birinci bap
 
bir genç adama... hakîm heraklite... yildizlara ve aşka dairdir...
  
i 
şehir 
     uzakta. 
genç adam 
                ayakta. 
akıyor şehirden geçen nehir 
genç adamın ayakları dibinden. 
genç adam 
     piposunu çıkarıyor cebinden 
                                    aranıyor kibriti. 
bakıyor akar suya 
       düşünüyor herakliti, 
düşünüyor büyük hakîm herakliti genç adam... 
kim bilir belki böyle bir akşam, 
böyle bir akşam, 
      heraklit alnını 
              yeşil gözlü zeytinliklerde akan 
                                                      suya eğdi 
                                                      ve dedi: 
             «— her şey değişip akmada, 
                    bu hâl beni hayran bırakmada..» 
heraklit, heraklit; ne akıştır bu!. 
ne akıştır ki bu, dalgalarında 
                     dağlıdır alnı en mukaddes putun 
                     kızgın demir damgasıyla sukutun. 
gebedir her sukut bir yükselişe. 
ne mümkün karşı koymak 
                               bu köpürmüş gelişe.. 
heraklit, heraklit!. 
       akar suya kabil mi vurmak kilit? 
şehir 
      uzakta. 
genç adam 
               ayakta. 
akıyor şehirden geçen nehir 
genç adamın ayakları dibinden. 
genç adam 
     kibritini çıkarıyor cebinden 
                                yakıyor piposunu. 
  
ii 
dikine mustatil bir apartımanın 
                                    en üst katında 
                                               dört köşe bir oda. 
perdesiz pencereler. 
pencerelerin dışında yıldızlı geceler. 
genç adam 
           alnını dayamış cama. 
ben, romanın muharriri 
                 diyorum ki genç adama: 
— delikanlım!. 
               iyi bak yıldızlara, 
                          onları belki bir daha göremezsin. 
     belki bir daha 
             yıldızların ışığında 
                      kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin.. 
     delikanlım!. 
               senin kafanın içi 
                               yıldızlı karanlıklar 
                                                   kadar 
                  güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. 
     yıldızlar ve senin kafan 
                       kâinatın en mükemmel şeyidir. 
     delikanlım!. 
                sen ki, ya bir köşe başında 
                                     kan sızarak kaşından 
                                                            gebereceksin, 
                ya da bir darağacında can vereceksin. 
                iyi bak yıldızlara 
                             onları göremezsin belki bir daha... 
     delikanlım!. 
               belki beni anladın, 
                                 belki anlamadın. 
     kesiyorum sözümü. 
     işte kapı açıldı 
                   geldi beklenen kadın.. 
     «— beklettim mi?» 
     «— çok... 
            ama zarar yok..» 
kadın 
yakaladı genç adamı 
                                  elinden. 
genç adam 
        yakaladı kadını belinden. 
bir yumrukta kırdı camı. 
oturdular pencerenin içine. 
sarktı ayakları gecenin içine... 
işıklı bir deniz dibi gibi 
            başlarında, sağda, solda gece yanıyor. 
ayakları karanlık boşluklara sallanıyor.. 
sallanıyor ayakları 
sallanıyor ayakları... 
........... dudaklari ...... 
sevmek mükemmel iş delikanlım. 
sev bakalım... 
mademki kafanda ışıklı bir gece var, 
benden izin sana, 
                       seeeeev 
                       sevebildiğin kadar... 
  
 
 
ikinci bap
 
genç adamin, sevgilinin şahislarina... tibet mabetleri ve amerikan filimlerine... ayin on dördüne... genç adamin esrarengiz meşgalesine... ve nihayet, müsebbibi meçhul bir ihanete dairdir.
 
i 
mevzubahs gencin 
          ismi: benerci. 
kendisi aslen hintli olup 
          maskatı resi delhidir.. 
dostlarının nazarında tam 
                                  adam, 
düşmanlarının indinde azgın bir delidir 
ve britanya polisinde künyesi şüphelidir.. 
şeklü şemailine gelince: 
ne pataşon gibi tombul bir cüce, 
ne masist gibi bir dev, 
ne de villi friç gibi bir babik oğlandır o, 
iki gözlü, tek burunlu, basbaya insandır o... 
birinci babımızda, 
benercinin odasına gelen kadın 
mühim bir rol oynıyacak kitabımızda. 
kendileri bir ingiliz misidir. 
hem ingiliz mislerinin nefisidir... 
imdi, 
be nefis 
       mis 
       nerde, nasıl tanıdı benerciyi?. 
diye sorarsam size, ben, 
eminim ki, siz, cevaben: 
«— mermer 
           merdivenler.. 
kapı. 
kapıda kıvırcık saçlı 
                        taştan 
                        iki aslan. 
tibet. 
tibette mabet. 
mabedin içi... 
omuzlarından çıkan on altı kolu havada, 
                                       çıplak karnı iki kat, 
bağdaş kurup oturmuş 
                           mâbut 
                           buda.. 
inledi öküz derisinden mukaddes davul: 
— savul! 
         savul!!. 
             savuuuul!!!. 
budaya kurban geliyor. 
sarı saçlı, mavi gözlü bir kadın 
                          beyaz, kar gibi.. 
kadının canına kıyacaklar gibi.. 
açıldı kanlı bir ağız şeklinde karnı budanın, 
fışkırdı mukaddes alevler dışarıya. 
uzun külâhlı moğol rahipleri 
         kaldırdılar havaya beyaz kadını. 
doyuracaktır buda ateş dolu karnını. 
mavi gözlü dilber kurban gidiyor, kurban... 
. . . . . . . . . . . . . . . . 
— dran! 
        drrrran!. 
           drrrrrrrran!!!. 
atıldı üç el tabanca. 
yuvarlandı moğol rahipleri birbiri ardınca. 
esmer bir delikanlı yaklaştı mavi gözlü dilbere! 
— kaçalım! 
     bir an kaybedecek zaman değil.. 
otomobil.. 
son sürat.. 
saatta 110 kilometre.. 
işte bu kurtarılan kadın, 
           birinci bapta odaya gelen kadındı. 
onu kurtaran genç: 
                  benerci.. 
ve bu suretle ingiliz mis 
                    tanıdı hintli genci..» 
                             diyerek 
                                           haltedeceksiniz. 
romanımı daha başlamadan berbat edeceksiniz.. 
gelin, etmeyin çocuklar.. 
ne çıkar, 
       inanın bir sefer olsun nâzima 
       amerikan filimlerinden fazla.. 
ilk tesadüf 
         tramvayda oldu. 
ikincisi 
         lokantada. 
üçüncüde düğüm bağlandı nihayet 
                                   siyah podüsüet 
                                                 bir çantada.. 
ingiliz kızı mahsus 
             çantasını yere düşürdü. 
hintli genç mahsus 
                      düşen çantayı gördü: 
                                              kaldırarak 
                                                   verdi kıza... 
eeeeeee? 
             sonra? 
                 derseniz, 
bakın, birinci babımıza... 
  
ii 
ayın on dördü. 
ayın on dördünü pariste aç gezen gördü, 
dedi ki: 
— bu gece ay 
             dibi kalay 
                   bir tencere gibi... 
ayın on dördü. 
ayın on dördünü fatihli hırsız gördü, 
dedi ki: 
— bu gece ay 
           gökte açık kalan 
                         bir pencere gibi. 
atlasak içeriye, 
               aşırsak, be imanım, 
                                    meryem ananın 
                                                gümüş takımlarını. 
ayın on dördü. 
ayın on dördünü irlandalı bir polis gördü, 
dedi ki: 
— benziyor ay 
             yıldızların yaldızlarını çalmak için 
                                      göğe çıkan bir hırsızın 
                                                               fenerine... 
ayın on dördü. 
ayın on dördünü şair salih zeki gördü: 
                                  benzetti kendi eserine 
                                                               beğendi... 
ayın on dördü. 
ayın on dördünü londralı bir lord gördü, 
dedi ki: 
— benziyor ay 
                haşmetpenahımın 
                          dizbağı nişanına... 
kızardı ayın on dördü. 
kızaran ayın on dördünü bir parya gördü, 
dedi ki: 
— benziyor ay 
             ganjın üstüne damlayıp yayılan 
                                                        kardeş kanına. 
ayın on dördü. 
bu sefer bizzat 
             çekik gözleriyle ayın on dördü 
                           kalküta şehrine civar, 
                                            bir çay tarlası gördü. 
tarlanın dışında duvar. 
içinde bir ev. 
gece saat: 2... 
evin alt katındaki 
                        oda. 
kapalı pencereler, asma bir lamba, 
                                             bir masa ortada. 
üç amele, iki köylü, bir muallim ve benerci, 
                                          yani ceman yekûn: 
yedi kalküta delikanlısı, yedi inkılâp genci...... 
benerci söz söylüyor: 
— bize karşı 
          intelicent servis 
                       kendine mahsus... 
— sus. 
bir tıkırtı var. 
döndü başlar 
                kapıya. 
— sana öyle gelmiş. 
         devam ediyorum arkadaşlar: 
intelicent servis 
         kendine mahsus... 
— benerci, sus. 
— rüzgâr... 
— arkadaşlar 
         intelicent servis... 
— sıııııs... 
          söndürün... 
                dışarı bakacağım... 
karanlık... 
aralandı pencere. 
ay ışığı 
     parlıyan enli bir kılıç gibi keserek karanlığı 
                                                              düştü yere. 
— ne var? 
— sııııısss!. 
dışarda polis. 
lambaları sönmüş iki otomobil, 
ve bir sürü motosiklet... 
— satıldık... 
— evet... 
 
