanayan
nasıl fitil işlemez bir şiş yarasıydı hüzün
yağmur arabesk bir şeydi bu saatlerde içimize işliyordu
sen siyanür buharı gibi dolaşıyordun içimde
yasaklanmış afişler gibiydi yüzün
yüzünde bir serçe kendine uyandı bir tek ben gördüm
bu yüzden benim bile umurumda değildi artık
bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
bu sokaklarda kaç kez öldüğüm
11
ben sana bir uzun yol şöförü gibi geldim
gözlerimden şerit şerit akıyor hala serseriliğim
üç kağıtçılara uykumu kaptırdım yankesicilere şarkılarımı
şarkılarım ah çocukluğumun allı güllü şarkıları
güldüm mü bu yüzden bir çocuk gibi gülerim
ve kimseler görmez benim dışıma ağladığımı
(artık suskunluğu kendinden menkul bir aşkız
aşkın hiçliğe vardığı noktadayız)
ben senden bir uzun yol şöförü gibi gidiyorum
cantamı topladım artık arkama bile bakmıyorum
hangi kapı daha yakındır bana bilinmez
hangi deniz daha uzak
kalsam
gözlerin beni sırtımdan vuracak
12
yağmur yağıyordu
bütün aşk siirleri böyle başlar biliyorum
ama yalanım yok yağmur yağıyordu
bir tek ben ıslanıyordum
(bir ateşi beraber koruduk rüzgardan
avuçlarımızda bir yerlerlerdeydi aşk
bir sigara içimlik zaman kadar yakın
aramızdaki masa kadar uzak)
dokuz kalibrelik iki mermi çekirdeği gibi
ceplerimi ısıtıyorsun şimdi
yastığımın altında ruhsatsız bir silahsın sen
bütün aramalardan saklıyorum seni
13
kalabalık bir sokağında yürüyorduk zamanın
omuzlarımız çarpıştı bakıştık
ben gözlerindeki yalazı çaldım kimse görmeden
sonra arkama bile bakmadan kaçtım
senin arka sokaklarında arıyorlar beni
kalbim sabıkalı
adım komiserlerin uyurken bile aklında
sen gözlerindeki yalazı çaldırmış bir mağdursun artık
ihbar ediyorsun beni karakollara
iki şişe şaraba satacağım seni
biri rüşvet olsun polis amcalara
14
ben orospu kasıklarda uyumuşum dokuz ay on gün
hangi genelevin hangi odasında hangi uykusuz şöför
çarpıştıysa anamın dölyolunda bilinmez
dna testlerinden dna testlerine koşmuş kadın
ille de bir babam olsun diye
her ne kadar kimyasal yapıları birbirine benzese de gözyaşlarımızın
benimkiler biraz daha piçtir sevgilim
gerisi inleyen nağmeler
gerisi uzun hikaye
kafa kağıdımdaki baba adım beyoğludur
bana sorarsan tüm istanbul geçmiş kadının üstünden ya neyse
gözlerim üçüncü sınıf muhallebici dükkanlarının
sinekli vitrinlerinden yansıyorsa sevgilim
ceplerim gönlüm kadar zengin olmadı benim
gerisi zil zurna sosyalizm
gerisi uzun hikaye
sana viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anlatmış mıydım
ucuz viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini
anam konsomasyona giderdi üç kuruş beş paraya
assolistler gerdan kırar göbek oynatır
ben bally koklardım hayat bilgisi niyetine
sana bally kokusunu anlatmış mıydım sevgilim
gerçi gerisi halusinasyon
gerisi uzun hikaye
bana bu çatal dil babalarımdan mı kalma
muhtemelen aşıktı onlar da yattıkları her orospuya
belki de bu yüzden bir denizim olmadı hiç
süslü püslü yelkenliler düşünemedim hiç
oysa ben ölmeyi böyle anlamıştım
oysa ben bu martıları senin için ağlamıştım
senin için hazırlamıştım dölyollarımda hayatı
mesela sular gibi çocuklar doğuralım diye
mesela suları maviye boyayalım diye
susalım diye be sevgilim anlarsın işte
en kurak yerlerimizde birbirimize susayalım diye
kendimi senin mecburi istikametlerinde mi yitirdim
işte gerçek bu sevgilim
gerisi uzun hikaye
15
gözlerindeki istanbulu gördün mü nina
ben gördüm
istanbul ya bu
sokar böyle her şarkıya burnunu
yürek desem artık modası geçmiş bir laf
kalp desem mayın tarlası
alkol acemisi bir yeni yetme gibi içimin
en olmadık yerlerine anason kusuyorum nina
bütün sözcükleri jiletliyorum bu akşam aç parantez
elma dersem cık armut dersem çıkma
istanbul ya bu
hani o en orospu halini bilirsin ya istanbulun
hani arkadan vuracakmış gibi bakar ya adama
parantezi kapat nina
gözleri istanbulun en kalleş haliydi
benim ellerim kaburgalarımın arasında
ve iş işten çoktan geçmişti
bu dilde bir şiir yazmamıştım hiç
ağzımda kükürt gibi çiğnememiştim sözcükleri
kıl kadar yalanım varsa namerdim nina
ne me quitte pas... ne me quitte pas
16
yarın çok geç olabilir sevgilim
mesela yarın ben ölebilirim
ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
kıyısız bir denize açılabilirim
artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
yarın çocuklarımız bile olamayabilir
gülüşlerini şimdiden sana benzettiğim
gülüşlerini şimdiden dudaklarına armağan ettiğim
denizlere gebe kalamayabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
bir kılıç kınından sıyrılıp boynumu vurabilir
bir kent bütün sokaklarımla beni alıp götürebilir
yarın çok geç olabilir sevgilim
bilirsin tahammüle kısıtlıdır serseriliğim
öyle deli sevişmeler adadım ki ben sana
yarın çok geç olabilir
17
sana bütün insanlığımla gelmiştim
kavgalarım yenilgilerim ve bütün varoluşlarımla
dilimde artık unutulmuş eski bir denizci lehçesi
yüzümde hep vedalaşır gibi bakan gözlerimle
yalansız riyasız ve dolambaçsızdım
sana bir dağ getirmiştim küçük bir dağ
henüz doruklarına çıkılmamış
sana bir ülke öyle bir ülke ki
sokaklarında çarpışıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
en terbiyesiz şiirlerle seviştim her gelişinde
her gidişinde intiharlar özledim
bekleyişlerinde eskiyen yüzüm
yağmurlar biriktirdi her mevsimden
uzun upuzun bir köprü oldum önünde
geç beni yürü beni bul beni diye
yenildim
dünyanın bu en aşifte yüzünü
asil bir duruş gibi yüzüme yakıştırmayı
yalanları yalanlarla dölleyip sahte cümleler kurmayı
ve plastik aşklar yaşamayı beceremedim
ucundan kenarından tutmaktansa
bir kez dokunup yanacağım seni
doğmamış bir çocuğu yetim bırakıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
.......
