"korkuyla beslenir karanlık,
korkar...korku salar...
çarmıha gerer aydınlığı"
necat iltaş
"aşka düşmandır karanlık,
bıçak gibi keser,
gecenin aydınlığını.
zemheri olur, dondurur sevgiyi,
biter sıcak yataklarda aşk..."
necat iltaş
bıçak gibi keser,
gecenin aydınlığını.
zemheri olur, dondurur sevgiyi,
biter sıcak yataklarda aşk..."
necat iltaş
"aydınlığa öfkedir karanlık,
kinin ve ölümün rengidir.
kusar ve kutsar ölümü,
yaşanılacak günlere karşı.
halbuki ölüm, nasıl olsa gelecek,
önemli olan, aydınlıkta insan gibi yaşamak..."
necat iltaş
kinin ve ölümün rengidir.
kusar ve kutsar ölümü,
yaşanılacak günlere karşı.
halbuki ölüm, nasıl olsa gelecek,
önemli olan, aydınlıkta insan gibi yaşamak..."
necat iltaş
"ibrahim bende doğdu,
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islam’ın yolunu ben açtım
dermetinan’da hacı kemal,
kosar’da hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammara’da, deyru’z zafaran’da, mor mihail’de mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım..."
necat iltaş
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islam’ın yolunu ben açtım
dermetinan’da hacı kemal,
kosar’da hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammara’da, deyru’z zafaran’da, mor mihail’de mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım..."
necat iltaş
"en iyi bağbozumları bende olur,
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardin’den şamran’larla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnar’a ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardin’e yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamya’yım,
asya’nın nazlı ve özgür kızı..."
necat iltaş
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardin’den şamran’larla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnar’a ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardin’e yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamya’yım,
asya’nın nazlı ve özgür kızı..."
necat iltaş
"eridu’da gılgameş olur, enkidu’yu ehlileştiririm,
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve biricik kızı..."
necat iltaş
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve biricik kızı..."
necat iltaş
"özgürlük göbek adımdır,
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fırat’la yarışır,
dicle’de dinginleşirim..
nemrut’ta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum..."
necat iltaş
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fırat’la yarışır,
dicle’de dinginleşirim..
nemrut’ta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum..."
necat iltaş
karanlık
aydınlığa öfkedir karanlık,
kinin ve ölümün rengidir.
kusar ve kutsar ölümü,
yaşanılacak günlere karşı.
halbuki ölüm, nasıl olsa gelecek,
önemli olan, aydınlıkta insan gibi yaşamak...
aşka düşmandır karanlık,
bıçak gibi keser,
gecenin aydınlığını.
zemheri olur, dondurur sevgiyi,
biter sıcak yataklarda aşk...
korkuyla beslenir karanlık,
korkar...korku salar...
çarmıha gerer aydınlığı
filistin askılarında,
manyetonun kablosunda büyür korku,
kadın ve erkek uzuvlarında;
canhıraş acıların replikleriyle dolu,
işkence odalarında...
karanlık kindir,
sevdaya karşı;
gündüzün aydınlığını yırtar,
kanatır boydan boya sevgiyi,
kirli, keskin ve uzun tırnaklarıyla...
namussuzca kurulan tuzaklarda,
kahpe faklarında gizlidir,
karanlığın kirli ve onursuz eli.
mertliğe, dostluğa, sevgiye düşman,
yüzü kara, gözü kara, beyni kara...
necat iltaş (1982)
aydınlığa öfkedir karanlık,
kinin ve ölümün rengidir.
kusar ve kutsar ölümü,
yaşanılacak günlere karşı.
halbuki ölüm, nasıl olsa gelecek,
önemli olan, aydınlıkta insan gibi yaşamak...
aşka düşmandır karanlık,
bıçak gibi keser,
gecenin aydınlığını.
zemheri olur, dondurur sevgiyi,
biter sıcak yataklarda aşk...
korkuyla beslenir karanlık,
korkar...korku salar...
çarmıha gerer aydınlığı
filistin askılarında,
manyetonun kablosunda büyür korku,
kadın ve erkek uzuvlarında;
canhıraş acıların replikleriyle dolu,
işkence odalarında...
karanlık kindir,
sevdaya karşı;
gündüzün aydınlığını yırtar,
kanatır boydan boya sevgiyi,
kirli, keskin ve uzun tırnaklarıyla...
namussuzca kurulan tuzaklarda,
kahpe faklarında gizlidir,
karanlığın kirli ve onursuz eli.
mertliğe, dostluğa, sevgiye düşman,
yüzü kara, gözü kara, beyni kara...
necat iltaş (1982)
1956 doğumlu, eğitimci, iki çocuk babası..."siyaset sosyolojisi" ile ilgili çalışmaları var...siyasi danışmanlık yapar. çalışmalarının bir kısmını;http://www.filozof.tripod.com adlı sayfada yayımlar.. şiirleri çeşitli edebiyat dergileri ve çeşitli şiir sitelerinde yayımlanmaktadır...
http://www.google.com.tr/search?q=necat+%c4%b0lta%c5%9f&hl=tr&start=0&sa=n
mezopotamya
ben mezopotamya !...
asya’nın nazlı kızı.
bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı... sevgi ve kin,
öfke ve hırs,
savaş ve barış bende anlamlandı.
bende vücut buldu ruh,
tarih benimle başladı...
özgürlük göbek adımdır,
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fırat’la yarışır,
dicle’de dinginleşirim..
nemrut’ta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum...
eridu’da gılgameş olur, enkidu’yu ehlileştiririm,
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve biricik kızı...
güneş;
önce
ve en güzel bende doğar.
yayılır çekinmeden,
çırılçıplak dolanır gün boyu
ovalarımda, dağlarımda...
kah bir kelebeğin kanadında,
kah yeni doğan bir kuzunun yanıbaşında,
bazen tohuma duran bir çiçeğin tomurcuğunda
bazen de izlo’nun doruklarında akşamı getirir...
vedalaşırken batımda,
mor gecede ayın en güzel yüzüne emanet eder beni,
ertesi günde buluşmanın sevgi ve coşkusuyla...
çünkü ben mezopotamya’yım
güneşin ve ayın maşuku...
insanlarım mert ve sevecen,
çünkü benim suyumu içtiler,
ekmeklerinde, sevgiyle büyüttüğüm başaklarım
ayranlarında, sütümle beslediğim,
mis kokulu otlarımın tadı var...
çünkü onlar benim çocuklarım,
ruhları bende bedenlendi...
özgür, mağrur ve sevgi dolu....
zamansız zamanlar,
dokunulmamış zaman aralıkları,
çağlar ötesi kültürler,
atlar ve atlılar,
diller ve dinler,
gelenek ve renklerle,
çocuklarımın içindeki evrenim ben.
tıpkı;
güneşin etrafında dönen dünya gibi,
etrafımda sevgiyle, coşkuyla dönerler.
geçmiş ve geleceği,
o an yaşatırım onlara,
geçmiş ve geleceğe saplanmadan...
ateş ve su;
benim şahitliğimde evlendi,
ateş sunakları,
ilk ve en önce,
benim için yakıldı.
gündüzlerin gündüz,
gecelerin gece olduğu,
uçsuz bucaksız,
bir sığınak oldum çocuklarıma...
kıl çadırlarda,
yaşama yön veren rituellerde,
hep baş köşede oldum;
mırra;
ateşin, suyun
ve çocuklarımın
hediyesi oldu bana.
çünkü;
yiğitlik,
ahde vefa,
barış ve hoşgörü,
toprağıma ve insanıma verdiğim mayamdır...
çünkü, ben mezopotamya’yım,
asya’nın mağrur ve anaç kızı...
en iyi bağbozumları bende olur,
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardin’den şamran’larla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnar’a ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardin’e yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamya’yım,
asya’nın nazlı ve özgür kızı...
ibrahim bende doğdu,
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islam’ın yolunu ben açtım
dermetinan’da hacı kemal,
kosar’da hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammara’da, deyru’z zafaran’da, mor mihail’de mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım...
utanırım anamdan, kardeşlerimden, çocuklarımdan
utanırım güneşten, aydan ve rüzgardan...
utanırım, aç yatan bebelerden, dedelerden,
utanırım, el kapısında iş dilenen civanlardan,
içtiği suya pislik bulaşmış analardan, babalardan utanırım..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve mağrur kızı...
necat iltaş
(1998)
http://www.google.com.tr/search?q=necat+%c4%b0lta%c5%9f&hl=tr&start=0&sa=n
mezopotamya
ben mezopotamya !...
asya’nın nazlı kızı.
bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı... sevgi ve kin,
öfke ve hırs,
savaş ve barış bende anlamlandı.
bende vücut buldu ruh,
tarih benimle başladı...