üçüncü bap
 
taymis gazetesinin bir telgrafi... vaziyetin telhisi ve benerciyle istanbulda matbaada bir mülâkat... kalkütada umumî grev... somadeva... taşlanan çocuğum... ve daha birçok yürekler paralayici hadiselere dairdir.
 
i 
taymis gazetesinin kalkütadan aldığı bir telgraftan: 
 
kalküta - kızılların tevkifatı devam ediyor. şehir civarındaki çay tarlalarında metrûk bir evde toplanan gizli vilâyet komiteleri, içtima halindeyken derdest edilmiştir. yedi kişiden mürekkep olan komite azalarından altısı yakında adliyeye verileceklerdir. yalnız, ilk istintak neticesinde, gene komite azasından, benerci isimli bir genç tahliye olunmuştur... 
  
ii 
vaziyeti telhis edelim hele. 
bir. 
benerci inkılâpçı bir gençtir. 
hazım zamanlarını, boş gecelerini değil, 
boydan boya ömrünü vermiştir ihtilâle... 
iki. 
birinci bapta öğrendik ki, 
benerci âşığıdır britanyalı bir kızın. 
yani, delikanlımızın 
                    kalbine bir taş 
                                       düşmüş. 
kırmızı saçlı bir baş 
                             düşmüş 
ve kalbi 
        dalga dalga halkalanıyor... 
iki, a: 
benerci riyaset ederken gizli bir içtimaa 
                                  altı yoldaşıyla yakalanıyor. 
iki, b: 
fakat meçhul bir sebebe 
                                 binaen, 
yoldaşlarının mevkuf bulunmasına rağmen, 
                                   benerci tahliye edilmiştir. 
iki, c: 
bence, yani romanın muharrirince 
                                                 olduğu kadar, 
benerci için de bu tahliye keyfiyeti 
siniri, ruhu, kemiği, eti 
                      kemiren bir esrardır, iki gözüm, 
                                                        serapa esrar... 
. . . . . . . 
. . . . . . . . . . . . . 
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 
. . . . 
benerci, sana dört teklifim var: 
evvela, 
kalkütadan istanbula 
                         çık yola. 
babıâli caddesinde matbaaya gel... 
geldin mi? 
âlâ... 
saniyen: 
        sinirini yen. 
karşımda dikilip durma, otur... 
salisen: 
      ayağını iki defa yere vur: 
kapı açılsın 
lebbeeeeeeeeyk! deyip 
                         bize iki çay getirsin kahveci üstat. 
rabian: 
           anlat. 
şu müthiş müşkili birlikte halledelim 
                                                        seninle... 
— anlatıyorum. 
                       dinle: 
ve benerci, macerayı bana, kafiyesiz filân, yani nesren şöyle anlatmaya başladı: 
 
sarılmıştık. yok edilmesi lâzım gelen bazı kâatlar vardı. vakit kazanmak için, polisin üstüne ateş açtık. brovniklerimizin şarjörlerini iki defa tazeledik. birimiz kolundan, birimiz de başından yaralandı. kurşunlarımız tükendi. britanya polisi içeri girdi. gırtlak gırtlağa kapıştık. nihayet, kıskıvrak bağladılar bizi. kamyonlara yüklediler. müdüriyette, yedimiz birden, bir herifin karşısına dizildik. 
burada, benerci yine coştu, işi kafiyeye döktü: 
herifin 
          mavi gözleri çipil çipil 
                                            suratı çilliydi. 
intelicentten olduğu belliydi. 
geçti arkadaşların önünden. 
benim önümde durdu. 
yüzüme baktı. 
ismimi sordu. 
beni bıraktı... 
niçin bıraktılar beni? 
beni 
        niçin 
                bırak- 
                         -tılar? 
— benerci, buna bir tek sebep var. 
— ne? 
— düşecekler peşine.. 
                            eşine?? 
                                 ateşine?? 
                                        mateşine?? 
 
tükürmüşüm kafiyenin içine... 
 
yani, anlıyacağın, seni bıraktıktan sonra peşine düşecekler. sonra cooop, haydi bir tevkifat daha. tabii, sen yine içerde. hem bu sefer artık suratına bakıp ismini sorup bırakılmamak şartıyla. işte tahliye keyfiyetinin sebebi... 
— sebep bu değil. ben, tamamen temizim. arkamda takip yok. 
— tuhaf şey. dışarıda temas ettiğin arkadaşlar ne diyor? 
— galiba onlar da senin gibi düşünüyorlar. iki üç defa, muhtelif arkadaşlarla temas etmek istedim. fakat verdiğim randevulara gelmediler. arkadaşlar benimle görüşmek istemiyor. 
— öyleyse, sen hemen yine kalkütaya git oğlum. ne halt edersen et, şu vaziyeti bir düzelt bakalım. 
benerci gitti. 
baktım ki, pencereden: 
        muktesit, muharrir ve muhbir 
                                    nedim vedat bey geçiyor. 
düşündüm benerciyi 
ve melun bir ihtimalle birden 
                             yüreğim cızz etti. 
arif olanlar için, 
               bu fasıl burada bitti... 
  
iii 
stop: 
fren! 
zıııınk! 
durdu!. 
amele 
         baş parmağını tele 
                                dokundurdu. 
akümülatör, dinamo, motor, buhar, benzin, 
                                                                elektrik, 
trrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrik! 
      d     u     r      -      d     u      !!!.. 
yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı. 
koptu kayışlar. 
— patron, sabotaj var!. 
— koş telefona. 
— işlemiyor... 
— telgraf... 
— teller kesilmiş, 
                          makina bomboş... 
— koş!.. 
               karşımda durma, avanak!.. 
hangarda ne varsa, üstüne atlıyarak, 
                                                  koşun şehre... 
sarjant, polismen, asker, 
                          kırk ikilik, tayyare, tank, 
                                                ne bulursanız, 
                                                               yetiştirin... 
birden 
       bisiklet, motosiklet, otomobil, omnibüs 
                    tozu dumana kattılar, dumanı toza... 
fakat 
         yine birden 
                            ekşi boza... 
ne ileri 
        ne geri. 
paaaaah!.. 
fıııııss... 
patladı lastikleri... 
geç kaldılar, geç!.. 
drran 
          drrrn 
                  drrran... 
tiki taka frev... 
edildi ilân 
     umumî grev!!!.. 
kalküta grevdedir. 
benerci evdedir, 
             sırtüstü yatıyor yatakta... 
geçiyor haykırışmalarla kapısının önünden 
tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı kalküta... 
onlar, hep beraber grevdedir... 
o, yapayalnız evdedir. 
yapayalnız... 
             tavan, kapı ve duvar... 
onu kavgaya çağırmadılar. 
günlerdir ki, onu gördükçe arkadaşları 
                                            çevriliyor başları... 
benerci yatakta 
kalküta ayakta. 
benerci görmeden görüyor yattığı yerden 
yürüyen kalkütayı: 
«adım 
      adım. 
adım — lar 
      adım — ları... 
kal — dırım 
      kal — dırım. 
kal — dırım — lar 
      kal — dırım — ları... 
cad — de... 
cad — deler... 
kalabalık... 
      ka — la — ba — lık 
                                    itiyor 
                                            iki 
                                                yana 
                                                    apar — tıman — ları... 
behey tram — vay!.. 
               çiğneneceksin: 
sağa sola sap... 
geçit yok. 
rap 
     rappp 
             rappp!!!!! 
ve... 
      va... 
           vey... 
— yol açın kamyonlara 
      amele çocukları 
                      babalarını geçiyor..» 
haykıraraktan 
       benerci fırladı yataktan. 
şimdi sokaktan 
                tek bir insan sesi yükseliyordu... 
benerci koştu pencereye: 
    aşada sokak 
              kalabalık. 
yukarda masmavi bir hava 
aşada bir kamyonun üstünden 
                                   kalabalığa 
söz söylüyor en yakın arkadaşı somadeva:* 
«— arkadaşlar! 
                      aylardır ki anamız avradımız 
                      uzun aç dişleriyle dişlediler 
                                             kendi memelerini. 
arkadaşlar... 
               çıplak aç karnını kurşunlara vermek, 
                                       kıvranarak gebermek... 
. . . .  tek  . . . . 
      . . . . . . . . . .  vaar? 
hayır!. 
          ar . . . . . . . lar . . . . . . 
 
(*) somadeva, benercinin en yakın arkadaşı olup, uzun bir müddetten beri kalkütada bulunmuyordu. binaenaleyh, böyle bir zamanda onun sesini duyup kendisini görmek, elbette ki, benerciyi sevinçli bir hayrete düşürecektir.   n. hikmet
  
önümüzde onlar 
                   kalın enselerini kırıp 
                   boynuzlarını saplayınca toprağa... 
                                         . . . . .  ağa.... 
biz.... 
     . . . . . . .  mizi!. 
patiska bir gömlek 
                          gibi yırtarak 
                                       etimizi 
kanlı kemiklerimizle 
                    . . . . . . . . cağız . ! ! . . 
o zaman gülleri koklıyacağız. 
o zaman 
              tabiat 
                    güzel bir ağız 
                    gibi karşımızda gülümsiyecek...» 
 
benerci   artık   kendini   tutamadı.   pencereden    üç   defa:    
s o m a d e v a..     s o m a d e v a..         s o m a d e v a..  diye haykırdı. 
bu haykırış o kadar kuvvetli idi ki, s o m a d e v a  sustu. birdenbire esen rüzgârla bulutları dağılan bir yaz sağanağı gibi sokaktaki kalabalığın uğultusu kesildi. insanlar, başlarını enselerinin üstüne yatırarak, dikine mustatil apartımanın yedinci katındaki perdesiz pencereye baktılar. ve orada, camın arkasında, benercinin sarı yüzünü gördüler. 
 
s o m a d e v a, benerciyi tanıdı. kolları ona doğru uzanır gibi oldu. bu hareketi, yalnız yukardan benerci ve kendi içinin içinden  s o m a d e v a  gördü. başka hiçbir göz, uzanmak, kucaklamak istiyen kolların hasretini göremedi. 
 
yukardan, yine benerci, üç defa bağırdı: 
 
— s o m a d e v a..  s o m a d e v a..  s o m a d e v a... 
 
aşağıda  s o m a d e v a,  kamyonun etrafına toplananlara: 
 
— bana bir taş veriniz, dedi. 
 
taşı verdiler. ve en eski günlerin en yakın arkadaşı: 
 
— bu adam nefsini kurtarmak için yoldaşlarını satmıştır. benerci müstevlilerin casusu olmuştur. en yakınlarının kellesini satmasaydı, bunu yapmasaydı, onun kahrolası başını omuzlarının üstünde bırakmazlardı, dedi. ve sağ kolunun bütün kuvvetiyle, yedinci kattaki perdesiz pencereden bakan sapsarı insanın yüzüne, taşı attı... 
 
somadevanın taşı, benercinin alnına geldi. benerci dimdik durdu. iki kaşının arasından sızan kan, çenesinden göğsüne aktı... 
 
ve benercinin başı benim, ben nâzım hikmetin dizlerine düşünceye kadar, en büyük, en iyi, en sevgili, kahreden ve yaratan kalküta, onu taşladı. 
 