uğur özakıncı
isimsiz
analarınızın memelerine süt bile yürümemişti daha
bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
yani şimdiki sizin yaşınızda ben
yani deve tellal pire berber iken
diyalektik ve tarihsel materyalizm diye birşeyler vardı
sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
kükürt di oksit civa flüminat molotof kokteyller
öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
dizlerim tirtir titriyordu ama hiç belli etmiyordum
en illegal cümleleri kurdum ben anlamazsınız
mayınsa bastım sınırsa geçtim ateşse yaktım
ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
ne zaman doğurdum kendimi ne zaman öldürdüm
ne zaman gözdüm ne zaman gözyaşı
3
benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız
mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere
büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere
ve iki kere ikinin asla dört etmediğine
başka yollardan giderdim varacağım yerlere
en çok aşksız sevişmelerinize yanardım
ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere
kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum
kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız
anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız
amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği
çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı
marks engels lenin stalin
mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca
yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin
bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı
kaşla göz arasında anasını satayım
benim avuçlarımdan güvercinler uçardı
4
bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
oysa ben her gece yüreğimi jiletlerdim yaşadığımı unutmayayım diye
yani ölmek gibi yaşardım ölmek gibi yaşanır mı anlamazsınız
avuçlarım neden sıcak gözlerim neden kanlı ellerim neden uzun
alnım neden açık sesim neden kısık anlamazsınız
bilmezsiniz mesela fünye dişlemeyi dinamit yoğurmayı
sevişirken dimdik bir meme ucunu dişlemeye benzemez fünye dişlemek
dinamit hamuru gözlerini yaşartır adamın kükürtdendir
siz kükürtü sanayi bacalarının dumanlarında kokladınız gözleriniz yaşardı genziniz yandı küfürler ettiniz
5
babalarınız hatırlar on dokuz otuz ana haber bültenlerinden
güvenlik kuvvetlerinin bir hücre evine yaptığı baskın sonucu
yasadışı bir örgütün altı militanı
yasaklanmış yayınlar dinamit lokumları çok sayıda patlayıcı madde
ve ispanyol yapısı astralarla kirletirdi ekranlarınızı
siz biyoloji sınavınıza hazırlanırdınız ben ertesi günkü eyleme
siz üniversite sınavlarına hazırlanırdınız ben o üniversiteyi işgale
bir gül gibi taşırdım anamın o son öpücüğünü ellerimde
nasıl da şaşırmıştım anasını satayım
o cani bakışlarımı bir günlük gazetenin
baş sayfasında gördüğümde
yani şeytan daha rüyalarıma bile girmeden
yastığımın altında yasak kitaplarla uyurdum ben
serin ırmaklar geçerdi düşlerimin içinden bütün kirlerimi yıkardı
benim kirlerim sizin kirlerinize benzemezdi anlamazsınız
ve her ölüm haberinde cayır cayır yanardım
ilk o zaman öğrendim kamboçyayı vietnamı çini
siz lise sıralarında inek gibi hafızlarken istanbulun fethini
ben yeraltlarında devrim nikahları kıyardım gayri resmi ve gayri sevgi
hesap vermiştim karşı cinse zaafları olmayan birine
bir sarhoşluk kadar anasını satayım
bir sarhoşluk kadar ömrüm olsaydı keşke
7
yani bir gece vaktiydi yani dolunaydı yani kaçıyordum
önüm arkam sağım solum denizdi anlamazsınız
kaçarken çocukluğumu hatırlıyordum allah kahretsindi
mermiyi namluya sürmeyi unutmuştum allah kahretsindi
vınlaya vınlaya parçaladı çocukluğumu o mermi çekirdeği
allah kahretsindi anasını satayım
nasıl da mıhlayamadım oracıkta o kahpeyi
8
ben anlamazmış gibi yapmazdım okyanusların derinliğini ölçerdim
yeni lehçeler öğrenirdim batık kentler keşfederdim
sözcüklere yeni anlamlar yüklerdim mesela şarkı söylerdim
kuşlarla konuşurdum yada yoğurt kaplarına çiçekler ekerdim
gecelerin en ürkek yarılarında anasını satayım
pencerelerinizi tıklatıp kaçan varya
işte o bendim
9
diyalektik ve tarihsel materyalizm diye bir şeyler vardı
hani o ukraynalı pos bıyıklı çelik bakışlı adamın yazdığı
hani o sonradan acımasız bir katile çıkmıştı ya adı
kompartıman kompartıman ölüme göndermiş ya eski yoldaşlarını
annem namaz kılıyordu oturma odası ile yatak odasının arasındaki salondaydı
ben masadaydım gözlerimde o adamın yazdığı kitabın son sayfası
hatırlamıyorum şimdi avuçlarımı nasıl iki yumruk yaptığımı
allah yok diye bağırdığımı biliyorum bir tek avaz avaz
bir de annemin bir mitralyöz gibi yanağımda patlayan tokatlarını
sonra araya yağmur girmişti de kurtarmıştım kulaklarımı
bir kavganın arasına yağmur nasıl girer anlamazsınız
nicel birikimin nitel patlamaya dönüştüğü bir andı sizin anlayacağınız
siz yağmurdan genellikle kaçarsınız ya da kara kara şemsiyeler açarsınız
ben yağmurda ağlardım görmesinler diye gözyaşlarımı
ne çok olmuş anasını satayım
ne cok olmus serçelerle konuşmayalı
10
sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
hepimizin avuçlarında aynı karanlık aynı korkaklık
aynı sokakbaşlarında aynı yalnızlıktı inanmazsınız
aynı saatlerde aynı örgüt evlerinde
uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermiler hazırlardık
uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermileri siz anlamazsınız
