bir bilimkurgu yazarı olarak le guin, şu yazıyı yazmıştır "bilimkurgu okumamak üzerine":
bilimkurgu okumayan insanlar ve hatta bilimkurgu yazanların bir kısmı, bilimkurguda kullanılan fikirlerin hepsinin uzay mekaniği ve kuantum teorisi ile sıkı bir bağdan kaynaklandığını ve sadece nasa’da çalışan ve video kayıt cihazını programlamayı bilen okurlar için yazıldığını varsayarlar veya öyleymiş gibi yaparlar. böyle bir fantazi, yazarların kendilerini üstün hissetmelerini sağlarken, okumayanlara da okumamak için bir gerekçe vermiş olur. bunu anlamıyorum; teknoloji fobisinin derin, konforlu, oksijensiz mağaralarına sığınarak zırlıyorlar. bilimkurgu yazarlarının da çok azının "bunu" anladığını anlatmaya çalışmanın bir faydası yok bu insanlara. biz de, videoya "başyapıtlar kuşağı"nı kaydetmeye niyetlendiğimiz halde, genellikle "i love lucy" dizisinin yirmi dakikası ile bir güreş müsabakasının yansını kaydetmiş olduğumuzu fark ederiz. bilimkurgu kitaplarındaki bilimsel fikirlerin çoğu ilkokulu bitirmiş herkesin eksiksiz anlayabileceği ve gerçekten bilindik şeylerdir; öte yandan zaten kitabın sonunda kimse sizi bu bilgilerden sınava tabi tutmayacak. kaldı ki bu yazılanlar fark ettirmeden verilen bir mühendislik dersi falan da değildir. matematik şeytanının icadı olan "öykü şeklinde problemler" de değil. öykü bunlar. kendiliğinden ilginç, güzel, insanlık durumuna uygun olan bazı konularla oynayan kurgular sadece. kaba ve kusurlu "bilimkurgu" adında dahi, "bilim", "kurgu"nun hizmetindedir, "kurgu"nun anlamını tamamlayıcı bir işlevi vardır.
mesela karanlığın sol eli adlı kitabımdaki ana "fikir" bilimsel bir şey değildir ve teknoloji ile hiç alakası yoktur. burada biraz fizyolojik hayal gücü vardır - bedensel bir değişim. çünkü uyduruk dünya gethen’deki insanların belli bir cinsiyeti yoktur. zamanın çoğunda cinsiyetsizdirler, ayda bir kez kızışırlar, bazen kadın, bazen erkek olarak. bir gethenli hem bir bebek doğurabilir, hem de bir bebeğin babası olabilir. şimdi, böyle bir şey uydurmak size ister tuhaf, ister uygunsuz, ister heyecan verici gelsin, bunu kavramak veya roman içinde ima ettiği şeyleri anlamak çok da bilimsel bir zekâ gerektirmez.
aynı kitapta başka bir unsur da bir buzul çağının ortalarında olan gezegenin iklimiydi. basit bir fikir: soğuk; çok soğuk; hep çok soğuk. dallanıp budaklanmalar, karmaşıklıklar ve akisler, hayal gücünün ayrıntılara inmesiyle ortaya çıkar.
karanlığın sol eli’nin gerçekçi bir romandan tek farkı, okurdan o an için anlatı gerçekliğinde belirli ve sınırlı bazı değişiklikleri kabul etmesinin istenmesidir. yani iki buzul çağı arasındaki ılıman bir iklimde, iki cinsiyetli insanlar arasında dünya’da (diyelim ki gurur ve önyargı’da veya istediğiniz başka bir gerçekçi romanda) değil de, bir buzul çağında, erdişiler arasında gethen’de bulunmuş oluyoruz. bu arada her iki dünyanın da hayal ürünü olduğunu hatırlamakta fayda var.