özgürlük göbek adımdır,
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fırat’la yarışır,
dicle’de dinginleşirim..
nemrut’ta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum...
eridu’da gılgameş olur, enkidu’yu ehlileştiririm,
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve biricik kızı...
güneş;
önce
ve en güzel bende doğar.
yayılır çekinmeden,
çırılçıplak dolanır gün boyu
ovalarımda, dağlarımda...
kah bir kelebeğin kanadında,
kah yeni doğan bir kuzunun yanıbaşında,
bazen tohuma duran bir çiçeğin tomurcuğunda
bazen de izlo’nun doruklarında akşamı getirir...
vedalaşırken batımda,
mor gecede ayın en güzel yüzüne emanet eder beni,
ertesi günde buluşmanın sevgi ve coşkusuyla...
çünkü ben mezopotamya’yım
güneşin ve ayın maşuku...
insanlarım mert ve sevecen,
çünkü benim suyumu içtiler,
ekmeklerinde, sevgiyle büyüttüğüm başaklarım
ayranlarında, sütümle beslediğim,
mis kokulu otlarımın tadı var...
çünkü onlar benim çocuklarım,
ruhları bende bedenlendi...
özgür, mağrur ve sevgi dolu....
zamansız zamanlar,
dokunulmamış zaman aralıkları,
çağlar ötesi kültürler,
atlar ve atlılar,
diller ve dinler,
gelenek ve renklerle,
çocuklarımın içindeki evrenim ben.
tıpkı;
güneşin etrafında dönen dünya gibi,
etrafımda sevgiyle, coşkuyla dönerler.
geçmiş ve geleceği,
o an yaşatırım onlara,
geçmiş ve geleceğe saplanmadan...
ateş ve su;
benim şahitliğimde evlendi,
ateş sunakları,
ilk ve en önce,
benim için yakıldı.
gündüzlerin gündüz,
gecelerin gece olduğu,
uçsuz bucaksız,
bir sığınak oldum çocuklarıma...
kıl çadırlarda,
yaşama yön veren rituellerde,
hep baş köşede oldum;
mırra;
ateşin, suyun
ve çocuklarımın
hediyesi oldu bana.
çünkü;
yiğitlik,
ahde vefa,
barış ve hoşgörü,
toprağıma ve insanıma verdiğim mayamdır...
çünkü, ben mezopotamya’yım,
asya’nın mağrur ve anaç kızı...
en iyi bağbozumları bende olur,
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardin’den şamran’larla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnar’a ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardin’e yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamya’yım,
asya’nın nazlı ve özgür kızı...
ibrahim bende doğdu,
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islam’ın yolunu ben açtım
dermetinan’da hacı kemal,
kosar’da hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammara’da, deyru’z zafaran’da, mor mihail’de mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım...
utanırım anamdan, kardeşlerimden, çocuklarımdan
utanırım güneşten, aydan ve rüzgardan...
utanırım, aç yatan bebelerden, dedelerden,
utanırım, el kapısında iş dilenen civanlardan,
içtiği suya pislik bulaşmış analardan, babalardan utanırım..
çünkü ben mezopotamya’yım
asya’nın nazlı ve mağrur kızı...
necat iltaş
(1998)
savaşın ayak sesleri
ne zaman ki;
konuşmanın yerini silah alır,
ne zaman ki;
akıl duygudan kopar,
ne zaman ki;
barış, sevgi ve aşk ağlamaya başlar,
işte o zaman;
adalet mutasyona uğrar,
güce tapınma başlar.
ya teknolojik egemenlik dayatmasında,
ya da karanlığın
mekanikleşen,
acımasız öfkesinde dile gelir adalet...
burada artık erdem yok..
sevgi yok,
muhabbet yok,
sıcaklık yok;
çeliğin soğuk ter kokusu
ve ölüm var..
aydınlanmış bir dünya,
karanlığın iblislerine esir olur,
insanlık kuleleri bir bir yıkılmaya başlar,
sinir tellerinde dengeler bozulur,
bir yeryüzü cehennemi oluşur,
ve bu cehennemde ölen,
ne yazık ki "gerçek" olur...
necat iltaş
(2001)
ne zaman ki;
konuşmanın yerini silah alır,
ne zaman ki;
akıl duygudan kopar,
ne zaman ki;
barış, sevgi ve aşk ağlamaya başlar,
işte o zaman;
adalet mutasyona uğrar,
güce tapınma başlar.
ya teknolojik egemenlik dayatmasında,
ya da karanlığın
mekanikleşen,
acımasız öfkesinde dile gelir adalet...
burada artık erdem yok..
sevgi yok,
muhabbet yok,
sıcaklık yok;
çeliğin soğuk ter kokusu
ve ölüm var..
aydınlanmış bir dünya,
karanlığın iblislerine esir olur,
insanlık kuleleri bir bir yıkılmaya başlar,
sinir tellerinde dengeler bozulur,
bir yeryüzü cehennemi oluşur,
ve bu cehennemde ölen,
ne yazık ki "gerçek" olur...
necat iltaş
(2001)
doğanın dili
doğanın bir dili var,
irktan, milliyetten ve renklerden bağımsız,
kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda,
kelimeleri aynı, grameri aynı.
bu dilden, duygular anlar,
mutluluk bu dildedir.
birlikte yaşamayı,
dostça paylaşmayı öğretir kelimeleri,
sevginin yolunu gösterir işaretleri,
sadece beyni değil,
bedeni de kullanmayı öğretir bu dil...
doğada özgürsün, anandan doğduğun gibi,
gizlenmen, saklanman gerekmez.
daha çok tüketmek için değil,
yaşamak içindir, harcadığın tüm çaban,
toprak, su ve ateş,
kuşlar, böcekler ve otlar dostun olur,
riyasız, hilesiz, çıkarsız...
mutluluk, sihirli bir olgu burada,
bazen ışık olur, ateş böceğinin fotosit hücrelerinde,
ya da seher vakti iki kekliğin karşılıklı atışması
veya bir nazlı ceylanın hüzün dolu gözlerinde bulursun huzuru.
tılsımı da;
sevgi
ve
ait olduğun yere duyduğun bağlılık...
doğa,
tıpkı unutulmuş bir kütüphane.
yazıya ve rakamlara dökülemeyen kitaplar,
ağrı dağı, mezopotamya, dicle ve fırat,
makiler, ardıçlar, likenler,
sevgi, dostluk, hoşgörü, dürüstlük ve sabır...
doğa diliyle öğrenmişseniz, asla unutmazsınız.
çünkü;
sadece beyninizin değil,
bütün vücudunuzun bir parçası olmuştur o şey...
zaman ve matematik,
doğanın sarsılmaz otoritesi,
ardarda gelen anlar dizisinden oluşan bağımsız bir dünya...
mekanikleşen insan ve sıcaklığını yitirmiş duygular,
doğanın otoritesini sarsarsa,
dehşet damarı harekete geçer,
sinir tellerinde dengeler bozulur,
artık bu dehşetin sınırı yok...
dost olursan dostundur,
olmazsan,
verdiğini geri alır...
necat iltaş
(2001)
doğanın bir dili var,
irktan, milliyetten ve renklerden bağımsız,
kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda,
kelimeleri aynı, grameri aynı.
bu dilden, duygular anlar,
mutluluk bu dildedir.
birlikte yaşamayı,
dostça paylaşmayı öğretir kelimeleri,
sevginin yolunu gösterir işaretleri,
sadece beyni değil,
bedeni de kullanmayı öğretir bu dil...
doğada özgürsün, anandan doğduğun gibi,
gizlenmen, saklanman gerekmez.
daha çok tüketmek için değil,
yaşamak içindir, harcadığın tüm çaban,
toprak, su ve ateş,
kuşlar, böcekler ve otlar dostun olur,
riyasız, hilesiz, çıkarsız...
mutluluk, sihirli bir olgu burada,
bazen ışık olur, ateş böceğinin fotosit hücrelerinde,
ya da seher vakti iki kekliğin karşılıklı atışması
veya bir nazlı ceylanın hüzün dolu gözlerinde bulursun huzuru.
tılsımı da;
sevgi
ve
ait olduğun yere duyduğun bağlılık...
doğa,
tıpkı unutulmuş bir kütüphane.
yazıya ve rakamlara dökülemeyen kitaplar,
ağrı dağı, mezopotamya, dicle ve fırat,
makiler, ardıçlar, likenler,
sevgi, dostluk, hoşgörü, dürüstlük ve sabır...
doğa diliyle öğrenmişseniz, asla unutmazsınız.