toplu iğne başı gibi görünür girdiği yerler
çıktığı yerlere mideniz kaldırmaz bakamazsınız
mesela nisandı
perşembeyi cumaya bağlayan mübarek bir akşamdı
kahveye girmeden önce göğe bakmıştım la ilahe illallah
belimde kıpır kıpır ondörtlü ceplerimde iki yedek şarjör
camilerde yatsı namazları ve bir ay ki hilal mi hilal
baktığım köşeden çıktı ismail eşhedü en la ilahe illallah
son yudumunu masada bırakmıştım çayımın ya allah bismillah
tam kırk kurşunla vurdum ismaili dokuz kalibrelik kırk besmeleyle
boşalttığım üçüncü şarjörde ellerime sıçradı hüznü
kırkbirinciyle çöpçüyü devirdim ezberledi diye yüzümü
sonra bir yerlere kapanıp ağladım ay nasıl ağlarsa öyle
ay nasıl ağlarsa öyle ağladım anasını satayım
çingenenin beygirini de vurduğum için
sırf bana melül melül baktı diye
11
şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
ülkücüydüm ben turancıydım ben devrimciydim ben komünisttim bilmezsiniz
karadenizdim ben karadenizin fırtınalarındaki rengiydim
bağlama çalardım bağlama dinlerdim gül ekerdim toprağıma ölüm biçerdim
gökyüzünden yıldız çalardım kimseye çaktırmadan
kağıttan gemiler yapardım kaşla göz arasında
eylemden kırıp lunaparklara gittiğim bile olurdu
mesela denizde taş sektirdiğim şiir yazdığım dilek tuttuğum
mesela günübirlik aşık olduğum dut yemiş bülbüller gibi sustuğum
mesela dilencilere acıdığım da olurdu ağladığım da
uyak olsun diye söylüyorsam namerdim anasını satayım
bir tek iyiliğimi bile yazmadılar zabıtlara
12
faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
çok tanrılı bir dinin bütün sapmaları yani anlamazsınız
anlamazsınız yani sınıf arkadaşınızı vurdunuz mu hiç
delik deşik ettiniz mi bir parkayı okul çıkışında
ağır çekim izlediğiniz oldumu hiç bir fizik kitabını havada savrulurken
yada hayatınızda iki yüz yirmi voltluk çığlıklar attınızmı
mesela tekme tokat giriştiğiniz oldumu hiç tarih derslerinde tarihe
mesela kaç kere öldünüz nihavent makamında bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
13
hangi sokak başı hatırlar sizi hangi miting hangi korsan gösteri
bir tek polis amca bile görmemiştir gözbebeklerinizi
kıl kadar yalanım varsa namerdim anasını satayım
yarından tezi yok siz de unutacaksınız bu şiiri
14
türkiye cumhuriyeti anayasasını tağgir tebdil ve ilga
yani türk ceza kanununun yüz kırk altıya birinci maddesi uyarınca
iplere çekilirdi çocukluğum siz ip atlarken rüyalarınızda
annemin gözyaşı toprağa düşmeden kırılmış olurdu boynum
boynumun sesi çıtırdak bir çerezin ağzınızda yankılanan sesiydi
akciğerlerimi bir ana rahmihi parçalar gibi parçalardı soluğum
soluğumla bütün şafakları havaya uçururdum
ertesi günkü gazetelerde siz bunları okumazdınız
okusanız bile siz bunları hiç böyle anlamazdınız
mesela mendilinize ihtiyaç duyardım bazen çağırırdım sizi duymazdınız
görmezdiniz çünkü bilmezdiniz çünkü duymazdınız çünkü sağırdınız
yürüdüğüm yollar boyunca omuzlarımda taşıdım sizi
omuzlarımda taşıdım anasını satayım
ne kadar da ağırdınız
dış kaynaklı müzik gibi dış kaynaklı bir şey miydi ölmek
kulağımda anti - emperyalist marşların nakaratları
elimde amerikan malı bir kerpetenle
milyon parçaya ayrılırken ana avrat dümdüz gitmek
ölmek bu muydu ulan
ölmek ardımda bir uçurum gibi bırakıp gitmek miydi hayatı
cenazeme bin kişi katılmış neye yarar
en yakın arkadaşım taşımış siyah beyaz bir resmimi
ne zaman içim dolsa olan bitene
ayıp olur yakışmaz diye ağlamazdım
ağlamak bana ne kadar da yakışırmış anlamazdım
16
yürüdüğünüz yollar uzadı siz küçüldünüz
küçüldükçe dünyayı benim dudaklarımla öptünüz
mesela her polis sorgusunda çorap söküğü gibi çözüldünüz
her şey iyi güzel hoş da beni niye öldürdünüz
oysa miş li geçmiş zamanlardan alıp taşımıştım sizi torunlarınıza
ortaçağdan alıp kuantum fiziğine götürmüştüm sizi
kuantum fiziğini belki anlamazsınız diye şiirler bile yazmıştım
ölümü bile göze almıştım allah belamı versin
kükürt di oksit yani anlamazsınız
pos bıyıklarım vardı üç numara saçlarım ve rooswelt postallarım
parkamın ceplerinde ellerimi ısıtırdı arnavutluk emek partisi
necip fazıl kısakürek ya da nazım hikmet pek farketmezdi
hepsi aynı bokun soyuydu anasını satayım
hepsi bir parça adrenalindi
17
mesela ellerim yankılanırdı çektiğim her tetikte anlamazsınız
çektiğim her pimde birileri çentik atardı bir yerlere
robot resmini çizerlerdi yüreğimin sokak sokak aranırdım
genellikle kaçardım yada dilinizin altında saklanırdım
bir gün tükürürsünüz diye birilerinin yüzüne ağzınızda dolanırdım
anlamazdınız iki bardak rakıyla sarhoş olurdunuz
ağlamazdınız anasını satayım
durmadan yutkunurdunuz
18
hesap soracaktık kahrolsundu kanı yerde kalmayacaktı
yepyeni güneş sistemleri kuracaktık mesela denizler ırmaklara akacaktı
acayip düşlerim vardı anlatsam inanmazsınız
mesela titreyip kendimize dönecektik tarih kitapları bile utanacaktı
aşkı aşk gibi yaşayacaktık ölümü ölüm gibi anlamazsınız
yani tahrip gücü yüksek güneşler gibi patlayacaktık
milyonlarca şiir doğacaktı can çekişmelerimizden
mesela annem bir daha ağlamayacaktı
en serseri sevinçlerimizle bir poyraza uzatıp alnımızı
ellerimizi kollarımızı sallaya sallaya dolaşacaktık bütün meydanları
meydanlarda çocuk bahçeleri meydanlarda panayırlar
ve uğruna sokak sokak öldüğüm bütün şafaklar
çingeneler kucağımda düğün alayları kurulacaktı