baygın çocuğumu, yatağına yatırdım. camları parçalanmış, pervazları kanlı pencereye çıktım. arasıra arkasına dönüp bakarak uzaklaşan kalabalığın peşinden şu suretle feryada başladım: 
 
        benerci benim oğlum... 
        ben onun yüzünü 
                      görebilmek için 
        kaç kerre gecemi gündüzümü 
                                  on birlik tütüne satarak 
        dumandan bir adam gibi dikilip durmuşum... 
        benerci benim oğlum, 
                              ben onu 
                                    uykusuz gecelerin 
                                              ellerine doğurmuşum... 
        benerci sizi satmadı. 
        benerci günlerdir yemek yemiyor, 
        gecelerdir yatmadı. 
        o yatmıyor, ben yatabilir miyim? 
        benerci sizi satmadı, 
        sizi ben satabilir miyim? 
        benerci benim oğlum. 
        onu ben 
                  kellemden, etimden, iskeletimden 
                                                    sizin için doğurdum... 
        dostlar! 
        içinizden bir çıban gibi şüphenizi yolunuz. 
        benerci sizin oğlunuz, 
                              benim oğlum... 
fakat, kalabalık, benim sesimi bile işitmeden ilerledi, kayboldu. o zaman, hâlâ baygın yatan çocuğuma döndüm, dedim ki: 
        dostlar dinlemedi beni benerci. 
        benerci oğlum, küçücüğüm, büyüğüm, 
        başında dolaşan bu melun düğüm 
                                 çözülene kadar... 
                              bizim ah! demeğe hakkımız yok, 
        onların taşlamağa hakkı var... 
  
 
iv bap
kalkütada bir polis karakolunun 
yüksek duvarlarinin dibi 
 
gök gürler. vakit akşam üzeri. üç polis karakolun duvarları dibinde buluşur. 
  
birinci polis — nereye gitmiştin? 
 
ikinci polis — domuz boğazlamaya... 
 
üçüncü polis — sen nerdeydin? 
 
birinci polis — köprünün üstünde 
                                   bir hintli karı gördüm demin. 
kucağında kertenkele suratlı bir çocuk vardı. 
çocuk beni görünce başladı ağlamaya 
                                               ağlamaya 
                                               ağlamaya... 
karıya: 
— sustur şu piçi, 
     britanya polisine selam versin, 
                                                     dedim. 
     selam vermezse, kuyruksuz bir fare gibi 
                                                        gebersin 
                                                                  dedim. 
ne sustu, ne selam verdi kara kurbağa yavrusu. 
akıyordu su... 
akar suya fırlattım bu zırlayan şeytan piçini. 
anası yüzüme bakıp 
                kara bir uçurum gibi çekti içini. 
dokundu rikkatime 
                bu iç çekiş. 
madraslı bir ihtiyar: 
                «azabı azapla tedavi edin...» 
                                                           demiş. 
getirdim karakola kocakarıyı. 
sarı sırtından kızıl kan sızdırıp 
                  çekeceğim içinden ağrıyı... 
ikinci polis — sana bu işte yardım için 
                                kocakarıyı eski bir halı gibi 
                                          ayaklarına sereceğim. 
 
birinci polis — lütufkârsın... 
 
üçüncü polis — ben de sana: 
bengale ormanlarında avlanmış bir filin 
                            koparılmış erkekliğinden 
                                         bir kamçı vereceğim... 
 
birinci polis — başka bir şey istemez... 
                            malumdur bana azabı ısdırap, 
                            ezberimdedir tekmil 
                                                      kitabı ıstırap. 
meselâ: 
uykulara kâbus gibi çökebilirim, 
                            tırnak sökebilirim, 
kulakların içine kurşun dökebilirim. 
ellerin derisini eldiven gibi soymak, 
koltuk altına kaynar sudan yeni çıkmış 
                              hindi yumurtası koymak, 
sirke damlatarak gözleri oymak, 
domuz topu ıtlak olunan usûl, 
velhasıl daha bin bir usûlle gayeye vusûl 
                                          mümkündür bence... 
bakınız, bende ne var? 
 
3. ve 2. polis — göster bize 
                                         göster bize!! 
 
birinci polis — grevde yakalanan 
                                  hintlilerden birinin 
                                  taze kesilmiş başparmağı... 
kesildikten sonra yarım santim uzadı tırnağı... 
 
3. ve 2. polis — haydi içeri gidelim, 
                                uzayan tırnağı seyredelim... 
 
polisler karakoldan içeri girerler. bir müddet sahne boş kalır. benerci gelir. 
 
yağmur yağmaya başlar... benerci, belini karakolun duvarına dayayarak çömelir. 
 
karakolun duvarından insan çığlıkları gelmektedir. ve yağmurun içinden uzun bir şehrin uğultusu işitilmektedir. 
 
karakolun duvarından gelen insan çığlıkları: kalküta grevcilerine aittir. 
 
yağmurun içinden uğultusu işitilen şehir: kalkütadır. 
 
yağmur... alaca karanlık... akşam suları... 
 
kalküta grevi mağlûp olmuştur. 
 
somadeva yakalanmıştır. ve benercinin, duvarı dibine çömeldiği karakolda, somadevanın omuzbaşları dilim dilim yarılarak kanıyor. 
 
yağmur... karanlık... gece iyiden iyiye indi. 
 
benercinin saçları, omuzları, dizkapakları sırılsıklam oldu. arkadaşlarının attığı taşlarla alnında açılan yarayı kapayan sargı ıslandı, yapıştı... 
 
arkadaşlar içerdedir. 
 
benerci yine dışarda... 
 
kara gömlekli bir italyan faşistinin bile, oğlumun çektiği azabı duymasını istemem... 
  
 
birinci kismin sonuncu babi
i. benerciden aldiğim mektuptur 
 
benerciden şöyle bir mektup aldım, aynen neşrediyorum: 
"sana verdikleri zaman 
                                    bu 
                                      mektubu 
belki ben çoktan 
                  nokta 
                      son 
                            demişimdir. 
bu sefer dostların taşını değil, 
mendebur bir kurşunu kafamdan yemişimdir. 
nâzım, 
biliyorum, 
ölümün önünde rol kesip 
      hamlet gibi budala, 
                     verter gibi komik olmamak lâzım. 
nâzım, 
bilmiyorum, ne haltedeyim? 
                nasıl altedeyim? 
şöyle bir poz alıp durmak 
              kendi kendini vurmak, 
                                kıyak iş doğrusu!.. 
bak, 
kapı komşum uyandı, 
       muslukta akıyor su, 
          yüzünü yıkıyor... 
indi ıslık çalarak merdivenlerden 
                                                   sokağa çıkıyor... 
ben... 
ne hamlet, ne de verter...!!! 
neyse, geç... 
işi anlatayım, 
     tıraş yeter... 
sokak karanlıktı. 
senin, nefis 
                mis 
                      dediğin 
birdenbire karşıma çıktı. 
dedi ki: «aylardır peşindeyim» 
dedi ki: «telâş içindeyim, 
                    nerdesin?» 
daha birçok şeyler dedi korkuya, aşka dair. 
eklendi hatıralar hatıralara. 
sonra, 
«nereye gidiyorsun?» dedi, «eve geldik» dedi, 
                                                           «içeri gir.» 
onun evine girdik. 
ev karanlık ve bomboştu. 
yatak odası, lamba yandı, konuştum: 
— bana bir bardak 
                    dumanlı, kırmızı, sıcak 
                                             çay, dedim. 
çıktı dışarı. 
baktım karşıda çanta. 
hani taaa 
         onun yolda düşürdüğü 
         ben benerci serseminin gördüğü 
                                   siyah podüsüet çanta. 
açtım: 
    kâatlar. 
okudum: 
    intelicent servis raporları, 
    ve yeni bir tevkifat listesi var. 
                    benim ismim yok. 
anladım. 
içeri girdi o, 
bardağı bıraktı. 
yüzüme, elime, çantaya baktı. 
bakıştık. 
tuttum omuzlarından. 
başını vurdum duvara 
                         vurdum... 
duvarda kan. 
vurdum duvara... 
sonra... 
         sokak... 
               tramvay yolları 
                   tramvay yolları, 
                         sağları, solları 
bomboş, uçsuz bucaksız tramvay yolları... 
nefes nefese koşarak 
      sonra teker teker 
                              merdivenler. 
durdum. 
odam. 
dargın bir kaş gibi kımıldandı tokmağın sapı. 
açıldı kapı. 
oturdum. 
kalktım. 
odanın ortasında dolaştım biraz. 
sonra 
      baktım 
            duvarlara. 
dışarda şafak atmış, 
duvarlar bembeyaz. 
baktım duvarlara. 
sonra 
      sağ elim art cebimden 
                            brovniği çıkardı. 
ağzımda cıgara vardı. 
acı geldi tütün 
            tükürdüm. 
şarjörü sürdüm. 
kurşun 
       namlunun içindedir. 
kalbim 
           hudut haricindedir... 
şimdi benden sana son göz 
                                son söz 
                                son ses: 
                                s.. o.. s!!. 
                                s.. o.. s!!. 
                                s.. o.. s!!. 
  
 
ii. kalkütaya gidip benerciyi ne halde buldum? 
 
ya yattı karanlık sulara 
                yahut da yatıyor. 
imdat işareti var, 
           ışıklı bir umman gemisi batıyor... 
                                                  dedim. 
gözleri kanlı bir kurt gibi mesafeleri yedim, 
                                    yetiştim kalkütaya... 
gökten bir kartal gibi alçalarak 
                            girdim yedinci kattaki odaya. 
o ne? 
benerci yazı yazıyor ıslık çalarak... 
dipdiri! 
teresin keyfi yerinde... 
ne mükemmel bir ışık var 
                                    beni gören gözlerinde. 
gözlerinin içine güneş vuruyor. 
masada bir portakal duruyor, 
               soluyarak soyup yedim. 
— haydi be herif, anlat! dedim... 
  
iii. ölüsünü bulacağimi zannettiğim halde karşima yazi yazar ve islik çalar bir vaziyette çikan benercinin "anlat be herif..." feryadim üzerine bana anlattiklari: 
 