çünkü;
sadece beyninizin değil,
bütün vücudunuzun bir parçası olmuştur o şey...
zaman ve matematik,
doğanın sarsılmaz otoritesi,
ardarda gelen anlar dizisinden oluşan bağımsız bir dünya...
mekanikleşen insan ve sıcaklığını yitirmiş duygular,
doğanın otoritesini sarsarsa,
dehşet damarı harekete geçer,
sinir tellerinde dengeler bozulur,
artık bu dehşetin sınırı yok...
dost olursan dostundur,
olmazsan,
verdiğini geri alır...
necat iltaş
(2001)
eylül
eylül ü sevmiyorum !..
güz ün hüznü,
sararıp düşen yaprağın yakarışı,
göç eden kuşların vedası,
ya da;
doğayı saran ölüm sessizliği,
gülün bülbüle ihaneti
veya;
yaşamın baharına olan özleminden değil sevmemem...
eylülü sevmiyorum !..
çünkü
eylülde;
işığı olmayan,
hain,
soğuk bir karanlık,
çöker içime...
kişiliğim kırılır,
iradem zedelenir o anda.
beynimin tüm kıvrımlarına,
nüfuz eder,
soğuk bir sıtmaya tutulurum,
zangır zangır titremeye başlar,
vücudumun her hücresi.
ter basar her yanımı,
gözbebeklerime kadar...
kovmaya, kaçmaya çalışırım,
ama, çoğu zaman başaramam,
ve, yakalanırım,
karanlığın soğuk ellerine...
uykuda mıyım,
uyanık mıyım bilemem,
şizofrenik bir vaka olurum,
ve esir alır beni bu anımda...
beyaz perdede oynayan,
bir filmin karakteri olurum bir an,
bir yandan da,
salonda seyirci...
artık, gerçek ve hayal,
karışmıştır birbirine.
bir meçhulde,
orta dünyada bir yerdeyim.
işıklar söner,
film başlar...
tekmelerle kırılan kapılar,
gözbağı
ve arkadan bağlanan eller,
yakılan, yırtılan kitaplar, yazılar,
yere düşen şiir dizelerinin acı çığlıkları...
iteleme ve dipçiklemelerle,
çıkıyoruz yola...
istikameti ve amacı belirsiz,
bir zaman yolculuğu başlar,
içimdeki eylül karanlığına...
ter kokan soğuk,
yankılanan umutsuzluk çığlıkları,
dolambaçlı labirentler,
bir aşağı, bir yukarı,
yedi demir kapı arkasında,
yedi kat yerin dibinde,
küf kokan,
kan kokan,
havasız, penceresiz bir oda...
çullandı üzerime beş on kişi,
coplar, sopalar, falakalar...
çarmıha gerdiler,
acım, bir damla yaş oldu gözlerimde,
haykırışım arşa çıktı,
isaya ulaştı gökyüzünde isyanım..
açtım kenetlenen ellerimi,
bir avuç ışık süzüldü ellerimden,
yıldırım çarpmışa döndü karanlık,
acıyla kıvrandı cehennem bekçileri...
kör oldu karanlık,
bir avuç ışık ile...
yine de,
acıdım onlara,
insan olduğum için.
acıdım onlara,
çocuklarımı sevdiğim için.
çünkü;
ister insan, ister hayvan,
ya da bitki..
yani canlı veya cansız,
yeryüzündeki her şey...
işkenceyi hakketmez,
işkenceci olsa bile...
eylülü sevmiyorum !..
çünkü
geçmişe götürür beni...
yazdığım romanları, öyküleri,
duygularımla suladığım şiirlerimi çaldılar...
uzun bir süre yazmadım,
yazamadım.
ve halen, roman yazmıyorum...
çünkü
yıllarca önce yakılan,
ya da toprağa gömülen,
romanlarımın kahramanları,
suphi, melek, samyel ve diğerleri,
rüyama girip,
acıyla haykırırlar,
boğazıma sarılırlar...
onları,
ateşten ve yerin altından,
kurtarmamı isterler...
onları kurtaramadım...
söylemeye de utandım...
utandım suphiden,
utandım onlarca şiirin,
hüzün dolu bakışlarından,
utandım...
kendimden utandım,
çaresizliğimden utandım...
ve yemin ettim,
bir daha roman yazmayacağım,
kahramanlarını koruyamadığım sürece...
eylülü sevmiyorum !..
suphi, melek, samyel ve diğerlerini,
yok ettiği için...
eylülü sevmiyorum !..
sevgi, aşk ve barış şiirlerimi,
işığımı çaldıkları için...
eylülü sevmiyorum !..
binlerce,
aydınlık beyni zincire vurduğu için...
şimdi anladın mı?,
eylülü neden sevmediği mi !...
sence, haksız mıyım?..
necat iltaş
(eylül 2001)
eylül ü sevmiyorum !..
güz ün hüznü,
sararıp düşen yaprağın yakarışı,
göç eden kuşların vedası,
ya da;
doğayı saran ölüm sessizliği,
gülün bülbüle ihaneti
veya;
yaşamın baharına olan özleminden değil sevmemem...
eylülü sevmiyorum !..
çünkü
eylülde;
işığı olmayan,
hain,
soğuk bir karanlık,
çöker içime...
kişiliğim kırılır,
iradem zedelenir o anda.
beynimin tüm kıvrımlarına,
nüfuz eder,
soğuk bir sıtmaya tutulurum,
zangır zangır titremeye başlar,
vücudumun her hücresi.
ter basar her yanımı,
gözbebeklerime kadar...
kovmaya, kaçmaya çalışırım,
ama, çoğu zaman başaramam,
ve, yakalanırım,
karanlığın soğuk ellerine...
uykuda mıyım,
uyanık mıyım bilemem,
şizofrenik bir vaka olurum,
ve esir alır beni bu anımda...
beyaz perdede oynayan,
bir filmin karakteri olurum bir an,
bir yandan da,
salonda seyirci...
artık, gerçek ve hayal,
karışmıştır birbirine.
bir meçhulde,
orta dünyada bir yerdeyim.
işıklar söner,
film başlar...
tekmelerle kırılan kapılar,
gözbağı
ve arkadan bağlanan eller,
yakılan, yırtılan kitaplar, yazılar,
yere düşen şiir dizelerinin acı çığlıkları...
iteleme ve dipçiklemelerle,
çıkıyoruz yola...
istikameti ve amacı belirsiz,
bir zaman yolculuğu başlar,
içimdeki eylül karanlığına...
ter kokan soğuk,
yankılanan umutsuzluk çığlıkları,
dolambaçlı labirentler,
bir aşağı, bir yukarı,
yedi demir kapı arkasında,
yedi kat yerin dibinde,
küf kokan,
kan kokan,
havasız, penceresiz bir oda...
çullandı üzerime beş on kişi,
coplar, sopalar, falakalar...
çarmıha gerdiler,
acım, bir damla yaş oldu gözlerimde,
haykırışım arşa çıktı,
isaya ulaştı gökyüzünde isyanım..
açtım kenetlenen ellerimi,
bir avuç ışık süzüldü ellerimden,
yıldırım çarpmışa döndü karanlık,
acıyla kıvrandı cehennem bekçileri...
kör oldu karanlık,
bir avuç ışık ile...
yine de,
acıdım onlara,
insan olduğum için.
acıdım onlara,
çocuklarımı sevdiğim için.
çünkü;
ister insan, ister hayvan,
ya da bitki..
yani canlı veya cansız,
yeryüzündeki her şey...
işkenceyi hakketmez,
işkenceci olsa bile...
eylülü sevmiyorum !..
çünkü
geçmişe götürür beni...
yazdığım romanları, öyküleri,
duygularımla suladığım şiirlerimi çaldılar...
uzun bir süre yazmadım,
yazamadım.
ve halen, roman yazmıyorum...
çünkü
yıllarca önce yakılan,
ya da toprağa gömülen,
romanlarımın kahramanları,
suphi, melek, samyel ve diğerleri,
rüyama girip,
acıyla haykırırlar,
boğazıma sarılırlar...
onları,
ateşten ve yerin altından,
kurtarmamı isterler...
onları kurtaramadım...
söylemeye de utandım...
utandım suphiden,
utandım onlarca şiirin,
hüzün dolu bakışlarından,
utandım...
kendimden utandım,
çaresizliğimden utandım...
ve yemin ettim,
bir daha roman yazmayacağım,
kahramanlarını koruyamadığım sürece...
eylülü sevmiyorum !..
suphi, melek, samyel ve diğerlerini,
yok ettiği için...
eylülü sevmiyorum !..
sevgi, aşk ve barış şiirlerimi,
işığımı çaldıkları için...
eylülü sevmiyorum !..
binlerce,
aydınlık beyni zincire vurduğu için...