yerde kaldı anasını satayım
hepimizin kanı yerde kaldı
19
ben namlu temizlerdim gece yarılarında siz kulağınızı
siz apışaralarında çoğalırdınız ben teksir makinalarında
ben vur emirlerini dinlerdim siz iş emirlerini
sustalı bir bıçak gibi kanatırdım gözlerinizi
ağlardım
ne zaman ağlasam kalbimle dalga geçerdiniz
ve hiç biriniz anasını satayım hiçbiriniz
hiçbiriniz benim kadar ölmediniz
20
yani sizin şarkı sözleri yazdığınız o duvarlara ben
öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
kod adımı bir dağ çiçeğinin adından çalmıştım
soyadımı bir kundağa sarıp cami avlusuna bırakmıştım
annemi rüyamda gördüğüm en son akşamdı
rüzgar bir yalnızlık gibi dağıtıyordu saçlarımı
ilk gördüğüm silah tüccarına anasını satayım
takas ettim bütün yarınlarımı
21
kendi sesimi kalbimde nasıl boğardım anlamazsınız
ilk o zaman öğrendim dilimde kor demirler söndürmeyi
ve söndürdüğüm her demirde bir bıçak olup bilenmeyi
öncem yoktu anasını satayım
sonram let it be... let it be
22
ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
ne zaman ezberledim hüznü heceleyerek
hangi sokağında yürüsem bu kentin
hangi sokağında anasını satayım
adımlarımı kimseye uyduramıyorum
23
gözlerimin içine her baktığınızda göz bebeklerinizdeki yalancının
suratına tükürdüm utanmadınız
bir gece vakti dur ihtarına uymadığım için vuruldum
siz kimseleri ihtar etmediniz
ekmek mayasıyla üzüm sularından küflü şaraplar yaptım
bir kez olsun tatmadınız
tırnaklarımın kirleri karıştı gecelerin kirine
kirlerimi kirlerinizde arıtmadınız
bütün denizlerde boğuldum
bütün ateşlerde yandım
bütün akıl hastanelerinde uyuşturduğunuz her beyin
benim beynimdi anlamazsınız
24
gecen sonbahardan kalma bir şeyler kıpırdanıyor içimde
avuçlarımda eşkiya günlerimden kalma mermi kovanları
ve mayın tarlalarında saklambaç oynadığım çocukluğumla
işte geldim size saklayın beni
kendimden çıkıp size kaçarken sırtımdan vuruldum
üçüncü sınıf bir aranıyor afişinden bakıyorum dünyaya
her sabah endişelerinizle gözgöze geliyor suretim
geçtiğim bütün yollar mayınlı
bütün hudut kapıları tutulmuş
ve yazdığım bütün şiirlerde anasını satayım
taammüd unsuru bulunmuş
25
hatırlamıyorum anasını satayım
ben mi sizi doğurmuştum yoksa
siz mi terketmiştiniz bir dağın eteklerine beni
hangimiz gayri meşru bir ilişkinin piçiydik unuttum
iyi molotof kokteyller hazırlardım aklımda kalan bu
emekli maaşlarınızı alamadığınız bankalarda patlardı
benim ellerim sizin kalbinizdi anlamazsınız
kalbiniz avuçlarımda bir güneş gibi patlardı
işte geldim size ya saklayın beni artık
ya da öldürün beni
şah damarını anasını satayım
şah damarını kestiğiniz
bütün şiirlerim gibi
26
ne zaman unuttum ağlamayı
ağlamak çoğu zaman varolmaktı
sizden ılık bir güneydoğu akşamının
maviliğindeki derinliği istemiştim
sizden yaralı bir kurt gibi
acıyla uluduğum yangınların ortalarında
beni kalbinizin en derin yerlerinde saklamanızı istemiştim
sizden ellerinizi istemiştim
avuçlarınızın içinde size bakarken bütün insanlığa bakmayı
sizden sözcükleri toplayıp çıkararak anlatamadığım herşeyi
kalbimin atışlarından anlamanızı
sizden gözyaşlarınızı istemiştim
gözyaşlarınızda yüzme bilmeyen bir çocuk gibi boğulmayı
hep bir başka hayata ertelediniz anasını satayım
oysa bu benim son hayatımdı
uğur özakıncı
benim adim su
ben güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup çağıldardım günbatımına doğru.
eflatun şafaklar yakamozlanırdı üzerimde.titrerdim…
her renkten bin renk doğurup yansıtırdım yine size.
sabahları gecelere,geceleri sabahlara kavuşturup,şarkılar taşırdım dört dilde dört bir yanıma; hani o dudaklarınıza takılan,düğünlerde söylediğiniz…
ben,geçtiğim her yerinizi,dokunduğum her toprağınızı,ıslattığım her yüreğinizi bereketimle kutsardım.
her yaştan,her dinden,her renkten çocuğunuz benimle yıkanmadı mı yüzyıllardır?
ağularınız ıbende arıtmadınız mı,günahlarınızı bende temizlemediniz mi? ..
siz batıya giden yolları benden sorardınız.yıldızlarınız saçlarını benim şarkımda tarar,hayatın ilk damlasını bende tadardı göbeği yeni kesilmiş kızlarınız.
bilgeleriniz kıyılarıma oturup kıyısızlığı konuşurlardı sabahlara kadar.nice çaresizin gözyaşı karıştı tuzuma,ve kellesine ferman çıkarılmış nice yiğidin kanı…
ben,önüme örülen her duvarı yerle yeksan eder,yönümü değiştirmeye yeltenen her gafili denize dökerdim.
ben,çatlamış dudaklar için akardım; kurumuş yürekler ve tomurcuğa durmuş tohumlar için…
benim adımın geçmediği tek bir tarih kitabı bulamazsınız.çünkü bir kıyımda ölülerinizi yıkardınız,öbür kıyımda kılıçlarınızı; bir kıyımda köleliğinizi ağlardınız,öbür kıyımda isyanlarınızı; bir kıyımda hayatı döllerdiniz,öbür kıyımda ölümü…
bütün sırlarını bana kusardı yüreği alazlanmış genç kızlarınız; ve cepheden bir mektup bekleyen analarınız,gelip bana yanardı hasretlerini.
ben,tepeden tırnağa susku kesilip dinlerdim…
benimde ağladığım olmuştur elbet.ama ben,kimseler görmesin diye,yağmurlarda ağlardım hep.vakur ve onurluydum.yağmurlarda yıkanır dolar dolar boşalırdım.nasıl da armağanlar taşırdım size.nasıl da hoş görürdüm sizi,bir uçtan bir uca kıpkızıl kan kesilmişken bile…
zengindim.çeşit çeşit kayalıklar,en cilvelisinden yosunlar,birbirinden parlak taşlar,ve artık asla göremeyeceğiniz bin çiçekli kökler büyütürdüm içimde.rengarenk balıklarım vardı.