— en yakınlarım, en yakın dostum 
                     taşladılar beni, taşladı. 
ve mavi gözlü kadın yoldaşlarımı satıp 
                       başımı bana bağışladı... 
karardı içim 
karardı içim... 
kulaklarımda kazma sesleri. 
içimde ıslak 
        bir toprak 
                   kazılmaya başladı. 
girdim yarı belime kadar 
             dumanlı sıcak karanlıklara... 
— sonra? 
— çok şükür ki, sonrası senin 
kötü edebiyat yapmana yaramıyacak kadar sade, 
                                                           alelade!.. 
hani üstadın bir sözü var: 
«boş gecelerini değil, 
  boydan boya ömrünü ver inkilâba...» 
                                                                    diyor. 
bu söz. 
        virgül 
kocaman, çıplak bir alından bakan iki göz. 
                                               virgül 
ve ben işte sağım!.. 
anladım ki şunu...... 
çıkardım namludan kurşunu, 
onu dehşetli güzel günlere saklıyacağım... 
ikinci kısım;
benerci tekrar arkadaşlarina kavuşur... somadeva yatağa düşer... roy dranatin hayat felsefesi... yirminci asir tarihinin başlangici  v.s...    v. s...
  
noktanoktanoktanokta nooook-ta
basmıştır yine bağrına benerciyi
o inanılmayacak kadar iyi
kahredip yaratan kalküta.
noktanoktanoktanokta noooook-ta
i 
bu yaz: 
sabahları — taze süt gibi beyaz, 
öğle zamanları — erimiş bakır gibi aydınlık, 
akşamları — bombaylı kadınların esmer teninden ılık 
ve geceleri — üzüm salkımları gibi yıldızlıyken hava 
                                                          somadeva 
                                                           düştü yatağa. 
kan geliyor boğazından. 
 
dinleyin bunu benercinin ağzından: 
 
«— gazete kâatlarıyla örtülmüş olan masada bir gaz lambası yanıyordu. somadeva, duvarın dibindeki yer yatağındaydı. boynu bembeyaz. elmacık kemiklerinin derisi kırmızılaşmıştı. tıraşı uzamış. ve gözleri lüzumundan fazla aydınlık, lüzumundan fazla karanlıktı. 
 
yatak çarşafının ayak ucunda bir tahta kurusu yürüyor. 
 
gittim, tahta kurusunu aldım. masadaki gazete kâadını kopardım, koyulaşmış siyah bir kan damlasına benziyen hayvanı kâadın içinde ezdim. 
 
somadeva güldü: 
 
— benerci, beni seviyorsun, dedi. 
 
gözlerini yüzümde gezdirdi. gözleri alnımda durdu: 
 
— benerci, seneler geçti. benim attığım taşın izi silinmemiş. bunun şimdi farkına vardım, dedi. 
 
yeni doğmuş bir çocuk gibi nefes aldı: 
 
— bugün iyiceyim, dedi. 
 
su istedi. verdim. 
 
— karanlık, dedi. 
 
lambanın fitilini açtım. 
 
yine ona para getirmiştim. 
 
— bu parayı nineye verirsin yine. her gün besleyici yemekler pişirsin. hem, üç öğün mutlaka yemelisin, dedim. 
 
cevap vermedi: 
 
— geçen hafta sana getirdiğim paradan hapisanedekilere göndermişsin, sonra iki gün kuru ekmek yemişsin, dedim. 
 
işitmemezliğe geldi. 
 
— sana yemeğin için verilen parayı başka yerlere harcamaya hakkın yok, dedim. yemek yemen, iyi olman lâzım, dedim. 
 
bir şey söylemek istedi. 
 
söylemedi. 
 
düşünüyorum. 
 
bir kamyonun üstünden uçsuz bucaksız kalabalığa söz söyliyen somadeva aklıma geliyor. 
 
yağmurlu bir akşam aklıma geliyor. karakolun duvarına çömelmişim. içerde somadevanın omuz başları lime lime yarılarak kanıyor. 
 
somadevanın mahkemesi aklıma geliyor. yumruklarını maznun parmaklığına vurarak haykırıyor. 
 
somadeva hapisaneden kaçıyor. yine beraberiz. britanyaya karşı grevler, nümayişler, içtimalar... 
 
sıcak bir öğle zamanı aklıma geliyor. uzun bir yol yürüyoruz. terimi silmek için somadevadan mendilini istiyorum. dalgın, mendilini veriyor. mendilde kan. 
 
gece boğazından kan boşanmış. doktora gidiyoruz. verem. 
 
metelik yok. zaten hastaneye de yatırmak mümkün değil. kaçak. 
 
somadevayı, ninenin evinde, duvarın dibindeki yer yatağına yatırdığım gün aklıma geliyor. 
 
düşünüyorum. 
 
kötü, berbat şeyler aklıma geliyor. 
 
sonra, mendillerine kan tüküren veremli genç kız romanları okuya okuya, bütün bu anlattıklarımı bayağı bulacak olan bazı okuyucular aklıma geliyor. 
 
gülüyorum. 
 
somadeva soruyor: 
 
— niye güldün? 
 
— hiç.. hem artık ben gideceğim. 
 
somadeva soruyor: 
 
— haftaya geleceksin değil mi? 
 
— tabii. 
 
odadan çıkarken somadevanın sesini işitiyorum: 
 
— böyle duvar dibinde sırtüstü gebermek berbat şey be. hiç olmazsa orada ölsem. sen, söyle arkadaşlara... 
 
gözlerim yaş içinde. 
 
— arkadaşlara söyle. unutma, benerci. orada. anlıyor musun?» 
  
ii 
sıcak. 
ufukta ışıldayarak 
        nehir akıyor. 
benerci kapalı bir kitap gibi. 
roy dranat toprağa bakıyor 
ve konuşuyor, yarı yoldan dönen 
                         bizim eski ahbap gibi: 
    «— benerci sen 
    yüksek dağların çayırlarında biten 
        keskin kokulu 
                 göz alan renkli bir otsun. 
    fakat 
    devedikeninden 
                   daha faydasız bir ot. 
    benerci sen bir don kişotsun, 
    kahraman 
                   ve gülünç 
                             bir don kişot. 
    benerci bil ki 
           neticeler çıkarmak 
                                          öyle mümkün değil ki... 
    hayat öyle karışık. 
    geç efendim, bunları bırak. 
    akşamüstü serinlikte teferrüce çık... 
    ve yahya kemal beyi asrîleştir biraz, 
                                                            yaz: 
    "şöyle rahat bir kûşeye sığındık da biz 
    dehrin bu hayı huyuna meclubu handeyiz..." 
gerisini at. 
işte felsefei hayat.» 
benerci güldü. 
ben bir şey demedim. 
eski bir kavga şarkısı mırıldanarak 
bakıyorum ufukta akan suya. 
sıcak. 
yazdım bütün gece benerciyi, 
                 şimdi bir yatsam uykuya.* 
  
(*) okuyucularıma, ismiyle ilk defa karşılaştıkları roy dranat hakkında kısa bir malûmat vermeyi münasip buldum. roy dranat, benercinin eski bir kavga arkadaşıydı. fakat sonra, galiba korktu, galiba sabrı tükendi ve galiba ruhunu satıp rahatı bulmak fırsatını ele geçirdi. kavgadan ayrıldı. şimdi roy dranat, ingiliz emperyalizminin emrinde, sakalsız, pelerinsiz ve kılıçsız, rahatını arayan zavallı, mustarip bir fausttur. n.hikmet
 