şimdi anladın mı?,
eylülü neden sevmediği mi !...
sence, haksız mıyım?..
necat iltaş
(eylül 2001)
çocuklar...
çocuklar...çocuklar,
yeryüzünün sevda gülleri.
yaşamı anlamlandıran güzeller,
sarısı, beyazı, siyahı ve esmeriyle,
dağda, ovada, adada, sokakta;
ister aç, ister tok,
ister oyuncaklı, ister oyuncaksız,
ister evsiz,
ya da yurtsuz;
hepsi ...ama hepsi,
özgür çiçekleridir, sevgi bahçesinin,
yalnız değilller,
yalnız olmadıklarını biliyorlar,
çünkü gülücükleri aynı, umutları aynı, sevdaları aynı...
zeytin gözlü, boncuk gözlü,
ne güzel gülüyorlar...
gülücükleri;
sevgi dolu, huzur dolu, umut dolu...
barış, kardeşlik ve aşk dolu,
umudun, hayallerin ve sevginin mimarları...
çocuklar...
ipek sarısı,
kömür siyahı,
kıvır kıvır saçlarıyla,
yeryüzünün küçük ama zeki insanları...
yasaksız, yalansız ve savaşsız ,
eğitime değil, öğrenime koşanlar,
merak eden ve soran,
bakır tellerin değil, fiber optik,
abaküsün değil , sibernetiğin,
klavyenin insanları...
bilgi çağının tomurcukları,
tek silahları; gülücükleri...
adları ne olursa olsun,
nerede oturuyor oldukları,
renkleri, cinsiyetleri önemli değil;
çünkü onlar aynı dili konuşur,
gamzelerinde aynı çiçek,
gözlerindeki ışık aynı;
yasaksız, yalansız, savaşsız,
sevgi dolu, aşk dolu, umut dolu...
bütün çocuklar kardeştir,
aynı kaderi paylaşır,
aynı acılara ağlar,
aynı sevinçlere güler,
filler tepişirken ezilen onlar,
soygun düzenlerinde aç kalan ,
savaşlarda ölen,
hastalıklarda en çok kırılan onlar.
belki de bundandır,
çocuklar,
kavgayı, savaşı sevmezler...
hamasi nutuklar onları etkilemez,
ama havada taklabaz bir güvercin,
evde sırnaşık bir kedi,
sokakta sevimli bir köpek,
gülücük yağdırır o küçücük yüzlerine,
sevgiyle parlatır gözlerini,
siyahın, beyazın, sarının ve esmerin,
çünkü bütün çocuklar kardeştir...
kimisi sokakta,
kimisi sırça köşkte,
kiminin anasütünden başka lüksü olmasa bile,
gülücükleri ortak,
gözlerindeki ışık aynı ;
kelebekler gibi özgür,
yunuslar gibi duyarlı,
fırat gibi coşkulu ve yürekli...
çocuklar!..
ne olur hep öyle kalın...
kendinize benzeyin,
bize değil....
necat iltaş
(2000)
çocuklar...çocuklar,
yeryüzünün sevda gülleri.
yaşamı anlamlandıran güzeller,
sarısı, beyazı, siyahı ve esmeriyle,
dağda, ovada, adada, sokakta;
ister aç, ister tok,
ister oyuncaklı, ister oyuncaksız,
ister evsiz,
ya da yurtsuz;
hepsi ...ama hepsi,
özgür çiçekleridir, sevgi bahçesinin,
yalnız değilller,
yalnız olmadıklarını biliyorlar,
çünkü gülücükleri aynı, umutları aynı, sevdaları aynı...
zeytin gözlü, boncuk gözlü,
ne güzel gülüyorlar...
gülücükleri;
sevgi dolu, huzur dolu, umut dolu...
barış, kardeşlik ve aşk dolu,
umudun, hayallerin ve sevginin mimarları...
çocuklar...
ipek sarısı,
kömür siyahı,
kıvır kıvır saçlarıyla,
yeryüzünün küçük ama zeki insanları...
yasaksız, yalansız ve savaşsız ,
eğitime değil, öğrenime koşanlar,
merak eden ve soran,
bakır tellerin değil, fiber optik,
abaküsün değil , sibernetiğin,
klavyenin insanları...
bilgi çağının tomurcukları,
tek silahları; gülücükleri...
adları ne olursa olsun,
nerede oturuyor oldukları,
renkleri, cinsiyetleri önemli değil;
çünkü onlar aynı dili konuşur,
gamzelerinde aynı çiçek,
gözlerindeki ışık aynı;
yasaksız, yalansız, savaşsız,
sevgi dolu, aşk dolu, umut dolu...
bütün çocuklar kardeştir,
aynı kaderi paylaşır,
aynı acılara ağlar,
aynı sevinçlere güler,
filler tepişirken ezilen onlar,
soygun düzenlerinde aç kalan ,
savaşlarda ölen,
hastalıklarda en çok kırılan onlar.
belki de bundandır,
çocuklar,
kavgayı, savaşı sevmezler...
hamasi nutuklar onları etkilemez,
ama havada taklabaz bir güvercin,
evde sırnaşık bir kedi,
sokakta sevimli bir köpek,
gülücük yağdırır o küçücük yüzlerine,
sevgiyle parlatır gözlerini,
siyahın, beyazın, sarının ve esmerin,
çünkü bütün çocuklar kardeştir...
kimisi sokakta,
kimisi sırça köşkte,
kiminin anasütünden başka lüksü olmasa bile,
gülücükleri ortak,
gözlerindeki ışık aynı ;
kelebekler gibi özgür,
yunuslar gibi duyarlı,
fırat gibi coşkulu ve yürekli...
çocuklar!..
ne olur hep öyle kalın...
kendinize benzeyin,
bize değil....
necat iltaş
(2000)
mardin,kültürler kavşaği...
kusursuz bir işçilik.
aşkla, sevgiyle yontulup perdahlanmış,
belki de, acıyla yoğrulmuş,
emek ile, ter ile şekillenmiş,
büyük taş bloklar,
işlemeli kapılar...
yüzyılların sararttığı,
taş konaklarla süslü,
her taşın tanıklığında,
her evin ayrı bir hikayesi,
ayrı bir gizemi ve sırrı olan,
her taşı tarih kokan bir şehir,
bir taş yapı simgesi...
doğaya, taşa, toprağa ve güneşe saygılı,
iklime ve insana dost,
"marduk" kuralları geçerli burada...
yazılı olmayan,
ama, babil’den beri geçerli olan yaşam kuralları;
kimse,
kimsenin güneşini, havasını kesmez,
kimse,
kimsenin suyunu kirletmez...
zamana karşı bir direnişe tanık olursunuz,
zamanın durduğu bu kentte.
öykülerle bezeli bu kent...mardin...
mezopotamya’da,
bir dağ yamacında kurulmuş,
kervan ve savaş yolları olmuş bin yıllarca.
timur, kustus, iskender ve diğerlerinin,
hep ağzını sulandırmış...
içinde,
çeşitli dinlerin ve dillerin,
kapı komşu yaşadığı;
müslümanlar, kameriler ve museviler,
süryani, ermeni, keldani ve yezidiler,
kürtler, araplar, çeçenler ve diğerleri
bir dinsel ve dilsel mozaik...
hiçbir din ve dil baskın olmamış diğerine,
yaşam damarını kesmemiş, gücü elinde bulundurduğunda...
sevgi, saygı ve hoşgörü bir gelenek buralarda,
nusaybin’de zeynel abidin camii,
süryani bir usta ve oğulları tarafından inşa edilmiş...
deyru’z- zafaran manastırı’nın alt katında;
tavanı, "kilit taşı" ile ayakta duran,
harçsız, dev taş bloklarla örülmüş zerdüşti ateş ve güneş tapınağı,
rahatsız etmemiş bugünkü sahiplerini.
ve korumuşlar gözbebekleri gibi,
bu güne taşımışlar hiç gocunmadan,
binlerce yıllık bir kültür abidesini.
büyüleyici ve muhteşem bir insanlık mirası... bu şehir mardin...