her biri ayrı huylu,her biri ayrı dilden,her biri ayrı güzel.
içimdeki her bir mercanın kıblesi bir diğerinden farklıydı.ama hepsi benim içimde,hepsi birbiriyle barışık,hepsi birbirine dosttu.çünkü onlar için benim dışımda hayat yoktu…
dört yön,yedi iklim,on altı rüzgar; ne zamanki konuşur oldu bu zenginliğimi,işte o zaman herkes gibi siz de içime baktınız,içimdeki bütün bu zenginliğin en ücra köşelerine kadar baktınız…
ve bir gün,bütün ağlarını alıp,bütün zıpkınlarınızı getirip,bütün zehirlerinizi buharlayarak geldiniz kıyılarıma.baktınız.içime baktınız.aylarca baktınız.yıllarca,yüzyıllarca…
sonra öle bir daldınız ki içime,zıpkınlarınızla öyle bir daldınız ki içime,allak bullak ettiniz beni.nereye akacağımı,nasıl akacağımı şaşırdım…
çığlık çığlığa karıştı bütün balıklarım.ayaklarınıza dolanan yosunlarımı kılıçlarınızla böldünüz.peşine düştüğünüz balıklarımın ardından gerip gerip boşalttığınız zıpkınlarınız mercan kayalıklarımda kırıldı.ama tek bir damla kanamadım…
sonra tekrar geldiniz.bu kez sadece oltalarınızla geldiniz,ve hiç gitmediniz…
zıpkınlarınızın nişanlayamadığı,ağlarınızın dolayamadığı,kılıçlarınızın kesemediği her bir zenginliğimi,oltalarınızla tek tek avladınız…
oysa bir su,sadece ıslak bir şey olmasının ötesindedir.bu yüzden hep içi merak edilir ya; dibi,kaya aralıkları,yosunlarının arkası,ve en ücra karanlıkları…
avlayabildiğiniz her balığımın ardından diğerleri birbirine düştü.öyle ki; renklerinin,yüzgeçlerinin,gözlerinin farklı olması bile birbirlerini kızdırmaya yetti.oysa sizden önce onlar,bütün bu farklılıklarıyla inanılmaz bir zenginlik yarattıklarını biliyorlardı.sizin avlamayı başaramadıklarınız zaten birbirlerini yedi.her gün biraz daha fakirleştim.her sabah biraz daha çaresizleştim.yalnızlaştım.duruldum…
tek bir damla kalana kadar kuruttunuz beni…ama benim adım su! ...
yorgunum.güneşin ve yıldızların pek de parlatmadığı bir kayanın dibinde,artık tek bir damlayım.yağmurları bekliyorum,yeniden birikmek için,kırılmış ve yaralanmış bir toprağı yeniden çiçeklendirmek için,yeniden çağıldayabilmek için,güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup günbatımına doğru…
uğur özakıncı
ben güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup çağıldardım günbatımına doğru.
eflatun şafaklar yakamozlanırdı üzerimde.titrerdim…
her renkten bin renk doğurup yansıtırdım yine size.
sabahları gecelere,geceleri sabahlara kavuşturup,şarkılar taşırdım dört dilde dört bir yanıma; hani o dudaklarınıza takılan,düğünlerde söylediğiniz…
ben,geçtiğim her yerinizi,dokunduğum her toprağınızı,ıslattığım her yüreğinizi bereketimle kutsardım.
her yaştan,her dinden,her renkten çocuğunuz benimle yıkanmadı mı yüzyıllardır?
ağularınız ıbende arıtmadınız mı,günahlarınızı bende temizlemediniz mi? ..
siz batıya giden yolları benden sorardınız.yıldızlarınız saçlarını benim şarkımda tarar,hayatın ilk damlasını bende tadardı göbeği yeni kesilmiş kızlarınız.
bilgeleriniz kıyılarıma oturup kıyısızlığı konuşurlardı sabahlara kadar.nice çaresizin gözyaşı karıştı tuzuma,ve kellesine ferman çıkarılmış nice yiğidin kanı…
ben,önüme örülen her duvarı yerle yeksan eder,yönümü değiştirmeye yeltenen her gafili denize dökerdim.
ben,çatlamış dudaklar için akardım; kurumuş yürekler ve tomurcuğa durmuş tohumlar için…
benim adımın geçmediği tek bir tarih kitabı bulamazsınız.çünkü bir kıyımda ölülerinizi yıkardınız,öbür kıyımda kılıçlarınızı; bir kıyımda köleliğinizi ağlardınız,öbür kıyımda isyanlarınızı; bir kıyımda hayatı döllerdiniz,öbür kıyımda ölümü…
bütün sırlarını bana kusardı yüreği alazlanmış genç kızlarınız; ve cepheden bir mektup bekleyen analarınız,gelip bana yanardı hasretlerini.
ben,tepeden tırnağa susku kesilip dinlerdim…
benimde ağladığım olmuştur elbet.ama ben,kimseler görmesin diye,yağmurlarda ağlardım hep.vakur ve onurluydum.yağmurlarda yıkanır dolar dolar boşalırdım.nasıl da armağanlar taşırdım size.nasıl da hoş görürdüm sizi,bir uçtan bir uca kıpkızıl kan kesilmişken bile…
zengindim.çeşit çeşit kayalıklar,en cilvelisinden yosunlar,birbirinden parlak taşlar,ve artık asla göremeyeceğiniz bin çiçekli kökler büyütürdüm içimde.rengarenk balıklarım vardı.
her biri ayrı huylu,her biri ayrı dilden,her biri ayrı güzel.