öğelerdeki bilimkurgusal değişiklikler ne kadar eğlenceli ve şık olsalar da esasen kitabın doğası ve yapısının gerektirdiği şeylerdir. ister romanda asıl peşine düşülen ya da keşfedilen şeyler olsunlar, ister bir metafor veya sembol görevi görsünler, bu öğelerdeki değişiklikler toplum ve karakter psikolojisi çerçevesinde, kurgu tarzında betimlemeler, olaylar dizisi, duygular, imalar ve imgeler yoluyla çözümlenir ve somutlaştırılırlar. bilimkurgulardaki betimlemeler, varsayılan ortak deneyimlere hitap eden gerçekçi kurgudakilere nazaran, clifford geertz’in deyimiyle bir bakıma daha "yoğun"dur. ama bunları anlamanın zorluğu, herhangi bir karmaşık kurguyu takip etmenin zorluğundan daha fazla değildir. gethen dünyası daha az bildik’ bir yerdir, ama aslında jane austen’ın araştırdığı ve son derece canlı bir şekilde somutlaştırdığı iki yüz yıl öncesinin ingiliz sosyal yaşamına nazaran son derece basittir. her ikisi de kelimeler dışında, yani bunlar hakkında okumak dışında şahsen deneyim edinebileceğimiz yerler olmadığından, her iki dünyayı da anlamak için biraz çabaya ihtiyaç var. bütün kurgu eserler bize başka türlü erişemeyeceğimiz bir dünya sunarlar; bu dünyanın erişilmezliği ister geçmişte kalmış olmasından, ister uzak ya da hayali yerlerde geçmesinden, ister bizim başımızdan geçmemiş deneyimler hakkında olmasından, isterse bizi kendimizden farklı zihinlere götürmesinden kaynaklansın. bazı insanlara göre dünyalardaki bu değişiklikler, bu tanışık olmama durumu, üstesinden gelinemez bir engeldir; bazılarına göre de bir macera ve zevktir.
sürekli bilimkurgu okumasalar da en azından bir kere hakkıyla bilimkurgu okumaya çalışmış insanlar genellikle onu gayri insani, elitist ve kaçışçı bulduklarını söylerler. bilimkurguların bütün karakterlerinin hem geleneklere uygun olmalarından, hem de olağandışı birer dâhi, uzay kahramanı, süperhacker, erdişi uzaylı olmalarından dolayı bu kurguların gerçek insanların hayatta uğraşmak zorunda oldukları şeylere değinmekten kaçtığım ve böylece kurgunun temel işlevlerinden birini yerine getiremediğini söylerler. jane austen’ın ingilteresi bize ne kadar uzak olursa olsun, kitabın içindeki insanlar akla yatkın ve bir şeyleri açıklayıcı gelir onlar hakkında okurken, kendimiz hakkında bir şeyler öğreniriz. bilimkurgunun kendimizden kaçmaktan başka bize sunduğu bir şey yok mu?
naylon karakter sendromu ilk bilimkurgularda gerçekten vardı, fakat yazarlar onlarca senedir karakterleri ve insan ilişkilerini araştırmak için bu edebi türü kullanıyor. ben bunlardan birisiyim. tamamen hayal ürünü olan bir ortam, belirli bazı özellikler ve fırsatların yaratılması için en uygun ortamdır. ama çağdaş
romanların büyük bir bölümünün karakter romanı olmadığı da bir gerçek. yüzyılın bu ucu, elizabeth veya victoria devirlerindeki gibi bir bireysellik çağı değil. bizim gerçekçi yahut başka türlü öykülerimizde güvenilmez anlatıcılar, dağılmış görüş açıları, çoklu algılayış ve perspektifler bulunur; karakter derinliği ana değer olarak kabul edilmez. olağanüstü metafor imkânlarıyla bilimkurgu birçok yazan bireysellik sınırlarının ötesindeki bu araştırmanın en ön saflarına taşımıştır: postmodernin yamaçlarındaki şerpalar gibi.