sapsarı,
safran sarısı bir gün ışığında,
mor lacivert akşamlarda,
üzerine kurulduğu dağa yaslanıp,
mezopotamya ovasını seyre dalar.
yüzyılların yorgunluğunu;
aşağıda dalgalanan yeşil denize,
üzerinde yaşayan insanlara,
taşa toprağa ve tüm canlılara
sevgiyle, coşkuyla bakarak atmaya çalışır,
kentin yaşlıları gibi...
yaşlılar;
çarşıda,
kapı önlerinde,
kaldırımlara konulan,
alçak iskemlelerde oturur çoğu zaman.
bir yandan serinlenirken gölgede,
bir yandan da,
tespih çekilir, tütün sarılır,
geçmiş yad edilir,
doyulmamış yaşama,
ve,
yaşanmamış anlara derinden bir ahhh çekilir...
biraz sonra,
sıcak bir yağmur yağar,
ve yıkamaya başlar,
kentin,
dar ve biçimsiz sokaklarını,
yaşanmamış anlarla beraber...
dantel gibi işlenmiş evler;
çoğunun girişinde geniş merdivenler,
heybetli sütunlarla desteklenmiş sahanlıklar,
içerden açmak için,
bahçe kapısı mandalına bağlı uzunca ipler,
güneşi boylu boyunca alan,
dar ve uzun odalar,
seyrine doyum olmayan cumbalar,
yol veren abbaralar...
buralarda ne sevdalar,
ne acılar,
ne sevinçler yaşandı kim bilir..
güneş;
bütün ihtişamı ve tüm çıplaklığıyla,
en güzel renklerini buraya taşır,
sarı, tüm tonlarıyla,
bir renk akustiği oluşturur dağda, ovada.
renk sıtmasına tutulur, toprak ve su.
debelleşir tatlı bir heyecanla,
bu sancının ürünü,
muhteşem bir doğum olur,
güneşin altın renginde,
üzüm, zeytin, incir ve nar...
geleneklerin belirlediği haşin bir yaşam.
kahve içmekten,
konak ağırlamaya,
düğünden ölüme
yaşama yön veren ritüeller,
uyulması zorunlu katı kurallar...
bazen de güçsüze, yurtsuza,
uçsuz bucaksız bir sığınak olur.
zamansız zamanlarda,
şiirsel zamansızlık,
çağlar ötesi kültürlerin harmanladığı,
kültürler kavşağı...
dirlik, düzen ve gücün sembolü,
siyah kıl çadırlarda düğün ve taziyeler;
sohbet, barış ve dostlukta,
bazen de ölümde acı kahve "mırra",
büyük bir huşu ve saygıyla,
sunulur misafire.
konukseverlik;
buralarda bir ibadet gibi,
bir ayine hazırlanır gibi,
ikrama hazırlanılır,
kurallarıyla, adetleriyle...
öyle ki;
kestiği hayvanın başı ve organları bile,
büyük tepsilerdeki yemeğin üstüne konur,
misafire saygı ifadesi olarak...
ip atlayan,
istop, körebe, saklambaç oynayan çocuklar,
karanfil kokan kırık leblebi...
hafif is kokan mis gibi yoğurt,
toprak gibi kokan toprak,
damlarda beslenen keklikler,
taklabaz güvercinler,
gökyüzünün yorgan olduğu,
yıldızların şarkı söylediği yaz akşamları,
gündüzleri,
van gogh’un resimlerindeki mutluluk güneşi,
akrep ve yelkovanın koşmaktan yorulduğu,
zamanın durduğu,
dokunulmamış zamanlar;
geçmişin ve geleceğin o an yaşandığı,
çocuksu, özgür ve insancıl zamanlar...
tek bir dilin sözcükleri değildir,
burada konuşulanlar.
birkaç ayrı dil konuşulur şehrin sokaklarında,
ama herkes her sözcüğü anlar,
kendisine lazım olacak kadar...
bir yanda;
camilerde okunan ezan,
bir yanda;
aziz petrus’tan bu yana,
zangoçun çaldığı çan,
diğer tarafta;
doğan güneşe saf tutan insanlar...
bu kadar baştan çıkarıcı,
sürükleyici,
davetkar,
insanı başka alemlere götüren,
şaşırtan,
ağlatan,
güldüren bir mekan,
yeryüzünün hiçbir yerinde yoktur...
necat iltaş
(2000)
kusursuz bir işçilik.
aşkla, sevgiyle yontulup perdahlanmış,
belki de, acıyla yoğrulmuş,
emek ile, ter ile şekillenmiş,
büyük taş bloklar,
işlemeli kapılar...
yüzyılların sararttığı,
taş konaklarla süslü,
her taşın tanıklığında,
her evin ayrı bir hikayesi,
ayrı bir gizemi ve sırrı olan,
her taşı tarih kokan bir şehir,
bir taş yapı simgesi...
doğaya, taşa, toprağa ve güneşe saygılı,
iklime ve insana dost,
"marduk" kuralları geçerli burada...
yazılı olmayan,
ama, babil’den beri geçerli olan yaşam kuralları;
kimse,
kimsenin güneşini, havasını kesmez,
kimse,
kimsenin suyunu kirletmez...
zamana karşı bir direnişe tanık olursunuz,
zamanın durduğu bu kentte.
öykülerle bezeli bu kent...mardin...
mezopotamya’da,
bir dağ yamacında kurulmuş,
kervan ve savaş yolları olmuş bin yıllarca.
timur, kustus, iskender ve diğerlerinin,
hep ağzını sulandırmış...
içinde,
çeşitli dinlerin ve dillerin,
kapı komşu yaşadığı;
müslümanlar, kameriler ve museviler,
süryani, ermeni, keldani ve yezidiler,
kürtler, araplar, çeçenler ve diğerleri
bir dinsel ve dilsel mozaik...
hiçbir din ve dil baskın olmamış diğerine,
yaşam damarını kesmemiş, gücü elinde bulundurduğunda...
sevgi, saygı ve hoşgörü bir gelenek buralarda,
nusaybin’de zeynel abidin camii,
süryani bir usta ve oğulları tarafından inşa edilmiş...
deyru’z- zafaran manastırı’nın alt katında;
tavanı, "kilit taşı" ile ayakta duran,
harçsız, dev taş bloklarla örülmüş zerdüşti ateş ve güneş tapınağı,
rahatsız etmemiş bugünkü sahiplerini.
ve korumuşlar gözbebekleri gibi,
bu güne taşımışlar hiç gocunmadan,
binlerce yıllık bir kültür abidesini.
büyüleyici ve muhteşem bir insanlık mirası... bu şehir mardin...
sapsarı,
safran sarısı bir gün ışığında,
mor lacivert akşamlarda,
üzerine kurulduğu dağa yaslanıp,
mezopotamya ovasını seyre dalar.
yüzyılların yorgunluğunu;
aşağıda dalgalanan yeşil denize,
üzerinde yaşayan insanlara,
taşa toprağa ve tüm canlılara
sevgiyle, coşkuyla bakarak atmaya çalışır,
kentin yaşlıları gibi...
yaşlılar;
çarşıda,
kapı önlerinde,
kaldırımlara konulan,
alçak iskemlelerde oturur çoğu zaman.
bir yandan serinlenirken gölgede,
bir yandan da,
tespih çekilir, tütün sarılır,
geçmiş yad edilir,
doyulmamış yaşama,
ve,
yaşanmamış anlara derinden bir ahhh çekilir...
biraz sonra,
sıcak bir yağmur yağar,
ve yıkamaya başlar,
kentin,
dar ve biçimsiz sokaklarını,
yaşanmamış anlarla beraber...
dantel gibi işlenmiş evler;
çoğunun girişinde geniş merdivenler,
heybetli sütunlarla desteklenmiş sahanlıklar,
içerden açmak için,
bahçe kapısı mandalına bağlı uzunca ipler,
güneşi boylu boyunca alan,
dar ve uzun odalar,
seyrine doyum olmayan cumbalar,
yol veren abbaralar...
buralarda ne sevdalar,
ne acılar,
ne sevinçler yaşandı kim bilir..
güneş;
bütün ihtişamı ve tüm çıplaklığıyla,
en güzel renklerini buraya taşır,
sarı, tüm tonlarıyla,
bir renk akustiği oluşturur dağda, ovada.
renk sıtmasına tutulur, toprak ve su.
debelleşir tatlı bir heyecanla,
bu sancının ürünü,
muhteşem bir doğum olur,
güneşin altın renginde,
üzüm, zeytin, incir ve nar...
geleneklerin belirlediği haşin bir yaşam.
kahve içmekten,
konak ağırlamaya,
düğünden ölüme
yaşama yön veren ritüeller,
uyulması zorunlu katı kurallar...
bazen de güçsüze, yurtsuza,
uçsuz bucaksız bir sığınak olur.
zamansız zamanlarda,
şiirsel zamansızlık,
çağlar ötesi kültürlerin harmanladığı,
kültürler kavşağı...
dirlik, düzen ve gücün sembolü,
siyah kıl çadırlarda düğün ve taziyeler;
sohbet, barış ve dostlukta,
bazen de ölümde acı kahve "mırra",
büyük bir huşu ve saygıyla,
sunulur misafire.
konukseverlik;
buralarda bir ibadet gibi,
bir ayine hazırlanır gibi,
ikrama hazırlanılır,
kurallarıyla, adetleriyle...