içimdeki her bir mercanın kıblesi bir diğerinden farklıydı.ama hepsi benim içimde,hepsi birbiriyle barışık,hepsi birbirine dosttu.çünkü onlar için benim dışımda hayat yoktu…
dört yön,yedi iklim,on altı rüzgar; ne zamanki konuşur oldu bu zenginliğimi,işte o zaman herkes gibi siz de içime baktınız,içimdeki bütün bu zenginliğin en ücra köşelerine kadar baktınız…
ve bir gün,bütün ağlarını alıp,bütün zıpkınlarınızı getirip,bütün zehirlerinizi buharlayarak geldiniz kıyılarıma.baktınız.içime baktınız.aylarca baktınız.yıllarca,yüzyıllarca…
sonra öle bir daldınız ki içime,zıpkınlarınızla öyle bir daldınız ki içime,allak bullak ettiniz beni.nereye akacağımı,nasıl akacağımı şaşırdım…
çığlık çığlığa karıştı bütün balıklarım.ayaklarınıza dolanan yosunlarımı kılıçlarınızla böldünüz.peşine düştüğünüz balıklarımın ardından gerip gerip boşalttığınız zıpkınlarınız mercan kayalıklarımda kırıldı.ama tek bir damla kanamadım…
sonra tekrar geldiniz.bu kez sadece oltalarınızla geldiniz,ve hiç gitmediniz…
zıpkınlarınızın nişanlayamadığı,ağlarınızın dolayamadığı,kılıçlarınızın kesemediği her bir zenginliğimi,oltalarınızla tek tek avladınız…
oysa bir su,sadece ıslak bir şey olmasının ötesindedir.bu yüzden hep içi merak edilir ya; dibi,kaya aralıkları,yosunlarının arkası,ve en ücra karanlıkları…
avlayabildiğiniz her balığımın ardından diğerleri birbirine düştü.öyle ki; renklerinin,yüzgeçlerinin,gözlerinin farklı olması bile birbirlerini kızdırmaya yetti.oysa sizden önce onlar,bütün bu farklılıklarıyla inanılmaz bir zenginlik yarattıklarını biliyorlardı.sizin avlamayı başaramadıklarınız zaten birbirlerini yedi.her gün biraz daha fakirleştim.her sabah biraz daha çaresizleştim.yalnızlaştım.duruldum…
tek bir damla kalana kadar kuruttunuz beni…ama benim adım su! ...
yorgunum.güneşin ve yıldızların pek de parlatmadığı bir kayanın dibinde,artık tek bir damlayım.yağmurları bekliyorum,yeniden birikmek için,kırılmış ve yaralanmış bir toprağı yeniden çiçeklendirmek için,yeniden çağıldayabilmek için,güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup günbatımına doğru…
uğur özakıncı
taş olmak...
dünle beraber gitti cancağzım,ne kadar söz varsa düne ait.şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’
demiş ya mevlana; şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağzım.ya da susmak lazım böyle,sözün bittiği yerde,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir kara kadın.otuzunda var ya da yok.ağzı burnu cerahatli yaralar içinde.sineklerin biri kalkmadan ağzının kenarından,biri konuyor afrikalı kirpiklerine.kolum kadar kalmış bedeninin üzerinde koskocaman bir kafa,koskocaman,fal taşı gibi iki kara göz,yüz karası bir açlık ve dipsiz bir karanlık içinde bakıyor gözlerimin içine.iki taşın arasında titreye titreye çeltik elleri,bir yaralı kedi gibi kıvrılıp,bırakıyor son nefesini.utanıyorum kaşık tutan ellerimden.dalga dalga gelip gırtlağımda düğüm oluyor bütün insanlığım.yutkunamıyorum.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir ölü çocuk.altısında var ya da yok.onun başlatmadığı bir savaşın ortasında,füzelerin harap ettiği bir enkazdan çıkarılıyor paramparça bedeni.filistin gözlerinde kirli bir ay yansıması.öylece bakıyor ölü gözleriyle kalbime.kardeşinin dişleri sımsıkı kenetli.ertesi gün için taş dolduruyor ceplerine.babasının gözleri iki koca buz dağı,babasının elleri tanrı’nın elleri.kucaklayıp koyuyor bebeğini lekesiz bir çarşafa.utanıyorum bu atan kalbimden.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir delikanlı.yirmi üçünde var ya da yok.istemiyor dünyanın iliğine kadar sömürülmesini.az gelişmiş ülkenin insanları derin bir uykudayken,o ‘az gelişmiş ülkelerin borçları silinsin! ’ diye bağırıyor sosyete ülkelerin başkanlarına.’silahlanmaya ayrılan bütçeler eğitim için kullanılsın! ’ diye bağırıyor.’nükleer atıklar çevreyi kirletiyor! ’ diye bağırıyor.’afrika’daki aç çocuklar doyurulsun! ’diye bağırıyor.sesinden ve kaldırım taşlarından başka silahı yok.sesi sesime kavuşmadan,genovalı beyninde patlıyor bir carrabinier mermisi.oracıkta duruyor dünya,oracıkta duruyor zaman.kanın da sesi vardır şairlerden başkası bilmez; cayır cayır yakıyor kulaklarımı şakaklarından süzülen kan.o mu ölüyor oracıkta,yoksa ben mi ölüyorum burada meçhul.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde öğrenci bir kız.on üçünde var ya da yok.koltuğunun altında okul çantası,başörtüsünün altına saklanmış saçları ve ana sütü kadar temiz,bembeyaz alnıyla; penceremin önünden geçiyor her sabah gibi yine gülümseyerek.ardı sıra güneşler,ardı sıra yelkovan kuşları,ardı sıra üç el silah sesi.fırlayıp bütün mahalle koşuyoruz caddeye.’namusumuzu temizledim! ’ diye haykırıyor başında karayağız bir delikanlı.’buraya kadarmış ağalar…’ diyor.’…tutturdu okuyacağım diye.inat etmeyip evlenseydi kürşat emmimin oğluyla,ben de vurmazdım bacımı…’sonra tutup kaldırım taşına vura vura parçalıyor tabancasını.uzanıp doğulu ellerini tutmak istiyorum kızın.öyle bir su gibi bakıyor ki katiline,nefesimi nefesine,ruhumu ruhuna akıtmak istiyorum gitmesin,göçmesin diye.’bırak abi…’ diyor berberin kalfası’…öldü galiba…’dişlerimi dişlerimden ayıramıyorum.sadece susuyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir şair.yetmiş birinde var ya da yok.artık iyice ağırlaşmış bedenini,bir huzurevinden bir başka huzurevine,ruhunda bir kambur gibi taşıyor.tıpkı şiirleri gibi ‘hain hain ‘bakıyor gözleri fotoğraflardan.kavga etmediği adam kalmamış ömründe,kimin adını söylesem ‘çek kuyruğundan…’ diyor.kimseyi sevmiyor,kendisini bile.o iflah olmaz hırçınlığını,muhalifliğini kendime benzetiyorum biraz,ya da kendimi ona.geceleri ayın en gizli olduğu saatlerde,kalkıp küçük küçük taşlar atıyor karanlığa.’deliyim ben …’ diyor içinden’…deliyim ben…’yolunun sonuna geldiğini hissediyorum.’