elitizme gelince, bu sorun bilimperestlikle ilgili olabilir: teknolojik avantaj, ahlaki bir üstünlük zannediliyor. yüksek teknokrasi emperyalizmi, kibri açısından eski ırkçı emperyalizme denktir; teknoloji düşkünleri bilginin/ağın içinde olmayanları, insan eliyle yapılmış doğru gereçlere sahip olmayanları yok sayarlar. onlar proleterlerdir, yığınlardır, suratları olmayan hiçlerdir. gerek kurgu, gerekse tarih kitabında hikâye onlarla ilgili değildir. hikâye, gerçekten etkileyici, gerçekten pahalı oyuncakları olan çocukların hikâyesidir. böylece zamanla "insan" denilen şey, son derece gelişkin ve hızlı büyüyen endüstriyel teknolojiye ulaşabilenler diye tarif edilmeye başlanıyor fiilen. "teknoloji"nin kendisi de bu tür şeylerle sınırlanıyor. ben, keşiften önce amerika yerlilerinin hiçbir teknolojiye sahip olmadıklarını büyük bir samimiyetle söyleyen bir adamı kendi kulaklarımla duymuştum. öyleyse fırınlanmış testiler hudayinabittir, sepetler yaz mevsiminde olgunlaşırlar. machu picchu da olduğu yerde bitivermiştir.
insanlığı, karmaşık bir endüstriyel gelişim teknolojisinin üretici tüketicileriyle sınırlandırmak gerçekten acayip bir fikir, tıpkı insanlığı yunanlılarla, çinlilerle veya ingilizlerin orta sınıfının üst kesimiyle sınırlandırmak gibi. biraz fazla sayıda insan dışarıda kalıyor.
bununla beraber bütün romanlar insanların çoğunu dışarıda bırakmak zorundadır. karmaşık bir teknolojiyle ilgili bir romanda (nasıl desek) teknolojik açıdan farklı türde olanlar meşru olarak dışarıda bırakılabilir; tıpkı orta sınıfın yaşadığı banliyölerdeki zinalar hakkındaki bir romanın şehrin fakirlerine önem vermemesinde veya erkek ruhuna odaklanmış bir romanın kadınları atlamasında olduğu gibi. ama bazılarının bu şekilde dışarıda bırakılması, avantajın üstünlük anlamına geldiği, bütün toplumun orta halli beyaz sınıftan oluştuğu ya da hakkında kitap yazmaya değer tek varlığın erkek cinsi olduğu şeklinde de okunabilir. bir şeyin atlanmasıyla verilen ahlaki ve politik mesajlar, bunları verme bilinci üzerinden meşrulaştırılırlar; yazarın kültürünün bu bilince izin verdiği kadarıyla elbette. bu iş, eninde sonunda bir sorumluluk alma meselesidir. yazarlık sorumluluğunun inkârı ve kasti bir bilinçsizlik elitizm adını hak eder ve gerçekçilik de dahil her türden kurguyu fakirleştirir.
diğer dünyaların, uzay yolculuğunun, geleceğin, hayali teknolojilerin, toplumların veya varlıkların imgelerini ve mecazlarını kullandığı için bilimkurgunun yaşamlarımızla insani bir bağ kurmaktan kaçtığı şeklindeki yargıyı kabul etmiyorum. ciddiyet sahibi yazarlar tarafından kullanılmış olan bu imgeler ve mecazlar bizim yaşamlarımızın imgeleri ve mecazlarıdır; bizim hakkımızda, varlığımız ve seçimlerimiz hakkında şimdi ve burada başka türlü söylenemeyecek şeylerin meşru bir şekilde kurgu yoluyla simgesel söylenişidir. bilimkurgunun yaptığı şey şimdiyi ve burayı genişletmektir.
siz neyi ilgi çekici bulursunuz? bazı insanlar için, sadece diğer insanlar ilginçtir. bazı insanlar gerçekten de ağaçlan, balıklan, yıldızlan veya makinelerin nasıl çalıştığını, gökyüzünün neden mavi olduğunu hiç umursamaz; onlar, genellikle de dinlerinin etkisiyle sadece insana odaklıdır; bu insanlar ne bilimi, ne de bilimkurguyu sevebilirler. antropoloji, psikoloji ve tıp hariç tüm bilim dalları gibi, bilimkurgu da sadece insan odaklı değildir. diğer varlıkları ve varlığın diğer safhalarını da içerir. bilimkurgu, gerçekçi romanın en büyük konusu hakkında, yani insanlar arasındaki ilişkiler hakkında olabilir ama bir insanla başka bir şey arasındaki, başka bir çeşit varlık, fikir, makine, deneyim veya toplum arasındaki bir ilişki de olabilir.
