mardin,kültürler kavşaği...
kusursuz bir işçilik.
aşkla, sevgiyle yontulup perdahlanmış,
belki de, acıyla yoğrulmuş,
emek ile, ter ile şekillenmiş,
büyük taş bloklar,
işlemeli kapılar...
yüzyılların sararttığı,
taş konaklarla süslü,
her taşın tanıklığında,
her evin ayrı bir hikayesi,
ayrı bir gizemi ve sırrı olan,
her taşı tarih kokan bir şehir,
bir taş yapı simgesi...
doğaya, taşa, toprağa ve güneşe saygılı,
iklime ve insana dost,
"marduk" kuralları geçerli burada...
yazılı olmayan,
ama, babil’den beri geçerli olan yaşam kuralları;
kimse,
kimsenin güneşini, havasını kesmez,
kimse,
kimsenin suyunu kirletmez...
zamana karşı bir direnişe tanık olursunuz,
zamanın durduğu bu kentte.
öykülerle bezeli bu kent...mardin...
mezopotamya’da,
bir dağ yamacında kurulmuş,
kervan ve savaş yolları olmuş bin yıllarca.
timur, kustus, iskender ve diğerlerinin,
hep ağzını sulandırmış...
içinde,
çeşitli dinlerin ve dillerin,
kapı komşu yaşadığı;
müslümanlar, kameriler ve museviler,
süryani, ermeni, keldani ve yezidiler,
kürtler, araplar, çeçenler ve diğerleri
bir dinsel ve dilsel mozaik...
hiçbir din ve dil baskın olmamış diğerine,
yaşam damarını kesmemiş, gücü elinde bulundurduğunda...
sevgi, saygı ve hoşgörü bir gelenek buralarda,
nusaybin’de zeynel abidin camii,
süryani bir usta ve oğulları tarafından inşa edilmiş...
deyru’z- zafaran manastırı’nın alt katında;
tavanı, "kilit taşı" ile ayakta duran,
harçsız, dev taş bloklarla örülmüş zerdüşti ateş ve güneş tapınağı,
rahatsız etmemiş bugünkü sahiplerini.
ve korumuşlar gözbebekleri gibi,
bu güne taşımışlar hiç gocunmadan,
binlerce yıllık bir kültür abidesini.
büyüleyici ve muhteşem bir insanlık mirası... bu şehir mardin...
sapsarı,
safran sarısı bir gün ışığında,
mor lacivert akşamlarda,
üzerine kurulduğu dağa yaslanıp,
mezopotamya ovasını seyre dalar.
yüzyılların yorgunluğunu;
aşağıda dalgalanan yeşil denize,
üzerinde yaşayan insanlara,
taşa toprağa ve tüm canlılara
sevgiyle, coşkuyla bakarak atmaya çalışır,
kentin yaşlıları gibi...
yaşlılar;
çarşıda,
kapı önlerinde,
kaldırımlara konulan,
alçak iskemlelerde oturur çoğu zaman.
bir yandan serinlenirken gölgede,
bir yandan da,
tespih çekilir, tütün sarılır,
geçmiş yad edilir,
doyulmamış yaşama,
ve,
yaşanmamış anlara derinden bir ahhh çekilir...
biraz sonra,
sıcak bir yağmur yağar,
ve yıkamaya başlar,
kentin,
dar ve biçimsiz sokaklarını,
yaşanmamış anlarla beraber...
dantel gibi işlenmiş evler;
çoğunun girişinde geniş merdivenler,
heybetli sütunlarla desteklenmiş sahanlıklar,
içerden açmak için,
bahçe kapısı mandalına bağlı uzunca ipler,
güneşi boylu boyunca alan,
dar ve uzun odalar,
seyrine doyum olmayan cumbalar,
yol veren abbaralar...
buralarda ne sevdalar,
ne acılar,
ne sevinçler yaşandı kim bilir..
güneş;
bütün ihtişamı ve tüm çıplaklığıyla,
en güzel renklerini buraya taşır,
sarı, tüm tonlarıyla,
bir renk akustiği oluşturur dağda, ovada.
renk sıtmasına tutulur, toprak ve su.
debelleşir tatlı bir heyecanla,
bu sancının ürünü,
muhteşem bir doğum olur,
güneşin altın renginde,
üzüm, zeytin, incir ve nar...
geleneklerin belirlediği haşin bir yaşam.
kahve içmekten,
konak ağırlamaya,
düğünden ölüme
yaşama yön veren ritüeller,
uyulması zorunlu katı kurallar...
bazen de güçsüze, yurtsuza,
uçsuz bucaksız bir sığınak olur.
zamansız zamanlarda,
şiirsel zamansızlık,
çağlar ötesi kültürlerin harmanladığı,
kültürler kavşağı...
dirlik, düzen ve gücün sembolü,
siyah kıl çadırlarda düğün ve taziyeler;
sohbet, barış ve dostlukta,
bazen de ölümde acı kahve "mırra",
büyük bir huşu ve saygıyla,
sunulur misafire.
konukseverlik;
buralarda bir ibadet gibi,
bir ayine hazırlanır gibi,
ikrama hazırlanılır,
kurallarıyla, adetleriyle...
öyle ki;
kestiği hayvanın başı ve organları bile,
büyük tepsilerdeki yemeğin üstüne konur,
misafire saygı ifadesi olarak...
ip atlayan,
istop, körebe, saklambaç oynayan çocuklar,
karanfil kokan kırık leblebi...
hafif is kokan mis gibi yoğurt,
toprak gibi kokan toprak,
damlarda beslenen keklikler,
taklabaz güvercinler,
gökyüzünün yorgan olduğu,
yıldızların şarkı söylediği yaz akşamları,
gündüzleri,
van gogh’un resimlerindeki mutluluk güneşi,
akrep ve yelkovanın koşmaktan yorulduğu,
zamanın durduğu,
dokunulmamış zamanlar;
geçmişin ve geleceğin o an yaşandığı,
çocuksu, özgür ve insancıl zamanlar...
tek bir dilin sözcükleri değildir,
burada konuşulanlar.
birkaç ayrı dil konuşulur şehrin sokaklarında,
ama herkes her sözcüğü anlar,
kendisine lazım olacak kadar...
bir yanda;
camilerde okunan ezan,
bir yanda;
aziz petrus’tan bu yana,
zangoçun çaldığı çan,
diğer tarafta;
doğan güneşe saf tutan insanlar...
bu kadar baştan çıkarıcı,
sürükleyici,
davetkar,
insanı başka alemlere götüren,
şaşırtan,
ağlatan,
güldüren bir mekan,
yeryüzünün hiçbir yerinde yoktur...
necat iltaş
(2000)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?