öyle ki;
kestiği hayvanın başı ve organları bile,
büyük tepsilerdeki yemeğin üstüne konur,
misafire saygı ifadesi olarak...
ip atlayan,
istop, körebe, saklambaç oynayan çocuklar,
karanfil kokan kırık leblebi...
hafif is kokan mis gibi yoğurt,
toprak gibi kokan toprak,
damlarda beslenen keklikler,
taklabaz güvercinler,
gökyüzünün yorgan olduğu,
yıldızların şarkı söylediği yaz akşamları,
gündüzleri,
van gogh’un resimlerindeki mutluluk güneşi,
akrep ve yelkovanın koşmaktan yorulduğu,
zamanın durduğu,
dokunulmamış zamanlar;
geçmişin ve geleceğin o an yaşandığı,
çocuksu, özgür ve insancıl zamanlar...
tek bir dilin sözcükleri değildir,
burada konuşulanlar.
birkaç ayrı dil konuşulur şehrin sokaklarında,
ama herkes her sözcüğü anlar,
kendisine lazım olacak kadar...
bir yanda;
camilerde okunan ezan,
bir yanda;
aziz petrus’tan bu yana,
zangoçun çaldığı çan,
diğer tarafta;
doğan güneşe saf tutan insanlar...
bu kadar baştan çıkarıcı,
sürükleyici,
davetkar,
insanı başka alemlere götüren,
şaşırtan,
ağlatan,
güldüren bir mekan,
yeryüzünün hiçbir yerinde yoktur...
necat iltaş
(2000)
mezopotamya...
ben mezopotamya !...
asyanın nazlı kızı.
bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı...
sevgi ve kin,
öfke ve hırs,
savaş ve barış bende anlamlandı.
bende vücut buldu ruh,
tarih benimle başladı...
özgürlük göbek adımdır,
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fıratla yarışır,
diclede dinginleşirim..
nemrutta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum...
eriduda gılgameş olur, enkiduyu ehlileştiririm,
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamyayım
asyanın nazlı ve biricik kızı...
güneş;
önce
ve en güzel bende doğar.
yayılır çekinmeden,
çırılçıplak dolanır gün boyu
ovalarımda, dağlarımda...
kah bir kelebeğin kanadında,
kah yeni doğan bir kuzunun yanıbaşında,
bazen tohuma duran bir çiçeğin tomurcuğunda
bazen de izlonun doruklarında akşamı getirir...
vedalaşırken batımda,
mor gecede ayın en güzel yüzüne emanet eder beni,
ertesi günde buluşmanın sevgi ve coşkusuyla...
çünkü ben mezopotamyayım
güneşin ve ayın maşuku...
insanlarım mert ve sevecen,
çünkü benim suyumu içtiler,
ekmeklerinde, sevgiyle büyüttüğüm başaklarım
ayranlarında, sütümle beslediğim,
mis kokulu otlarımın tadı var...
çünkü onlar benim çocuklarım,
ruhları bende bedenlendi...
özgür, mağrur ve sevgi dolu....
zamansız zamanlar,
dokunulmamış zaman aralıkları,
çağlar ötesi kültürler,
atlar ve atlılar,
diller ve dinler,
gelenek ve renklerle,
çocuklarımın içindeki evrenim ben.
tıpkı;
güneşin etrafında dönen dünya gibi,
etrafımda sevgiyle, coşkuyla dönerler.
geçmiş ve geleceği,
o an yaşatırım onlara,
geçmiş ve geleceğe saplanmadan...
ateş ve su;
benim şahitliğimde evlendi,
ateş sunakları,
ilk ve en önce,
benim için yakıldı.
gündüzlerin gündüz,
gecelerin gece olduğu,
uçsuz bucaksız,
bir sığınak oldum çocuklarıma...
kıl çadırlarda,
yaşama yön veren rituellerde,
hep baş köşede oldum;
mırra;
ateşin, suyun
ve çocuklarımın
hediyesi oldu bana.
çünkü;
yiğitlik,
ahde vefa,
barış ve hoşgörü,
toprağıma ve insanıma verdiğim mayamdır...
çünkü, ben mezopotamyayım,
asyanın mağrur ve anaç kızı...
en iyi bağbozumları bende olur,
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardinden şamranlarla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnara ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardine yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamyayım,
asyanın nazlı ve özgür kızı...
ibrahim bende doğdu,
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islamın yolunu ben açtım
dermetinanda hacı kemal,
kosarda hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammarada, deyruz zafaranda, mor mihailde mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım...
utanırım anamdan, kardeşlerimden, çocuklarımdan
utanırım güneşten, aydan ve rüzgardan...
utanırım, aç yatan bebelerden, dedelerden,
utanırım, el kapısında iş dilenen civanlardan,
içtiği suya pislik bulaşmış analardan, babalardan utanırım..
çünkü ben mezopotamyayım
asyanın nazlı ve mağrur kızı...
necat iltaş
(1998)
ben mezopotamya !...
asyanın nazlı kızı.
bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı...
sevgi ve kin,
öfke ve hırs,
savaş ve barış bende anlamlandı.
bende vücut buldu ruh,
tarih benimle başladı...
özgürlük göbek adımdır,
dağlarımda ve ovalarımda,
zümrüt yeşilinde
ve güneşin sihirli renklerinde,
rüzgarın o karşı konulmaz,
muhteşem ritminde bir kısrak olur,
fıratla yarışır,
diclede dinginleşirim..
nemrutta kara kartalın kanatlarında
tanrılara meydan okurum...
eriduda gılgameş olur, enkiduyu ehlileştiririm,
hammurabi olur 282 ile düzen getiririm...
tanrıça iştar benimle aşık atamaz,
çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim..
çünkü ben mezopotamyayım
asyanın nazlı ve biricik kızı...
güneş;
önce
ve en güzel bende doğar.
yayılır çekinmeden,
çırılçıplak dolanır gün boyu
ovalarımda, dağlarımda...
kah bir kelebeğin kanadında,
kah yeni doğan bir kuzunun yanıbaşında,
bazen tohuma duran bir çiçeğin tomurcuğunda
bazen de izlonun doruklarında akşamı getirir...
vedalaşırken batımda,
mor gecede ayın en güzel yüzüne emanet eder beni,
ertesi günde buluşmanın sevgi ve coşkusuyla...
çünkü ben mezopotamyayım
güneşin ve ayın maşuku...
insanlarım mert ve sevecen,
çünkü benim suyumu içtiler,
ekmeklerinde, sevgiyle büyüttüğüm başaklarım
ayranlarında, sütümle beslediğim,
mis kokulu otlarımın tadı var...
çünkü onlar benim çocuklarım,
ruhları bende bedenlendi...
özgür, mağrur ve sevgi dolu....
zamansız zamanlar,
dokunulmamış zaman aralıkları,
çağlar ötesi kültürler,
atlar ve atlılar,
diller ve dinler,
gelenek ve renklerle,
çocuklarımın içindeki evrenim ben.
tıpkı;
güneşin etrafında dönen dünya gibi,
etrafımda sevgiyle, coşkuyla dönerler.
geçmiş ve geleceği,
o an yaşatırım onlara,
geçmiş ve geleceğe saplanmadan...
ateş ve su;
benim şahitliğimde evlendi,
ateş sunakları,
ilk ve en önce,
benim için yakıldı.
gündüzlerin gündüz,
gecelerin gece olduğu,
uçsuz bucaksız,
bir sığınak oldum çocuklarıma...
kıl çadırlarda,
yaşama yön veren rituellerde,
hep baş köşede oldum;
mırra;
ateşin, suyun
ve çocuklarımın
hediyesi oldu bana.