son olarak da, bazı insanlar bana, bilimkurgular kasvetli olduğu için bu kitaplardan kaçındıklarını söylüyorlar. eğer felaket sonrası olabilecekler için insanlığı uyaran öykülere, birbirlerinden daha fazla zırlamayı marifet bilen yeni moda yazarlara ya da gevşek-metal-boş-sanal karakter ve ortamlı kapitalist gerçekçiliğe dayanan romanlara denk geldilerse bu anlaşılabilir bir şey. ama bence genellikle bu suçlama okurun kendi zihnindeki bir ürkekliği veya bir karamsarlığı yansıtır daha ziyade: değişime güvensizlik, hayal gücüne güvensizlik gibi. birçok insan gerçekten de tam anlamıyla tanımadığı herhangi bir şey hakkında düşünmek zorunda kalmaktan ürker veya böyle bir şey karşısında karamsarlığa kapılır; denetimini yitirmekten korkar. zaten son derece iyi bildikleri bir şey hakkında değilse okumazlar, başka bir renkse nefret ederler, mcdonald’s değilse yemezler. dünyanın onlardan önce de var olduğunu, onlardan büyük olduğunu ve onlarsız da yoluna devam edeceğini bilmek istemezler. tarihi sevmezler. bilimkurguyu sevmezler. tann onlara mcdonald’s’ta yemek ve cennet’te mutlu olmak nasip etsin.
şimdi, insanların neden bilimkurgu sevmedikleri hakkında konuştuktan sonra, ben neden sevdiğimi söyleyeyim. ben pek çok kurgu çeşidini, büyük ölçüde, hiçbiri tek bir türe has olmayan aynı özelliklerden dolayı severim. ama bilimkurguda bulunan ve bilimkurguyla ilgili olarak sevdiğim şeyler özellikle şu meziyetlerdir: canlılık, genişlik, hayal gücünün kılı kırk yarması; oyunculuk, çeşitlilik ve mecaz gücü; geleneksel edebi beklentiler ve üsluplardan azadelik; ahlaki ciddiyet; akıl; heyecan vericilik ve güzellik.
durun şu son kelime üzerinde biraz oyalanayım. bir öykünün güzelliği düşünsel olabilir, tıpkı bir matematik ispatı veya billurdan bir yapı gibi; estetik olabilir, tıpkı iyi yapılmış bir eserin güzelliği gibi; insani, duygusal ve ahlaki olabilir; büyük ihtimalle de hepsi birden olacaktır. yine de bilimkurgu eleştirmenleri hâlâ, bu öyküler sadece bazı fikirlerin açıklanmasıymış, sanki her şey düşünceyle ilgili "mesaj"dan ibaretmiş gibi davranıyorlar. bu indirgemecilik, çağımızda yazılan pek çok bilimkurgunun incelikli ve güçlü tekniklerine, denemelerine ciddi şekilde ket vuruyor. yazarlar dili postmodernistler gibi kullanıyor; eleştirmenler onların onlarca yıl gerisinde, dili tartışmıyorlar bile, seslerin, ritimlerin, tekrarların, kalıpların imalarına kulakları sağır sanki yazının kendisi fikirler için sadece bir araçmış, ilacın etrafındaki jelatin kılıfmış gibi. bu naiflikten başka bir şey değil. üstelik en iyi bilimkurgularda en çok sevdiğim şeyi, yani güzelliği tamamen gözden kaçırmış oluyorlar.
bu kitaptaki öyküler üzerine
tabii ki kendi öykülerimin güzelliğinden bahsedecek değilim. onu eleştirmenlere bırakıp fikirler hakkında konuşmama ne dersiniz? mesajlar hakkında değil ama. bu öykülerde mesaj yoktur. bunlar kader kısmet çeken tavşanların çektiği notlar değil. öykü bunlar.
son ve en uzun üç öykü aynı düzenek hakkında: var olan hiçbir teknolojiden yapılmış bir çıkarım değil; haklılığı var olan hiçbir fizik teorisiyle kanıtlanamaz; tamamen, mazeret kabul etmez biçimde inanılmaz bir fikir. katıksız bir düzmece. dedikleri gibi, katıksız bilimkurgu.