iii. 
«keşmirli ebe kadın 
          anamın kasıklarından çekti beni. 
ve 
kundakladı bir sinema biletiyle. 
biletim 
       üçüncü mevkiydi. 
anam 
       etekliğini giydi, 
babam 
     mavi gömleğini, 
     yola düzüldük... 
gittiğimiz sinemanın 
             üç kapısı var: 
birincinin önünde: 
                 otomobiller tepiniyor, 
                 fraklı britanya bankaları iniyor. 
ikincinin önünde: 
küçük dar 
                 dükkânlarla 
                                    dar 
                                    tarlalar. 
üçüncü kapı bizim, 
                      oradan 
                                 biz giriyoruz, 
                      istihsal aletinden mahrum olanlar. 
içerde 
      the polismenler gösteriyor yerlerini 
                                                  müşterilerin: 
— buyrun siz oturunuz! 
oturtuldular. 
— oturun! 
oturdular. 
— otur ulan kerata... 
oturduk. 
lambalar söndü. 
muzıka başladı, makina döndü. 
perdede 
       filmin ismi göründü: 
(yirminci asrın sergüzeştleri nâm 
                                                dram.) 
yirminci asır 
      dört kanatlı bir tayyareden 
                  mendil salladı bize. 
yakasında kapitalizm 
       açıldı kabak çiçeği gibi. 
o kadar çoğaldı 
             o kadar 
                  uzadı ki bacalar 
saçlarından asıldılar sıra sıra 
                         kehkeşanlara. 
öyle duman çıktı, kurum yağdı ki 
gökte allah bile meleklere 
       amerikan markalı muşambalar giydirdi. 
şikagolu bir milyoner 
       öptü telsiz telefonla 
                         tokyolu sevgilisini. 
elektrikli salhanelerde 
        makinaların bir ağzından pastırma attılar, 
                                öbür ağzından 
                                boynuzlu inekler çıktı. 
bir coğrafya hocası dedi ki derste: 
"senegalli zencinin yegâne derdi 
       yüzünün siyah olmasıdır." 
bu haber bir velveleyle köpürdü pariste, 
müstemlekeler nezareti emir verdi, 
pudra fabrikaları geçti seferberliğe. 
pariste olan işler duyulunca londradan 
hemen içtima edip karar koydu avam kamarası: 
"kıçlarına kuyruk takmıyan hintlilerin 
                                   kesilecek kafası." 
telsizler daha tebliğ ederken bu kararı hinde 
muazzam bir kuyruk tröstü teşekkül etti 
                                 mançister şehrinde. 
kutbu şimalide eskimolar 
                 görünce bu halleri, 
kıça kuyruk takmamak 
                 ve değiştirmemek için deri, 
ince japon fincanlarında 
okkalarla hollanda sütü içmeğe başladılar. 
üstünde uzun katarlar kayan raylar, 
bahrimuhitlerin elli bin tonlukları 
ham mevat taşıyorlar müstemlekelerden. 
kilometreler 
       ticaret evleriyle bağlandı birbirine. 
sahrayı kebirin ortasında 
                   ilân kuleleri dikildi. 
tröstler kartellerle tokuşuyor. 
balyalar, denkler, çuvallar, kutular 
şarktan garba, garptan şarka koşuyor... 
perde karardı, makina durdu. 
perde beyazlandı, lambalar yandı. 
lambalar yanar yanmaz 
kocaman bir gürültü ortalıkta çalkandı. 
babama sordum: 
"— ne oldu?" 
anam güldü. 
ve birdenbire küçücük kafam 
                yukardan düşen bir kitabın 
                                 yapraklarıyla örtüldü. 
kitabı kafamdan atıp yukarı baktım: 
britanya bankalarının localarından 
                                          filozoflar: 
tonlarla yaldızlı eserlerini 
                                 fırlatıyorlar üstümüze. 
lambalar söndü. 
muzıka başladı, makina döndü. 
perdede 
        ikinci kısmın ismi göründü 
"hindistanlı parya 
       ve proletarya.." 
the polismenler el attı kıçlarına. 
birinci mevki homurdandı. 
ikinci sallandı. 
bağırdı üçüncü mevki 
                     avazı çıktığı kadar: 
"— geliyor, ror, geliyor bizimkiler...." 
mehtaba, dökülen bahrimuhit gibi 
            mavi pantolonların dalgaları 
                                    kapladı perdeyi. 
başladı resmigeçit 
                         misisipi gibi uzun 
                                amazon kadar geniş. 
maden ocaklarında çalışanlar 
                     ata biner gibi kazmalarına binip 
                     tünellerde koşuyorlardı dörtnala. 
keşmirli mensucat amelesi 
         hep bir ağızdan şarkılar okuyarak 
kocaman bir bayrak dokuyarak 
                                      geçti. 
nakliyatçılar 
          şehirlere tekerlek takarak 
                     tramvaylara çektirdiler. 
elektrikçiler 
          lastik eldivenlerine 
               sırma saçlarından 
                        dolamışlardı voltları. 
elektrikçiler 
                geçtiler, 
                            elektrik kadar temiz 
                            elektrik kadar çevik, 
                                               elektrik 
                                                  elektrik... 
geçiyor bizimkiler 
       misisipi gibi uzun 
                     amazon kadar geniş... 
omuzlarımda fır dönerken kafam 
                                karnıma vurdu babam. 
şimdi yürüyordu perdede 
            on milyon beygir kuvvetinde bir ıstırap: 
elleri ceplerinde kilitli 
                     parmakları burunlarında 
ağır ağır sürüklendi işsiz ordusu. 
adımları 
     nalladı 
       gözbebeklerimizin kulaklarını. 
sırıttı birinci mevki. 
ikinci düşündü. 
perdede 
        yeni yazı göründü: 
"burjuvazi!." 
the polismenler giydi pazarlıklarını. 
alkış yağdı localardan. 
ağzı sulandı ikinci mevkiin. 
biz 
çuvaldızla dikildik birbirimize gündeliklerimizden, 
avuçlarımız alevlendi, 
        fırladı gözlerimiz 
                     burun deliklerimizden. 
başladı resmigeçit: 
            imparatorluk üniformaları 
                                davul çalarak 
                                                    yol açarak 
                                                          geçti. 
britanyalı diplomatlar 
                       bonjurlarının kuyruklarını 
                                          döşediler yola. 
bayraklar çekildi her karakola. 
sökün etti tröstler. 
başlarında 
       banka kavaslarının şapkası vardı. 
sıkıştırmışlardı fabrika bacalarını 
                                       kulaklarına. 
toprakların kilometreleri 
                                   tespihti ellerinde. 
ağızları havada kartel avlıyordu. 
esham senetlerindendi boyunbağları. 
parmaklarımla saydım bu dağları, 
                                      geçtiler. 
göründü müteşebbislerin alayı. 
hepsi bir iki fabrikanın 
                           tutmuştu kulaklarından. 
sünnet çocukları gibi yürüyorlardı. 
hepsinin parlıyordu apış arasında 
                malî sermayenin altın kazığı. 
bunları da birer birer 
                    saydık anamla beraber... 
alay bitti. 
toz duruldu. 
baktık ki, yollara 
çıplak göbeklerinden çivilenmişti orospular.» 
  
 
somadeva deminden beri okuduğu defteri kapattı. yastığının altına koydu ve benercinin yüzüne baktı: 
 
— nasıl buldun? 
 
benerci sordu: 
 
— hepsi bu kadar mı? 
 
— şimdilik bu kadar. daha doğrusu bu, yazmak istediğim «yirminci asır hindistan tarihi»nin başlangıcı. 
 
— bakalım gerisi nasıl olacak? 
 
— gerisi, sonu harikulade olacak asıl, benerci. bu tarihin sonu inanılmıyacak kadar mükemmel olacak. yalnız bir yazabilsem, yani onu ben de bir yazabilseydim. 
 
benerci kalktı. masanın üstündeki gaz lambasını yakmak istedi. somadeva seslendi: 
 
— lambayı yakma. böyle daha iyi. geçmiş gelecek, kafamın içindekileri böyle daha iyi görüyorum. akşamları ateşim dehşetli artıyor. ağrılar filan dehşetli. artık dayanılmıyacak kadar... neyse, bunları bırak. sen bir şeyler anlat bakalım. son günlerde okuyor musun? fabrika kaçta bitiyor? neler okudun? 
 
— son günlerde bir iki meraklı kitap okudum. hatta iki tanesi yanımda. istersen lambayı yakayım da, sana biraz okuyayım. 
 
— olur, benerci. 
 
benerci lambayı yaktı. 
 
— kitaplardan biri, şu meşhur fransız gazetecisi alber londrun. fransız kongosuna dair. sana kitabın en feci faslından beş on satır okuyacağım. fransız kongosunun merkezi brassaville karaburun limanını birleştirecek olan kongo - osean demiryolunun inşaatına dair birkaç satır. inşaatı batilon şirketi yaptırıyor. şimdi, dinle: 
 
benerci lambanın fitilini biraz daha açtı. okumaya başladı: 
 
«— bakota, baiyya, linfaondo, sara, banda, lizangö, mabaja, sinde, loano kabilelerinin adamları, dalgın hayatlarından koparılarak batilona gönderilmekteydiler. 
 
bu çok garip bir yolculuktu. 
 
istilâ zamanlarımızdan kalan mavnalara yükleniyorlardı. 
 
üç yüz, dört yüz başlık insan sürüleri güvertenin altına ve üstüne yığılıyordu. aşağıda olanlar nefessizlikten boğuluyorlardı; yukardakiler ne oturabiliyorlardı, ne de kalkabiliyorlardı. ve ayaklarında zencir olmadığı için, brassavile kadar 15-20 gün süren yolculuk esnasında şari, sangu, kongo nehirlerine her gün iki üç insan kendini atıyordu. 
 
mavna yolunda ilerliyordu. düşenlerin hepsini toplıyamazsın ya!... 
 
kıyıdan gidildiği zamanlar ağaç dalları en yukarda bulunanları nehre yuvarlıyor... hiçbir çatı yok. 15 gün yuvarlak güvertenin üstünde. güneşin altında. yağmurun altında. ocak odunla yakıldığı için, uçuşan küçük kıvılcımlar zencilerin derilerinde yanıklar yapıyor... 
 
işte nihayet brassavil... üç yüz kişiden ancak iki yüz altmışı, bazen de iki yüz ellisi gelebilmiştir. 
 
....gelenler sürüye sokuluyor. yaya yolculuk başlıyacaktır. ilk önce, en sağlam olanlar seçiliyor. 
 
....ve sürü, balta görmemiş ormanlardan yürüyerek, bataklıklar geçerek, dehşetli mayombe ormanına doğru ilerliyor. 
 
....bu korkunç bir manzaradır. 10 kilometreye uzanan insan sürüsü, boğumlarını kımıldatmaya mecali olmayan uzun, yaralı bir yılana benzer. biyalılar düşer, zindeliler ayaklarını zorlukla sürükleyebilirler ve kırbacın düğümü onları kovalar. 
 
ben demiryollarının nasıl yapıldığını görmüşümdür. iş yerinde birçok aletler vardır. fakat burada zencilerden başka hiçbir şey yok..... 
 
....300 kilogram ağırlığında çimento fıçılarını nakletmek için, batilon şirketi, bir sırık ve iki zenciden başka hiçbir vasıtaya lüzum görmemiş. 
 
irgatbaşıların ezdiği bitkin, yorgun, yaralı, sıska zenciler yığınlarla ölüyorlar. 
 
....bu muazzam bir zenci imhası hareketiydi. 
 
batilon şirketine verilen sekiz bin insan, az bir zaman içinde beş bin, sonra dört bin, daha sonra iki bine indi. 
 
ölenlerin yerini doldurmak için yeni devşirmeler yapılıyordu. 
 
zenciler ormanlara, çat kıyılarına, belçika kongosuna, angolaya kaçıyorlar. eskiden insanların yaşadıkları yerlerde, bizim müteahhitlerimiz şimdi yalnız şempanzeleri buluyorlar......» 
 
benerci durdu ve, 
 
— somadeva, dedi, biliyor musun, bu kitabı yazan alber londr kimdir? 
 
— hayır, tahmin ediyorum. onda dehşetli bir iş adamı kafası var. zencilerin mahvoluşuna, körü körüne baltalanan bir ormanın mahvolması gibi acıyan bir adam. anlıyorum ki, o, afrikaya makina istiyor. zenciyi ölümden kurtarmak için değil. zenciyi daha semereli, daha uzun zaman, daha dayanıklı işlettikten sonra öldürmek için. fransız emperyalizminin acı söyleyen, dehşetli bir gazetecisi şu alber londr.. öyle değil mi? 
 
— öyle.. istersen sana kitapları bırakırım. öteki kitap jorj lefevrin «kauçuğun epopesi». amerika otomobil fabrikalarına dair fasılları şayanı hayret. bu lefevr kadar köpoğlulukta mahir bir adam görmedim. insanların, kocaman bir makinanın basit vidaları haline gelmesinde bile şiir bulan bir adam. kitabı okur anlarsın. lambayı söndüreyim mi? haftaya gelirim yine. dört gün sonra yapılacak mitingin sonu neye varacak? böyle hasta olmasaydın. kuvvetli söz söyliyen, amma bıçak gibi söz söyliyen bir arkadaşa öyle ihtiyacımız var ki. neyse. ben gidiyorum. kendine iyi bak... 
 