ölecek bu adam yakında…’ diyorum kendi kendime’…ölecek bu adam yakında ve kimsenin umurunda değil bu…’iyi bir fotoğraf makinesi satın alıyorum,iyi bir ses kayıt cihazı satın alıyorum.kalkacağım gideceğim ona,yanımda kavgalı olduğu başka şairlerle,fotoğraflarını çekeceğim,sesini kaydedeceğim,kavgalarına tanık olacağım.hiç anlatmadığı kadar anlatacağım o datçalı ihtiyarı diğer insanlara.ama ha bugün,ha yarın erteliyorum.bir gece rüyama giriyor bütün hırçınlığıyla ‘nerede kaldın ulan…’ diye yürüyor üstüme rüyamda’…hani gelecektin,hani söz vermiştin? ..’ter içinde fırlıyorum yataktan.saat sabahın üçü.bir sigara yakıyorum.ayın en gizli olduğu saat.bomboş gözlerle baktığım bahçemin karanlığına bir taş düşüyor.bir ses ‘deliyim ben…’ diye fısıldıyor odamın içinde! ...deliyim ben…’ sabah olur olmaz koşuyorum gazete bayilerine.aldığım ilk gazetede kibrit kutusu kadar bir alanda okuyorum öldüğü haberini.eve dönüp fotoğraf makineme film takıyorum.ses kayıt cihazını çalıştırıyorum.ve sadece susabiliyorum…
dünya soğudu cancağzım.kalpler soğudu.dudaklar soğudu.dört yanımızdan dört nala bir karanlık koşuyor üstümüze.öyle ağır ve öyle koyu bir karanlık ki,ustura bile kesmez.bütün ışıkları yaksak bile,her bizimiz birer ışık olmadıkça kar etmez…
söyle şimdi cancağzım,böyle susup taş kemsek mi daha onurludur,yoksa bir taş olup,afrika’da aç bir kara kadının ellerinde çeltik ufalamak mı? ! filistin’de kardeşi füzelerle vurulmuş bir çocuğun sapanında,israil mevzilerine atılmak mı? ! genova’da dünya sömürüsüne direnenlerin avuçlarında,ceplerinde taşınmak mı? ! istanbul’da,bacısını vuran bir delikanlının tabancasını parçalamak mı? ! ve yalnızlıktan delirmiş bir şairin,öfkeli elleriyle fırlatılmak mı karanlığa? ! ...
söyle şimdi cancağzım artık susma…!
uğur özakıncı
dünle beraber gitti cancağzım,ne kadar söz varsa düne ait.şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’
demiş ya mevlana; şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağzım.ya da susmak lazım böyle,sözün bittiği yerde,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir kara kadın.otuzunda var ya da yok.ağzı burnu cerahatli yaralar içinde.sineklerin biri kalkmadan ağzının kenarından,biri konuyor afrikalı kirpiklerine.kolum kadar kalmış bedeninin üzerinde koskocaman bir kafa,koskocaman,fal taşı gibi iki kara göz,yüz karası bir açlık ve dipsiz bir karanlık içinde bakıyor gözlerimin içine.iki taşın arasında titreye titreye çeltik elleri,bir yaralı kedi gibi kıvrılıp,bırakıyor son nefesini.utanıyorum kaşık tutan ellerimden.dalga dalga gelip gırtlağımda düğüm oluyor bütün insanlığım.yutkunamıyorum.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir ölü çocuk.altısında var ya da yok.onun başlatmadığı bir savaşın ortasında,füzelerin harap ettiği bir enkazdan çıkarılıyor paramparça bedeni.filistin gözlerinde kirli bir ay yansıması.öylece bakıyor ölü gözleriyle kalbime.kardeşinin dişleri sımsıkı kenetli.ertesi gün için taş dolduruyor ceplerine.babasının gözleri iki koca buz dağı,babasının elleri tanrı’nın elleri.kucaklayıp koyuyor bebeğini lekesiz bir çarşafa.utanıyorum bu atan kalbimden.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir delikanlı.yirmi üçünde var ya da yok.istemiyor dünyanın iliğine kadar sömürülmesini.az gelişmiş ülkenin insanları derin bir uykudayken,o ‘az gelişmiş ülkelerin borçları silinsin! ’ diye bağırıyor sosyete ülkelerin başkanlarına.’silahlanmaya ayrılan bütçeler eğitim için kullanılsın! ’ diye bağırıyor.’nükleer atıklar çevreyi kirletiyor! ’ diye bağırıyor.’afrika’daki aç çocuklar doyurulsun! ’diye bağırıyor.sesinden ve kaldırım taşlarından başka silahı yok.sesi sesime kavuşmadan,genovalı beyninde patlıyor bir carrabinier mermisi.oracıkta duruyor dünya,oracıkta duruyor zaman.kanın da sesi vardır şairlerden başkası bilmez; cayır cayır yakıyor kulaklarımı şakaklarından süzülen kan.o mu ölüyor oracıkta,yoksa ben mi ölüyorum burada meçhul.sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde öğrenci bir kız.on üçünde var ya da yok.koltuğunun altında okul çantası,başörtüsünün altına saklanmış saçları ve ana sütü kadar temiz,bembeyaz alnıyla; penceremin önünden geçiyor her sabah gibi yine gülümseyerek.ardı sıra güneşler,ardı sıra yelkovan kuşları,ardı sıra üç el silah sesi.fırlayıp bütün mahalle koşuyoruz caddeye.’namusumuzu temizledim! ’ diye haykırıyor başında karayağız bir delikanlı.’buraya kadarmış ağalar…’ diyor.’…tutturdu okuyacağım diye.inat etmeyip evlenseydi kürşat emmimin oğluyla,ben de vurmazdım bacımı…’sonra tutup kaldırım taşına vura vura parçalıyor tabancasını.uzanıp doğulu ellerini tutmak istiyorum kızın.öyle bir su gibi bakıyor ki katiline,nefesimi nefesine,ruhumu ruhuna akıtmak istiyorum gitmesin,göçmesin diye.’bırak abi…’ diyor berberin kalfası’…öldü galiba…’dişlerimi dişlerimden ayıramıyorum.sadece susuyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