yıllar önce ilk bilimkurgu romanlarımı yazarken galaksinin bazı yönlerden güçlüklerle dolu olduğunu fark etmiştim. einstein’ın, hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı gidemeyeceği teorisini kabul ettim (çünkü yerine koyabileceğim bana ait daha ikna edici bir teorim yoktu). ama bu, uzay gemileri bir yerden bir yere gidinceye kadar mümkün olamayacak kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiği anlamına geliyordu.
allahtan, eğer bu gemiler ışık hızıyla ya da ışık hızına yakın bir hızla gidebiliyorlarsa, bu durumda albert baba, ışık hızına yakın bir hızda giden bir uzay gemisindeki yolcunun bunu neredeyse anlık bir yolculuk gibi yaşamasını mümkün kılan zaman genişlemesi paradoksunu da bizlere sunmuştu. eğer buradan yüz ışık yılı uzaktaki bir dünyaya, ışık hızına yakın bir hızla gidersek, bunu birkaç dakikada yapmışız gibi algılarız ve gittiğimiz yere ancak birkaç dakika daha yaşlanmış varırız. ama geride bıraktığımız dünyada ve vardığımız dünyada, bu birkaç dakikada yıllar geçmiştir.
bu paradoks, yıldızlar arası yolculuk yapanların hayatları, ilişkileri, hisleriyle başa çıkmaya çalışmak açısından harika bir paradokstur ve bunu birçok öykümde kullandım. fakat iletişimi berbat bir hale sokuyor. insan yüz ışık yılı ilerideki diplomatik memuriyet yerine varıyor, ama onu oraya yollayan hükümetin hâlâ iktidarda olup olmadığını ya da hâlâ o megathorium sevkiyatına ihtiyaçları olup olmadığını bilemiyor.
eğer iletişim kuramazsak, pek öyle yıldızlar arası ticaret, diplomasi veya herhangi bir ilişki gelişemez. oysa romanlar genellikle ilişkiler üzerinedir, insanlar arasında olsun veya olmasın. o yüzden ben yanıssalı icat etmiştim. (sonra bunun şerefini, aletin nasıl çalıştığını bana anlatmak için çok uğraşan anarresli shevek’e verdim; ama önce ben icat etmiştim!)
yanıssal einstein’a karşı çıkıyor. haber, maddesel bir şey değildir ve o yüzden (ah. bilimkurgusal "o yüzden"lere bayılıyorum!) yanıssal tarafından anında iletilebiliyor. ne bir paradoks var, ne de zaman kayması. x’ten y’ye yüz ışık yılı bir yolculuk yaptığımızda, y’de bizi, x’in geçmiş bir asırlık tarihi bekler; bizi yollayan anarko-sendikalist ütopyacıların yerine kaçık teokratik bir diktatörlüğün geçip geçmediğini merak etmemize gerek yok. gerçekten de onları yanıssal ile hemen arayıp öğrenebiliriz. alo? yoldaş? hayır, ben kaçık bir teokratik diktatörüm.
bilimsel olarak çok saçma da olsa, yanıssal sezgisel açıdan son derece tatmin edici bir şey, onu kabul edip inanması kolay. neticede bizim dünyamızda bilgi ve haber, hatta telefondaki canlı seslerimiz bile maddeye sahip olmayan elektronik sinyaller olarak (görünüşte) anında dünyanın etrafında hareket ederken uyuşuk ve maddi bedenlerimiz onun çok gerisinden yürüyor, arabayla veya uçakla yetişiyor.
tabii ki yanıssalın çalışmasını sağlayan da (görünüşte) bu. ama kimse bugüne kadar bu konuda şikâyetçi olmadı. ve zaman zaman yanıssalın başka birinin öyküsünde de boy gösterdiği oluyor. yanıssal da tıpkı telefon, tuvalet kâğıdı gibi bir kolaylık.