— ben kendime iyi bakıyorum. üzülme! git. lambayı söndür. 
 
benerci lambayı söndürdü. ve sanki lambayı söndürür söndürmez, somadeva hemen uyuyuvermişmiş gibi, ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı. 
 
merdivenin sahanlığında, nine benerciyi kolundan tuttu: 
 
— ölecek, dedi. belki, ölümün gelmesini beklemeden kendi kendini öldürecek. benim oğlum da, kafasını ingilizler sopayla parçaladıktan sonra, o duvarın dibindeki yatakta ölmüştü. bu da, o duvarın dibindeki yatakta ölecek. belki de kendi kendini öldürecek. çok ağrı çekiyor. sana göstermiyor amma, siz hepiniz öyle ağrı çekseydiniz çoktan ölürdünüz. 
 
— kendini öldüreceğini nerden biliyorsun? sana bir şey söyledi mi? 
 
— bana bir şey söylemedi. bana o yalnız iyi şeyler söyler. kendini öldüreceğini yalnız kendine söyledi gibi geliyor bana. bunu, belki kendine bile apaçık söylememiştir. belki de söylemiştir. dün, ben evde yokken, sokağa çıkmış... yatağının altına bir çıkın korken gördüm. çıkında ne vardı, bilmiyorum. sokaktan bir şey alıp getirdi. 
 
benerci, birdenbire geri dönüp somadevadan sormak istedi. sonra vazgeçti. 
 
— sen onu yalnız bırakma, nine, ben iki üç gün sonra gelirim. 
 
benerci sokağa fırladı. 
 
yürüdü.. yürüdü... 
 
bir köşebaşında roy dranatla karşılaştılar. 
 
havagazı fenerinin altında durdular. roy dranat sarhoştu. benercinin ellerini tuttu: 
 
— benerci, belki siz haklısınız, dedi. belki haklısınız. fakat, ben «dünyayı düzeltecek ben mi kaldım»a kadar düştüm. mümkündür ki, «beş parmak bir olmaz»a kadar da alçalayım. amma, bana öyle geliyor ki, sizin hakkınız var. allahaısmarladık benerci. ben bu tarafa sapıp yoluma gidiyorum, sen de yoluna git.. 
 
roy dranat, benercinin ellerini bıraktı. şapkasını çıkardı. yerlere kadar eğilerek benerciyi selamladı: 
 
— belki, siz haklısınız....... 
 
sallanarak uzaklaştı.. 
 
ikinci bap
 kalkütali seyyar satici esnafindan bir vatandaş: kalkütada, ingiltere emperyalizmi aleyhine yapilan mitingi ve somadevanin ölümünü berveçhi âti anlatiyor.
i 
meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım, 
                    uyy... aman kalabalık!! 
rüzgârlı bir orman gibi uğuldardı, kardaşım, 
                    bu yaman kalabalık. 
kalkütalı tornacılar, keşmirli dokumacılar, 
                                   bombay gemicileri, 
yetmiş yedi denizin getirdiği 
                                   kum gibi 
                                            insan var. 
çırılçıplak çocuklar 
       sarkıyor salkımlarla ağaçların dalından. 
kocakarılar oturmuşlar eşiklere. 
       iğne değil, bir kıl koparıp atsan sakalından 
                                                düşmezdi yere. 
meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım, 
              uyyy, aman kalabalık. 
dalgalı, karanlık bir suya düşmüşüm gibi 
                                  beni sardı, kardaşım, 
                                  bu yaman kalabalık. 
baktım ki taaa... 
                         karşıda 
bir kamyonun üstünde bir adam 
                                      avaz avaz 
                                                    söz söylüyor. 
ama ne söz söylüyor anam, 
                             okkalı söz söylüyor!!! 
bakıyorum adama, 
     bir şey anlamıyorum ama, 
söz söylüyor herifçioğlu 
                         söz söylüyor, 
                okkalı söz söylüyor: 
«— bilemem  hangi sebeple, bilemem hangi sebebe!» 
etrafta bağırıyorlar: 
«— yaşşşşa be!!!» 
ben de bağırıyorum. 
acayip bir türkü çağırıyorlar. 
makama uyup ben de çağırıyorum... 
yanımda seyrek sakallı bir ihtiyar: 
«— bunlar, delidir, diyor, 
bunlar sanıyorlar ki, diyor, biz 
                    zorla devirebiliriz, 
altın topuzlu kuyruğunu dalgalara vuran 
denizlerin ortasında demirden 
                                           bir aslan 
                                               gibi duran 
                                                    kocaman 
                                                        britanyayı...» 
şimdi kamyonun üstünde başka bir adam.. 
bu da söz söylüyor anam 
                        söz söylüyor. 
                                   okkalı söz söylüyor. 
bakıyorum adama. 
          bir şey anlamıyorum ama 
belli ki ötekinden 
                    daha okkalı söylüyor. 
etrafta daha çok bağırıyorlar. 
ben de bağırıyorum. 
bu sefer başka bir türkü çağırıyorlar, 
makama uyup ben de çağırıyorum... 
seyrek sakallı ihtiyar: 
«— bak, bu doğru söylüyor, diyor, 
zorla değil, 
             güzellikle 
                      yavaş yavaş, diyor, alırız!.. 
birdenbire ayrılırsak, 
köksüz bir ağacın dalları gibi kalırız...» 
şimdi kamyonun üstünde yine başka bir adam. 
elbet bu da söz söyleyecek anam. 
söz söylüyor. 
seyrek sakallı ihtiyarın keyfi yerinde yine. 
belli ki, geliyor kalabalık 
                   seyrek sakallının dediğine. 
adamlar çıkıp iniyor kamyonun üstünden. 
balta görmemiş bir ormanda yürür gibi 
      yürüyorum kalabalıkta kamyona doğru ben. 
bağırışlar. 
türkü çağırışlar. 
ben bir şeycik anlamıyorum ama, 
etraftan laflar çalınıyor kulağıma: 
— sol taraf hapı yuttu! 
— kamyonun yanında benerciye bak! 
         anası ölmüş 
                    kız kardeşi dağa kaldırılmış gibi 
                                                            somurttu... 
— gandinin hakkı var! 
— hindin kurtarıcı ilahları: 
                           dokuma tezgâhları. 
deniz tutmuş gibi dönüyor başım. 
birden bir kıyamettir koptu kardaşım. 
bağrışmalarla, ipte çamaşır gibi sarsıldı hava. 
— somadeva geliyor, somadeva! 
— ona söz verin! 
— söyletmeyin, istemez! 
— dinlemiyoruz! 
— al aşağı! 
— söyletmeyin, istemez. 
yanındakilerin omuzuna dayanarak 
                         tırmandı kamyona bir adam. 
geldi bütün kalabalık 
bu sapsarı yüzlü bir tek adamla göz göze. 
ortalık tıssss! 
somadeva başladı söze... 
hey anam! heeey! 
herifte bir ses vardı, beyabey, 
                                    bir ses! 
hani, ormanda kaplanlar ölürken 
                                  böyle bağırır.. 
«— arkadaşlar! 
                        dedi. 
                            hastayım.. 
                                        çok.. 
fazla söze lüzum yok, 
               kendimi asacaktım. 
gidip bakın odama: 
ipi yerde, 
çengeli tavanda mıhlı bıraktım. 
geberecektim bir kaçak gibi 
                                        az daha.. 
arkadaşlar!...» 
                    dedi. 
ve sözünü bitiremedi. 
sallandı sola bir, sağa bir... 
baktım ki kalabalığa bir 
       kalabalık da rüzgârlı bir ekin gibi sallanıyor, 
                                              ben de sallanıyorum. 
o yine: 
«— arkadaşlar...» 
                             dedi. 
yine sözünü bitiremedi. 
ve kamyonun üstünden 
                                 devrildi üstümüze.. 
birdenbire, kardaşım, bir hal oldu bize: 
boydan boya meydan uzattı kollarını 
                                            düşeni tutmak için. 
hani ancak 
                 lortlar kamarasına girmeliyim 
                                           bu hali unutmak için. 
dalgalı bir denize düşen ay ışığı gibi 
yüzdü bembeyaz ölüsü somadevanın 
yukarı kalkan kolların ve başların üstünde. 
meydan bağırdı, ben bağırdım: 
«— somadeva! 
                         somadeva! 
kavga sonuna kadar 
                                  kav—ga!...» 
omuz başımda inledi bir ses: 
«— deliler kesiyor kocaman bir çınarın 
                                     en yeşil, en geniş dalını.» 
dönüp arkama baktım ki, anam; 
yoluyor seyrek sakalını 
                          seyrek sakallı adam. 
 
  
ikinci kisim sonuncu bap
 
iki ölünün odasi...
hindistan yirminci asir tarihinin son sözü...
roy dranatin aynali dolaba bakan ölü gözleri...
 
i 
 
somadevanın ölüsü imamsız, rahipsiz ve hahamsız ve kavga şarkıları söyleyen on binlerce kişilik bir cemaatla kaldırıldı. 
 
benerci, somadevayı gömdükten sonra, ninenin evindeki odaya geldi. ipi yerde ve çengeli tavanda mıhlı gördü. duvarın dibindeki yer yatağının yastığı altından kırmızı kaplı, çizgisiz defteri çıkardı. 
 
defterin kabında: «hindistanin yirminci asir tarihi» diye yazılıydı. benerci defteri açtı. baş tarafta, somadevanın bir gece kendisine okuduğu yarı kalmış mukaddeme vardı. sonra beyaz sayfalar. son sayfada beş altı satır. benerci bu beş altı satırı okudu: 
 
«ben, somadeva, hindistanın yirminci asır tarihini yazmağa başladım. fakat bitirmeden öleceğim. arkadaşlarım, bıraktığım yerden yazmağa devam etsinler. tarihin sonu inanılmayacak kadar güzel olacaktır. buna eminim...» 
 