çünkü;
yiğitlik,
ahde vefa,
barış ve hoşgörü,
toprağıma ve insanıma verdiğim mayamdır...
çünkü, ben mezopotamyayım,
asyanın mağrur ve anaç kızı...
en iyi bağbozumları bende olur,
en iyi şarabı, en tatlı şırayı ben veririm
belki de bundandır,
benim topraklarımda aşk,
sevmek ve sevilmek,
şarap tadında olur...
bundan değilmi ki;
babil kralı nabukodonosor,
sevdası için mardinden şamranlarla
şıra akıttı yüzlerce mil aşağılara,
bundan değilmi ki,
iskender zınnara ;
prenses fahriyye ve ravza cennet bahçelere,
şad buhari mardine yerleşir..
timur, kustus, antonius ve daha nicesi,
bu sevdanın peşinde topraklarıma kan bulaştırdılar...
ihanet ektiler topraklarıma;
kelepçe vurdular çocuklarımın gözyaşlarına...
dağlarımda ağaç bırakmadılar, çıplak kaldım,
utanırım..ele güne karşı,
utanırım.. aya, güneşe karşı
çünkü ben mezopotamyayım,
asyanın nazlı ve özgür kızı...
ibrahim bende doğdu,
sin mabedinde aya ve yıldızlara yakarırken doğruyu buldu...
zarathustra, mani ve yezidiliğe ben ilham oldum,
ilk hıristiyanlara ben kucak açtım
lorna ve anastisiupolis ile, islamın yolunu ben açtım
dermetinanda hacı kemal,
kosarda hoca ihsan, selman-i pak ve niceleri islam dediler;
moşe bar kifo, hanna dolabani;
hammarada, deyruz zafaranda, mor mihailde mesih demediler mi?
ekmeğim, suyum ve güneşim hepsine yetmedi mi?
yetmedi mi? zeytinim incirim ve narım...
utanırım anamdan, kardeşlerimden, çocuklarımdan
utanırım güneşten, aydan ve rüzgardan...
utanırım, aç yatan bebelerden, dedelerden,
utanırım, el kapısında iş dilenen civanlardan,
içtiği suya pislik bulaşmış analardan, babalardan utanırım..
çünkü ben mezopotamyayım
asyanın nazlı ve mağrur kızı...
necat iltaş
(1998)
yaşamin gizemi...
yaşamda iki alan,
ince bir ufuk çizgisi,
bir yanı "fizik",
öte yanı "metafizik",
zülfikar gibi keskin,
sırat gibi ince,
fırat gibi gerçek...
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
insanları mutlu kılmaktır amaçları,
burada ve öte tarafta..
birinde "inanmak",
diğerinde "görmek",
biri duygu ve coşkuyu,
diğeri, akıl ve emeği,
biri toplumun vicdanı,
diğeri refahı...
biri terazinin tartısı,
diğeri, gelişmenin ibresi,
biri, sadakatı,
sevgiyi,
ve korkuyu...
diğeri, ateşi,
toprağı,
ve suyu...
eksiksiz bir panorama...
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
çünkü;
ikisi birarada anlamlandırır "yaşam"ı...
ne duygusuz akıl,
ne akılsız duygu...
antik mitolojide,
88 bölgeye ayırır gökyüzünü takım yıldızları,
yüzlerce yıl sonra da uzay bilimleri...
yaşamda iki alan,
biri dünyevi,
diğeri uhrevi...
aralarında ince bir ufuk çizgisi.
ikisi de olmalı...
ikisi de olması gereken yerde olmalı,
biri diğerinin yerini almamalı..
alırsa eğer;
anlamlarını kaybeder..
o zaman;
alanlar değil,
çıkarlar egemen olur..
mutluluk değil,
öfke ve kin bayraktar olur..
engizisyon yüzlerce yıl sürer,
kan, gözyaşı ve işkenceleriyle...
dört kitap,
ve binlerce din,
atom fiziği, genetik ve bilgi teknolojileri,
sosyal bilimler ve matematik,
aristo, heraklit, erasmus ve nietzsche,
mevlana, ebu davut, tusi, ebulferec,
düşünce tarihi ve bilimsel gelişmeler,
ahriman’ın kötülüğüne karşı,
hürmüz’ün iyilik tohumlarını yaymaya çalışır,
alanlar birbirine karışmadıkça...
karışırsa şayet;
yumurtası karnında açılan engerek gibi,
zehir ve kan saçılır ortalığa,
yavrusunu yemeğe çalışır timsah.
hiroşima, nagazaki ve halepçe,
binlerce insan,
çocuk, kadın ve ihtiyarlar öldürülür,
atom ve napalm bombalarıyla...
afganistan’da, budha heykelleri yıkılırken,
kültür ve insanlık yokedilmeye çalışılır,
insanları sevmek temel duygu,
ve hedef olmalıyken,
dışkıları yedirilir insanlara,
ekolojik denge düşman olarak görülür,
hırs, tatminsizlik ve güç adına...
halbuki ne ekersen onu biçersin,
burada ve öte yanda;
çünkü,
ateşini beraber götürür insan,
yaşamın gerçeği,
yaşamın gizemi bu...
einstein’da izafiyet;
foton ve kuantum,
olasılık ve sınırlı görelilik;
hubble ile kozmoloji,
descartes, kant, leplace, kopernik;
ibrahim, zarathustra, sidharta;
ve daha nicesi,
sevgi ve barış üzerine kurdular kuramlarını...
ibrahim;
oğlu ishak’a rebeka’yı,
uşağı eliezer ile istetir mezopotamya’dan,
sevgi, barış ve kardeşlik için...
ve sevgi tohumlarını eker her tarafa,
sirius, rigel ve aldebaran gibi parlak,
endülüs atı gibi sağlıklı ve asil,
çınar gibi köklü,
ararat gibi yıkılmaz,
anadolu gibi vefalı,
granit gibi sağlam bir dostluk,
kardeş gibi bağlılık,
nemrut’taki beyaz kartal gibi özgür,
yarin yanağı gibi tatlı ve gönüllü,
mutluluk ve huzur çiçekleri ile dolu,
bir sevgi bahçesi oluşsun diye...
iki alan;
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
çünkü;
ikisi birarada anlamlandırır "yaşam"ı,
egemen kılar sevgi ve barışı,
ne duygusuz akıl,
ne akılsız duygu...
yaşamın gerçeği,
yaşamın gizemi bu...
necat iltaş
istanbul - 2001
yaşamda iki alan,
ince bir ufuk çizgisi,
bir yanı "fizik",
öte yanı "metafizik",
zülfikar gibi keskin,
sırat gibi ince,
fırat gibi gerçek...
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
insanları mutlu kılmaktır amaçları,
burada ve öte tarafta..
birinde "inanmak",
diğerinde "görmek",
biri duygu ve coşkuyu,
diğeri, akıl ve emeği,
biri toplumun vicdanı,
diğeri refahı...
biri terazinin tartısı,
diğeri, gelişmenin ibresi,
biri, sadakatı,
sevgiyi,
ve korkuyu...
diğeri, ateşi,
toprağı,
ve suyu...
eksiksiz bir panorama...
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
çünkü;
ikisi birarada anlamlandırır "yaşam"ı...
ne duygusuz akıl,
ne akılsız duygu...
antik mitolojide,
88 bölgeye ayırır gökyüzünü takım yıldızları,
yüzlerce yıl sonra da uzay bilimleri...
yaşamda iki alan,
biri dünyevi,
diğeri uhrevi...
aralarında ince bir ufuk çizgisi.
ikisi de olmalı...
ikisi de olması gereken yerde olmalı,
biri diğerinin yerini almamalı..
alırsa eğer;
anlamlarını kaybeder..
o zaman;
alanlar değil,
çıkarlar egemen olur..
mutluluk değil,
öfke ve kin bayraktar olur..
engizisyon yüzlerce yıl sürer,
kan, gözyaşı ve işkenceleriyle...
dört kitap,
ve binlerce din,
atom fiziği, genetik ve bilgi teknolojileri,
sosyal bilimler ve matematik,
aristo, heraklit, erasmus ve nietzsche,
mevlana, ebu davut, tusi, ebulferec,
düşünce tarihi ve bilimsel gelişmeler,
ahriman’ın kötülüğüne karşı,
hürmüz’ün iyilik tohumlarını yaymaya çalışır,
alanlar birbirine karışmadıkça...
karışırsa şayet;
yumurtası karnında açılan engerek gibi,
zehir ve kan saçılır ortalığa,
yavrusunu yemeğe çalışır timsah.