ilk birkaç öyküde insansız uzay gemilerinin de anında yolculuk yapabildiklerini söylemiş veya ima etmiştim. bu bir hataydı, sadece maddesiz varlıkların ışıktan daha hızlı gidebilecekleri yolunda kendi koyduğum kuralın ihlaliydi. bir daha yapmadım ve kimsenin dikkatini çekmemiş olmasını umut ettim.
ama insan hatalarına bakıp keşifler yapabiliyor; genellikle beklenmeyene yolu açan şey gayret değil de yanlışlar oluyor. uzun bir zaman sonra bu insansız ve akla uygun düşmeyen gemileri düşünürken, ima edilen şeyde farklılığı meydana getirenin maddesel varlık değil de yaşam ya da akıl olduğunu anladım. insanlı bir gemi ile insansız bir gemi arasındaki tüm fark yaşayan bedenler, akıl ya da ruhtu. bakın işte bu çok ilginçti. içinde insan olan bir gemiyi ışıktan hızlı gitmekten ne alıkoyuyordu – yaşam mı, akıl mı, niyet mi? peki insanları ışıktan daha hızlı götürebilecek yeni bir teknoloji icat edersen ne olur? o zaman ne olur?
bu yeni uyduruk teknoloji en az yanıssal kadar imkânsız, ayrıca da sezgi-dışı olduğundan, uyduruk bir izahat bulmak için vakit harcamadım. sadece ismini koydum: çörtme teorisi. yazarların ve ariflerin bildiği gibi, asıl olan isimdir.
bir kez ismi bulunca hemen çalışmaya koyuldum; kelime hazinesine bir hayli zaman ayırdım. anında yolculuğun, sıçramanın neye benzeyebileceğini kurguyla izah edebilmek için kelimelere ihtiyacım vardı; bunu yaparken düzeneğin nasıl çalıştığının tek izahatının neye benzediği olduğunu ve kelimelerin yetmediği yerde sözdiziminin insanı doğrudan başka bir dünyaya götürüp sonra hiç zaman kaybettirmeden geri getirebileceğini fark ettim.
çörtmeli üç öykü de üstkurgu örneğidir, yani bir öykü hakkındaki öyküler. "şobilerin masalı"nda yaşanan sıçrama, anlatım için bir metafor yerine geçiyor; anlatım da paylaşılan bir hakikati yapılandırmak için kullanılabilecek kesin olmayan, güvenilmez ama en etkili yolun metaforu niteliğini taşıyor. "ganam’a dans" öyküsünde güvenilmez anlatım teması ya da başka bir deyişle farklılık gösteren tanıklıklar devam ederken, ileri teknoloji mensubu kibirli kahraman dış merkeze alınıyor ve çörtme salatasına o harika sürüklenme teorisi de ekleniyor. son olarak da "bir başka masal"da –zaman yolculuğuyla ilgili benim az sayıdaki deneyimlerimden biri– aynı kişi hakkındaki, aynı zaman zarfında tamamen farklı ve tamamen doğru iki ayrı öykünün yarattığı imkânları keşfe çıkılıyor.
bu öyküde çörtme teorisinin gereken teknolojiyi yaratmakta başarısız olduğunu, bizi bir zaman kaybına uğramadan, güvenilir bir şekilde x’ten y’ye götüremediğini fark ediyorum; ama sanırım denemeye devam edecekler. bizler, türümüz icabı çok, çok hızlı gitmekten hoşlanıyoruz. "bir başka masal"da benim dikkatim, o gezegeninin hudutsuz duygusal olasılıklarla yüklü karmaşık ilişkiler ve davranışlara yol açan evlilik ve cinsellik ayarlamalarına takıldı. bizler, türümüzden dolayı hayatı çok, çok karmaşıklaştırmaya bayılırız.
"gorgonidlerle ilk temas" veya "kuzey yüzü tırmanışı" hakkında konuşmak istemiyorum – insanın yaptığı espriyi anlatmasından daha berbat bir şey olabilir mi? öte yandan her ikisini de çok seviyorum. komik öyküler, salakça öyküler ne büyük bir ihsan. insan böyle bir öykü yazmak için masa başına oturmaz, böyle bir şeye niyetlenilmez; onlar insanın ruhunun karanlık yanlarının armağanlarıdır.