ii 
 
benerci, somadevanın odasından sokağa çıkınca, roy dranatın «akşamüstü serinlikte bir teferrüçten dönerken» soğuk alıp zatürreeden öldüğünü duydu. ve roy dranatın oteline gitti. gördüklerini şöyle anlatıyor: 
 
girdim ki içeriye, 
iki eli yanına gelmiş 
yatıyor otel odasının 
dört topuzlu karyolasında. 
ölü. 
omuzlarına kadar çarşafla örtülü, 
gözleri açık... 
çarşafın altında ayakları: 
            acayip bir hayvanın dinliyen kulakları... 
gözleri bakıyor 
               ayakları arasından dolaba. 
dolabın aynasında görüyorum: 
başını değil, 
         yüzünü değil, 
                      kaşını değil, 
kapakları açık, içi örtülü gözlerini, 
                                    yalnız ölü gözlerini... 
gözleri bakıyor dolaba. 
ehramda bir kapı 
                      açar gibi 
                                açtım 
                                      dolabı. 
alt katta bir kutu var. 
kutuda ölünün hiç giymediği 
                    siyah kunduralar. 
ütülü elbiselerle dolu orta kat: 
asılmış dolabın içine 
sıra sıra elsiz ve başsız roy dranat. 
bir şişe permanganat, 
                                yakalık, 
                                        mendil, çorap. 
bir kitap: 
çok eski günlerde beraber okuyup 
satırlarının altını beraber çizdiğimiz 
                                        bir kavga kitabı. 
kapadım dolabı. 
onun dolaba bakan gözlerini kapadım. 
artık satılacak bir yürek, 
                                   kiralık bir kafa bile yok. 
roy dranat, hoşça kal, 
                              mesele yok. 
yorgan gitti, 
kavga bitti. 
gözüme altın bir damla gibi akan 
                                            yıldızın ışığı, 
ilkönce 
          boşlukta 
                    deldiği zaman karanlığı, 
toprakta göğe bakan 
                    bir tek göz bile yoktu... 
yıldızlar ihtiyardılar 
                   toprak çocuktu. 
yıldızlar bizden uzaktır 
                          ama ne kadar uzak 
                                             ne kadar uzak... 
yıldızların arasında toprağımız ufaktır 
                        ama ne kadar ufak 
                                            ne kadar ufak... 
ve asya ki 
                toprakta beşte birdir. 
ve asyada 
                bir memlekettir hindistan, 
kalküta hindistanda bir şehirdir, 
benerci kalkütada bir insan... 
ve ben 
           haber veriyorum ki, size: 
hindistanın 
            kalküta şehrinde bir insanın 
                       yolu üstünde durdular. 
yürüyen bir insanı 
                              zincire vurdular... 
ve ben 
           tenezzül edip 
başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum. 
yıldızlar uzakmış 
                    toprak ufakmış 
                               umurumda değil, 
                                                aldırmıyorum... 
bilmiş olun ki, benim için 
                      daha hayret verici 
                                          daha kudretli 
                                daha esrarlı ve kocamandır: 
                                yolu üstünde durulan 
                                        zincire vurulan 
                                          i n s a n . . . 
  
ii 
şu yukarıya, üçüncü kısmın birinci ve sonuncu babının birinci parçası olarak yazdığım, üslubu ukalaca, yazıdan da anlıyacağınız veçhile, benerci mahpustur. 
 
hindistanın hakikî istiklâl ve hakikî kurtuluşu için çalıştığından dolayı, britanya polisi tarafından tevkif, britanya adliyesi tarafından muhakeme ve britanya hükûmeti tarafından, benerci, hapse atılmıştır. cezası 15 senedir. benerci bu 15 adet seneyi taş bir hücrede tek başına geçirecektir. ve bu 15 adet senenin bir haylisi geçmiştir... 
 
şimdi size, bu bir hayli senenin nasıl geçtiğini anlatacağım. ve, sonra, sıra, benercinin kendini niçin öldürdüğüne gelecek. emperyalizm aleyhine yazılan* ve emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenlerden bahseden bu kitap, bir inkılâpçının hangi şartlar içinde kendini öldürmeğe hak kazanacağını da hallettikten sonra, bitmiş olacaktır. 
  
(*) yalnız şunu hatırlatmak isterim ki, benerci emperyalizmi ve emperyalizm ile mücadeleyi, neo-hitlerist-sosyal-faşist-sinyor-fon şevket süreyya bey gibi anlamıyordu. 
  
iii 
güneş 
     pencerede... 
yanıyor 
        demir bir çubuk.. 
dışarda saat 
            belki beş, 
                    belki altı, 
                            belki buçuk, 
                                                yedi.. 
gardiyan karyolayı 
                       duvara kilitledi. 
adam 
       demir iskemlede oturuyor 
                                             oturuyor... 
güneş 
       düştü pencereden 
adamın başına vuruyor.. 
dışarda saat 
             belki on 
                       belki on iki.. 
içerdeki: 
           yürüyor duvardan 
                                     duvara, 
                                               duvardan 
                                                           duvara... 
gardiyan... 
pirinç çorbası, ekmek. 
demek: 
      öğle saatı çaldı 
                  öte yanda yaşıyanlara.. 
ve adam yürüyor, 
                        duvardan 
                                    duvara, 
                                              duvardan 
                                                          duvara.. 
yanıp söndü demir çubuk.. 
dışarda saat: 
             belki beş, 
                    belki altı, 
                            belki buçuk... 
dışarda adam... 
adam 
     demir iskemlede oturuyor... 
                                        oturuyor... 
gardiyan. 
pirinç çorbası, ekmek. 
gardiyan 
             karyolayı indirince: 
                                 içerde gece. 
yatıyor adam. 
gözleri düşünüyor, 
          dişlerinin arasında bıyığı.. 
dışarda ay ışığı.... 
  
iv 
19... senesi eylülünün on beşinci gecesi idi.. saat on ikiden sonra, kalküta şehrinin varoşlarından gelen bir adam, umumî hapisanenin yüksek duvarları karşısında durdu. tam bedir halindeki ay, gökyüzünü kaplıyan ve esen rüzgârla korkunç şekiller alıp akan siyah bulutların arkasında kâh gizleniyor, kâh meydana çıkıyordu. 
 
şehrin varoşlarından geldiğini beyan ettiğimiz meçhul adamın durduğu mahal, umumî hapisanenin arka cephesine tesadüf etmekte olup bu cephenin üst kısmında, hafif bir ışıkla aydınlanmış, bir sıra demir parmaklıklı pencere vardı. 
 
ay, bulutların arasından kurtuldukça, zaman zaman duvarın dibinden geçen bir süngüyü ışıldatmakta ve bu suretle meçhul adama hapisanenin etrafını devreden nöbetçilerin mevkilerini bildirmekte idi. 
 
meçhul adamın kendisini nöbetçilere göstermek istemediğini, okuyucularımız, elbette tahmin eylemişlerdir.. tahminlerinde yanılmıyorlar. zira bu adam buraya britanya imparatorluğu zabıtasının hiç de hoş görmeyeceği bir işi yapmak için gelmiş idi. 
 
filhakika, nöbetçiler hapisanenin köşesinde gözden kaybolur olmaz, meçhul adam cebinden bir taş parçası çıkarıp iyice nişanladıktan sonra demir parmaklıklı pencerelerin soldan üçüncüsüne fırlattı.. taş pencereden içeriye girdi. 
 
eğer biz, okuyucularımızla birlikte, meçhul adamın taşı atmasından evvel, mevzubahis pencereden içeriye bakmış olsaydık, şöyle bir manzaranın şahidi bulunurduk: 
 
demir kapısının üstünde gardiyanlara mahsus dışardan sürmeli küçük bir pencere bulunan taş bir hapisane hücresi. gündüzleri kaldırılıp zincirle duvara kilitlenen ve geceleri indirilen demir bir karyola. işbu karyolanın üstünde, mahpuslara mahsus libası giymiş olduğu halde bir şahıs oturmaktadır. mezkûr şahıs sık sık başını kaldırarak, kapıdaki gardiyan penceresinden gözetlenip gözetlenmediğine bakıyor, sürgünün açılmadığına emniyet kesbettikten sonra, siyah kaplı kalın bir kitabın sayfalarına bir şeyler yazıyordu. eğer siyah kalın kitabı yakından tetkik edecek olursak görürüz ki, bu ingilizce bir incildir. mevzubahis şahıs, taş hücreye kapatıldıktan bir hafta sonra; kayserin hakkını kaysere ve allahın hakkını allaha vermeği ve sağ yanağına bir tokat atılırsa, sol yanağını çevirmeği talim etsin diye, bu incili bir ingiliz misyoneri kendisine vermiş idi. esasen, hepisanenin bütün hücrelerinde bu kitaptan maada okuyacak ve yazacak bir şey bulunmazdı. 
 
imdi, ahvalini tetkik eylediğimiz şahsın, yani taş hücre mahpusunun incil sayfalarına neler yazdığını görelim: 
 
satırlarının başları numaralı ve bazı kelimeleri küçücük haç işaretli sayfalarda, urdu lisanıyla ve henüz kurumamış kırmızı ve taze bir kan ile yazılmış ve kitabın sık siyah matbu hurufatı üzerinde ateş gibi yanan yazılar vardı. 
 
taş hücre mahpusu incil kitabının iç mukavvasından kopardığı bir parçayı bükerek bir kalem haline getirmiş ve bunu sol bileğinden ince ince akan kana batırarak bu ateş gibi yanan yazıları yazmakta bulunmuş idi. 
 
işte şehrin varoşlarından gelen meçhul adam taşı attığı zaman, taş hücrenin içindeki mahpus böyle bir işle meşguldü. pencereden gelen taş mahpusun karyolası dibine düşmüştü. mahpus hemen yerinden kalktı. 
 
üzerlerine kanı ile yazdığı incil kitabı sayfalarını kopararak taşa sardı ve taşı pencereden dışarı atıp iade etti. 
 