hiroşima, nagazaki ve halepçe,
binlerce insan,
çocuk, kadın ve ihtiyarlar öldürülür,
atom ve napalm bombalarıyla...
afganistan’da, budha heykelleri yıkılırken,
kültür ve insanlık yokedilmeye çalışılır,
insanları sevmek temel duygu,
ve hedef olmalıyken,
dışkıları yedirilir insanlara,
ekolojik denge düşman olarak görülür,
hırs, tatminsizlik ve güç adına...
halbuki ne ekersen onu biçersin,
burada ve öte yanda;
çünkü,
ateşini beraber götürür insan,
yaşamın gerçeği,
yaşamın gizemi bu...
einstein’da izafiyet;
foton ve kuantum,
olasılık ve sınırlı görelilik;
hubble ile kozmoloji,
descartes, kant, leplace, kopernik;
ibrahim, zarathustra, sidharta;
ve daha nicesi,
sevgi ve barış üzerine kurdular kuramlarını...
ibrahim;
oğlu ishak’a rebeka’yı,
uşağı eliezer ile istetir mezopotamya’dan,
sevgi, barış ve kardeşlik için...
ve sevgi tohumlarını eker her tarafa,
sirius, rigel ve aldebaran gibi parlak,
endülüs atı gibi sağlıklı ve asil,
çınar gibi köklü,
ararat gibi yıkılmaz,
anadolu gibi vefalı,
granit gibi sağlam bir dostluk,
kardeş gibi bağlılık,
nemrut’taki beyaz kartal gibi özgür,
yarin yanağı gibi tatlı ve gönüllü,
mutluluk ve huzur çiçekleri ile dolu,
bir sevgi bahçesi oluşsun diye...
iki alan;
birinin "kutsal"ı,
diğerinin "laboratuvar"ı...
çünkü;
ikisi birarada anlamlandırır "yaşam"ı,
egemen kılar sevgi ve barışı,
ne duygusuz akıl,
ne akılsız duygu...
yaşamın gerçeği,
yaşamın gizemi bu...
necat iltaş
istanbul - 2001
axin cıwan tarafından paylaşıma konulan "mezopotamya" adlı şiir, "necat iltas" adlı şaire aittir...
çocuklar...
çocuklar...çocuklar,
yeryüzünün sevda gülleri.
yaşamı anlamlandıran güzeller,
sarısı, beyazı, siyahı ve esmeriyle,
dağda, ovada, adada, sokakta;
ister aç, ister tok,
ister oyuncaklı, ister oyuncaksız,
ister evsiz,
ya da yurtsuz;
hepsi ...ama hepsi,
özgür çiçekleridir, sevgi bahçesinin,
yalnız değilller,
yalnız olmadıklarını biliyorlar,
çünkü gülücükleri aynı, umutları aynı, sevdaları aynı...
zeytin gözlü, boncuk gözlü,
ne güzel gülüyorlar...
gülücükleri;
sevgi dolu, huzur dolu, umut dolu...
barış, kardeşlik ve aşk dolu,
umudun, hayallerin ve sevginin mimarları...
çocuklar...
ipek sarısı,
kömür siyahı,
kıvır kıvır saçlarıyla,
yeryüzünün küçük ama zeki insanları...
yasaksız, yalansız ve savaşsız ,
eğitime değil, öğrenime koşanlar,
merak eden ve soran,
bakır tellerin değil, fiber optik,
abaküsün değil , sibernetiğin,
klavyenin insanları...
bilgi çağının tomurcukları,
tek silahları; gülücükleri...
adları ne olursa olsun,
nerede oturuyor oldukları,
renkleri, cinsiyetleri önemli değil;
çünkü onlar aynı dili konuşur,
gamzelerinde aynı çiçek,
gözlerindeki ışık aynı;
yasaksız, yalansız, savaşsız,
sevgi dolu, aşk dolu, umut dolu...
bütün çocuklar kardeştir,
aynı kaderi paylaşır,
aynı acılara ağlar,
aynı sevinçlere güler,
filler tepişirken ezilen onlar,
soygun düzenlerinde aç kalan ,
savaşlarda ölen,
hastalıklarda en çok kırılan onlar.
belki de bundandır,
çocuklar,
kavgayı, savaşı sevmezler...
hamasi nutuklar onları etkilemez,
ama havada taklabaz bir güvercin,
evde sırnaşık bir kedi,
sokakta sevimli bir köpek,
gülücük yağdırır o küçücük yüzlerine,
sevgiyle parlatır gözlerini,
siyahın, beyazın, sarının ve esmerin,
çünkü bütün çocuklar kardeştir...
kimisi sokakta,
kimisi sırça köşkte,
kiminin anasütünden başka lüksü olmasa bile,
gülücükleri ortak,
gözlerindeki ışık aynı ;
kelebekler gibi özgür,
yunuslar gibi duyarlı,
fırat gibi coşkulu ve yürekli...
çocuklar!..
ne olur hep öyle kalın...
kendinize benzeyin,
bize değil....
necat iltaş
(2000)
çocuklar...çocuklar,
yeryüzünün sevda gülleri.
yaşamı anlamlandıran güzeller,
sarısı, beyazı, siyahı ve esmeriyle,
dağda, ovada, adada, sokakta;
ister aç, ister tok,
ister oyuncaklı, ister oyuncaksız,
ister evsiz,
ya da yurtsuz;
hepsi ...ama hepsi,
özgür çiçekleridir, sevgi bahçesinin,
yalnız değilller,
yalnız olmadıklarını biliyorlar,
çünkü gülücükleri aynı, umutları aynı, sevdaları aynı...
zeytin gözlü, boncuk gözlü,
ne güzel gülüyorlar...
gülücükleri;
sevgi dolu, huzur dolu, umut dolu...
barış, kardeşlik ve aşk dolu,
umudun, hayallerin ve sevginin mimarları...
çocuklar...
ipek sarısı,
kömür siyahı,
kıvır kıvır saçlarıyla,
yeryüzünün küçük ama zeki insanları...
yasaksız, yalansız ve savaşsız ,
eğitime değil, öğrenime koşanlar,
merak eden ve soran,
bakır tellerin değil, fiber optik,
abaküsün değil , sibernetiğin,
klavyenin insanları...
bilgi çağının tomurcukları,
tek silahları; gülücükleri...
adları ne olursa olsun,
nerede oturuyor oldukları,
renkleri, cinsiyetleri önemli değil;
çünkü onlar aynı dili konuşur,
gamzelerinde aynı çiçek,
gözlerindeki ışık aynı;
yasaksız, yalansız, savaşsız,
sevgi dolu, aşk dolu, umut dolu...
bütün çocuklar kardeştir,
aynı kaderi paylaşır,
aynı acılara ağlar,
aynı sevinçlere güler,
filler tepişirken ezilen onlar,
soygun düzenlerinde aç kalan ,
savaşlarda ölen,
hastalıklarda en çok kırılan onlar.
belki de bundandır,
çocuklar,
kavgayı, savaşı sevmezler...
hamasi nutuklar onları etkilemez,
ama havada taklabaz bir güvercin,
evde sırnaşık bir kedi,
sokakta sevimli bir köpek,
gülücük yağdırır o küçücük yüzlerine,
sevgiyle parlatır gözlerini,
siyahın, beyazın, sarının ve esmerin,
çünkü bütün çocuklar kardeştir...
kimisi sokakta,
kimisi sırça köşkte,
kiminin anasütünden başka lüksü olmasa bile,
gülücükleri ortak,
gözlerindeki ışık aynı ;
kelebekler gibi özgür,
yunuslar gibi duyarlı,
fırat gibi coşkulu ve yürekli...
çocuklar!..
ne olur hep öyle kalın...
kendinize benzeyin,
bize değil....
necat iltaş
(2000)
chp; ne yazık ki, deniz baykal ile sosyal demokratlığa veda etmiştir...
meksika’da, "köylü devrimi" olarak tarih sahnesinde yerini almış olan bir halk ayaklanmasıdır.
doğası gereği vandalizmi içinde barındıran bir hareket...
(1910 yılındaki karanlık ve despot diaz yönetimine karşı ayaklanan emiliano zapata ve pancho villa hareketinden bahsediyorum, bügün kü "zapatist" hareket tabii ki daha farklı değerlendirilir.)
doğası gereği vandalizmi içinde barındıran bir hareket...
(1910 yılındaki karanlık ve despot diaz yönetimine karşı ayaklanan emiliano zapata ve pancho villa hareketinden bahsediyorum, bügün kü "zapatist" hareket tabii ki daha farklı değerlendirilir.)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?