sözün bittiği yerde bir şair.yetmiş birinde var ya da yok.artık iyice ağırlaşmış bedenini,bir huzurevinden bir başka huzurevine,ruhunda bir kambur gibi taşıyor.tıpkı şiirleri gibi ‘hain hain ‘bakıyor gözleri fotoğraflardan.kavga etmediği adam kalmamış ömründe,kimin adını söylesem ‘çek kuyruğundan…’ diyor.kimseyi sevmiyor,kendisini bile.o iflah olmaz hırçınlığını,muhalifliğini kendime benzetiyorum biraz,ya da kendimi ona.geceleri ayın en gizli olduğu saatlerde,kalkıp küçük küçük taşlar atıyor karanlığa.’deliyim ben …’ diyor içinden’…deliyim ben…’yolunun sonuna geldiğini hissediyorum.’ölecek bu adam yakında…’ diyorum kendi kendime’…ölecek bu adam yakında ve kimsenin umurunda değil bu…’iyi bir fotoğraf makinesi satın alıyorum,iyi bir ses kayıt cihazı satın alıyorum.kalkacağım gideceğim ona,yanımda kavgalı olduğu başka şairlerle,fotoğraflarını çekeceğim,sesini kaydedeceğim,kavgalarına tanık olacağım.hiç anlatmadığı kadar anlatacağım o datçalı ihtiyarı diğer insanlara.ama ha bugün,ha yarın erteliyorum.bir gece rüyama giriyor bütün hırçınlığıyla ‘nerede kaldın ulan…’ diye yürüyor üstüme rüyamda’…hani gelecektin,hani söz vermiştin? ..’ter içinde fırlıyorum yataktan.saat sabahın üçü.bir sigara yakıyorum.ayın en gizli olduğu saat.bomboş gözlerle baktığım bahçemin karanlığına bir taş düşüyor.bir ses ‘deliyim ben…’ diye fısıldıyor odamın içinde! ...deliyim ben…’ sabah olur olmaz koşuyorum gazete bayilerine.aldığım ilk gazetede kibrit kutusu kadar bir alanda okuyorum öldüğü haberini.eve dönüp fotoğraf makineme film takıyorum.ses kayıt cihazını çalıştırıyorum.ve sadece susabiliyorum…
dünya soğudu cancağzım.kalpler soğudu.dudaklar soğudu.dört yanımızdan dört nala bir karanlık koşuyor üstümüze.öyle ağır ve öyle koyu bir karanlık ki,ustura bile kesmez.bütün ışıkları yaksak bile,her bizimiz birer ışık olmadıkça kar etmez…
söyle şimdi cancağzım,böyle susup taş kemsek mi daha onurludur,yoksa bir taş olup,afrika’da aç bir kara kadının ellerinde çeltik ufalamak mı? ! filistin’de kardeşi füzelerle vurulmuş bir çocuğun sapanında,israil mevzilerine atılmak mı? ! genova’da dünya sömürüsüne direnenlerin avuçlarında,ceplerinde taşınmak mı? ! istanbul’da,bacısını vuran bir delikanlının tabancasını parçalamak mı? ! ve yalnızlıktan delirmiş bir şairin,öfkeli elleriyle fırlatılmak mı karanlığa? ! ...
söyle şimdi cancağzım artık susma…!
uğur özakıncı
abraxas orta çağda yapılan bi çeşit tılsım, büyüdür. ayrıca bu ismi taşıyan bir kelebek türü de vardır.
arapça cümlemize manasına gelen bir kelime.
ikinci şiir / uğur özakıncı
son tren gardan çıkıp kenti baştan başa böldü. içimde bir lunapark ışıklarını yaktı. bir düğüm kendini çözdü. saat o saatti işte masamın üzerinde ay damlaları. hangi sözcüğün ırzına geçsem cümleler biraz daha piçti. ve koskoca bir hiçti kütüphanelerdeki mantık kitapları.
aşk dediğin mayın gibi patlar öğret bunu çocuklarına. böyle şarapnel şarapnel kanatır adamı hesapsız her yürek. mesela sen en uslu uykularda filizlerken kendini oralarda. bir anarşist öldürülebilir buralarda sırtından sözcüklenerek.
hangi sözcüğü çıkarsam artık kınından. nişangahında gez göz arpacıksın. açtırırsan kurumuş su yollarımda birkaç çiçeği artık sen açtırırsın. iki dudak arasında her an okunacak bir idam fermanı, cenaze namazlarında yazılmış bir yakın tarih kitabının son sayfası, panzer tekerleklerine sıkışmış bir ayakkabının hüzne çözülmüş bağcığı, gibi çözülmüş, gibi kırılmış, gibi acıtılmışız. doğarsa en serin şafaklarda doğar bizim kızlarımız. ve artık biz ağlarsak bir tek aşka ağlarız.
belediye zabıtalarının sokak köpeklerini itlaf ettiği saatlerde ben, aşkı böyle hep siyah mürekkeplerle yazdım. bütün harflerini tükettim anadilimin bir tek sözcük için. soldan sağa yukardan aşağı üç harfli bir bulmaca için, bin harfli bulmacalarını çözdüm gözlerinin. senin kıblene dönükse bütün seccadelerim artık, yazanlar küçük harflerle yazmışlar demektir bizi bir kez. ve hiçbir satırbaşı artık bizi böyle kabul etmez.
son tren gardan çıkıp kenti baştan başa böldü. içimde bir lunapark ışıklarını yaktı. bir düğüm kendini çözdü. saat o saatti işte masamın üzerinde ay damlaları. hangi sözcüğün ırzına geçsem cümleler biraz daha piçti. ve koskoca bir hiçti kütüphanelerdeki mantık kitapları.
aşk dediğin mayın gibi patlar öğret bunu çocuklarına. böyle şarapnel şarapnel kanatır adamı hesapsız her yürek. mesela sen en uslu uykularda filizlerken kendini oralarda. bir anarşist öldürülebilir buralarda sırtından sözcüklenerek.
hangi sözcüğü çıkarsam artık kınından. nişangahında gez göz arpacıksın. açtırırsan kurumuş su yollarımda birkaç çiçeği artık sen açtırırsın. iki dudak arasında her an okunacak bir idam fermanı, cenaze namazlarında yazılmış bir yakın tarih kitabının son sayfası, panzer tekerleklerine sıkışmış bir ayakkabının hüzne çözülmüş bağcığı, gibi çözülmüş, gibi kırılmış, gibi acıtılmışız. doğarsa en serin şafaklarda doğar bizim kızlarımız. ve artık biz ağlarsak bir tek aşka ağlarız.
belediye zabıtalarının sokak köpeklerini itlaf ettiği saatlerde ben, aşkı böyle hep siyah mürekkeplerle yazdım. bütün harflerini tükettim anadilimin bir tek sözcük için. soldan sağa yukardan aşağı üç harfli bir bulmaca için, bin harfli bulmacalarını çözdüm gözlerinin. senin kıblene dönükse bütün seccadelerim artık, yazanlar küçük harflerle yazmışlar demektir bizi bir kez. ve hiçbir satırbaşı artık bizi böyle kabul etmez.
(bkz: ikinci şiir)
fotoğrafını görmek isteyenler için aha da linki:
http://www.denizce.com/yakamoz.asp
http://www.denizce.com/yakamoz.asp
(bkz: seni tenhada kıstırırım )
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?