şehrin varoşlarından gelen meçhul adam, taşa sarılmış kâat tomarını yerden aldı. göğsüne soktu. ve dünyanın en kıymetli hazinesini göğsünde taşıyan bir insan gibi, korkak, cesur ve emin adımlarla uzaklaşmaya başladı. korkuyordu: göğsündeki defineyi alırlar diye; cesurdu: göğsündeki defineyi ölümün karşısında dahi vermemek için; emin idi: zira kaç senedir her iki ayda bir buraya geliyor, taşı atıyor ve taş, kanlı yazılar yazılı incil sayfalarına sarılmış olduğu halde kendisine iade ediliyordu; binaenaleyh bu işe alışmış idi. 
 
bu kanla yazılmış yazılar, hintlilerin hakikî istiklâl ve kurtuluş cidalinde kitlelere heyecan, şuur ve hedef vermekte idi........ 
 
taş hücre mahpusu benercidir. kitlelere heyecan, şuur ve hedef veren yazılar, vaktiyle somadevanın başladığı ve şimdi benercinin devam ettiği «hindistanın yirminci asır tarihi» isimli eserdir. yalnız, benerci bunu, bileğini kesip kanıyla yazmıyor.. fakat, eğer icap etseydi, eserin bir tek satırını yazmak için damarlarındaki bütün kanını akıtabilirdi. ve bu, pestenkerani bir lâf değildir.. bu işi yapabilecek insanların yalnız on dokuzuncu asır romanlarında yaşadığını zannedenler, yirminci asrın isimsiz, büyük kavga kahramanlarını tanımıyorlar demektir. 
 
benerci yazısını bileğinin kanıyla yazmıyor. bu yazıları şehrin varoşlarından gelen meçhul adama vermiyor. benerci yazılarını temiz beyaz kâatlara kurşunkalemiyle yazıyor. ve bunları hapishane gardiyanlarının ingiliz dikkatlerine rağmen, dışardakilerin ellerine ulaştırıyor. 
 
nasil?.. 
 
taş hücre mahpusunun, senelerdir, bu işi nasıl yaptığını anlatacak değilim. romanda da olsa, britanya polisine hizmet etmek istemem...... 
  
v 
dışarda 
          bir bayrak gibi dalgalanırken adı, 
içerde o 
          ihtiyarladı.. 
her gün biraz daha 
               camları yaşarıyor 
                                           iri 
                                           bağa 
                                                 gözlüklerinin. 
her gün biraz daha 
                             siliniyor çizgileri 
                                                  gördüklerinin. 
küreyvatı hamra azalıyor. 
tasallübü şerayin. 
tansiyon 26. 
baş dönmesi, bunaltı. 
sinir... 
bir 
senedir 
            yazamadı bir 
                            satır 
                                bile.. 
yine fakat 
       dışarda bir bayrak gibi 
                              dalgalanıyor adı. 
içerde o 
         ihtiyarladı.... 
  
bu fasil 
benercinin kendini niçin öldürdüğüne dairdir 
  
«kalküta şehrinin ufkunda güneş 
                                            yükseliyordu. 
atları ışıktan, miğferleri ateş 
                                               bir ordu 
bozgun karanlığı katmış önüne 
                                                   geliyordu. 
güneş yükseliyordu.. 
kalküta . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . » 
bunu beceremedik 
         romantik kaçtı pek. 
şöyle diyelim: 
«baygın kokulu 
                   koskocaman 
                                  masmavi bir çiçek 
                                                      şeklinde sema 
düştü fecrin altın kollarına...» 
bu da olmadı, 
         olacağı yok. 
benden evvel gelenlerin hepsi, 
                            almışlar birer birer, 
tuluu şemsi, gurubu şemsi 
                        tasvir patentasını. 
tuluu şemsin, gurubu şemsin 
                                 okumuşlar canına.. 
bu hususta yapılacak iş, 
                                   söylenecek söz 
                                               kalmamış bana. 
buna rağmen, 
                tekrar ederim ki ben: 
kalkütanın damları üstünde güneş 
                                       güneş gibi 
                                              yükseliyordu. 
sokaktan bir sütçü beygirinin 
                    nal ve güğüm sesi geliyordu. 
benerci sordu: 
 
— saat kaç? 
 
— altı... 
 
benerci dün akşam geç vakit tahliye edildi. hapishanenin kapısı önünde dehşetli bir kalabalık onu bekliyordu. eğer eski sistem bir kafam olsaydı, iddia edebilirdim ki, benerci bu yığınlarla insanı ebediyyen peşinde sürükliyebilecek kadar onlara yakın, onların canında, onların kanındaydı. 
 
benerciye arkadaşları, dış mahallelerdeki apartımanlardan birinin en üst katında bir oda tutmuşlar. benerci odasına sekiz arkadaşıyla beraber girdi. bana: 
 
— sen git, biraz dolaş. sonra gelirsin, dediler. 
 
apartımanın kapısı önünden, merkez caddelere kadar, kımıldanan, bağıran bir insan denizinin ortasında, her adımda onun ismini işiterek, dolaştım. kalabalık yavaş yavaş dağıldı. geri döndüğüm zaman benerciyi odasında yalnız buldum. pencerenin önünde duruyordu. saat gecenin on biriydi. benerci: 
 
— otur bakalım, dedi. 
 
oturdum. 
 
saatler geçti, saatler geçti.. bir kelime bile konuşmadık. ve nihayet, lambanın sarı ışığı beyazlanmağa başladı. pencereden baktım: 
 
kalkütanın damları üstünde güneş 
                                           yükseliyordu. 
benerci sordu: 
 
— saat kaç? 
 
— altı. 
 
— âlâ. 
 
— anlamadım. 
 
— hiç. dinle. bu kitabın birinci kısmında, arkadaşlarım bana: «sen bizi sattın,» dediler. alnımda hâlâ onların attığı taşın izi var. halbuki ben tertemizdim. fakat onlar haklıydı. kıl kaldı, kendimi öldürüyordum. fakat bu haltı yemedim. 
 
— öyle. 
 
— bu kitabın ikinci kısmında, somadevanın ciğerleri ağzından geliyordu. öyle ağrı çekiyordu ki, kendini öldürmek istedi. fakat o da bu haltı yemedi. bir kamyonun üstünde kalıbı dinlendirmeyi daha doğru buldu, değil mi? 
 
— öyle... 
 
— saat kaç? 
 
— altı buçuk. 
 
— âlâ... dinle. ferdin tarihteki rolü malum. akışın istikametini değiştiremez. yalnız tempoyu hızlılaştırabilir, yavaşlatabilir. işte o kadar. tarihte fert denilen nesne, keyfiyetin değil, kemiyetin üstüne tesir edicidir. bütün bunlar senin için, benim için, bizim için bilinen şeylerdir. 
 
— doğru. 
 
— öyleyse, bunu şimdi benim şahsıma tatbik edelim. 
 
birdenbire durdu. gözlüğünü çıkardı. mendiliyle camlarını sildi. gözlüğünü taktı. camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir. 
 
— devam et, benerci, dinliyorum. 
 
— hadisat öyle getirdi ki, ben hareketin muayyen bir inkişaf merhalesinde muayyen bir rol oynıyan bir fert haline geldim. 
 
— doğru. 
 
— dünden itibaren katarın başında gidiyorum. halbuki fizyolojim berbat.. kafam elastikiyetini kaybetti. dönemeçleri zamanında dönemiyeceğim. ellerim lüzumundan fazla titriyor. akıntıda dümen tutamıyacak bir hale geldiler. akışın temposunu hızlılaştırmak nerde? onu yavaşlatmam muhtemeldir. istemeden, irademin dışında, yanlış adımlar atacağım. biliyorum, hareket belki beni altı ay sonra, bir sene sonra bir safra gibi fırlatacaktır. fakat o beni fırlatıp atana kadar, ben ona fren olacağım. halbuki ben kemiyette bile, bir sene değil, bir gün bile, irademin dışında, bilerekten ona ihanet edemem. anlıyor musun? diyeceksin ki, yanılmıyan yalnız tembellerdir, budalalardır. iş yapan, yürüyen adam yanılır. mesele yanlışın idrakindedir. fakat, ya bu yanılma nesnesi katarın başındaki adam için bir kaide haline gelirse. ve o adam katarın başında gidemiyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse. bu bir ihanet değil midir? ben bir saniye olsun, ihanet edemem. bu benim uzviyetimde yok... 
 
benerci yine durdu. sonra birdenbire gülerek: 
 
— hem ben bu meseleyi arkadaşlarla konuştum. hallettik. sana haltetmek düşer, dedi. sen saata bak, kaç? 
 
— yedi. 
 
— hem, bu benim mesele nevi şahsına münhasır bir iş bile değil. galiba lafargla karısı da aynı vaziyete düşmüşler, aynı işi yapmışlar. her ne hal ise. şu senin tabancayı ver bakayım. 
 
pantolonumun arka cebinden tabancayı çıkardım. koskocaman bir nagant. benerciye uzattım. aldı, masanın üstüne koydu. 
 
tekrar gözlüğünü çıkardı. mendiliyle camlarını sildi. gözlüğünü taktı. camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir. 
 
— şöyle pencerenin önünde birer cıgara tellendirelim, dedi. 
 
cıgaraları yaktık. topraktan fışkırır gibi bol, renkli ve ılık bir yaz sabahının ışıkları karşı pencerelerin camlarında, benercinin gözlüklerinde pırıl pırıl yanıyordu. damlar, evler, ağaçlar ve sokaklar yıkanmış gibi nemli ve tertemizdi. konuşmuyorduk. 
 
ağzımda, sonuna gelen cıgaranın acılığını duydum. benerci ayağa kalktı. cıgarasını masadaki tablanın içinde söndürdü. 
 
— pencereyi kapat. sen de haydi artık git. istersen âdet yerini bulsun diye bir kere kucaklaşalım, dedi. 
 
kucaklaştık. 
 
arkama bakmadan kapıdan dışarı çıkarken: 
 
— çocuklara selam söyle, dedi. 
 
merdivenleri ağır ağır inmeğe başladım. dördüncü kat. üçüncü kat. merdivenleri hızlı hızlı iniyorum. ikinci kat. merdivenleri koşarak iniyorum. 
 
tam sokağa çıktığım zaman, derinlerden, demir bir kapının hızla kapanması gibi tok bir ses geldi... 
  
bu kitabin son sözü . . . . . . . . . . . . . . . 
                            «kavgada 
                            kendi kendini öldüren 
                                                       lanetli bir 
                                                       cenazedir 
                                                       benim için: 
                            ölüsüne 
                                    ellerimiz 
                                          dokunamaz. 
                           arkasından 
                                    matem marşı 
                                          okunamaz.» 
  
sen artık 
         bu kitapta: 
noktaları 
         virgülleri 
              satırları taşımıyorsun. 
sen artık 
         bu kitapta 
koşmuyor 
         bağırmıyor 
                   alnını kaşımıyorsun. 
sen artık 
         bu kitapta 
                   yaşamıyorsun. 
ve benerci sen 
         bu kitapta: 
kendi kendini öldürmene rağmen 
benim ellerim senin 
                      kanlı delik 
                             şakağına dokunacaktır. 
cenazende 
         dosta düşmana karşı 
                        matem marşı 
                                   okunacaktır: 
  
m a t e m   m a r ş i  . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .  
  
çan 
        çalmıyoruz. 
çan 
        çalmıyoruz. 
yok 
      salâ 
          veren! 
giden 
      o 
biten 
      bir 
şarkı değildir... 
o 
büyük 
bir 
ışık 
gibi döğüştü. 
kasketli 
bir güneş 
halinde düştü. 
çan 
        çalmıyoruz. 
çan 
        çalmıyoruz. 
yok 
      salâ 
          veren! 
bu 
     giden 
              bir 
                   biten 
                        şarkı değildir ........... 
                    
                    
                    neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?