"kerasyon" bir atölye çalışması. hepimize bir insan icadı ya da düzeni bir davranış veya âdet uydurma ödevi vermiştim; bütün bu maddelerin bir listesini yaptık, sonra hepimiz bunlardan istediğimiz kadarını kullanarak birer öykü yazdık. vauti-tuber kolyeler gibi birçok acayiplik bu listeden kaynaklanıyor, tıpkı kumda heykel yapma ve insan derisinden flüt yapma kavramları gibi. arkadaşım roussel kendi icadını şöyle açıklamıştı: "kerasyon kulakla duyulamayan bir müzik aleti." altı kelimede bir borges öyküsü. ben bundan birkaç yüz kelime çıkarttım ve bunu yapmaktan büyük zevk aldım, ama çok fazla da geliştirmedim.
bu kitaptaki öyküler arasında "newton’un uykusu" ile "her şeyi değiştiren taş" bana en çok keder verenler. "taş" bir mesel, ben meselleri pek sevmem. içindeki hiddet öyküyü ağırlaştırır. ama buradaki kilit imgeyi çok sevdim. mavimsi yeşil taşıma daha hafif bir ortam yaratabilmiş olmayı isterdim.
"newton’un uykusu"na gelince bu, "tek bir görüş açısı ve newton’un uykusu"ndan ırak olmamıza duacı olan blake’ten alınma bir başlık. dahası öykü goya’nın olağanüstü eseri mantığın uykuya dalışı canavarlar doğurur ile de bağlantılıdır. newton’un uykusu teknoloji karşıtı bir tenkit, teknoloji düşmanlarının kopardığı bir yaygara olarak okunabilir ve okunmuştur. başta öyle olmasını amaçlamamıştım, daha çok uyarıcı bir öykü, yıllar boyunca okuduğum, uzay gemileri ve uzay üslerindeki insanları dünyadakilerden daha üstünmüş gibi (bilerek ya da bilmeyerek burada elitizm sorunu yine karşımıza çıkıyor) tasvir eden birçok öykü ve romana bir tepki olarak tasarlamıştım. ahmaklar sürüsü layık oldukları çamur içinde kalır, orada çoğalır ve sefalet içinde ölürken; video kayıt cihazlarını programlamayı becerebilen birkaç kişi bu süper temiz askeri dünyacıklarda, modern bir elverişliliğe sahip sanal cinsellikleriyle yaşarlar ve işte insanlığın geleceği bunlardır. bu bana en korkunç geleceklerden biri gibi geliyor.
öte yandan öykü bu konuyla sınırlı kalmadı; kendi sorunlarıyla birlikte zihnime yürüyüp gelen, endişeli, aklı karışık bir adam olan izi karakteri sayesinde genişledi. akla uygun olmayan şeylerin varlığını kabul etmeyen, başka bir deyişle hakiki inancın neden işlemediğini bir türlü göremeyen ve anlayamayan hakiki bir mümindi o. "ganam’a dans"taki dalzul gibi izi de trajik bir karakter, takdire şayan bir hilekâr, ama dalzul’dan daha az azimkâr ve daha dürüst biri, o yüzden de daha çok ıstırap çekiyor. aynı zamanda sürgünde; neredeyse bütün kahramanlarım öyle veya böyle bir çeşit sürgünde oluyor.
bazı eleştirmenler izi’yi dermansız bir günah keçisi, benim dillere destan kana susamış, erkek düşmanı feminist kinime kurban gitmiş biri saydıkları için önemsemediler. nasıl isterseniz öyle olsun beyler. gerici tepkinin kızışmış kinini ne yapalım peki? ama okur izi’yi nasıl görürse görsün öykünün uzay yolculuğu karşıtı olarak okunmuyor olduğunu umarım. ben uzayın keşfedilmesi fikrini de, gerçeğini de çok seviyorum ve bütün bu düşünceyi daha az ukalaca bir antiseptik haline getirmeye çalışıyordum. ben gerçekten de gittiğimiz her yere kendi çamurumuzu da götürmemiz gerektiğine inanıyorum. biz çamuruz. biz dünyayız.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?